8. Bölüm

2.Bölüm (Part III)

Mona Rosa
mona.rosa

Son ses çalan telefonun sesiyle bir gözümü araladığımda, çoktan sabah olmuştu. Pınar'ın ölümünden beri rüya görmediğim ve deliksiz uyuduğum ilk geceydi.

“Ne oldu sabah sabah, rüyanda beni gördün?” diye sordum, yeni uyandığım için kısık çıkan sesimle. “Oo, ay çöreğim, sen bu saate kadar uyur muydun? Neyse, uyu uyu, aman bir şey demedim.”

“Kapatıyorum Batuş.”

“Dur kız, okula gitmeyecek misin bugün? Dersin yok muydu ki? Dersten sonra bana gel diye aradım.”1

“Var mıydı ki, günlerden ne bugün?” diye sordum uykulu çıkan sesimle. Konuşabiliyor olmam uyandığım anlamına gelmiyordu. Bir tarafım hâlâ uyuyordu.

“Çarşamba’yı sel aldı komşular. Bizim kız günleri de şaşırmış artık, vah, başıma gelenler,” dedi yaşlı teyze taklidi yaparak.

“Off, Sezin Hocanın dersi vardı bugün.” Başımı yastığa gömdüğüm için iyice boğuk çıkmıştı sesim.

“Yaa aşk böceğim, seçersen öyle şiirli, edebiyatlı dersler, sonra böyle pişman olursun işte. Hem senin neyine şiir? Sen ki aşkla alay eden, gördüğü sevgi dolu çiftlere boka bakar gibi bakan bi...”

Yüzüne kapattım ve lanetler ederek yataktan çıktım.

**********************

“Dünyanın en güzel hissi, sen ona bakarsın ve o sana çoktan bakıyordur.” dedi Sezin Hoca, zarif gülümsemesiyle.

Ne büyük saçmalık, diye düşündüm içimden. Halbuki dünyada daha ne güzellikler vardı! Yeni şehirler, lezzetli yemekler, yıldızlı geceler, içten kahkahalar… Bunca şeyin arasında, en güzel hissin tek bir bakış olmasını anlamlandıramıyordum. O anda bir bakışa neler sığabileceğini bilmiyordum.

“Peki sizce nedir dünyanın en güzel hissi? Tarif edebilir misiniz?” diye sordu, pek kalabalık olmayan sınıfa. “Dondurma kutusunu açtığımda içinde gerçekten dondurma bulmak,” dedi en arkada oturan gözlüklü bir çocuk. Sınıftan yükselen kahkahalar, içeri giren birinin varlığıyla kesildi.

“Özür dilerim hocam, girebilir miyim?”

Kapıda duran kişi, sırılsıklam olmuş hâliyle beni hem şaşırtmış hem de garip bir heyecana sürüklemişti. Şaşırmıştım, çünkü onu burada görmeyi hiç beklemiyordum. Heyecanlanmıştım, çünkü… Sebebini o an kendim de kestiremedim.

“Gel canım, çok ıslanmışsın. Geç, hemen çıkar ceketini,” dedi Sezin Hoca.

“Teşekkürler.” Ceketini çıkarıp alnına dökülen saçlarını geriye iterken, Atlas sınıfın en köşesindeki sıraya, yani benim tam arkama oturdu. İstem dışı oturuşumu düzelttim ve ellerimi önümdeki sıranın üstünde birleştirdim. Hem şiir ya da edebiyatla ilgilenmesini beklemiyordum hem de bizim fakültede olmadığı için bu dersi nasıl almıştı emin olamadım. Aslında onu hiç tanımıyordum ki... Ne sever, ne sevmez bilmiyordum. Belki de kendi fakültesindeki seçmeli derslerde yer kalmadığı için mecbur kalmıştı. Kaçıp gittiğim o günden beri onu hiç görmemiştim. Görsem de ne diyeceğimi bilemediğim için yine kaçardım muhtemelen. Her zamanki gibi kafamın içindeki dünyaya gömülmüş, etrafımdaki sesleri duymuyorken, Sezin Hoca’nın söylediği isimle gerçek dünyaya yeniden döndüm.

“Atlas’tı, değil mi adın? Bunu da sen okur musun? Her ders böyle okumalar yapacağız birlikte.”
Sezin Hoca ve mükemmel fikirleri... Hocam, sizi severim ama ilkokul müsameresi gibi tahtanın önünde şiir okumaya gerek var mıydı? Atlas benim gibi düşünmüyor olmalı ki çoktan ayağa kalkmıştı.

Tam yanımdan geçerken bana saniyelik bir bakış attı. Uzun boyu, geniş omuzları, simsiyah saçları ve sakalları, keskin çene hattı ve nasıl bu kadar koyu olduklarını anlamadığım mavi gözleriyle okulun en yakışıklılarından biri olabilirdi. Sert yüz hatlarına ve duruşuna rağmen, bakışları yumuşak, hareketleri ise sakindi. Atlas hakkında pek bir şey bilmiyordum. Pınar’ın cenazesinden önce okulda gördüğüm birkaç anı dışında zihnim bomboştu. Hiç konuşmamıştık, yüzüne bu kadar dikkatli bakmamıştım. Genelde insanları uzaktan izler ve analiz ederdim, bunda oldukça başarılıydım.

Atlas’ın bana o yardım teklif ettiği gün de ona güvenmek istemiştim. Belki bir histi bu, belki de farkında olmadan onunla ilgili yaptığım analizlerin sonucu. Atlas hakkında öğrendiğim gerçek, tüm şüphelerimin üzerini örterken, henüz fark etmesem de içimde varlığından benim bile habersiz olduğum bir şeyleri yavaş yavaş gün yüzüne çıkarıyordu.

