3. Bölüm

1.Bölüm (Part I)

Mona Rosa
mona.rosa

 

KİTAPTAKİ TÜM ŞEHİR VE MEKAN İSİMLERİ KURGUSALDIR.

 

İYİ OKUMALAR...

Kitap bölümleri bir hayli uzun olduğu için kitabın tanınması amacıyla bölümler üç parçaya bölünecektir. Her bölüm yaklaşık olarak 50-60 sayfaya denk gelmektedir. Serinin 3 kitaptan oluşması planlanmaktadır. Beni bu yolculukta yalnız bırakmayan herkese teşekkür ederim.

"Yazar olmak istiyorsanız, yazın." Epiktetos

Temkinli adımlarla en sondaki tuvalet kabinine ulaştığımda, yerde boylu boyunca uzanmış genç bir kız gördüm. Uçları mor renge boyanmış sarı saçları, dağınık bir şekilde yüzünü kaplamıştı. İlk aklıma gelen şey, tansiyonunun ya da şekerinin düşmüş olabileceği olduğu için paniğe kapılmadan, soğukkanlı bir şekilde yanına doğru eğilerek yüzündeki saçları geri çektim ve rengi atmış suratına baktım. Yanaklarına hafifçe vurarak kendine gelmesini, bir ses vermesini bekledim ama olmadı. Kızın adını hatırlamıyordum ama siması tanıdıktı. O da burslu öğrencilerden biriydi. Şimdi Batuş burada olsaydı, bu kızın kim olduğunu ve hangi bölümde okuduğunu kesin bilirdi. Zaten bana da sürekli anlatırdı; kim kimle sevgili, kim hangi bölümde okuyor. Okulun yürüyen magazin sayfası gibiydi çocuk. Ama anlattıkları benim bir kulağımdan girip diğerinden çıkmıyordu bile; çünkü baştan hiç kulağıma girmiyordu.

İçimden bir ses, bunun sadece basit bir bayılma olmadığını söylese de, o an o sese kulak asmamayı tercih ettim. Kızın varla yok arasında atan nabzını kontrol ettiğimdeyse, endişem biraz daha arttı. Tam birilerine haber vermek için ayaklanıyordum ki, baygın olduğu için gevşemiş, yumruk yaptığı elinde tuttuğu bir şey dikkatimi çekti: bir not kağıdı. Parmaklarını araladığımda, içinde yazan cümleyle bir an ne yapacağımı bilemedim.

"Herkesten çok özür dilerim, bunu ben seçmedim..."

O an bunun ne demek olduğuyla ilgili bir fikrim yoktu ama üstüne düşünmedim. Bir an önce birilerine haber vermem gerekiyordu. Fakat kızın başının ucundaki çantanın içinden yere dağılmış kitaplarının arasındaki telefona gelen mesaj sesiyle ekrana baktım. Ve gördüğüm tek bir cümle, vücudumdaki tüm tüylerin ürpermesine yetti.

"Sakın aptalca bir şey yapma Pınar, bu her şeyin sonu olur."

Kalp atışlarım hızlandı, olduğum yerde kalakaldım ama hemen toparladım. Başka hiçbir şey düşünmeden, artık sadece basit bir bayılma olmadığına emin olduğum olayı birilerine haber vermek için koşar adımlarla tuvaletten çıktım. Sınıfların çoğu boş olduğu için bir süre kimseyi bulamadım. Artık koşuyordum. Nihayet dolu bir sınıfa denk geldiğimde, aralık olan kapıyı çalmadan direkt sınıfa girdim. Tüm gözler anlık bana dönmüştü, normalde olsa utanırdım ama umursamadım. Birinci sınıfta seçmeli derslerimizden birine giren Sezin hoca ve yanındaki asistanı olduğunu düşündüğüm kadın, oturdukları yerden kalkarken Sezin hoca "Canım, ne oldu, iyi misin?" dedi, hafif endişeli ama nahif bir ses tonuyla. Var gücümle koştuğumdan, kanımda an be an artan adrenalin nedeniyle nefes nefese kalmış bir şekilde konuştum.

"Hocam, bir saniye bakabilir misiniz, acil bir durum var da?" Ne olduğunu tam bilmediğim ve olayın görünenden daha fazlası olduğunu düşündüğüm için böyle demiştim. Sezin hoca hızla yanıma geldi ve asistanına dönüp, "Eda, sınıf sende canım," deyip sınıftan çıktı.

"Hocam, tuvalette baygın bir kız var. Kimseyi de bulamadım, haber verecek." dedim tek nefeste. İkimizin de adımları hızlanmıştı.

"Tanıyor musun sen, kimmiş?" dedi, hafifçe çattığı kaşlarıyla.

"Hayır hocam, tanımıyorum ama birkaç kez görmüştüm daha önce. İsmini bilmiyorum."

Hızla tuvalet kapısından girdiğimizde, Sezin hoca koşarak kızın yanına gitmişti. Hemen yere çöktü ve yüzünü, nabzını kontrol etti.

"Nabzı çok zayıf atıyordu." dedim.

"Elleri de çok soğuk. Ah, ne oldu canım sana, beni duyuyor musun?" dedi, bir elini başının altına koyup hafifçe yukarı kaldırırken. "Ambulansı arayalım hemen," diye ekledi.

