6. Bölüm

2.Bölüm (Part I)

Mona Rosa
mona.rosa

 

KİTAPTAKİ TÜM MEKAN VE ŞEHİR İSİMLERİ KURGUSALDIR.

İYİ OKUMALAR...

 

Kitap bölümleri bir hayli uzun olduğu için kitabın tanınması amacıyla bölümler üç parçaya bölünecektir. Her bölüm yaklaşık olarak 50-60 sayfaya denk gelmektedir. Serinin 3 kitaptan oluşması planlanmaktadır. Beni bu yolculukta yalnız bırakmayan herkese teşekkür ederim.

"Yazar olmak istiyorsanız, yazın." Epiktetos

Önümde uzanan dipsiz bir mavilik vardı. Güneşin kaybolmaya yüz tutmuş kızıllığı denize karışırken, manzaranın keyfini çıkarıyordum. Birden esen sert rüzgârla ürperip arkama baktım. Kimse yoktu, ama ani bir karanlık çökmüştü. Tekrar önüme döndüğümde, upuzun sarı saçları rüzgârla dans eden, arkası bana dönük bir kız gördüm. Yüzünü göremesem de kim olduğunu biliyordum. Pınar.

Ona doğru yürümek istedim, ama hareket edemedim. Ardı ardına adını bağırdım, fakat dönmedi. Rüzgâr şiddetini artırmış, yeri göğe kaldırıyordu adeta. Bir kez daha bağırdım var gücümle:

“Pınar, buraya gel!”

Bu sefer arkasını döndü ve gözlerime baktı. Solgun yüzünde huzurlu bir gülümseme vardı. Elimi ona uzattım, ama ayaklarım sanki yere çakılmıştı.

“Gel hadi!” Sesim bu kez etrafımızdaki her şeyi alıp götüren rüzgâra karıştı. Pınar, elini uzatır gibi yaptı, sonra birden kendini aşağı bıraktı. Kaskatı kesilmiş bacaklarımla nihayet hareket kabiliyetimi yeniden kazanmış gibi yalpalayarak ona doğru koştum.

Ama tutamadım.

Uçurumdan düşerken yüzünde hâlâ o tatlı tebessüm vardı. Boğazım yırtılırcasına adını haykırdım. Elimi uzattım, sanki yakalayabilecekmişim gibi, sanki yakalasam kurtarabilecekmişim gibi. Düştü, düştü, düştü. Dipsiz bir kuyu gibi onu içine çeken denize karıştı sonra bedeni, yüzünde asılı kalmıştı gülümseyişi.

Bir yerden düşer gibi olma hissiyle koltuğun kenarını tutarak uyandım. Birkaç saniye nerede olduğumu anımsayamadım. Karşımdaki çiçek desenli eski duvar kâğıtlarını görünce hatırladım.

Batuş’un evindeydim.

Ya da artık ikimizin evi demeliydim, çünkü haftanın yarısını burada geçiriyordum. Aslında pek de şikâyetçi sayılmazdım. Hem sessizdi hem de uzun zamandır yurtta kaldığım için ev sıcaklığını özlemiştim. Ama pek bir sıcaklık bulduğum söylenemezdi, zira ev buz gibiydi. Dışarının buradan daha sıcak olması muhtemeldi. Batuş’la, faturalar çok gelmesin diye ne kaloriferleri yakıyorduk ne de gereksiz yere elektrik harcıyorduk. Kendilerinin geniş çevresi ona henüz bir iş sağlayabilmiş değildi. Ailesinden para almadığını biliyordum. Hiç söylemese de ailesiyle arasının pek iyi olmadığını anlamıştım. Birkaç kez annesiyle konuşurken görmüştüm, o kadar. Babasıyla konuşmuyordu, hatta ondan hiç bahsetmiyordu. Ben de sormuyordum; isterse anlatırdı zaten.

Yaz tatillerinde bile eve gitmiyor, yurtlar da kapandığı için otellerde çalışıyordu. Beni de birkaç kez peşinden sürüklemişti. Birkaç yazdır onunla birlikte yazlık otellerde çalışıyordum. Ben servis, karşılama, animasyon gibi şeyler yaparken, o genelde akşamları otellerin barlarında sahne alıyor, gündüzleri de cankurtaranlık yapıyordu.