“Buradan bir şey seçip okuyabilirsin, canım. Ne istersen.” Sezin Hoca, elindeki kitabı Atlas’a uzatıp sandalyesine oturdu. Sınıftaki tüm gözler Atlas’ın üzerindeyken, o rastgele bir sayfa seçip okumaya başladı.

* “Sanki bin katlı bir apartmanın camından aşağı bırakmışım kendimi, düşerken pencerelerden insanların hayatlarını izliyormuşum da senin pencerenden geçerken atladığıma pişman olmuşum.”

Son kelimeyi söylerken gece mavisi gözleri direkt beni buldu. Birkaç saniye baktı gözlerime, yine aynı ifadeyle. İçinde bir şeyler arıyor; gözlerimin arkasındakileri görmek istiyor gibiydi. Bu kısa şiiri öyle bir duyguyla okumuştu ki, sanki kendi yazmıştı. Tok ve derinden gelen sesiyle saatlerce bilmediğim bir dilde konuşsa nefes dahi almadan dinlerdim.

Daha önce de böyle miydi sesi, gözleri? Duygu haklıydı; bu sesin ve bu yüzün sahibinin etkileyemeyeceği kimse yoktu. Etrafımda olup biten hiçbir şeyi fark etmediğim gibi bunu da fark edememiştim. Birinden hoşlanabilseydim eğer, içimde buna dair en ufak bir istek olsaydı bu duygunun öznesi, bu gözler ve bu ses olurdu. Ama benim için her şey çoktan bitmişti. Hiç başlamamışken hem de. Çoktan vazgeçmiştim sevmekten de sevilmekten de.

Ne kendime inanıyordum ne de bir başkasının sevgisine. Dünyada birbirini gerçekten seven birileri varsa da -ki pek sanmıyordum- bana hiç rast gelmemişti. Gördüğüm tüm sevgiler çabucak tükenen cinstendi: mutsuz evlilikler, göstermelik ilişkiler, birbirini tüketen çiftler... Birini sevmeye olan inancımı daha hiç kazanmamışken kaybetmiştim. Tüm kaybedişlerimi de önümde duran bir çift lacivert göze saklamak istedim. İçimde kabaran duyguları şiddetle en derinlere gönderirken, bunun bir anlaşmadan fazlası olmadığını hatırlattım kendime. Bu yaşa kadar kimseye güvenmemiş, hayatıma kimseyi dahil etmemiştim. Tek kişilikti benim hayatım. Bazen bana bile fazla gelen hayatım.

Biz bir araya gelmemesi gereken insanlardık. Ne onların hayatı kabul ederdi bizi, ne de bizim dünyamız onların yaşayabileceği bir dünya olabilirdi. Tek bir görevimiz vardı: Pınar’ın ölümünün sebebini açığa çıkarıp hiç tanışmamış gibi sessizce birbirimizin hayatından çıkmak. Daha fazlası olmazdı, olamazdı. İçimde yeşermeye yüz tutan ne varsa o derste kökten kopardım. Bizimki bir ortaklıktan daha fazlası değildi. Kendimi öyle bir inandırdım ki buna, gerçeğin önüne yığdığım taşların arkasına saklandım. Hiç çıkmayacaktım oradan, o taşları bir bir yerinden kaldıran eller olmasaydı.

“Dersi bitirmeden önce sizden bir ricam olacak. Ödev olarak düşünmeyin bunu. Sizden bir şeyler yazmanızı istiyorum. Şiir olur, öykü olur, deneme olur, hatta tek bir cümle bile olabilir,” dedi Sezin Hoca. “Dersimiz bitmiştir. Çıkabilirsiniz,” diye ekledi.

Çantamı ve kulaklığımı alıp hızla sınıftan çıktım. Atlas’ı burada gördüğümde onunla konuşmayı düşünmüştüm, ama şu an iyi bir zaman olmadığına karar verdim. Bulunduğumuz her ortamda gözlerinin bir şekilde bana değiyor oluşunu önce tesadüf sandıysam da artık bunu bilerek yaptığını hissetmeye başlamıştım. Bunun bende yarattığı etkiyi görmezden gelmeye çalışıyordum, ama bu o anlardan biri değildi.

Çantamı sırtıma, kapüşonumu başıma geçirip hızlı adımlarla sınıftan uzaklaşırken kolumda hissettiğim varla yok arası bir dokunuşla gözlerimi kapattım. İçimden saydırarak, kim olduğunu bildiğim bedene doğru yüzümü çevirdim.

“Konuşalım mı?” dedi Atlas, gözlerini tam gözlerimin içine sabitleyerek. Bunu nasıl yaptığını bilmiyordum. Ben kimsenin yüzüne bakmayı bırak, gözlerinin içine bile bakamazken, o konuştuğu herkesin gözlerine böyle mi bakıyordu?

Ne diyeceğimi bilemediğim için sustum. Sınıftan çıkan öğrenciler yanımızdan geçerken, Atlas birkaç adım duvara doğru yanaştı. Bana dokunmamasına rağmen, ben de ona uyarak ilerledim. Eli hâlâ kolumun birkaç milim üzerindeydi ama dokunmuyordu. Anlamış mıydı temastan hoşlanmadığımı? Saçmalama. Belki o da sevmiyordu teması. Sanane.

Aramızdaki garip sessizliği bozan o oldu. “Pınar’la ilgili… Teklifimi düşündün mü?” Alçalttığı için iyice derinden bir ses tonuyla sordu. Artık yere baktığım için, başını hafifçe öne eğmiş, gözlerini daha rahat gezdiriyordu yüzümde.

Eğer zorunlu bir iş birliği yapacaksak bu konuyu konuşmamız gerekiyordu. Ama ben bu bakışlar altında bırak bir intiharı çözmeyi, tek bir adım dahi atamazdım. Olduğum yere mıhlanıyordum.

“Burası bunu konuşmak için uygun değil,” dedim, kendimin bile zor duyduğu bir sesle. Cebimden telefonumu çıkarıp ekledim:

“Numaranı yazarsan, daha uygun bir zamanda ve yerde konuşabiliriz.” Bakışlarım onun yüzünden başka her yerdeydi. Duvardaki taşların bu kadar parlak olduğuna hiç dikkat etmemiştim mesela. Gereksizdi.

Telefonu elimden aldı. Kısa bir bakış attım yüzüne. Dudakları hafifçe yukarı kıvrılmıştı. Hemen gözlerimi ait oldukları yere geri çevirdim.

“Şifren ne?” diye sordu.

“Şifrem yok. Açıp yazabilirsin numaranı.”

“Saklayacak hiçbir şeyin yok mu yani?” Kendime engel olamayarak bir kez daha baktım yüzüne. Bu seferki bakışı bana daha farklı gelmişti.

“Yok,” deyip kestirip attım ve bir daha yüzüne bakmamaya yemin ettim.

Numarasını yazdıktan sonra, ne zaman arayacağımdan emin olmadığı—ya da hiç aramama ihtimalimi düşündüğü için—numarayı bir kez çaldırdı ve kapattı. Telefonu uzattığı gibi elinden kaptım. Hiçbir şey demeden uzaklaşmaya başladım.

Arkamdan “Görüşürüz,” dediğini duysam da dönüp bakmadım. O kadar hızlı yürümüştüm ki, dakikalar içinde Batuş’un evine ulaşmıştım. Nefes nefese kaldığımı ise camın arkasındaki kadının bana bağırdığını duyunca fark ettim.

“Kız, kara çalı! Kaçtır sesleniyorum, hiç cevap vermiyorsun! Eşek osuruyor mari burada. Kimsin bakim sen? Hep buradasın. Yareni misin o kuyruklu oğlanın yoksa?”

Muazzez, Mualla, Muallebi? Yok artık, neydi bu kadının adı acaba?

“Arkadaşıyım,” dedim kısaca.

“Hep buradasın sen, hep görüyorum seni. De bakayım bana, yareni misin sen bunun? Oyalıyor mu yoksa seni bu zırtapoz? Hiii, yapma kızım, etme kendine günahtır. Suratsızsın falan ama boylu poslu, güzelcik de bir şeysin. Oynatma kendinle bu ırz düşmanlarına, aman diyeyim!”

Mobese. Adı buydu, Mobese teyze. Batuş’un ruh eşi diyebilir miydik? Kesinlikle diyebilirdik. Ya da daha doğru bir tanımlamayla, Batuş’un 40 yıl sonraki hâliydi bu karşımda meraklı gözlerle beni süzen teyze. Sinirle karışık hafif bir gülümsemeyle karşılık verdim. Bu yaşta bir kadına nutuk çekecek hâlim yoktu; “he” deyip geçmek en iyisiydi. Ama ne mümkün!

Cevabımı beklemeden, arka arkaya sıraladığı sorular ile öylece dikilip kalmıştım apartmanın önünde.

“Adın ne bakayım senin? Kaç yaşındasın? Bizim kuyrukluyla aynı okulda mısın? Anan baban nerede? Ne iş yaparlar? Ne ihtisası yapıyorsun sen? Bizimki gibi çalgı çengi mi, yoksa düzgün bir şey mi? Memleketin neresi? Göçmenlik var mı sende? Bu kara kaş, kara göz nereden? Nerelerden geldin bakim sen?”

Yemin ederim, ben yoruldum dinlerken. Derin bir nefes aldım. Arkamı dönüp gidemiyordum da o kadar da saygımız vardı.

“Duymuyor musun beni? Yalı kazığı gibi dikildin kaldın orada. Arazın mı var yoksa senin?”

Keşke arazım olsaydı da bir bahaneyle kurtulsaydım. Hiçbir şey demeden koşarak yukarı çıksam ne olurdu ki? Mobese’nin çenesinden bir daha asla kurtulamazdım.

“Teyzecim, ben çok sıkıştım da... Hemen yukarı çıkmam lazım. Tüm sorularınızı itinayla cevaplayacağım bir dahakine. Hürmetler,” deyip koşarak uzaklaştım. Resmen uçarcasına çıktım merdivenleri. Arkamdan bir şeyler söylediğini duydum ama ne dediğini anlamadım. Bundan sonra apartmana girip çıkarken dikkat etmem gereken bir adet Mobese teyze vardı. Bunu da aklımın bir köşesine not ettim.

Batuş’un verdiği anahtarı kilide takıp kendimi içeri atar atmaz gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim. Bugün epey bir kaçmıştım: önce Atlas, sonra Mobese teyze. Gözlerimi açar açmaz ise karşımda tanımadığım birini görünce bir an yanlış eve girdiğimi düşündüm. Ama eve anahtarla girdiğimi hatırlayınca hırsız olma ihtimali daha mantıklı geldi.

“Kimsin sen?” dedim. Evet, bir hırsızla karşılaşırsanız yapılacak ilk şey budur zaten; kim olduğunu sormak. Doğru yoldaydım.

“Alper ben. Sen kimsin?” dedi. Sesinden ve şişmiş yüzünden yeni uyandığı belliydi. Üstünde sadece kısa bir şort olduğunu fark etmemle ne yapacağımı bilemez bir hâlde geri mi çıksam diye düşünürken, elinde bıçak ve domates, başında unicorn tacı, üzerinde ayıcıklı pijama altıyla mutfaktan çıkan Batuş’u gördüm.

“Ooo, bal peteğim de geldiğine göre şöyle mükellef bir menemen ziyafeti yapmaktan bizi kim alıkoyabilir ki?” dedi Batuş neşeyle. Yine bir sitcom sahnesinin içindeydik. Karşımda biri, saçı başı dağılmış, akşamdan kalma hâliyle hafifçe sallanan; diğeri başında unicorn tacı ve elinde tuttuğu domatesle kapıda durmuş iki yarı çıplak adam vardı. Kendimi böyle hissetmekte haklıydım.

“Size afiyetler, ben kaçar,” dedi evimizdeki yabancı. Salona geçip altına bir eşofman geçirip ceketini aldı, üstüne bir tişört giyerek kapıyı açtı. Çıkmadan önce Batuş’a bakıp,

“Ararım sonra. Hadi eyvallah,” dedi ve kapıyı çekti. Anlaşılan, bir bana yabancıydı. Tek kaşımı kaldırıp başımı hafifçe yana eğerek, 90’lardan kalma reklam filmlerinden fırlamış ev hanımları gibi görünen biricik dostuma baktım.

“Hayırlı işler. Anlayalım,” dedim. Batuş, yüzüne yayılan koca bir gülümsemeyle karşılık verdi.

“Tarçınlı kurabiyeme, Batu’nun menemen spesiyalini yapıyorum. Salona geç hadi,” dedi, mutfağa dönerken.

“Nereden çıktı bunlar? Paran yoktu senin, nasıl aldın?” diye seslendim mutfağa doğru. Yuvarlak ahşap masanın üzerindeki çerez tabaklarının içine peynir, zeytin ve salatalık koymuştu.

“Çiçeğim, o kadar da ölmedik. Alt tarafı bir peynir zeytin,” dedi ve elindeki tavayı masanın ortasına koydu.

“Taze ekmek de aldım sabah. Kaynanan seviyormuş kız seni.”

“Ne alakası var?” dedim, huysuz bir sesle.

“Bana anarşik diyorsun ama asıl anarşik sensin be. Saçma bulmadığın tek bir gelenek, adet yok!” dedi, ekmekten büyük bir parça koparıp menemene batırırken.

“Atalarımız zamanında demiş işte, var demek ki bir bildikleri.” Ağzındaki kocaman ekmek parçası yüzünden sesi boğuk çıkmıştı.

“Atalarımız çok biliyor,” diye karşılık verdim, ekmeğimi menemene bandırırken. Öyle iştahla yiyordu ki, benim de canım çekti.

“Konuyu dağıtma bakayım sen. Kimdi o deminki ayyaş? Ayakta duramıyordu,” diye sordum.

“Ya bizim gezi kulübünden bir arkadaş. Dün bir iki bir şey içelim dedik, elemanın ağzında sünger varmış, biraz fazla kaçırdı.” “O kadar mı yani?” diye sordum, gözlerimi kısarak.

“Hmm, aynen,” dedi, kendi bile inanmayarak. Serseri bir gülüşle bir salatalık attı ağzına.

“Hmm aynen.” diye taklit ettim onu.

“Ee bal böceğim, sen ne yaptın, sayın Atlas Vahalar’la konuşmaya karar verdin mi sonunda? Kabul edecek miyiz elemanın yardımını? Malum, günlerdir bir arpa boyu yol alamadık biz.”

Dertli bir nefes verdim.

“Ben dün Atlas’ı araştırdım biraz. Annesi de aynı Pınar gibi ilaç içip intihar etmiş. Yani kanıtlanmamış ama aksi bir haber de görmedim.” Yine Pınar’ın solgun yüzü geldi gözümün önüne. Bütün iştahım kaçtı. Çatalımı masaya koyup kollarımı bağladım ve koltuğa iyice gömüldüm.

“Hadi be. Ne diyorsun?” dedi Batuş, ağzına kocaman bir ekmek daha attığı için yine boğuk çıkan sesiyle. “Demek ki o yüzden yardım etmek istemiş bize.” diye devam etti, aydınlanmış bir ifade ile. Ağzına tıkmak suretiyle yediği menemene bir ara verdi.

“Ben de öyle düşünüyorum.” dedim, bakışlarımı karşıdaki duvara sabitleyerek.

“Annesi neden intihar etmiş, yazıyor muydu?”

“Bilmiyorum. Onunla ilgili bir şey yazmıyordu.”

“Ee, ülkenin en güçlülerinden olsan da para da bassan, bazı şeylerin çaresi olmuyor işte.”

Bir süre ikimiz de sessizce oturduk. Batuş’la yapmayı en sevdiğim eylemdi bu. Bazen dakikalarca, bazen saatlerce tek kelime etmeden otururduk. Her ne kadar çenesi düşük bir arkadaşımız olsa da bana ve sessizliğime saygı duyardı, böyle anlarda hiç konuşmaz, o da kafasını içindeki dünyaya girerdi. Sessizliği paylaşmakta da iyiydik, biz. Bu yüzden yıllardır yan yanaydık, birbirimizin seçtiği ailesi olmuştuk.

Batuş kirazlı çayını içti. Ben zihnimdeki düşüncelere boğuldum. Batuş bir sigara yaktı, ben gözlerimi yumdum. Batuş pencereyi açtı, ben Pınar’ı düşündüm, Batuş bir sigara daha yaktı, ben üşüdüm, arkasından bir, iki, üç ve sayısız sigara daha yaktı, ben gelecek olan günleri düşündüm. Dakikalar saatlere dönüştü, günün ışıkları karanlığa gömüldü, ben yine Pınar’ı ve kendimizi içine attığımız bilinmezi düşündüm. Saatler süren sessizliğimizi bozan ise Batuş’un mayışmış sesi oldu:

“Hadi kalk, Elysium’a gidelim, biraz hava alırız.”

“Ben yarın Atlas’a her şeyi anlatacağım. Ne yapacaksak yapalım artık. Sonra da bu okuldan defolup gidelim.” dedim, saatlerdir gözümü ayırmadığım çatlak parkeye bakarak. Zaten lüksüne, şaşasına, içindekilere bir türlü alışamadığım okuldan, gün geçtikçe daha çok soğumaya başlamıştım. O günden beri Pınar’ı bulduğum tuvalete giremiyordum. Derslere giderken bile ayaklarım geri geri gidiyordu. Tek dileğim, Pınar’ın yaşadıklarını açığa çıkarıp bir an önce mezun olup, bu şehirden temelli gitmekti artık. Saatler süren sessizliğimizden, benim payıma düşen sonuç buydu.

“Sana sessizlik yaramıyor, kiraz çiçeğim. İnsan nefretin boyut atlayıp dünya nefretine dönüşüyor. Endişeleniyorum.” dedi, gözlerini büyüterek.

“Yine kaç kişiyi öldürdün zihninde, kaç ceset gömülü gözlerinin ardında da bu kadar hüzün var içlerinde?”

Hafifçe tebessüm ettim, dediği cümleye. Salaktı falan ama ağzı da iyi laf yapıyordu. “Hadi kalk gidelim. Biraz yürüyelim. Bacaklarım tutuldu oturmaktan, oradan da yurda geçerim.” dedim ama kalkmak için herhangi bir girişimde bulunmadım.

“Hah şöyle ya, biraz kendimize gelelim, n’olur cevizli kekim. Götüm koltukla bütünleşti, yemin ederim. Kalkamayabilirim buradan.” dedi ve cidden kalkamadı çünkü aniden doğrulunca, zaten pek sağlam olmayan Antep yeşili koltuğumuz arkaya doğru açılmak suretiyle bizi de beraberinde götürdü.

“Hay sikicem artık evini de koltuğunu da. Neyi elimizi atsak elimizde kalıyor lan. Ev ev değil müze anasını satayım.”

“Sabahta banyodaki musluğun kafası elimde kaldı. Buz gibi suyla yıkanmak zorunda kaldım, en değerli yerlerim dondu yani. Bir el atarsın artık, yıldız tornavidam.” Yerimden doğrulup ayağa kalkarken Batuş’u da elinden tuttum ve kalkması için kendime çektim ama biraz hızlı çekmiş olmalıyım ki dengesini sağlayamayıp bu kez de yere yapıştı.

“Lan bu evin benle ne derdi var lan?” diye patladı en sonunda. Güldüm bu haline. Yerden kalkması için elimi uzattım, neyse ki bu defa başka bir hadise yaşamadan kalkabildi.

“Gitti en değerli parçam. Hasar gördü. Çürüğe çıktı. Kim ne yapsın beni artık?” diye sızlandı, kıçını ovalarken.

“Yok, yook, illaki bulursun sen seni alacak birilerini,” dedim imayla.

“Sen git gide bana benzemeye başladın, haberin olsun,” tüm dişlerini göstererek sırıttı.

“Ağzın ayrılacak, hadi yürü, daha yurda gideceğim ben,” dedim sırtından iteleyerek kapıya doğru sürüklerken.

“Ne yurdu, çiçeğim ya, ne yapacaksın yurda gidip kal işte burada. Yarın dersin de yok zaten. Senin gıcıklar uyutmazlar yarın seni. Uyursun burada rahat rahat.” Yurt odamda üç kişi kalıyorduk ve diğer iki kızla iyi anlaştığım söylenemezdi. Hatta bazen beni bilerek rahatsız etmek istediklerini düşünüyordum.

“Bakarız,” dedim ama gecenin sonunun nerede biteceği belliydi. Hem benim de hiç yurda gidesim yoktu, hem de Batuş’un evine iyice alışmıştım, kendimi hiç olmadığım kadar rahat hissediyordum burada. Apartmandan çıkarken sağa sola dikkatlice baktım. Şu an Mobese teyze ile karşılaşmak en son isteyeceğim şeydi. Üstümüze taramalı tüfek gibi yağdıracağı sorulardan mümkün değil kaçamazdık. Neyse ki görünürde kimse yoktu.

Batuş bir sigara yaktı. Bu aralar daha çok sigara içmeye başlamıştı. Gözümden kaçmıyordu ama arka arkaya gelen olaylardan dolayı üstüne gitmek istemiyordum. Normalde olsa bu kadar içtiği için demediğimi bırakmaz, yanımda içtiği içinse o sigaraları burnuna sokardım ki, daha önce yapmışlığım vardı. Biten sigarasını yerine hemen yenisini yakmaya yelteniyordu ki, yandan attığım ters bakışla dudaklarının arasına koyduğu sigarayı yakamadan kulağının arkasına sıkıştırdı. Evin birkaç cadde yukarısında kalan Elisyum Park’a gelmiştik. Arada akşamları Batuş’la yürüyüşe gelirdik buraya. Oldukça büyük, ortasında rengarenk ışıklı havuz olan güzel bir parktı. Öğrenci yurtlarına ve evlerine yakın olduğu için gelenler genellikle öğrencilerdi.
İki yanında da ufak büfeler ve stantların bulunduğu, etrafı çitler ve ağaçlarla örülmüş upuzun bir sokaktı aslında burası. Ne zaman gelsek stantların arasında müzik yapan birkaç kişi olurdu mutlaka. Hatta bazen hava güzelse, bu müziklere danslarıyla eşlik eden insanları da görürdünüz. Ama bugün epey soğuk olduğundan, kendi hallerinde biri gitar, diğeri yan flüt çalan iki kişi dışında kimse yoktu. Buranın en sevdiğim yeri ise sokağın sonunda bulunan küçük yapay şelaleydi. Etrafına büyük minderler ve banklar yerleştirilmişti. Batuş’la oraya doğru yürümeye başladık.

“Bak, süt mısırım şurada boş bir minder var, kimseye kaptırmadan koş. Ben geliyorum.” dedi Batuş ve havuzun karşısında kalan kısmına geçti. Ben de kendimi büyük minderin üstüne bırakıp kafamı montumun ve atkımın içine gömdüm.

“Al bakalım, çiçeğim.” Batuş elinde tuttuğu mısırlardan birini bana uzattı. Gülümsedim. Mindere uzanması için yer açtım. Buraya geldiğimizde o dizime yatardı, ben de kulaklığımı takıp müzik dinleyerek hiç yıldızın gözükmediği gökyüzüne bakardık. Bir çeşit terapi gibiydi bu bizim için. Bugün Batuş’un da pek konuşası yoktu, normalden daha sessizdi. Yakında nasılsa çözülür dili diye bir şey sormamayı tercih ettim. Közde pişmiş mısırlarımızı yerken, tam karşımızdaki banka oturmuş iki kişiyi fark ettim ve Batuş’u hafifçe dürttüm. Kafasını kaldırmadan gözlerini bana dikti, ne oldu der gibi.

“Şunlar Arvandağlıyla o kızın sevgilisi değil mi? Hüma mıydı adı?” diyerek karşımızdaki bankı işaret ettim.

“Aynen onlar, Arvandağlıyla, Ekin. Hayret, iki kişi eksikler bugün. Normalde dördüz gibi takılıyorlar ya.” dedi Batuş. İkisi de dümdüz bir ifadeyle buraya bakıyordu şimdi. Bu halde beni tanımayacaklarını düşündüğüm için Batuş’tan dolayı ikisinin de gözleri buraya takılmıştı muhtemelen.

“Buralarda oturuyorlar sanırım. Geceleri görüyorum arada.” dedi Batuş. Mısırın koçanını kucağıma bırakıp bir sigara yaktı ve gözlerini kapattı. Derin bir nefes çekti içine. Bir haller vardı bunda ama hadi bakalım göreceğiz. Karşıdaki ikiliye tekrar baktığımda gözlerini buradan çekmiş, aralarında konuşmaya başlamışlardı. Kulaklığı tekrar kafama geçirdiğim sırada telefonuma gelen mesajla iki gramlık keyfim de kaçmıştı.

 

0543………

“Yarın müsaitsen konuşalım mı?”

Ben içli bir of çekince Batuş gözlerini aralamadan, “Ne oldu kimden gelmiş?” diye sordu.

“Atlastan, bugün ders çıkışı numaramı istedi konuşmak için.”

“Ders ne alaka?” dedi Batuş. Cebinden çıkardığı sigara paketini aldım ve çantama attım. Bu kadar da değil. Birkaç gündür ciğer namına bir şey kalmamıştı içinde. Bir şey demeden sessizce ofladı. “Sezin hocanın dersini almış. Çıkışta da Pınar’la ilgili konuşalım dedi. Ben de burada olmaz deyince numaramı istedi işte.” diye özetledim.

“İyi, yarın çağır eve gelsin. Okulda ya da çevresinde dikkat çekersiniz.” Haklıydı, okulda aramızda geçen kısacık konuşmalarda bile tüm gözleri üstümüzde hissediyordum. Malum, kendisini okulda ve hatta ülkede tanımayan yoktu, bu yüzden her hareketi etrafındaki meraklı gözler tarafından izleniyordu. Benim için ise korkunç bir durumdu bu. Onunla ne kadar az görülürsem, kendi adıma o kadar iyi olurdu. Atlasın mesajını cevapladım ve telefonu cebime attım.

 

 

“Tamam, yarın bizim evde buluşalım. Adresi atarım.”

“Tamam.” dedim ve gözlerimi kapattım, Batuş gibi tamamen minderin üzerine uzandım. Ne kadar süre öyle kaldık bilmiyordum ama hafiften titremeye başlayınca gözlerimi açtım.

“Hadi gidelim artık. Geç oldu.” Batuş anlamsızca mırıldandı. Uyumuş olmalıydı. Tam kalkmaya ve onu da kaldırmaya niyetlenmişken gökyüzünde küçücük bir pırıltı gördüm. Bir yıldızdı. Oldukça cılız ve minik görünüyordu ama oradaydı. Büyüdüğüm yerde çok nadir görülürdü yıldızlar. Bu şehre geldiğimden beri ise ışıklardan ve gökdelenlerden dolayı doğru düzgün hiç yıldız görememiştim. Kimseye söylemesem de onların şans getirdiğine inanırdım, bu yüzden yıldızlı geceleri severdim. Anlamsız bir umut dolardı içime yıldızlı bir gökyüzüne bakarken. Yine öyle oldu. Sebepsizce bir umut filizlendi içimde. Bu kez izin verdim kök salmasına, derinlerde bir yerde. Bir sebebi yoktu bunun da diğerleri gibi. Ya da o an buna inandırmak istemiştim kendimi…

******************

“Bana sor yalnızlığı, ayrılığı bana sor; mutluluğu bilirsin, mutsuzluğu bana sor; bana sor yalnızlığı, ayrılığı bana sor; mutluluğu tanırsın, mutsuzluğu bana sor…”

Bir yandan yerleri silerken, bir yandan da Ferdi Baba'nın radyodan yükselen o dertli sesine içli içli eşlik ediyordum. Temizlik ve Ferdi Tayfur... Vazgeçilmez ikilimdi. Batuş erkenden provaya gidince, ben de gözümü bile kırpmadığım bir gecenin ardından onunla birlikte kalkmış, taşındığımızdan beri bir kere bile süpürmediğimiz evi temizlemeye başlamıştım. İkimiz de ne dağınık ne de pis insanlardık; ancak titiz olduğumuz da söylenemezdi. Evi çok dağıtmadığımızdan bu kadar kirlendiğini fark etmemiştik. Görünürde pek bir şey yok gibiydi; ancak koltukların altındaki toz yığınları ve mutfak kapısının arkasındaki örümcek ağları, evin sandığımdan da pis olduğunun kanıtıydı.