O sırada tuvalete gelen iki öğrenciyse meraklı gözlerle bize bakıyordu. Sınav bitmişti herhalde. Sezin hoca ambulansı ararken ben kızlara,

"Biraz dışarıda bekleyebilir misiniz, gelen olursa da içeri almayın, olur mu?" dedim. Kızlar kendi aralarında fısıldaşırken, dediğimi ikiletmeden çıktılar. O sırada Sezin hoca başka biriyle konuşuyordu. Sanırım fakültedeki diğer hocalara haber veriyordu. Kızın nabzını tekrar kontrol etmek niyetiyle kabine girdiğimde ise gördüğüm şeyle duraksadım. Daha doğrusu görmediğim şeyle...

Elindeki not kağıdı gitmişti. Kitapların arasında baktığımda ise telefonun da orada olmadığını fark etmemle birlikte, içimde giderek güçlenen o ses, bunun göründüğünden çok daha fazlası olduğunu söylüyordu.

Hem de yalnızca benim değil, henüz hayatıma dokunmamış olan herkesin kaderini değiştirecek kadar fazlası...

**********************************

Sezin Hoca'nın yaptığı ani frenle biraz öne doğru sendeledim. Mahcup bir ifadeyle, "Çok affedersin, canım. Elim ayağıma dolaştı resmen," dedi. Ambulansın peşinden, Sezin Hoca'nın arabasıyla hastaneye gelmiştik. Hızla arabadan indik ve aynı anda, Pınar'ı da ambulanstan indirip acil servise doğru götürdükerini gördük. Evet, sonunda adını öğrenmiştim: Pınar Uzuner. Ekonomi bölümünde üçüncü sınıf öğrencisiydi.

Acil servisin kapısından içeri girdiğimizde birkaç doktor ve sağlık görevlisi hemen sedyenin yanına geldi. "23 yaşında kadın, yolda kalp durması; ambulans ekibi tarafından tek defibrilasyon uygulanarak spontan dolaşım dönüşü sağlandı. Bilinç kapalı, solunumu destekleniyor. Şüpheli bir madde alımı veya toksikasyon ihtimali var; hasta hipotonik ve bradikardik, gastrik lavaj için hazırlık yapılıyor."

Yolda kalbi mi durmuştu gerçekten ? Bu sandığımdan da ciddi bir durumdu. Şüpheli madde alımı ve toksikasyon... Zehirlenmiş olabilir miydi? Ya bu 'şüpheli madde' dedikleri şey neydi ki? Aklımda bir sürü soru ve şüpheyle ağır adımlarla Sezin Hoca’nın yanına ilerledim. Koridorun sonunda, asansöre bindirilen sedyenin üzerinde uzanmış, saçları sedyeden aşağı sarkan Pınar’ı gördüm.

O an, bunun onu son görüşüm olduğunu bilmiyordum.

Sezin Hoca, bir elini dudaklarının üzerine kapatmış, sessizce ağlıyordu. Yavaşça koluna dokundum ve onu biraz ilerideki sandalyelere doğru yönlendirdim. İkimiz de bir süre sessiz kaldık. Nihayet, sessizliği bozan Sezin Hoca oldu.

"Zehirlenmiş dediler, değil mi? Neyden zehirlenmiş olabilir ki bu çocuk? Kalbi durmuş dediler. Ay, gencecik kız... Ne yapacağız, nereye gideceğiz, hiç bilmiyorum," dedi ve ağlaması şiddetlendi. O, benim kadar soğukkanlı kalamıyordu. Tepkisini veriyor, ağlıyor, endişeleniyordu. Normalde de soğukkanlı olan ben ise şimdi tamamen donmuş gibiydim. Hiçbir tepki veremiyor, sadece karşımdaki boş duvarı izliyordum. Kafam karmakarışıktı ama aklımda tek bir cümle dönüp duruyordu:

"Herkesten çok özür dilerim, bunu ben seçmedim." Kimden özür diliyordu? Ailesinden mi, yoksa başka birinden mi? Bu sorular zihnimi kemirirken, aklımdan çıkmayan bir şey daha vardı: Pınar’ın telefonunda gördüğüm o mesaj.

"Sakın aptalca bir şey yapma Pınar, bu her şeyin sonu olur." Pınar, aptalca ne yapacak olabilirdi ki?

Sezin Hoca'ya bunu söylemeyi düşündüm o an, ama hemen vazgeçtim. Hem şu an doğru bir zaman değildi, hem de Pınar’a ne olduğunu henüz bilmiyorduk.

"Evet, zehirlenmiş. Umarım bir şey olmaz," dedim ifadesiz bir sesle. Dışarıdan bakan biri, soğuk ve duygusuz biri olduğumu düşünebilirdi. Ama hislerim tamamen donmuştu sanki. Ellerim ise buz gibiydi. Acilin kapısından telaşlı adımlarla içeri giren iki hoca göründü ve Sezin Hoca hemen ayağa kalktı. Erkek olanı tanıyordum; Görkem Hoca, bizim bölümdendi. Kadın olanı ise daha önce görmüş olsam da, süper hafızam sağ olsun, adını hatırlayamadım. Görkem Hoca,

"Hocam, ne oldu? Var mı bir gelişme? Durumu nasıl?" diye peş peşe sorularını sıralarken, diğer hoca Sezin Hoca’nın kolunu hafifçe tutuyordu. Çünkü Sezin Hoca bayılacak gibiydi, beti benzi atmıştı kadının. Oldukça duygusal bir insandı. Ben ise, sanki olanlardan hiç haberim yokmuşçasına birkaç adım gerilerinde sessizce onları izliyordum.

"Yok Görkem, içeride müdahale ediyorlar. Yolda gelirken kalbi durmuş," derken sağ elini kalbinin üstüne koydu. Sanki onun da kalbi sıkışıyor gibiydi.

