
“Bu sefer beni ağır s*kecekler! Niye aramadın be sarı papatyam? Günah değil mi bana, yazık değil mi böyle bir afet-i devrana? Bu soğukta, götüme kazık kaçmış gibi koşuyorum. Ha?”
diye hayıflandı Batuş, nefes nefese kalmış bir şekilde. Bu seferki hitabına yüzümü buruşturdum, ama o görmedi. Salak çocuk, provaya ilk günden geç kalmıştı.
“Gerizekalı, elli kere aradım, açmadın. Telefonun kapalıydı. Ne yapsaydım, işaret fişeği mi atsaydım?”
“Çaksaydın, nar tanem, çaksaydın da bu hallere düşmeseydim.”
“Ay ne abarttın be! Alt tarafı beş dakika koştun diye. Hadi, spor olur. Gençleşirsin, dinçleşirsin işte, ne güzel.”
“Ah, üstüme iyilik sağlık! Benim onlara ihtiyacım mı var kız? Dipçik gibiyim, dipçik!”
“İyi o zaman, düşen çeneni yerden al ve beni daha fazla oyalama. Dersim var, kapatıyorum.”
“Aşk olsun be, kakolu sü…” derken telefonu yüzüne kapattım. Hem geç kaldığını söylüyor hem hâlâ laf yetiştirme derdinde, vır vır konuşuyor. Tek arkadaşımın, can dostumun bu kadar pervasız ve çenesi düşük bir insan olması, yine kaderin bana attığı kazıklardan biriydi sanırım.
Sabah sabah onun salaklığına yüzümde aptalca bir sırıtışla gülerken, dersten önce su almak için Labirent’e uğradım. Ancak duvarda Pınar’ın siyah-beyaz, kocaman gülümsediği fotoğrafını gördüğümde gülüşüm soldu. Fotoğrafın altında “Seni hiç unutmayacağız” yazıyordu. Elimle bir tutamını mora boyadığım saçlarımı yokladım ve içimden tekrar ettim:
Unutmamak için. Unutturmamak için.
Pınar’ın fotoğrafına dalıp giden bakışlarım, gülüşümün solmasına neden olacak ikinci nedenle kesintiye uğradı.
Habil ve Kabil.
Kabil, yanımdan geçerken bilerek omzuma çarptı, ama duruşumu bozmadan yürümeye devam ettim. Tabii ki bununla yetinecek değillerdi.
“Bu yılın sonbahar-kış koleksiyonundan mı üstündekiler?” dedi, beni alaycı bir ifadeyle baştan aşağı süzerek. Sürekli kıyafetlerimle, görünüşümle ve maddi durumumla beni küçük düşürmeye çalışıyordu. Ama şimdiye kadar hiç başarılı olamamıştı. Onun beni ezmek ve üzmek için söylediği hiçbir şeyi ciddiye almıyordum.
“Aynen, bu sezonun modası bunlarmış. Beğendiysen sana verebilirim,” dedim, onun alaycı tonunu taklit ederek.
“Yok şekerim, ben çöp çaput giymem. Senin aksine bir tarzım, bir zevkim var.”
İkisi de kocaman bir kahkaha patlattı. Kendilerini ne sanıyorlardı acaba? Ergen dizilerindeki şu şuursuz zorba karakterlerden farkları yoktu. Tam anlamıyla üçüncü sınıf, berbat bir diziden fırlamış gibiydiler.
Yalnız bir noktada haklılardı ki ikisi de çok iyi giyiniyordu ve her anlamda çok iyi görünüyorlardı.
Kabil, yani Simten, uzun kumral saçlarını asla fönsüz bırakmazdı. Tuvalete giderken bile bordo rujunu eksik etmez, çeşit çeşit kombinleriyle bir moda dergisinden fırlamış gibi görünürdü. Şu an üstündeki dar siyah kot pantolonu, içine soktuğu yeşil gömleği, bordo pardösüsü ve topuklu botlarıyla adeta podyumda yürüyormuş hissi veriyordu.