Okul döneminde ise o yine mekânlarda sahne alıyor, ben de arada tamirat işlerine gidiyordum. Kolumda "altın bilezik" diyebileceğimiz bir beceri vardı: musluk, elektrik, tesisat… hepsi benden sorulurdu. Büyük halamla Seyranlı’da yaşıyorduk. Küçük bir kasaba olduğu ve durumumuz pek iyi olmadığı için evdeki arızaları kendim gidermeyi öğrenmiştim. Halamın benim üniversite giderlerime ayıracak parası yoktu; emekli maaşı ancak kendini idare ediyordu. Bu yüzden şehre geldiğimden beri civardaki evlere gidip ufak tefek tamirat işleri yapıyordum. Parası da fena sayılmazdı. Ama düzenli bir iş olmadığı için, Batuş’un da işsiz olduğu dönemlerde, bazen böyle zor durumda kalıyorduk. Bir defasında yurdun yemekhanesinde sadece tek öğün yemek çıktığı için haftalarca yalnızca noodle ve çayla beslenip yurttan dışarı adım atamadığımız günler olmuştu. Bu sefer durum o kadar vahimleşmeden, ikimiz de bir an önce iş bulmalıydık.

Tutulan boynum ve kaskatı olmuş belim yüzünden yavaşça doğruldum yattığım yerden. Yine bu kazulet koltukta uyuyakalmış olmalıydım. Dün, hem biraz ders çalışmak hem de ne yapacağımızı konuşmak için Batuş da kalmıştım. Zaten tek kalmayı hiç sevmeyen biri olduğu için bu, onun da canına minnetti. Hatta yurttan tamamen çıkıp buraya yerleşmem konusunda beynimi yiyip bitiriyordu günlerdir. Batuş’la şu dünyadaki her konuda bir şekilde anlaşabiliyor olsak da sürekli bir ev arkadaşlığı yapamazdık. Açlıktan ve pislikten ölürdük.

Batuş’un kaldığı odanın yanında, içinde sadece demir bir yatak ve ahşap bir masa olan küçük bir oda daha vardı. Ama o günden beri ben de uyku düzeni diye bir şey kalmadığı için geceleri uyuyamıyor, olur olmadık yerlerde içim geçiyordu. Her uykuya daldığımda, demin gördüğüm rüyanın farklı versiyonlarını gördüğüm için elimde olsa hiç uyumazdım. Her seferinde Pınar ya yüksek bir yerden ya da merdivenlerden düşüyordu. Rüyaların sonuysa hep aynıydı. Pınar bana elini uzatıyor ama ben tutamıyordum.

Bu olay bende biraz travma etkisi yaratmıştı. Pınar’ın intiharının sebeplerinden biri de benmişim gibi kendimi suçluyordum. İntiharında olmasa da ölümünde payım vardı. Soğukkanlılığımı koruyamamış, o an mantıklı kararlar verememiştim. İçimden bir parça da o gün, o tuvaletin soğuk zemininde Pınar’la birlikte kayıp gitmişti.

“Reçelli ekmeğim, sana mükellef bir kahvaltı hazırladım, gel hadi.” Batuş, elinde iki tabak noodle ve başında unicorn tacıyla içeri girdi.

“Oo, desene yine ziyafet var. Ne var menüde?”

“Bu sefer domatesli yaptım, sebze geçsin boğazımızdan diye.”

“Evde bir tek bunlar kaldı demiyor da,” dedim, aheste aheste yerimden kalkarken. Sızlayan ayağım ve zombiye dönmüş bedenimle burnumu çeke çeke Batuş’un yanına fırlattım kendimi.

“Ayağına ne oldu senin? İyice şifayı kaptın bak,” derken masanın üzerindeki tabaklardan birini bana uzattı.

Aynı soruyu dün Atlas da sormuştu. Hayatımın en garip günü olabilirdi. Pınar’ın intiharının arkasındaki sebepleri araştırdığımı nasıl anlamış olabilirdi ki? Ya, yanından kaçarak uzaklaşmadan önce bana söylediği şey de ciddi miydi? Bana neden yardım etmek istesin ki?