Bize doğru gelen doktoru ilk fark eden ben oldum. İçimde beliren kötü hislere rağmen, yine de iyi bir haber duymak umuduyla birkaç adım öne giderek doktora yaklaştım. Yüzünden hiçbir ifade okunmasa da, üzgün bir sesle "Hastanın akrabaları siz misiniz?" diye sordu.

"Hayır, biz üniversiteden hocalarıyız," dedi Görkem Hoca.

"Yakınlarına haber verdiniz mi? Sizden başka kimse yok mu burada?" diye sordu doktor.

"Ailesine haber verdik, yoldalar. Durumu nasıl, doktor hanım? Lütfen söyleyin," dedi, hafifçe yükselttiği sesiyle adını bilmediğim kadın hoca.

Doktorun söyledikleri ise içimdeki tüm kötü hislerin yerine tek bir duygu bıraktı: Öfke.

"Maalesef hastayı kaybettik. Yolda gelirken iki kez kalbi durmuş, ancak hayata döndürülmüş. Hastaneye geldiğinde ise kalp atışları çok zayıftı. Aldığı ilaçlar, kalp fonksiyonlarını olumsuz etkilemiş. Ayrıca, üç aylık da hamileymiş. İntiharına neyin sebep olmuş olabileceği hakkında bir bilginiz var mı?" dedi tek nefeste.

Dakikalar sonra, ilk hissettiğim duygunun öfke olmasını beklemiyordum. Üzüntü, acı ya da şok olabilirdi ama öfke, bunların hepsine ağır basmıştı içimde. Sezin Hoca'nın dudaklarından küçük bir çığlık kaçtı. Elini dudaklarının üstüne koyarken ağlaması daha da şiddetlendi. Görkem Hoca ise, ne diyeceğini bilemez bir ifadeyle doktora bakıyordu. Benim bakışlarım ise koridorun zeminindeki taşlara sabitlenmişti. Kalp atışlarım hızlansa da yerimden kıpırdayamıyordum. İçimde beliren öfkenin sebebini kestiremedim. Belki tuvalette çok oyalanıp yardım çağırmak için geç kaldığımı düşündüğüm için kendime öfkeliydim. Belki hayatının baharında, üstelik hamileyken, gencecik bir kadının intiharına sebep olan şeylere öfkeliydim. Belki bunun bir intihar olmadığı ihtimaline, belki de bunların hepsine…

Tam o sırada orta yaşlarda, kısa boylu bir kadın panikle içeri girdi. Acildeki hemşirelerden birinin koluna yapışarak, “Kızımı gördünüz mü? Buraya getirmişler!” dedi, ağlamaktan kısılmış sesiyle.
“Pınar... Pınar Uzuner. Nasıl? Durumu nasıl, iyi mi? Ne olmuş?” diye sorularını ardı ardına sıraladı.

Şimdiye kadar olan her şeyi bir film sahnesi gibi izleyen ben, bu sefer sahneye dahil olmaya karar verdim çünkü geri kalan herkes şok içindeydi. Kadının yanına gidip, düz tutmaya çalıştığım bir sesle, “Pınar’ın annesi misiniz?” diye sordum. “Evet, evet annesiyim. Nerede kızım? Görebilir miyim?

“Buyurun, şöyle oturalım isterseniz. Ben Pınar’ın arkadaşıyım,” dedim kadının koluna girerken. Arkamızdaki sandalyelerden birine oturttum onu. Endişeli gözlerle etrafa bakıyordu, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Nerede kızım? Ne oluyor? Telefonda fenalaştı, hastaneye götürüyoruz dediler. Nesi var?” diye sordu, benden iyi bir haber duymak istercesine umutla gözlerime bakarak. Böyle bir haber nasıl verilirdi ki? Bir annenin gözlerinin içine bakıp çocuğunun öldüğü nasıl söylenirdi?

Bilemedim.

İçimde filizlenen öfke, yerini derin bir üzüntüye bırakırken, içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Gelecek olan acının şiddetini daha görmemiştim ama tahmin edebiliyordum.

Hayır, tahmin edemezsin. Bu, tahmin edilemeyen acılardandı.

Elimi yavaşça kadının bacağına koyduğumda, tam önümüzde duran doktoru fark ettim. Doktor, kadının önünde diz çökmüştü. Gözlerinde saklayamadığı derin bir üzüntü vardı; görüyordum.
Bir insanın aklında, kızının—en sevdiğinin—ölüm haberini veren kişi olarak kalmak ne ağır bir yüktü...

“Ben kızınıza müdahale eden doktorum...” dedi, sessizce bir nefes alarak. “Çok üzgünüm, Pınar’ı kaybettik.”

Kadın önce duyduklarını anlayamadı. Birkaç saniye hepimize baktı: önce bana, sonra birkaç adım ötemizde omuzları sarsılarak ağlayan Sezin Hoca’ya ve dolu gözlerle olanları izleyen diğer hocalara.. En son doktora çevirdi gözlerini.

“Ne?” dedi zor duyulan bir sesle. Gözyaşları bile göz pınarlarında asılı kalmıştı. “Ne diyorsunuz siz? Ne konuşuyorsunuz? Nerede benim kızım? Pınar’ı götürün beni!” diye bağırdı çatallı sesiyle.

“Pınar’ı buraya getirdiğimizde durumu kritikti. Elimizden gelen her şeyi yaptık ama maalesef kurtaramadık. Tıbbi müdahalemiz yetersiz kaldı, çünkü aldığı ilaçlar kalbine geri dönüşü olmayan bir zarar vermişti.” dedi doktor.