Habil, yani Simay ise onun tam tersiydi. Kabarık kıvırcık saçlarının altlarının bir tarafını kırmızı ve yeşile, diğerini mavi ve pembeye boyamıştı. Biraz kilolu bir kızdı ve ortaokuldan beri kendini sürekli herkesle, özellikle de Simten’le kıyasladığını ve bu duruma çok takıldığını biliyordum. O da Batuş gibi müzik bölümündeydi ve bas gitar çalıyordu. Bu bile başlı başına ona inanılmaz bir hava katıyordu, ama farkında değildi. Siyah şortunun içine giydiği file çorabı, dökümlü siyah kazağı, uzun-kısa çeşit çeşit kolyeleri ve bileklerindeki deri bileklikleriyle, okulun en güzel ve tarz kızlarından biriydi bence.
“Benim de tarzım budur belki, çaputçu tarzı,” derken elimle üstümdekileri gösterdim ve yanlarından geçip gittim. Siyah eşofman altım, ayağımdan çıkarmadığım için biraz yıpranmış spor ayakkabılarım, artık bir organım haline gelen siyah kapüşonlum ve dağınık uzun dalgalı saçlarımla bu konuda da biraz haklı olabilirlerdi.
“Senin tarzın bu olabilir ama yerin burası değil,” diye hafifçe bağırdı Simay arkamdan. Cevap vermedim. Çok bile konuşmuştum. Suyumu alıp bir an önce derse gitmek istiyordum. Hem bugün yapılacak çok işimiz vardı. Batuş ve ben, Pınar’ın arkadaşlarını ve tanıyor olabileceği kişileri araştırmaya başlayacaktık.
“İyi diyelim, sizden n’aber?” Duyduğum sesle Simay’ın yanından geçerken bir anlığına kafamı kaldırıp Habil ve Kabil’in konuştuğu kişiye baktım. Atlas’tı.
“İyiyiz biz de. Görüşemedik kaç gündür, nasıl gidiyor, neler yaptın?” dedi Simten, hafif cilveli bir ses tonuyla. Demek bizim Kabil, Atlas’tan hoşlanıyordu. Yazık çocuğa, üzüldüm şimdi.
Ama Atlas pek oralı olmadı. “Hiç, bildiğin gibi,” derken saniyelik bakışlarımız buluştu yine. Gözlerinde, yine cenaze evinde gördüğüm garip bakış vardı. Hızla başımı yere indirip Labirent’ten çıktım. Bu çocukta garip bir şeyler vardı, hissediyordum. Pınar’la aynı bölümdelerdi. Belki de bu olaylarla bir ilgisi olabilirdi. O yüzden bana böyle bakıyordu. Belki de Pınar’ın sevgilisi buydu ve herkesten gizliyorlardı.
Yine kafamda deli sorularla, merdivenlerden çıkarken ayağım takıldı ve düşer gibi oldum. Ama hemen toparladım. Salak ben, ayağımı burkmuştum. Neyse ki tamamen düşüp bir yerlerimi çarpmadım ki bu kafayla o da yakındır. Hafif sekerek sınıfa doğru ilerledim ve merdiven çıkarken bir daha bir şey düşünmemeye karar verdim.
Beynimin eridiği iki saatlik bir dersin ardından hızlı adımlarla Batuş’la buluşmak için Labirent’e geldiğimde cenazede gördüğüm tüm yüzleri burada bulmayı beklemiyordum. Atlas, Arvandağlı, Hüma ve adını unuttuğum sevgilisi tam girişin yanındaki masada oturuyordu. Ben de bir hışımla içeri girdiğim için, girer girmez dört çift gözle karşılaşmıştım. Hemen arkamdansa Habil ile Kabil gelmişti. Beni yine itme suretiyle yanımdan geçip, bana bakan dörtlünün yanına geçtiler.
“Dikkat etsene ya biraz. Kazık gibi dikilip kalmışsın kapının önünde. Geldiğin yerde öğretmediler galiba sana bunları,” diyen Simten’e kulak asmadan en sondaki hücrelere doğru yürümeye başladım.
“Abi, ben bir şey yapmadım diyorum ya. Onlar başlattı her şeyi. Sen beni tanımıyor musun Allah aşkına?” diyen Batuş’un sesini duydum, daha hücreye varamadan. Acaba kimlere bulaştı yine?
Kendimi yanındaki sandalyeye bırakırken gözlerimi kapattım bir süre. Mahvolmuştum. Beynim uğulduyordu resmen ama yine zihnime dolan görüntülerle gözlerimi açmak zorunda kalmıştım. Her gözümü kapattığımda ya da her uykumda, rüyamda görüyordum artık Pınar’ın yüzünü. Alışmıştım.