Zaten kendisiyle ilgili şüphelerim vardı. Şimdi iyice aklımı karıştırmıştı. Batuş’a dün olanlardan bahsetmemiştim. Ona güvenebilir miydik bilmiyordum. Önce salim bir kafayla düşünmem gerekiyordu. Ama bu işin bizim boyumuzu aştığı da aşikârdı. Batuş’un konuştuğu kızlardan da bir şey çıkmamıştı. Pınar’ın sevgilisi olduğunu bile bilmiyorlardı. Belki de Pınar’ın karnındaki bebek sevgilisinden değildi. Belki de… Düşüncesi bile baştan aşağı ürpermeme yetmişti.

Dün, hiçbir şey demeden arkamı bile dönmeden koşar adımlarla Atlas’ın yanından uzaklaşmıştım. Neyse ki peşimden gelmemişti. Ama oturup doğru düzgün konuşmamız gerektiğinin farkındaydım.

“Hey, ballı kaymağım, nereye daldın gittin yine kız?” diyen Batuş’un sesiyle kafamın içindeki kaostan çıkıp gerçek dünyaya dönmek zorunda kaldım. Yanındaki battaniyeyi üzerime fırlatıp ayağımı üstüne koymam için koltuktaki minderleri üst üste koymuştu.

“Bakma öyle yavru köpek gibi, salak. Kimim var benim senden başka? Kendine gel artık. Toparlan. Kaç gündür uyumadığını, her uyuduğunda kâbus görüp uyandığını, zaten çökük gözaltlarının iyice morardığını, sürekli dalıp gittiğini fark etmiyor muyum sanıyorsun?”

Battaniyeyi iyice üzerime örttü. Masanın üzerindeki kirazlı çayı bana uzattı. Bunları hangi ara getirdiğini bilmiyordum. Haklıydı. Zaten pek iyi olmayan ruh halim iyice çökmeye başlamıştı.

“Ama sana Batuş sözü, bu işin arkasında kim var kim yok ortaya sereceğiz. Ne gerekiyorsa yapacağız. Yeter ki sen kendi kendini yiyip bitirme böyle. Gerekirse gel, beni yiyip bitir…” İşaret parmağıyla hafifçe alnıma dokundu.

“Bunun için can atanların olduğunu da belirtmek isterim,” diye ekledi, çapkın bir gülümsemeyle.

Bedenimi sarıp sarmalayan battaniyenin içinden çıkmadan alnımı omzuna yasladım.

“Teşekkür ederim.”

“Ay, üstüme iyilik sağlık! Ne yaptın benim sarı papatyama? Geri getir onu,” diye sordu, sahte bir şaşkınlıkla.

"Güldüm. Batuş, benim için bir arkadaştan daha fazlasıydı. Aynı yaşta olmamıza rağmen, onu küçük kardeşim gibi görüyordum. Aile nedir, hiç bilmemiştim. Bana öğretmemişlerdi. Ama 'aile' denince zihnimde canlanan tek şey Batuş’tu. O, benim seçtiğim aileydi.

“Versene şu kirazlı zımbırtıyı. Madem bir yola çıktık, daha başından hasta olmayalım. Dinç olmamız lazım; işimiz çok, yolumuz uzun.”

“Hah, işte böyle. Geldin mi sözüme? Şunu söyleyeyim: bunun iyi edemeyeceği tek bir insan evladı yok şu dünyada,” dedi, bardağı uzatırken. Ne buluyordu bu çayda, hâlâ anlamış değilim. Tatsız tuzsuz, aromalı sıcak sudan başka bir şey değildi.

"Aynen, aynen," der gibi başımı salladım ve çaydan koca bir yudum aldım. Bir konuda daha haklıydı; iyiden iyiye grip olmaya başlamıştım. Zaten bu şehrin havasına oldum olası alışamamıştım. Yılın büyük bir bölümü buz gibiydi, ama bazı günler sanki yaz günü bir tatil beldesindeymişsiniz gibi sıcacıktı.