Kadın ani bir refleksle ayağa kalktığında dengesini sağlayamadı. Onu kolundan tutup destek olmaya çalıştım. Diğer kolundan da Sezin Hoca tutmuştu. “Ne diyorsunuz siz? Ne ilacı? Neyi kaybettiniz, haa? Kızım o benim! Pınarım! Canım! Ne saçmalıyorsunuz?” diye bağırırken kollarını hışımla çekti. “Bırak! Bırakın beni! Kızımı göreceğim!” derken asansörlere doğru yalpalayarak ilerlemeye başladı.

Kabullenemiyordu. Zaten böyle bir acıyı kabul etmek için kaç gün lazımdı ki? Kaç yıl?

Kaç ömür?

“Nerede kızım? Nereye götürdünüz? Nerede o?” diye çığlık atmaya başladı. Elleriyle yüzüne, dizlerine peş peşe vuruyordu. “Çok üzgünüz, çok. Lütfen gelin şöyle oturun,” dedi Sezin Hoca ama ne dediğinin kendisi bile farkında değildi.

“Pınar! Pınar! Pınar’ı getirin buraya!” diye var gücüyle bağırırken, daha fazla ayakta kalamayarak dizlerinin üzerine çöktü ve tüm hastaneyi inletecek kadar şiddetli bir şekilde, acıyla bağırmaya başladı. Birkaç saniye sonra, Sezin Hoca’nın kollarında kendinden geçti.

Çıkışa doğru ilerlerken, “Hemen buraya bir sedye!” diyen doktorun sesini duydum. Artık orada daha fazla kalmak istemiyordum. Hem yapacak bir şeyim de yoktu. Hocalar, Pınar’ın annesinin yanındaydı.

Dakikalar önce son nefesini veren Pınar’ın...

Sırtımı soğuk duvara dayadım. Midem bulanmaya başlamıştı. Hiçbir şey düşünemiyordum. Aklımda sadece Pınar’ın asansörde gördüğüm yüzü vardı. Akşamın bastırmasıyla hava iyice serinlemişti ama içim o kadar soğuktu ki tenime değen soğuğu hissetmiyordum bile. Ellerimi kapüşonlumun içine sokup gözlerimi kapattım. Çocukça bir istekle bugünün hiç yaşanmamış olmasını diledim. Ama ne zaman gözlerimi kapasam, Pınar’ın o solgun yüzü aklımdan çıkmıyordu. Derin bir nefes aldım. Ciğerlerime dolan serin havayla birlikte içim titremişti. Pınar da üşüyor mudur şimdi? diye düşündüm.

Saçmalama... Ölüler üşümez.

“Kızım, ne oluyor ya? Bir saat yalnız bıraktım, olaylar olaylar! Aramızdaki bela paratoneri benim sanıyordum, yoksa yerimde gözün mü var?” Batuş’un eğlenen suratına nasıl bir ifadeyle baktıysam, gülüşü anında soldu.

“Ne oluyor be? Hayalete dönmüşsün, ki bu senin için bayağı zor, biliyorsun.”
Böyle demesinin sebebi hem tenimin esmerliği hem de muhtemelen beni bu kadar rengi atmış halde hiç görmemiş olmasıydı. “Gel şöyle oturalım,” dedi, elimi tutup biraz ilerideki demir bankı işaret ederek. “Vallahi, içine bir şeyler girmiş gibi. Tövbe estağfurullah!” dedi, parmağını dişine üç kez vurup kahkahayı patlatarak. Bankta oturur oturmaz iyice ürperdim ve hafifçe titremeye başladım.

“Ee, ne oldu? Pınar’ın durumu nasıl? Bayılmış tuvalette, tiyatro kulübündeki Yağmur söyledi. Biliyorsun, bir başladı mı susturmak mümkün değil. Zor kaçtım yanından. Sezin Hoca’yla siz de peşinden gelmişsiniz ama kırk kere aradım, açmadın. Ben de geleyim dedim. Bilirsin, bir yerde olay varsa, Batu orada bitmek zorundadır!” Batuş’un söylediklerini duyuyordum ama anlamıyordum. Dudakları anlamsızca hareket ediyor gibi görünüyordu. Sanırım bir çeşit şok geçiriyordum. Bir kez daha ürperdim. Gözlerim cayır cayır yanıyordu. Dudaklarımı araladım ama konuşamadım. Kelimeler bile terk etmişti beni. O kadar soğuk, o kadar ıssızdım.

“Hey, yavru kuş, duyuyor musun beni? Ne oldu sana? Ne bu hâl? Pınar nasıl diyorum, kötü bir şey yok değil mi?” Ses tonu ciddileşmişti. Dakikalardır ağzımdan tek kelime çıkmamıştı. Gözlerimi sabitlediğim yerden çekmeden, bomboş ve soğuk bir sesle,

“Pınar öldü,” dedim. İki kelimeye bu kadar acı sığar mıydı? Sığıyormuş demek ki. Beni bile rahatsız eden bir soğukkanlılıkla söylediklerim Batuş’u sersemletmişti.

“Ne? N-nasıl öldü? Ne demek öldü? Ne diyorsun kızım sen” diye sesini hafifçe yükseltti. Artık iyiden iyiye titremeye başlamıştım. Hava gitgide soğuyordu ama titrememin sebebinin bu olmadığını biliyordum. “İntihar etmiş. İlaç içmiş üç aylık da…” duraksadım. Gözleri dehşetle büyürken ekledim:

“Hamileymiş.”