Hayır, böyle bir şeye alışamazdım.
“Tamam abi, dediğin gibi olsun ama bunca yıllık hukukumuzu üç gündür tanıdığın serseriler için hiçe sayıyorsun, haberin olsun. Hadi, kal sağlıcakla.” Sinirle telefonu kapatıp masanın üstüne fırlattı Batuş. “Ne oluyor be? Yine kimle takıştın?”
“Dert bir değil ki badem gözlüm. Biri bitmeden öbürü geliyor...” Höpürdeterek bir yudum aldı kirazlı çayından. “Hayır, arka arkaya da gelmiyor, ona da razıyım. Ama oldu mu, patates çuvalı gibi hepsi üst üste geliyor,” dedi, eliyle saçlarıyla aynı renk mor gömleğinin yakalarını çekiştirerek. O da benim gibi saçının bir tutamını mor yapmıştı ve bence ona, benden daha çok yakışmıştı.
Tek kaşımı kaldırdım, “Hadi söyle,” der gibi. “İşten de şutlandım. Yani bir sen kaldın kıçıma tekmeyi basmayan.”
“Hayat...” dedim iç geçirerek. “Şaşırmadın mı?”
“Ben artık seninle ilgili şeylere şaşırmıyorum Batuş. O özelliğimi kaybettim sayende.”
“Keşke ben de bendeki bazı özellikleri kaybedebilsem,” dedi, kafasını masaya vurarak.
“Tamam ya, sıkma canını. Bulursun bir şeyler. Böyle bir yeteneğe işten bol ne var,” dedim neşelendirmeye çalışarak. Batuş haftada birkaç gün bir mekânda sahneye çıkıyordu. Bir grupta gitar çalıyordu. Ama gruptakilerle pek anlaşamıyordu. Aslında dünyanın en uyumlu insanıydı ama gelemediği tek şey haksızlıktı. Grupta gitar çalan kız diğerlerinden daha düşük ücret alıyor diye sürekli diğerleriyle tartışıyordu. Sonunda, atmışlardı demek ki kendisini gruptan.
Hakların ve halkaların savaşçısı...
“Aynen, onlar da beni bekliyordu zaten. Herkes açmış kollarını, ‘Batu, Batu, ne olur bizimle çal,’ diye yalvarıyordu bana.”
“Bulursun sen bir şeyler. Senden çok tanıdığı olan mı var lan bu şehirde? Hadi kalk, önce şu meseleyi halledelim.”
Bu mesele, keşke hemen halledilecek kadar basit olsaydı ama bir yerden başlamamız gerekiyordu.
“Şimdi ben Ilgaz’la konuşacağım. Sen de Pınar’ın cenazesine gelen kızları bul. Sevgilisi kimmiş, bu aralar kimlerle takılıyormuş onları sor, tamam mı?”
“Emriniz başım üstüne, sultanım,” dedi Batuş, kapıdan çıkarken.
“Çaktırma ama sakın. Öyle üzüldüğün için soruyormuşsun gibi yap sadece.”
“Aşk olsun be çiçeğim. Sanki bu dünyanın sekizinci harikası olan şahsiyeti tanımıyormuşsun gibi konuşuyorsun. O iş bende, rahat ol,” dedi, eliyle göğsüne iki kere vurup arkasını dönerken. “Batuş…” diye arkasından seslenince kafasını çevirdi.
“Lilith’in askerleriyiz,” dedim.
“Lilith’in askerleriyiz,” dedi, hafifçe tebessüm ederek önüne dönüp yürümeye devam etti.
Ben de Ilgaz’ı bulmak için okuldaki diğer kafelere bakacaktım. Derse gelmemişti tabii ki, ama yurtta kaldığı için muhtemelen kampüsteydi. Tam yürümeye başlayacaktım ki yanımdan geçerken omzuma değen Habil ve Kabil’i görünce bıkkın bir nefes verdim. Bu sefer çarpmamışlardı; sadece hafifçe dokunup geçmişlerdi. Hayret! Anlaşılan yine şahane bir eğitim-öğretim yılı bizi bekliyordu.
Labirent’in camlı kapısından içeri baktığımda, Ilgaz’ı görmemle bugünün o kadar da kötü bir gün olmayacağına karar verdim. Dörtlünün yanına oturmuştu. Tanışıyorlar mıydı bunlar?