Baskın yapmaya gelinmiş gibi, kapı arka arkaya yumruklanmaya başladı. Hafifçe kaşlarımı çattım. “Birini mi bekliyordun?” diye sordum.

“Evet, ilk misafirimizi,” dedi Batuş. Sonra kapıya doğru bağırdı: “Kız, alacaklı mısın? Dur, geldik!”

“Helloooo! Gençler ve daima genç kalacak olanlar! Ben geldimmm,” diyerek içeri girdi Duygu. Ortamdaki depresif havanın aksine oldukça enerjik görünüyordu. Üzerinde deri leopar taytı, soğuk havaya meydan okurcasına giydiği incecik askılı kırmızı bluzu, kıpkırmızı saçları ve aynı renk rujuyla tam anlamıyla özgüvenin vücut bulmuş haliydi. Etrafa ateş saçıyor gibiydi.

“Ay, bayıldım evinize! Harika! Cıvıl cıvıl resmen,” derken etrafa şöyle bir göz gezdirdim. Bir yanda koyu yeşil ve rengi solmuş kırmızı iki kanepe, diğer yanda üstü camlı ama ayağı kırık yuvarlak bir masa, karşıdaki yıpranmış çiçekli duvar kâğıtları ve boş kalmasın diye yere atılmış alakasız küçük bir kilim… Gerçekten de “cıvıl cıvıl” bir evdi.

“Sen yine formundasın bakıyorum. Mutluluktan gözlerin parlıyor resmen,” dedi, gri tekli koltuğa otururken.

“Senin neşen tüm apartmana yeter. Bana gerek yok,” dedim, noodleımdan bir çatal daha alarak.

“Ayy, alt kattaki o masallardaki cadılara benzeyen kadın kim öyle? Camdan kafasını uzatmış, ‘Kimsin sen? Kime geldin? Niye geldin?’ diye bir ton soru sordu. Bir GBT’me bakmadığı kaldı!”

“Komşumuz Makbule Teyze. Alt katta tek yaşıyor. Biraz meraklı ama tatlı bir kadın, ben sevdim. Mobese gibi her yerde gözü var. Mahallenin bütün dedikoduları onda. Çaya da çağırdı beni.” Bir elinde dumanı tüten çay bardağı, diğerinde bir kase noodle ile içeri girdi Batuş. Harika bir ev sahibiydi.

“Ben hiç görmedim.”

“Şaşırmadık çiçeğim. Sen yanından Beyoncé geçse bile bakmazsın zaten.” Duygu yine histerik bir kahkaha patlattı. “Bak, bu çok doğru.” Dedi kahkahalarının arasında. “Ama o seni görmüş. Kim o apartmana girip çıkan karı çalı diye soruyordu.” Bu sefer ikisi birden kahkahalara boğuldu. Aşağılık ikili.

“Ayy, haklı kadın. Ne bu halin senin? Gören de cenazeden geliyorsun sanır.” Batuş’la anlık göz göze geldik.

“Biraz üstüne başına özen göster. Yüzünü bir şeyler sür. Devren gibi Batuş’la gezip durmakla olmaz bu işler.” Yanıma oturdu ve çantasından çıkardığı bir şeyi suratıma sürmeye başladı. “Ne yapıyorsun be? Ne o?” dedim, kendimi geri çekerek. “Ayy, bok değil şekerim. Düşmandan kaçar gibi kaçmana gerek yok. Fondöten süreceğim, saçlarınla aynı renk olmuş gözaltlarına.”

“Sür Duygu, bütün suratına sür. İyice rengi soldu yabanmersinimin.” Batuş da gelip tam dibime oturdu. “Uyumuyor musun sen? Ne bu halin böyle?” dedi azarlar gibi bir tonda.

“Uyumuyor tabii, şuraya bak. İyice çöktü suratı. Bir çeşit travma yaşadığını düşünüyorum, Duygu. Sen ne diyorsun?”

“Bence de Batu haklı. Travma sonrası stres bozukluğu yaşıyor olabilirsin. Ciddi bir olayın ardından gelen doğal bir tepki bu. Özellikle senin yaşadığın gibi şok edici bir olay sonrası, zihnin ve bedenin bu duruma tepki verir. O anın görüntüleri, duyguları, hatta kokuları bile zihninde tekrarlanabilir; bu da sürekli bir tetikte olma hali yaratabilir. Uykusuzluk, kendini suçlama ve sürekli olayın aklında dönüp durması bu yüzden yani.