Batuş ne yapacağını bilemeden bir oraya, bir buraya yürümeye başladı. Elleriyle saçlarını sertçe geriye attı. “Nasıl ya? Nasıl? Ne demek intihar? Niye yapar ki böyle bir şey?” diye isyan edercesine bağırdı. Durmaksızın konuşuyordu. “Batuş,” dedim kısık bir sesle. Gerisini getirmedim.

Bize doğru gelen Görkem hocayı gördüm. Gözleri kızarmıştı. “Pınar’ın annesi nasıl, hocam?” dedim. “Sakinleştirici verdiler, uyuyor. Siz gidin hadi, daha fazla beklemeyin, yapılacak bir şey yok zaten. Biz buradayız, hallederiz.” dedi Görkem hoca. Yavaşça Batuş’un omzunu sıvazladı.

“Gidin hadi, üşümeyin,” dedi, bana bakarken. Titrememi durduramıyordum. Hafifçe başımı sallamakla yetindim. Yeni çıkmış sakallarını ovuyordu Batuş, iki eliyle.

İkimiz de susmuştuk şimdi. Sessizce yürümeye başladık. Bir sigara yaktı Batuş, derin bir nefes çekti içine. Normalde yanımda içmezdi ama normalden çok uzak bir yerdeydik. Sessizliği bozan ben oldum bu sefer.

“Tanıyor muydun sen Pınar’ı?” diye sordum.

“Çok bir muhabbettimiz yoktu ama Sinema Kulübü’nden tanışıyorduk. Öyle, merhaba merhaba, sadece.” Birkaç saniye durduktan sonra devam etti. “Neşeli, güler yüzlü bir kızdı. Gerçi son birkaç aydır ben de pek görmüyordum da; sakin, kendi halinde biriydi işte. Niye böyle bir şey yapar bir insan, aklım almıyor.”

Benim de… Batuş, inan, benim de.

“Hamileymiş,” dedim kendi kendime, mırıldanır gibi. “Yoksa…” derken adımları yavaşladı Batuş’un. O ana kadar bu kadar hızlı yürüdüğümüzü fark etmemiştik. Neredeyse yurda gelmiştik. “Bu yüzden mi yaptığını düşünüyorsun, istenmeyen bir hamilelik olabilir mi?” dedi şüpheyle. “Ya da...” Gerisini getirmedi. Getiremedi ama ben anladım.

“Bunu ona zorla mı yapmışlardı?” diye sormak istediğini.

“Bilmiyorum Batuş, ben hiçbir şey bilmiyorum. Ama sana söylemem gereken bir şey var.” Kafasını sağa eğdi, yavaşça devam etmemi bekler gibi. “Ben, Pınar’ın elinde bir not gördüm... Bir de telefonuna gelen bir mesaj…” Durdum. Derin bir nefes alıp devam ettim.

“Birilerine haber vermek için dışarı çıktım, geri döndüğümde telefon da not da gitmişti.” Kaşlarını iyice çatarken, anlamamış bir ifadeyle baktı Batuş.

“İntihar notu mu?” diye sordu. “Bence değil. Cinayet itirafı.” Bu dediğimde ben bile şaşırmıştım. Saatlerdir içimi yiyip bitiren şüpheyi ilk kez dile getiriyordum.

Özür dilerim, bunu ben seçmedim, yazıyordu notta. Mesajda da…” Pınar’ın asansördeki yüzü belirdi yine zihnimde.

"Sakın aptalca bir şey yapma, bu her şeyin sonu olur."

****************************

“Ahh, ben nerelere, kimlere gideyim. Ne yapayım ben, ne yapayım. Gitti yavrum. Gitti. Gitti. kızım”, kelimeleri hıçkırıklarına karışırken dizlerini döve döve ağlıyordu Esma teyze. Yani Pınar’ın annesi.

Cenaze evindeydik.

Kalabalık bir ailesi vardı Pınar’ın. Teyzeler, amcalar, dayılar, kuzenler, hepsi buradaydı.
Yanımızda ise Pınar’ın sınıfından üç kız ve Sezin hoca ve tanımadığım birkaç hoca daha vardı. Görkem hoca cenazeden sonra okula dönmüştü. Salonun en köşesindeyse, geldiğimizden beri başını yerden kaldırmadan sandalyede oturan kişi Pınar’ın babasıydı. Kızının ölümünden çok, ölüm şekline içi yanıyordu. Biliyordum. Hatta muhtemelen bu yüzden büyük bir utanç içindeydi. Gözlerindeki utançla karışık öfkenin sebebi ise Pınar’ın hamile olmasıydı. Ama bunu sadece annesi ve babası biliyordu. Babasının yanındaki sandalyede oturmuş, aynı onun gibi başını bir saniye yerden kaldırmadan sessizce duran abisi bile bilmiyordu belki.

Bir de biz biliyorduk. Batuş’la ben.

Gözleri yaşlı, zayıf bir kız büyükçe bir tepsiyle içeri girdi. Pınar’ın helvasını dağıtıyordu. Bize uzattığında, ne Batuş ne de ben aldık. Yiyecek halim yoktu. Zaten böyle bir günde, böyle bir acıyla, neden tatlı yer insanlar, hiçbir zaman anlamamıştım. Cenaze evlerini de oldum olası sevmezdim. Kim severdi zaten ama ben sevmemekten de çok öfkeliydim aslında. Kendi arasında fısır fısır konuşanlara, hayattaki en büyük acılardan birine ev sahipliği yapan bir evde kıtlıktan çıkmışçasına yemek yiyen insanlara...