Ilgaz da burslu öğrencilerden biriydi aslında, ama sürekli dönem tekrarı yaptığı için bursunu kaybetmişti. Bu yüzden derslere pek sık uğramıyordu; sanırım çalışıyordu. Aslında ailesinin durumu fena değildi, kocaman ve oldukça pahalı son model motorundan anlamıştım bunu. Ama yine de ailesine destek olmak istiyordu galiba.
Adımlarım geri geri gitse de mecburen az önce çıktığım kapıdan tekrar girdim. Cenazede karşılaştığımız herkesi olağan şüpheli olarak gördüğümden, bu ekip de beni geriyordu. Pınar için, Pınar için, diye içimden tekrarlayarak yanlarına yaklaştım.
Bakışlar yine anında beni buldu. Arkadaşlar, ama siz böyle yaparsanız biz anlaşamayız ki! Ne diktiniz gözlerinizi üzerime? İlk defa mı insan görüyorsunuz? Ya da daha doğrusu, ilk defa mı fakir görüyorsunuz demem daha uygun olur sanırım bu ekibe.
“Ilgaz, biraz konuşabilir miyiz?” diye sordum, ifadesiz bir sesle. Diğerlerine hiç bakmamıştım ama hâlâ beni izlediklerini biliyordum.
“Aa, sen benimle konuşur muydun kanka ya? Hangi dağda kurt öldü?” dedi gülerek. İşte tam da bu yüzden konuşmuyordum. Bir, “kanka” lafından nefret ettiğim; İki, Batuş’tan bile düşük çeneli ve rahat biri olduğu için.
Hiçbir şey demeden yüzüne baktım bir süre. Cevap vermeyeceğimi anlamış olmalı ki eğlenen ifadesi yerini şaşkınlığa bıraktı. “Konuşalım madem, önemliyse,” diyerek ayağa kalktı.
Hâlâ beni izleyen dörtlüye kısa bir bakış attım. Hüma, cam gözleriyle ifadesizce bakıyordu, tıpkı sevgilisi gibi. Bayağı iyi çift olmuşlar; buz gibi bir ikili. Gerçi ikisini de tanımıyordum; sadece birkaç kez görmüştüm ama bakarken bile bir ürperti geliyordu insana. Resmen içim titremişti.
Arvandağlı’nın bakışları bir Ilgaz’a, bir bana kayıyordu. Arkadaşım, bu çocuk benim sınıf arkadaşım ya! Ne var yani bir şey konuşmak istediysem? Bu kadar mı enteresan bir olay sizin için?
Evet, bu kadar enteresandı.
Sadece onlar için değil, benim için de. Çünkü okulda Batuş dışında konuştuğum 2-3 kişi vardı. Muhtemelen Batuş’u tanıyorlardı; beni de sessiz bir hayalet gibi sürekli onun yanında görüyorlardı. Ama ben de konuşabiliyorum yani! Benim de bir dilim var şükür. Ne vardı bu kadar şaşıracak?
Ilgaz önde, ben arkada Labirent’ten çıkarken, masada göz göze gelmediğim son kişi olan Atlas’a baktım. Gece mavisi gözlerini üzerime dikmiş, dikkatle beni izliyordu o da. Yine bakışlarını ilk çeken ben oldum. Niyeyse sanki ben çekmezsem o bakmaya devam edecekmiş gibi hissediyordum.
Ilgaz’la bahçedeki armut koltuklardan birine oturduk. İçerideki dörtlünün gözlerinin üzerimizde olduğunu bilmek beni daha da germişti. Sanki yasadışı bir şey yapıyorduk.
“Hayırdır, bir şey mi oldu?” dedi Ilgaz, koltuğa iyice yerleşirken.
Değişik bir tipi vardı. Kahvenin neredeyse kızıl diyebileceğim kadar açık bir tonuna sahip saçları, aynı tondaki sakalları ve gözleriyle girdiği her ortamda kolayca dikkat çekiyordu. Ki bu onun gibi biri için bir avantajdı. Çenesi hiç durmadığı için konuşacak birilerini bulmakta zorlanmıyordu. Kafasına ters geçirdiği şapkasını düzeltti, bir sigara yaktı. Hava buz gibi olmasına rağmen üstünde sadece bir tişört vardı, bu yüzden dövmelerle kaplı sağ kolu meydandaydı. Dövme sevmezdim ama ona yakışmıştı.