“Bak, uzmanı konuşuyor burada. Beni dinlemiyorsun bari onu dinle,” dedi Batuş. “Arkadaşlar, konumuz şu an bu mu gerçekten?” diye sordum Batuş’a bakarken. Duygu’yu buraya niye çağırdığını biliyordum. Pınar’la ilgili olanları anlatacaktık. Eğer bu olayın arkasındaki sebepleri bulacaksak bunu tek başımıza yapamazdık. Batuş, Duygu’ya güvenebileceğimizi söylemişti. Hem onun da çevresi genişti, bize yardım edebilirdi.

“Ne ki konumuz? Dedikoduya geldim ben. Hem sizi de özledim; çene çalıyoruz işte, bir konumuz yok,” dedi neşeyle. Fondöteni alnıma sürerken küçük morluklar olan bilekleri ve kızarmış boynu dikkatimi çekti.

“Ne oldu sana?” dedim, bileklerini tutup kendime çekerek. “Oha, nasıl oldu lan onlar?” dedi Batuş.

“Ayy, yok bir şey. Ateşli geçen gecelerden kalma onlar,” dedi yine o histerik kahkahası eşliğinde.

İnanmamış gibi baktım suratına. “Aa, deli mi ne? Yok bir şey dedim ya. Aşk kazası bunlar cicim, olur böyle şeyler. Sen bilmezsin.” Bileklerini çekip yüzümü fondötene bulamaya devam etti.

“Biz de bir görseydik senin love durumlarını. Hiç göremedik. Bizim okuldan değil mi?” diye sordu Batuş, gözlerini kısarak. “Benimki pek ortalıkta dolanmayı sevmiyor. Şimdilik bana özel kalsın. Nasılsa tanışırsınız siz de.”

“Tamam, yeter. Bulamaca çevirdin yüzümü,” dedim huysuz bir sesle. “Bizim seninle bir şey konuşmamız lazım,” dedim, yüzümü ellerinden kurtarıp uzaklaşırken.

“Bir haller var zaten sizde geldiğimden beri. Benden kaçmaz,” dedi parmağını Batuş’la benim aramda sallayarak. Birden ayağa kalkıp odanın içinde hızlı adımlarla yürümeye başladı. “Çıkarın bakayım ağızlarınızdaki baklayı,” derken kendi etrafında bir tur döndü. Batuş’la ne yapıyor bu der gibi birbirimize baktık.

“Duygu, ciddi bir şey konuşmamız lazım. Otur istersen,” dedim, boş boş onu izlerken. “Ayy şekerim, anlatın siz. Ben dinliyorum.” Esner gibi hareketler yapmaya başlamıştı.

Güvendiğimiz insanlara bak. Batuş’a bir kez daha döndüm. Dudaklarımı sessizce kıpırdatarak, Ne yapalım? diye sordum.

“Pınar’ın intiharının...” diye söze başladı Batuş.

“İntihar olduğunu düşünmüyoruz,” diyerek cümlesini tamamladım.

Hareketleri durmuştu ama hâlâ ayakta durmaya devam ediyordu.

“Nasıl yani?” diye bağırdı. “Cinayet mi diyorsunuz? Oha!” dedi, şok olmuş bir ifadeyle.

“Nasıl olabilir, nasıl olabilir!” diyerek odayı adımlamaya başladı tekrar.

“Ben Pınar’ın elinde bir not gördüm… Bir de telefonuna gelen bir mesaj vardı,” dedim.

Duygu hâlâ “Nasıl olabilir?” diyerek odanın içinde hızla yürümeye devam ediyordu.

“Duygu, beni dinliyor musun?” Sesimi biraz yükselterek sorduğum soruyla adımları durdu ve yüzünü bana çevirdi.

“Ne yazıyordu?” diye sordu. Göğsü şiddetle inip kalkıyordu; biraz endişelenmeye başlamıştım. Hareketlerine anlam veremesem de ona güveniyordum.