Derince içini çekti Batuş. Normalde hiç siyah renk giymediğinden onu böyle baştan aşağı siyah giymiş görmek alışık olduğum bir şey değildi. O hep renkli şeyler giyerdi. O kadar ki, üstündeki siyah kazak bile benimdi. Benimse dünden beri kafam darmadağık olduğu ve gece bir saniye bile gözümü kırpmadığım için başımı kapatacak bir şey almayı unutmuştum. Siyah kapüşonumu geçirmiştim kafama. Komik görünüyordum bu kadar insan içinde ama kimsenin benim kılığıma dikkat edecek hali yoktu. Tabii, beni bakışları kınayan, geldiklerinden beri kendi aralarında fısıldayan birkaç yaşlı kadın dışında.

“Mahvoldu kadın ya. Gözünde yaş kalmadı artık,” diye mırıldandı Batuş, sadece benim duyabileceğim bir ses tonuyla. Cevap vermedim. Başımı sallamakla yetindim. Bütün kelimeleri tüketmiştim sanki. Dudaklarımdan dökülen tüm kelimelerin altında eziliyordum. Çünkü kendimi suçluyordum. Daha çabuk olabilirdim. Daha hızlı koşabilirdim. Pınar’ı orada yalnız bırakmadan yardım çağırabilirdim. Telefonuna bakabilirdim. Kim bilir, o telefonda daha neler vardı. Belki Pınar’ı bu hale getiren sebepleri bulurdum. Ama artık bunları düşünmek anlamsız; bütün bu senaryoları tek tek kafamda kurup sonucun ne olacağını tahmin etmek, Pınar’ı geri getirmek kadar imkansızdı.

“Bunların ne işi var lan burada?” Batuş’un sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Şimdilik…

Kapıda beliren dört bedende takılı kaldı bakışlarım bir süre. Hepsi de bizim okuldandı ama hiçbirini tanımıyordum. Üç erkek bir kadındı. Sessizce hemen kapının yanındaki plastik sandalyelere oturdular. Ayakta kalan çocuğun ismini değil ama lakabını biliyordum. Arvandağlı diyorlardı ona. Herkesin dilindeydi bu isim. Arvandağ’ın en güçlü ve en zengin ailesinin oğluydu. Ailesi, neredeyse şehrin tamamına sahipti; toprakları ve tarım arazileri şehrin her köşesine yayılıyordu. Siyasette de güçlü bağlantıları vardı. Onunla ilgili bu kadar şeyi nereden hatırladığımı ise bilmiyordum. Ya da neden hatırladığımı diyelim, çünkü nereden bildiğimi gayet açıktı. Tam olarak yanımda oturmuş, karşımızdaki dörtlüyü dikkatli bakışlarla süzen Batuş'tan.

Epey uzun boylu, koyu kahverengi gözlere sahip ve oldukça esmer biriydi. Asker tıraşı gibi kısacık olan saçlarıyla ve çatık kaşlarıyla hem sert hem de biraz gergin duruyordu. Yanındaki sandalyede oturan, kulaklarının iki parmak altında biten kısacık kömür karası renginde saçları ve bembeyaz bir teni olan kız, cam gibi mavi gözleriyle oldukça soğuk bir ifadeye sahipti. Yanında, sanki özel bir davete gidermiş gibi janti bir takım elbiseyle oturan çocuksa, aynı cam gözlü kız gibi buz gibi bir ifadeyle etrafı izliyordu. İkisini de tanımıyordum. Yani, sürekli okulda gördüğüm yüzler olsa da kim oldukları hakkında bir fikrim yoktu.

Onların en sağında oturan kişinin yüzü ise daha tanıdıktı. Onu diğerlerinden daha fazla görüyordum sanki. Kemikli yüz hatları ve keskin bir çene yapısı vardı. Kirli sakallarıyla sert bir duruş sergilese de, yanları düz olmasına rağmen üst kısımlara doğru hafif kıvırcık olan ve alnına dökülen siyah saçları bu sertliğe tezat oluşturuyordu. Ancak yüzünün aklımda yer etmesinin sebebi bunlar değildi. Daha önce kimsede görmediğim, mavinin en koyu tonuna sahip gözleriydi; neredeyse lacivert gibiydiler. Okulda da dikkatimi çekmiş olmalıydı, ama ne adını ne de bölümünü biliyordum. Gerçi Batuş ondan da sürekli bahsediyordu. Adını söylemişti, ama aklımdan uçup gitmişti.

"Bunlar kim?" dedim, Batuş’a biraz daha sokularak. "Pınar’ın arkadaşları mı?"

Batuş, teessüf edermiş gibi bir bakış attı. "Ee ama yuh artık. Hadi beni kulağınla değil de malum yerlerinle dinliyorsun, ona alıştım. Ama bunları da mı tanımıyorsun? Okulun enleri bunlar."

"Ne en’i be?" dedim, çaktırmadan karşımızdaki dörtlüye bakarken.

"En zengin, en magazinel, en güçlü ailesi olan, en yakışıklı, en güzel... ve daha bir sürü en işte."

Bıkkın bir nefes verdim. "Kusura bakma Batuş, okulun magazinini senin kadar yakından takip edemiyorum."

"Ah çiçeğim, bunları tanıman için magazin bilmen gerekmez. Gözün görüyor, kulağın duyuyorsa bunları tanıyor olman lazım. Diyeceğim de..." Hızlıca süzdü beni yukarıdan aşağı. "Ondan da şüpheliyim artık. Anladık, insan sevmiyorsun, ama bu başka bir boyut."