Nereden başlayacağımı bilemedim. Bir an duraksadıktan sonra, “Pınar, eski sevgilinmiş,” diyerek konuya ortasından dalış yaptım. Kaşları aynı anda havalanırken gözleri de hafifçe büyüdü. “Eski sevgilim değildi. Yani, geçen sene birkaç ay takılmıştık sadece.”
“O kadar mı yani? Başka bir şey yok mu?”
“Sorguda mıyım ben şu an?” dedi, eğlenen bir ifadeyle.
“Ayrıldıktan sonra bir daha konuşmadınız mı hiç?” diye sordum, onun aksine soğuk bir sesle.
“Ha, baya sorgudayım yani. Peki...” dedi, ses tonu ciddileşirken. “Birincisi, Pınar’a ben de çok üzüldüm. Niye böyle bir şey yaptığını bilmiyorum.” Sesi gerçekten üzgün geliyordu.
“İkincisi, Pınar’la sadece birkaç kez dışarı çıkmıştık. Sinemaya, kahve içmeye falan... Ciddi bir şey olmadı aramızda. Sonra da zaten bir daha yazmadık birbirimize. Öyle kaldı. Aylardır hiç konuşmadık. Hatta okulda bile görmüyordum onu.”
Sigarası bitmişti, yenisini yaktı hiç beklemeden. Bu sırada istemsizce içerideki masaya baktım. Atlas yine aynı ifadeyle bizi izliyordu. Bu çocukta kesin bir şeyler vardı. Ya bir şey biliyordu ya da saklıyordu.
“Sonuncusu da, ben harbi harbi sorguda mıyım lan şu an?” diye sordu Ilgaz.
“Yok, tamam. Vakit ayırdığın için sağ ol,” dedim. Söylediklerine inanmıştım. Bir şeyler bildiğini sanmıyordum, ama yine de emin olamazdım. O yüzden başka bir şey söylemeden yanından kalktım.
“Bana bugünün ders notlarını atar mısın, kanka? İşim vardı, gelemedim sabahtan. Kesin bizim zebaniler ilk gün falan demeden yapıştırmışlardır yine,” dedi, arkamdan seslenerek.
“Atarım. Numaranı ver,” dedim, telefonumu uzatırken. Bahaneyle numarasını almış olurdum; belki işe yarardı.
“Sınıf grubunda var ya kanka, oradan bakarsın,” dedi, o da kalkarken.
“Yokum ben sınıf grubunda, çıktım.”
“Aa, niye ya? İyi goygoy dönüyor orada.” Tam da bu yüzden çıkmıştım. Derslerle ilgili neredeyse hiçbir şey konuşulmayan gruba her gün mesaj yağıyordu. O mesajların çoğunu da kim atıyordu, söylememe gerek yok herhalde.
Bir şey demeden elimdeki telefonu salladım, alması için. “Değişiksin falan ama kafa kızsın sen,” dedi, gevşekçe sırıtarak.
Telefonumu alıp yurda doğru yürümeye başladım. Çok yoğun bir gün olmuştu. Önce dersler, sonra Kabil’ler, ardından ne olduklarını çözemediğim dörtlü ve geveze Ilgaz derken başım ağrımaya başlamıştı. Haftalardır doğru düzgün uyuyamamanın verdiği yorgunlukla, bir an önce gidip kafamı yorganın içine gömmek istiyordum.
Ama dönemin şahane geçen ilk günü tabii ki burada bitmemişti. Arkamdan gelen sesle adımlarım aniden durdu.
“Pınar’ın intiharını araştırıyorsun, değil mi?”
Kısık ama tok bir sesle konuşan kişi Atlas’tı. Yavaşça döndüm. İşte bunu beklemiyordum. Bu çocukta bir şeyler var derken yanılmamıştım. Aramızda bir metreden az mesafe vardı. Ne ara bu kadar yakınıma gelmişti? Haftalardır kafam o kadar dağınıktı ki çevremde olan biteni fark edemiyordum.
“Yoo, onu da nereden çıkardın?” dedim, düz tutmaya çalıştığım bir sesle.
“Ilgaz söyledi.”
Bir dakika... Daha bir dakika olmadı konuşalı. Dilindeki bakla ağzından bile girmedi Ilgaz.
“Pınar arkadaşımdı. Niye böyle bir şey yapmış olabileceğini merak ediyorum,” dedim, gözlerinden başka her yere bakarken çünkü o tam olarak gözlerimin içine bakıyordu. Zaten bana bakılmasından hiç hoşlanmayan ben, bir de bu kadar doğrudan ve sanki gözlerimin içinde bir şeyler arar gibi bakılınca iyice rahatsız olmuştum.
Rahatsızlık değildi bu. Başka bir şeydi. Gerginlik olabilir miydi?
Değildi. Utanç?
Belki.
“Arkadaşınsa, niye yaptığını bilmen gerekmez miydi?” diye sordu. Asıl sorguya çekilen bendim şu an. Hem de öyle sakin ve güçlü bir ses tonuyla soruyordu ki, ne sorsa cevaplamak zorundaymışım gibi hissediyordum. Ama ifademi bozmamaya çalışarak cevap verdim:
“O kadar yakın değildik. Siz aynı bölümde değil miydiniz? Sen biliyor musun neden yaptığını?”
Birkaç saniye boyunca gözlerine baktım. Yine, gözünü kırpmadan, sanki gözlerimin arkasındaki bir şeyleri bulmaya çalışır gibi baktı.
“Hayır. Ben tanımıyordum Pınar’ı. Hiç konuşmadık şimdiye kadar.”
İnanayım mı yani şimdi buna? Ama öyle kendinden emin söylemişti ki, inanmak istedim.
“Anladım,” dedim. Başka bir şey demeden arkamı dönüp yürümeye başladım. Günüm iyice garip bir hal almaya başlamıştı. Tam uzaklaşırken, söylediği şeyle bir kez daha durdum.
“Ayağına ne oldu?”
Bilmem, ne olmuş ayağıma? Yarı dönerek, “Bir şey olmadı,” dedim.
Kısa bir anlığına bakışlarını yüzümden çekip başıyla sağ ayağımı işaret etti.
Doğru ya sabah merdivenlerde takılmıştım. Ama kafamda yalnızca üç tane beyin hücresi kaldığından hafifçe topalladığımı bile unutmuştum.
“Ayağım takıldı sabah, burktum. Bir şey yok.”
Baktı bir süre bir şey demeden. Bu sefer ben de baktım. Ama yine dayanamayıp gözlerimi ilk kaçıran ben olmuştum. Bir tür oyun oynuyor gibiydi benimle. Ama bunu bile düşünecek halim yoktu. Üstünde daha sonra kafa yormaya karar verip arkamı dönüp ilerlemeye başladım. Uykusuzluktan gözlerim yanıyordu. Bir de burktuğumu hatırlayınca ayağımın ağrısını da hissetmeye başlamıştım. Bir an önce şu saçma sapan günü burada sonlandırmak istiyordum.
Ama yine olmadı. Bu sefer duyduğum cümle ise, olduğum yere çakılıp kalmama neden oldu:
“İstersen…sana yardım edebilirim.”
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&
Lilith, pek çok mitolojide farklı şekillerde yer bulmuş, Yahudi mitolojisinde ise Adem'in ilk eşi olarak bilinen bir figürdür. Adem'le eşitlik talep eden Lilith, cennetten kovulduktan sonra toplumsal normlara karşı duran, asi ve bağımsız bir kadın olarak tanınır. Hikâyesi, kadının bağımsızlık ve güç mücadelesinin simgesi olarak yorumlanır. Adı, genellikle güçlü, asi ve bazen karanlık bir karakterle özdeşleştirilir.
Arvandağ, tarıma elverişli, bereketli toprakların bulunduğu ve güçlü ailelerin etkili olduğu, yıl boyu sıcak ama yağışlı bir iklime sahip ülkenin doğusunda bulunan büyük bir şehirdir."
Habil ve Kabil, kutsal metinlerde geçen, insanlığın ilk kardeşleri olarak bilinen iki figürdür. Habil, çobanlık yaparken Kabil çiftçilikle uğraşır. İkisinin Tanrı’ya sunduğu kurbanlar arasında bir ayrım yapılmış, Habil’in kurbanı kabul edilirken Kabil’inki reddedilmiştir. Bunun sonucunda Kabil, kıskançlık ve öfkeye kapılarak kardeşi Habil’i öldürmüş, bu olay tarihteki ilk cinayet olarak kabul edilmiştir.
Instagram: monandrosa


| Okur Yorumları | Yorum Ekle |