Eşek kafalı arkadaşım, atmaya üşendiği için çöpleri bile salondaki küçük balkonda biriktirmişti. Hava soğuk olduğundan balkona pek çıkmıyordum; ta ki bu sabah salondan gelen küf ve ekşi karışımı o iğrenç kokuyu takip ederek evdeki çöp deposunu bulana kadar. “Mikrop yuvasına dönmeden el atmak şart,” diyerek sabahın ilk ışıklarıyla işe koyuldum. Ev küçük olduğu için birkaç saate her yer “bal dök yala” kıvamına gelmişti. Batuş Bey eve döndüğünde mutluluktan ağlayabilirdi.

Ayın yarısından fazlasını burada geçirdiğimden dolayı faturalara ortak olmak istediğimi söylemiştim. Ancak Batuş, “Saçmalama istersen,” diyerek konuyu kapatmıştı. Ben de aynı konuyu içimden, “Öyleyse temizlik ve mutfak masrafları benden,” diyerek kapatmıştım. Temizlik kısmı kolaydı ama diğer masraflar için acilen bir iş bulmam gerekiyordu. Dönem başladığından beri kimsenin musluğu bozulmamış, boruları patlamamış olmalıydı ki işlerim epey kesattı. Derslerin yoğunluğu yüzünden başka bir işe de bakamamıştım henüz. Batuş da hala iş arıyordu, ama onda da durum pek parlak değildi.

Yerleri silme işini bitirdikten sonra, banyoyu temizlemeye koyulmadan önce Ferdi Baba’dan bir başka şarkı açtım: “Sen rüyalar aleminde/Yeni aşklar hevesinde/Bense yine uykusuzum/Bir sabahçı kahvesinde…”

Açtığım şarkıyla keyfim biraz yerine gelse de bu temizliğin asıl sebebini hatırlayınca moralim yeniden bozuldu. Dün Atlas’ı buraya çağırmıştım. Nihayet Pınar meselesini konuşacaktık. Gece uyuyamamamın sebeplerinden biri de buydu. Daha gelmeden gerilmeye başlamıştım. Hem çok tanımadığım biriyle baş başa konuşacak olmanın verdiği huzursuzluk hem de konuşacağımız konunun ağırlığı sabahın erken saatlerinden beri temizlikle kafamı dağıtmaya çalışmama neden olmuştu. Ama nafileydi; mesele dünden beri aklımın bir köşesine kurulmuştu ve ne yaparsam yapayım rahatlayamıyordum.

İnsanlarla konuşmayı pek sevmezdim, hele de tanımadığım insanlarla. Bir de üstüne o kişi okulun en popülerlerinden ve muhtemelen ülkenin de en zenginlerinden biri olunca stresim daha da artmıştı. İletişim becerilerim anaokulu seviyesindeydi; kendimi ifade etmekten veya birine bir şey anlatmaktan nefret ediyordum. İkili konuşmalarda hakkımda düşünebilecekleri en iyimser şey, “Ne kadar garip biri,” olurdu. Umurumda mıydı? Hayır.

Yine de bugün Atlas ile konuşacağımız konu benim garipliklerimden ve iletişim becerilerimden çok daha önemliydi. Elimden gelenin en iyisini yapmalı, diğer insanlar gibi normal bir şekilde konuşmalıydım. Gerginliğimi biraz azaltmak için halamı aramaya karar verdim. Genellikle haftada iki kez konuşurduk; bir o, bir ben arardım. En son konuşmamızın üzerinden dört gün geçmiş olmalıydı ve sıra bendeydi. Her zamanki gibi, üçüncü çalışta açtı telefonu.

“Hala, nasılsın?”

“İyiyim kızım, sağ ol. Sen nasılsın?”

“İyiyim ben de. Dersler yoğun baya, onlarla uğraşıyorum.”

“Okulda mısın?”

“Hayır, bugün dersim yok.”

“Yemek yedin mi?”

“Yedim.”

“Bir şeye ihtiyacın var mı?”

“Yok, hala, sağ ol. Senin?”

“Şükür, yavrum, şükür.”

Sessizlik.

“Tamam kızım, dikkat et kendine. Soğuktur orası, hasta olmayasın. Hadi kal sağlıcakla.”

“Sen de hala. Görüşürüz.”

Ve işte halamla aramızda geçen şahane telefon konuşmalarımızdan biri. Halam diyordum ama aslında benim değil, babamın halasıydı. Hiç çocuğu olmamış, yirmisinde aynı kasabadan bir adamla evlendirilmiş; iki sene sonra da kocasını kan davası yüzünden üç kurşunla vurmuşlar, kalbinden. Bir daha da hiç evlenmemiş. Doğduğu kasabadan ise bir gün olsun ayrılmamış, yıllarca geçimini tek başına terzilik yaparak sağlamış bir kadındı halam. Babama da o bakmış lise çağına kadar. Sonra da annem ile babamın gençlik hatasına, yani bana…

Annem çok gençmiş bana hamile kaldığında. Babamsa önce “Çocuk kısmeti ile gelir, bakarız bir çaresine.” demiş ama iş evlenmeye gelince kaçıp gitmiş. O sıralar annem üniversitede tarih okuyormuş; babama kanmış işte, okulu dondurup beni doğurmuş. Ama gerçek, hayalleriyle hiç örtüşmeyince, gencecik yaşında işsiz ve kucağında bebekle bir başına kalmış ve ancak altı yıl dayanabilmiş. Yurtdışından bir burs kazanınca yarım kalan eğitimine devam etmek istemiş. Onun da bir ailesi yokmuş; annesiyle babası çok küçükken ölmüş. Beni yurda vermeyi düşünse de halam “Ben bakarım.” deyince Seyranlı’daki eve bırakmış.

Onu son gördüğüm ana ait çok silik görüntüler var zihnimde. Benim gibi uzun kahverengi dalgalı saçları vardı, ona ait hatırladığım en net özellik buydu. O gün de öyle kalmıştı aklımda; elinde küçük bir bavul vardı, saçları rüzgârdan yüzüne dolanıyordu. Halamın kapısına bıraktı bavulu, eğilip yanağımdan öptü beni. “Sakın halanı üzme. O ne derse dinle ne derse yap.” dedi ve gitti. Bir daha da dönmedi.

Avustralya’da bir üniversitede akademisyenlik yapıyor şimdi, hem de evli; sekiz yaşında da bir kızı var. Biri yılbaşında, diğeri doğum günümde olmak üzere senede iki kere yaptığımız görüntülü konuşmalarımızda fotoğraflarını gösterir bazen. Ama kendisini hiç görmedim. Her konuştuğumuzda ya okulda oluyor kızı ya da uyuyor. Benden kimseye bahsettiğini düşünmüyorum. Onun hayatında önemsiz bir figüran gibiyim; o da benim. Bunu çok önceleri, belki de beni halamın kapısına bıraktığı o gün, kabullenmiştim. “Niye beni bıraktı, niye sevmedi?” gibi sorular sormadım kendime. Burada sevilemeyen de terk edilen de ben değildim ki. Ben sadece iki insanın hatasının bedelini hayatımla ödedim.

Babamın yüzü ise annemden de silikti hafızamda. Ben çocukken arada bir uğrardı halama. Her geldiğinde bir tane kahveli şeker verirdi bana, biraz oturur, giderdi sonra. Ben büyüdükçe ziyaretler de seyreldi. Yıllardır aynı şehirdeyiz ama hiç görüşmedik. Halamdan duyduğuma göre evlenmiş o da sonra boşanmış; çocuğu olmamış ama.

Halam çok konuşmazdı. Kendi halinde, sakin bir kadındı. Az yer, az uyur, az yaşardı. Seyranlı’da tek göz bir evi vardı; neredeyse oradan hiç çıkmazdı. Beni sevdi mi, sevmedi mi, hiç bilemedim. Niye babama ve bana bakmayı kabul ettiğini ise hiçbir zaman anlamadım. Biraz mesafeli, çokça adaletli bir kadındı. Her bayram mahalledeki çocuklar için şerbetli hamur tatlısı yapar, hak geçmesin diye herkese eşit dağıtırdı. Diktiği kıyafetlerden ederinden fazlasını almazdı. Sabahları bir parça ekmek, yarım domates yer; akşamları bir kâse çorba ya da biraz yoğurtla salata. Önceleri doymazdım bunlarla, çekinirdim daha fazlasını istemeye. Sonra alıştım. İstemeye değil ama, elimdekilerle doymaya…

Bir an önce okulu bitirip bir iş bulup halama borcumu ödemek istiyordum. Hiç istemedi bunu benden ama ben kendimi ona borçlu biliyordum. Aile sıcaklığını verememişti ama bir ev, bir hayat verdi bana. Ben de kendime söz verdim; ona olan borcumu, hayatının geri kalanını rahatça geçirmesini sağlayarak ödeyecektim. Kendime verdiğim ikinci sözdü bu. İlkini anneme vermiştim: Halam ne derse dinledim ne derse yaptım. Fakat halam hiçbir şey demedi bana, hiçbir şey istemedi benden; sanki yoktum onun hayatında da…

Yıllar sonra kendime son bir söz daha verdim: Kimsenin hayatında başrol değildim belki ama, hayattan koparılmış bir kadının ölümündeki figüran olmayı kabul etmeyecektim. Ne kadar görünmez olursam olayım, böylesi bir acıya sessiz bir tanık olmayacaktım.

Dakikalardır elimde mop ile banyo kapısında dikildiğimi fark edince, kendi kendime söylenerek banyoyu temizlemeye başladım. Ufak, çatlak aynayı silerken Batuş’un aldığı mor boyanın kalanını gördüm. İkimizin de saçları biraz akmış, hafiften pembeye dönmeye başlamıştı. Bu akşam tekrar boyayacaktık. Pınar’ın ölümünün sebebini bulana kadar bu boyanın saçımızdan akmasına izin vermeyecektik.

Neredeyse öğlen olmuştu. Atlas birazdan gelirdi. Hızlıca bir duş alma niyetiyle üzerimdeki yer yer deterjan lekesi olmuş siyah tişörtü çıkarmaya yeltenmişken kapı çaldı. Batuş gelmiştir diye düşünüp, üstünde küçük yırtıkları olan ıslak siyah tişörtüm, sarı çoraplarımın içine soktuğum eşofmanım ve bir kısmı terden yüzüme yapışmış, Batuş’un bandanasıyla tepemde topladığım saçlarımla kapıyı açtım. Gelen Batuş değildi.

Karşımda, yine Hollywood filmlerinden fırlamış gibi duran dört kişiye bakakaldım: Hüma, Ekin, Yunus Emre ve Atlas’a.

&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&

 

NOT:

Seyranlı, ülkenin kuzeybatısında bulunan küçük bir sahil kasabasıdır.

*: Mehmet Deveci.

Arvandağ, tarıma elverişli, bereketli toprakların bulunduğu ve güçlü ailelerin etkili olduğu, yıl boyu sıcak ama yağışlı bir iklime sahip ülkenin doğusunda bulunan büyük bir şehirdir."

Habil ve Kabil, kutsal metinlerde geçen, insanlığın ilk kardeşleri olarak bilinen iki figürdür. Habil, çobanlık yaparken Kabil çiftçilikle uğraşır. İkisinin Tanrı’ya sunduğu kurbanlar arasında bir ayrım yapılmış, Habil’in kurbanı kabul edilirken Kabil’inki reddedilmiştir. Bunun sonucunda Kabil, kıskançlık ve öfkeye kapılarak kardeşi Habil’i öldürmüş, bu olay tarihteki ilk cinayet olarak kabul edilmiştir.

Instagram: monandrosa

 

Bölüm : 24.12.2024 16:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...