"Çenen düştü yine. Alt tarafı 'Pınar’ın arkadaşları mı?' diye sorduk. Evet ya da hayır diyeceksin sadece." Ama tabii ki Batuş, evet ya da hayır cevabıyla yetinecek biri değildi. Tahmin ettiğim gibi, kısık bir sesle siyahlar içinde bir holloywod film sahnesinden çıkmış gibi oturan dörtlünün seceresini dökmeye başladı.

"Şu ayaktaki eleman Yunus Emre Avşarbeyli. Nam-ı diğer…" derken birkaç saniye durdu. Bakışları, ellerini önünde bağlamış, dimdik durmasına rağmen üzgün gözlerle Esma Teyze’yi izleyen adama takıldı.

"Arvandağlı." diye devam etti sonunda. "Ailesi, Arvandağ’ın en büyük toprak sahibi ve tarım zenginlerinden. Ziraat mühendisliği okuyor, son sınıfta. Muhtemelen ailenin bütün işlerinin başına geçecek."

"İlginç bir şekilde onu tanıyorum. Diğerleri?" dedim, gözlerimi yanındaki kıza çevirerek.

"Hüma, Endüstri Mühendisliği’nde 3. sınıfta olması lazım," dedi Batuş, kısa bir süre düşündükten sonra. "Aynen, aynen, Endüstri Mühendisliği’nde. Yanındaki eleman da Ekin, Hukuktan. Geçen yıldan beri sevgililer. Yılın en gözde çifti bunlar. Nasıl duymadın, aklım almıyor. Okul resmen çalkalandı."

Dayanamayıp gözlerimi devirdim sonunda.

"En sondaki de Atlas..." dedi Batuş. Doğru ya, adı Atlas’tı. Ama nereden hatırladığımı bir türlü çıkaramıyordum.

"Adem Atlas Vahalar, dedesi ASVA’nın sahibi. Pınar’la aynı bölümde. Ekonomi son sınıfta okuyor o da, belki oradan tanıyordur. Diğerleri de onun arkadaşları. Sürekli birlikte takılıyorlar."

ASVA Grup. Ülkenin en büyük şirket gruplarından biri. Otomotivden inşaata, enerjiden tekstile, aktif olmadıkları sektör yok. Demek bu lacivert gözlü çocuk, ülkenin potansiyel geleceklerindendi.

Bir yandan Batuş’u dinlerken, bir yandan da alttan altta Atlas’a bakıyordum. Sanki hissetmiş gibi, birden gözlerini bana çevirdi. Direkt gözlerimin içine baktı. Anlık bir şokla bakışlarımı kaçıramadım. Birkaç saniye öylece birbirimize baktık.

Tam o sırada, artan ağlama ve feryat sesleriyle hızla başımı o tarafa çevirdim. Esma teyzenin ağlayışları şiddetlenmişti. Birkaç kadın, koluna girip onu elini yüzünü yıkamaya götürdü.

Az önce helva dağıtan kız bu kez çay servisi yapıyordu. İçimden, "Başlayacağım sizin çayınıza da ikramınıza da," diye söylenirken, kapıdan girenleri görünce istemsizce mırıldandım:

"Yok artık, bunların burada ne işi var? Bunlar da mı arkadaşları?"

Bu sefer gelenleri tanıyordum. Ilgaz, benimle aynı bölümdendi. Aslında benden birkaç dönem üstteydi ama okula canı istediği zaman geldiği ve sınavları pek umursamadığı için okulu oldukça uzamıştı. Her dönemden alttan alttığı birçok dersi vardı. Yanındaki iki kız ise benim eğitim hayatımın en büyük kabuslarıydı.

Habil ve Kabil.

 

Yani Simay ve Simten kardeşler. İkizdiler, ama birbirlerine hiç benzemiyorlardı. Tek bir ortak noktaları vardı: Ben.

İkisi de yıllardır benden nefret ediyorlardı. Ortaokulu birlikte okumuştuk. O zaman da sürekli benimle uğraşır, laf atarlardı. Ama hiç umursamazdım. Onlar benim için, evin içinde gezinen bir sivrisinek gibiydi: küçük ama rahatsız edici. Huzur içinde geçen bir lise döneminden sonra üniversitenin ilk gününde onlarla karşılaşmak, mükemmel bir üniversite hayatım olacağının fragmanı gibiydi.

Sürekli bana bulaşıyor, gördükleri her yerde alay eder gibi aşağılayıcı sözler sarf ediyorlardı. Ya da onlar öyle sanıyordu. Başlarda sürekli benimle dalga geçer gibi konuşmaları canımı sıkıyordu ama uzun yıllar bu duruma maruz kalacağımı bildiğimden en iyi yaptığım şeyi yapmaya karar verdim: Görmezden gelmek. Öyle bir soğukkanlılıkla ve profesyonellikle onları yok sayıyordum ki, sinirden kuduruyorlardı. Onlara istediklerini verip laf dalaşına girsem daha da memnun olacaklardı, özellikle de Kabil. Yani şu an beni alaycı bir ifadeyle baştan aşağı süzen Simten.

"Habil ile Kabil’in burada ne işi var bilmiyorum da... Şu yanlarındaki eleman sizin bölümde değil miydi?" dedi Batuş. Cevap vermedim, sadece onaylar gibi başımı salladım.

"Pınar’ın eski sevgilisi sanırım. Geçen sene birkaç kez yan yana görmüştüm. Sinema kulübüne de gelmişti," dedi Batuş.

Bu şimdi söylenir mi yani? Öyle hızla başımı çevirip oturduğum yerde dikleştim ki, teyzelerden birkaçının ayıplayıcı bakışlarını üzerimde hissettim. Ama beni asıl şaşırtan bu bakışlar değil, saliselik de olsa bana değen Atlas’ın bakışlarıydı.