‘Bu benim seçimim değildi,’ yazıyordu notta…” Pınar’ın solgun yüzü tekrar gözümün önüne geldi.

“Mesajda da, ‘Sakın aptalca bir şey yapma, bu her şeyin sonu olur,’ yazıyordu,” diye ekledi Batuş.

“Bu kız tehdit ediliyordu yani!” dedi Duygu, kelimeleri uzatarak. Olduğu yere çöktü. Hareket etmeyi bıraktı ve gözlerini bir noktaya sabitledi.

“Geri döndüğümüzde ne not vardı, ne de telefon,” dedim. O kadar dikkatle bir noktaya bakıyordu ki, istemsizce gözlerimi onun baktığı yere çevirdim. Bakışları duvarın köşesindeki çatlak bir parkeye kilitlenmişti.

“Bir de… hamileymiş. Sevgilisi ya da bebeğin babasıyla bir ilgisi olduğunu düşünüyoruz.”

“Mesaj,” dedi birden ayağa kalkarak. “Kimden gelmiş?”

“Bilmiyorum. Görmedim.”

Tam o an, uzun zamandır zihnimin derinliklerine ittiğim bir ayrıntı, birdenbire netleşti. Yaşadığım şok ile mesajın kimden geldiğini görmediğime inandırmıştım kendimi.

Ama görmüştüm.

S.A.

“Sakın aptalca bir şey yapma, Pınar. Bu her şeyin sonu olur.”

*******

“Dersten sonra bul beni, portakallı gazozum. Hangara gidelim. Provada yine anamı belleyecekler. Kendime gelmem lazım.”

“Gideriz. Hem seninle bir şey konuşacağım.”

“Dayanamadın cazibeme sonunda, değil mi? İlan-ı aşk mı edeceksin yoksa, kız?”

“Salak salak konuşma, Batuş. Bir kerede geç kalmadan git şu provana da insanları şaşırt.”

“Benim varlığım onlara en büyük şaşkınlık,” dedi, elini baştan aşağı kendine doğru süzerek. Turuncu gömleği, aynı renk kemeri ve yeşil pantolon askılarıyla portakala benziyordu. Hafif rengi akmış mor boyalı saçlarını, her zamankinin aksine açık bırakmıştı.

“İyi, git ve biraz daha şaşırt o zaman,” dedim. Kulaklığımı takıp sınıfa doğru ilerlemeye başladım. Arkamdan seslendiğini duydum ama dönüp bakmadım.

Batuş ve iflah olmaz çenesi…

Dönemin başlamasıyla bir podyumda yürüyormuşsunuz hissi veren koridorlarda, defileden fırlamış gibi görünen öğrenciler arasında yürüyordum. Başım eğik, bir gölge misali sessizce süzülüyordum aralarından. Ben her sabah, “Acaba okulu mu bıraksam, kendimi mi öldürsem?” diye bir ikilem yaşarken insanların sabahın köründe bu kadar şık görünebilmesine inanamıyordum. Böyle görünmek saatlerini alırdı insanın. Benimse buna ayıracak sadece on dakikam vardı.

Yurttan çıkmadan on dakika önce uyanır, yüzümü yıkar, saçlarımı ellerimle düzeltir ve siyah kapüşonlumu üzerime geçirirdim. Aynı kıyafetlerden birkaç tane alırdım; ne giyeceğim diye düşünmezdim, çünkü hep aynı şeyleri giyerdim. İçimden gelmiyordu. Güzel görünmeye, dikkat çekmeye hiç heves etmezdim. Hayalet gibi olmak istiyordum. Kimse beni fark etmesin, bir yere girdiğimde gözler beni bulmasın diye hiç dikkat çekecek bir şey yapmazdım. Hayatta kalmak için bir mekanizma geliştirmiştim kendime: Göze batmadan, sanki hiç buraya gelmemişim gibi gitmek. Hem bu okuldan hem de bu dünyadan.

Sınıfın önüne geldiğimde omzuma dokunan bir elle irkildim.

“Kanka, nefes nefese kaldım sana yetişmeye çalışırken. Motor mu taktırdın kendine, nasıl öyle hızlı yürüyorsun?”

“Kulaklık vardı, görmedin mi, Ilgaz? Hem niye seslendin? Aynı yere geliyoruz zaten.”

“Bunu düşürdün. Onu verecektim.” Gevşek bir gülümsemeyle sabah cebime attığım elmayı uzattı.

“Sağ ol,” dedim elmayı almak için elimi uzatırken, birden geri çekti.

“Ne yapıyorsun?” der gibi baktım.

“Bir şartım var. Eğer kabul edersen elmanı veririm,” dedi, sırıtışını büyüterek. Farklı bir enerjisi vardı Ilgaz'ın. Ne kadar boş konuşsa da, gıcık edici hareketler yapsa da insan kızamıyordu. Şeytan tüyü vardı herifte. Ters taktığı şapkasını düzeltti ve çok önemli bir konuşma yapacakmış gibi sesini temizledi.

“Benim ‘study buddy’im olur musun, kanka? Bu dönemde kalırsam okul bana tekmeyi basacak. Ama derslere sürekli gelemiyorum. Beni güncel tutacak, notlarını paylaşacak ve bazen ders çalıştıracak birine ihtiyacım var. Eğitim hayatımın hero’su olur musun, ha kankam?” dedi, yavru köpek bakışlarıyla.

“Niye ben? Bölümün tamamını tanıyorsun. Kimle istersen onunla çalışırsın. İstediğin notları istediğin zaman bulursun. Bana mı kaldın yani?”

“Kanka, öyle değil işte. Bölümdekileri sen de biliyorsun, hepsinin akıl bir karış havada. Okul umurlarında değil ki! Benim götümde boza pişiriyorlar; sınıftaki elemanlar yok, bu gece partileyelim, yok yeni mekân açılmış, oraya gidelim deyip duruyorlar. Bana bu işi ciddiye alan biri lazım. Bizim bölümde hatta bence okulda da senden iyisi yok bu konuda,” diye taramalı tüfek gibi konuşurken elimi kaldırıp susturdum.

“Nefes al, Ilgaz. Çalıştıramam ben kimseyi. Bu yaşa gelmiş birine sorumluluk almayı öğretemem. Zamanım yok.”

“Hadi be, kanka. Çok zor durumdayım. Ne olur! Hiçbirinin umurunda değil ki okul. Hepsi zengin bebesi zaten, goygoya geliyorlar okula. Bana sen lazımsın. Bu bok çukurundan beni çıkaracak o kutsal insan, o muhteşem deha, o süper zekâ…”

“Tamam, sus,” dedim sözünü keserek.

“Niye yapayım bunu? Zamanımı seninle harcayayım?”

“Çok değil ama belli bir ücret öderim sana. Özel ders gibi düşün. Ya da yaşam koçum olursun. Heh, bak bu daha iyi oldu!”

“Saçmalama. Ne parası? Özel öğretmen de değilim, yaşam koçu da.”

“Tamam, o zaman ne istersen yaparım. Kölen olurum. Bir telefonuna bakar, ne zaman istersen kapında olurum.” Upuzun boyu, zayıf bedeni, kızıla çalan sakalları, irili ufaklı demir küpelerle dolu kulakları ve dövmelerle kaplı koluyla tam bir "kötü çocuk" havası veriyordu; ama o an gözüme oldukça tatlı geldi. Pınar meselesinde işimize yarayabilir diye düşündüm. Batuş'la birlikte S.A.'nın kim olduğunu bulmaya çalışacaktık.

Duygu, bu tarz olayların kişide yarattığı travmalar sonucu olay sırasında gördüğü bazı şeyleri sonradan hatırlamasının normal olduğunu söylemişti. Ben de bu konuda kendime yüklenmemeye karar vermiştim. Zaten kendimi suçladığım yeterince konu vardı. S.A. belki de bu okuldaydı ve Pınar’ın gizli sevgilisiydi ya da değildi ama onu bir şeylerle tehdit ediyordu.

Henüz ne yapacağımızı bilmesem de bu işin göründüğünden çok daha zor olacağını hissediyordum. Her ne kadar çenesini asla kapatmasa da Ilgaz hem Pınar’ı tanıyordu hem de güvenebileceğimiz biri gibi görünüyordu. Ama yine de ona gördüklerimi anlatmayı düşünmüyordum—en azından şimdilik.

İçine düştüğüm düşünce batağından Ilgaz’ın sesiyle çıktım: “... Sen iste kapıcın olayım, istersen kapına köpek, yoluna toprak olayım. Gel de geleyim, git de gideyim. Eğitim hayatım sana şeffaf iplerle bağlı, kanka. Kesme o ipi, kurbanın olayım!”

Yalnız, harbiden iyi yalvarıyordu. Nefes almadan konuşmaya devam ederken bir kez daha sözünü kestim.

“Tamam, yeter. Sabahın köründe başımı şişirdin. Çalışırız arada. Notları da gönderirim ama sakın sen arama beni; ben ararım.”

“İstersen ağzımı bantla, öyle oturayım kanka. Sen ne dersen o, canım kankam benim,” diyerek sarılmaya yeltenince birkaç adım geriledim. Hiç istifini bozmadan yanımızdan geçen bir çocuğun boynuna atladı ve elmayı ısırarak sınıfa girdi.

Ağzını bantlamak iyi bir fikir olabilirdi. Giden elmamı mı üzülsem yoksa daha ilk derse girmeden kazan gibi olan kafama mı yansam, diye düşünürken Sezin Hoca’nın nazik sesini duydum:

“Canım, nasılsın? Görüşemedik kaç haftadır. Nasıl oldun?” dedi zarif bir gülümsemeyle.

“İyiyim hocam, siz nasılsınız?” dedim, hafifçe gülümsemeye çalışarak. Haftalardır gülmediğimden yüz kaslarım bile zorlanmıştı.

“İyiyim canım. Birkaç hafta yoktum buralarda, ailemin yanındaydım. Olanlar malum... Kafamı toplamak istedim.”

Gülümsedim. Sezin Hoca’yı seviyordum. Hatta okulda en sevdiğim hoca olabilirdi. Bizim fakültede olmamasına rağmen hemen her fakültenin seçmeli derslerine giriyordu. Her zaman zarif ve hoş bir havası vardı.

“Ders seçimini tamamladın mı? Bu dönem sizin fakültenin Anlatı Sanatı ve Şiir dersini ben veriyorum. Tamamlamadıysan seni sınıfımda görmekten mutluluk duyarım.”

Tamamlamamıştım çünkü ne seçeceğimi bilmiyordum. Beni oyalamayacak, bölüm derslerinden alıkoymayacak bir ders arıyordum. Biricik okulumuz, sanata ne kadar değer verdiğini göstermek için her fakülteye sanat ve edebiyatla ilgili seçmeli ders koyuyor ve en az birini seçmemizi zorunlu tutuyordu.

Saçmalık.

Ama Sezin Hoca’yı tanıdığım ve olanları da bildiği için beni çok zorlamayacağını düşünüyordum. Hem edebiyatı seviyordum. Her ne kadar Batuş, içimde tek bir romantizm ve duygusallık kırıntısı olmadığını düşündüğü için özellikle şiire olan ilgime anlam veremese de şiir okumak, kafamı toplamak için yaptığım bir aktiviteydi.

Aşk’a inanmasam da aşk şiirlerini seviyordum. Sanki bambaşka bir evrenden çıkıp gelmiş duyguları ustalıkla ve biraz da abartıyla süsledikleri bu şiirler, beni bu dünyadan bir anlığına da olsa uzaklaştırıyordu. Belki de şiir, benim için bir kaçış yoluydu. Gerçekliğine dahi inanmadığım, büyülü güzel sözlerden ibaret bir dünyanın kapısını aralıyordu.

“Hayır hocam, bugün tamamlayacağım. Ben de bu dönem dersinizi almak isterim,” dedim.

“Tamam canım, çok sevindim. Yarın ilk dersimiz var, kaçırma sakın. Güzel okumalar yapacağız birlikte,” dedi, içten bir gülümsemeyle.

Ben de hafifçe tebessüm edip sınıfa girdim ve iki saat boyunca beynimin erimesine izin verdim.

********************

 

Bölüm : 24.12.2024 16:17 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...