"Niye daha önce söylemedin bunu? Bu olayla bir ilgisi olabilir mi?" diye şüpheyle sordum.

Sınıfın yırtık çocuğuydu Ilgaz. Sadece sınıfın değil, girdiği her ortamın yırtığıydı. İnanılmaz konuşkan ve rahat biriydi. Bazı derslerde hocayı lafa tutup dersi uzattığı için pek hoşlandığım söylenemezdi. Hiçbir şeyi ciddiye almaz, sürekli saçma espriler yapardı. Yine de kötü bir şey yaptığını ya da hakkında kötü konuşan birini hiç duymamıştım.

Sanki konuşsalar duyacakmışım gibi...

"Bilmiyorum, ama birkaç kere gördüm sadece Pınar’ın yanında. Sonra bir daha hiç görmedim. Uzun süren bir şey olduğunu sanmıyorum," dedi Batuş.

Ilgaz içeri girerken hafifçe başıyla selam vermişti bana. Karşılık vermedim. Hatta gözlerimi şüpheyle ve biraz da sertçe yüzünde gezindirdiğim için ne olduğunu anlamamış gibi bakmıştı yüzüme. Dün sınavdayken görmüştüm onu; ben çıkarken hâlâ sınıftaydı. O almış olamazdı. Ama bu onu aklamazdı. Şu an herkes şüpheliydi benim için. Çünkü o not kağıdını ve telefonu okuldan birinin aldığına emindim. Okula elini kolunu sallayarak girmek bir yana, ziyaretçi olarak bile girmek çok zordu.

"Hadi kalkalım artık. Gereksiz kalabalık yapmayalım, zaten yeterince var," dedi Batuş, başıyla çaylarını höpürdete höpürdete içen iki kadını işaret ederek.

Bence de Batuş çok haklısın. Gereksiz bir kalabalık.

"Tamam. Bir tuvalete gideyim, sonra kalkarız."

Yüzümü yıkarken içerideki kalabalıktan ne kadar bunaldığımı farkettim. Sessiz ve sakin bir yere gidip düşünmek istiyordum. Bu işin peşini bırakmaya niyetim yoktu. Kararlıydım. Bu olayda parmağı olan kim varsa, bu ölüme kim sebep olduysa hepsini öğrenecektim.

Tuvaletten çıktığımda, koridorda Pınar’ın odası olduğunu düşündüğüm bir oda dikkatimi çekti. İçeride kimsenin olmadığını görünce fırsattan istifade, yarı açık duran kapıdan içeri girdim ve hemen kapıyı kapattım.

Çok fazla eşyanın olmadığı küçük bir odaydı. Duvarlarda bazı film afişleri asılıydı. Masasının üstünde birkaç ders kitabı, bir kalemlik, oje, kullanılmış buruşuk peçeteler ve dağılmış kağıtlar vardı. Belki bir şeyler bulurum umuduyla odayı gözlerimle taradım. Masanın üstündeki kağıtları, yatağının başındaki komodini, dolapların içini ve kapının arkasında asılı duran birkaç çantayı kurcaladım ama bir şey bulamadım. Tam kapıyı açıyordum ki masadaki kitaplardan birinin içinden görünen bir şey dikkatimi çekti: bir fotoğraf.

Pınar ve genç bir çocuğun fotoğrafıydı. Çocuk kolunu Pınar'ın boynuna atmıştı. Sevgilisi olabilir miydi? Pınar kocaman bir gülümsemeyle poz vermişti. Onun bir daha asla böyle gülemeyeceğini düşünmek içimde büyük bir ağırlık yarattı.

Fotoğrafı alsam mı diye düşündüm bir an, ama vazgeçtim. Onun yerine fotoğrafını çekmeye karar verdim; fakat şarjım bittiği için çekemedim. İçeriden gelen sesler artmıştı; birileri gelmiş ya da gidiyordu. Fotoğrafı yerine bırakırken çocuğun yüzüne dikkatle baktım, ezberlemek ister gibi. Hafif sarı saçları, yeşil gözleri ve yuvarlak yüz hatlarıyla tatlı bir siması vardı. Çocuğun yüzünü zihnime iyice kazıdığımdan emin olduktan sonra düşünceli bir ifadeyle odadan çıktım.

Sevgilisi ise neden burada değildi? Ayrılmışlar mıydı? Belki de bebeğin babasıydı ve Pınar ona hiçbir şey söylememişti. Bakışlarım yerde, kafamda bir sürü düşünceyle yürürken birden önüme çıkan kişiyi fark edemeyip pat diye göğsüne çarptım.

Atlas.

Refleksle bir eliyle kolumu tutmuştu. Benden bir kafa boyu uzun olduğu için başımı kaldırmak zorunda kalmıştım. Bana garip bir ifadeyle bakıyordu. Hemen bakışlarımı yere indirip, kendimin bile zor duyduğu bir sesle, "Pardon," dedim ve yanından geçtim. Dokunulmaktan hiç hoşlanmazdım, hele de tanımadığım kişiler tarafından ve böyle aniden. Ama bu sefer irkilmemiştim. Hatta kolumu tuttuğunu bile sonradan fark ettim.

Batuş'la birlikte Esma teyzeye ve ev halkına tekrar başsağlığı dileyip evden çıktık ve Hangar'a doğru yürümeye başladık.

********************

 

                                                                                     

 

 

Bölüm : 09.12.2024 17:33 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş