
Sınıftan kendimi atar atmaz derin bir nefes aldım. Beynim uyuşmuştu ama ders yüzünden değil, Ilgaz ve goygoy ekibinin hocayı lafa tutup dersi kırk dakika daha uzatmasından.
Göstereceğim ben sana, Ilgaz. Yaşam koçuymuş… Ahiret koçun olayım da gör.
Batuş’un da provası yarım saate bitecekti. Her sene mezuniyet törenleri için ayrı bir konsept yapılırdı. Geçen yılın teması maskeli baloydu; bu sene ise masallar ve efsaneler olarak belirlenmişti. Batuş bizim mezuniyetimiz olmadığı için katılmayacaktı ama sevgili okulumuz, bu yılki mezuniyet balosunda öğrencilerin bir gösteri yapmasını istediği için müziklerin okulun öğrencileri tarafından yapılmasına karar vermişti. Batuş da bu fırsatı kaçırmayarak kendini baloda çalacak olan gruba dahil ettirmişti. Ki bunun için çabalamasına gerek de yoktu; çünkü benim canım dostum, okuldaki en iyi müzisyenlerden biriydi.
Fakat hazırlıklar ve provalar çok yoğun geçtiğinden, normalde dersi olmasa okula adım atmayacak Batuş, prova odasının kapısında yatacak hale gelmişti.
Batuş🍒
Ben Hangar’a gidiyorum. Orada buluşuruz. Oyalanma.
Çiçeğim🌸
Aşk olsun çiçeğim, ben ne zamana seni beklettim? Dakikliğimle bilinen bir insan olduğumu en iyi sen bilirsin. Yarım saate yanındayım. Beni özle.
Mesaj yazarken bile gevezeydi bu çocuk.
Kampüsün çıkışına doğru yürürken, kırmızı topukluları üstünde, bu dünyanın hakimi benim edasıyla yürüyen Duygu’yla karşılaştım. Bu sefer baştan aşağı simsiyah giyinmişti ama ne siyah! Dizlerinin epey yukarısında biten daracık bir elbise vardı üstünde. Kırmızı ruju ve omuzlarından dökülen kızıllıkları yine etrafa ateş saçıyordu. Benim üzerimde kocaman kalın bir mont varken, o sadece incecik bir deri ceket giymişti.
“Duygu, hava -5 derece. Üşümüyor musun sen? Bacakların donacak,” dedim kendime engel olamayarak.
“Ayy hayatım, yanıyorum ben, alev alev. Ne donması!” dedi büyük bir kahkaha atarken. Gerçekten de yanıyordu; öyle bir duruşu ve özgüveni vardı ki, sanki etrafında ona dokunan her şeyi kül edecek gibi duruyordu. Daha önce de mi bu kadar özgüvenli ve neşeli görünüyordu emin olamadım. Bu, yeni bir Duygu gibiydi. Kafa sallamakla yetindim. Alev alev yanan birine nasıl üşümezsin diye soramazdım.
“Hangar’a gidiyorum ben, Batuş’la konuşacağız. Sen de gelsene,” dedim.
Dibime kadar gelip koluma girdi Duygu ve topukluların aksine, koşu ayakkabısı giyiyormuş gibi hızlı bir şekilde yürümeye devam etti. Ben de hızına uydum ama neden bu kadar acele ettiğimizi de pek anlayamadım.
“Pınar’la ilgili konuşacağız.”
“Sen istersin de ben gelmez miyim, hayatım? Hadi koş,” dedi ve cidden koşmaya başladı.
“Duygu, durur musun bir saniye? Ne oluyor? Niye koşuyoruz?” diye sordum adımlarımı hızlandırarak. Bazen bu kızın hareketlerine hiç anlam veremiyordum.
“Hangar’a gidiyoruz demedin mi? Gidiyoruz işte,” dedi neşeyle. Telefonu çaldığı için şükür adımlarımız yavaşlamıştı.
“Alo, sevgilim, neredesin? Beni almaya geleceksin değil mi?” dedi cilveli bir sesle. Karşı tarafta ne söylediyse bir an gülüşü dalgalanır gibi oldu ama ifadesini bozmadan aynı cilveli tonda,
“Tamam ama çok geç kalma. Özlerim sonra,” deyip telefonu kapattı.
Sağ bileğindeki, son gördüğümden beri artmış olan morluklara takıldı gözüm. Artık daha belirgin ve büyüktüler. Hızla bedenini taradım, çaktırmamaya çalışarak. Sol bacağının üstünde sararmaya başlamış küçük izler gördüm. Boynundaki kızarıklık geçmişti ama dikkatli baktığımda dudağının kenarındaki varla yok arası morluğu ve sağ gözünün altındaki pembeliği fark ettim.
Lütfen aklıma gelen şey olmasın diye içimden geçirirken, yine konuya ortasından giriş yaparak, kelimeler dudaklarımdan kontrolüm dışında döküldü:
“Sen fiziksel şiddete mi uğruyorsun?” diye sordum engel olamadığım sert bir sesle. İnananmış gibi baktı yüzüme. Gözleri büyüdü ve bir kahkaha daha patlattı.
“Ayy ilahi şekerim ya, hiç güleceğim yoktu. O nereden çıktı durup dururken?” derken hâlâ gülüyordu.
“Ne bu izler o zaman, bileklerinde, bacaklarında… Yüzünde.” Bakışlarından saniyelik bir korku geçti gibi oldu ya da bana öyle geldi. Emin olamadım.
“Love kazası dedim ya hayatım. Kötü bir şey olduğu yok, merak etme sen beni. İyiyim ben,” dedi gülerek. Ama bu seferki gülüşü biraz sahte gelmişti kulağıma.
“Hem bence senin acilen terapiye başlaman lazım. Travma sonrası stres bozukluğu ciddi bir durum,” dedi ve yol boyunca bununla ilgili bilgi vermeye devam etti. Değişik ve dengesiz biriydi ama iyi bir psikolog olacağı belliydi.
Hangar’a ulaştığımızda birkaç gündür görmediğim için varlıklarını unuttuğum ya da unutmak istediğim kardeşlerinden Kabili gördüm.
"Dünyanın en uyumlu ikilisi de buradaymış! N’aber, Duygu?" dedi, bizi baştan aşağı alaycı bakışlarla süzerek.
"Ben iyiyim canım, ama seni pek iyi göremedim. Ne o, çok mu acelen vardı da rujunu taşırmışsın? Hem nerede senin ikizin? Yalnız bırakma kuzuyu, o senin gibi değil; kaparlar sonra, ruhun bile duymaz," dedi Duygu aynı alaycı tonda.
Bu okulda, Simten'in benden sonra en tahammül edemediği kişi Duygu'ydu. Aynı bölümdeydiler ve tartışmadıkları bir gün bile geçmiyordu. Hatta birkaç kez saçların yolunduğu, kolların ısırıldığı kavgaların başrolü bile olmuşlardı. Duygu yanımdayken bana pek laf düşmezdi, o yüzden sessizliğimi korudum. Benim aksime Duygu, Simten’le laf dalaşına girmeye bayılır ve asla altta kalmazdı.
"Sen onu merak etme tatlım, ben onu her türlü korurum. Ama senin bu varoş hallerini ne yapacağız, hiç bilmiyorum. Hadi bu yanındaki ezik olduğunu kabul ediyor da hiç havalara girmiyor. Ya sen? Bu üçüncü sınıf çakma havalarınla kimleri ağına düşürmeye çalışıyorsun, ha?"
"Tatlım, o senin işin. Ben kimseyi ağıma düşürmem. Ama burada bir zengin koca avcısı varsa, onun kim olduğunu tartışmasak mı? Bütün okul biliyor neyin ne olduğunu, değil mi canım?
"Beğenilen ve arzulanan biri olduğum doğru. Talep çok şekerim. Olmayanlar düşünsün."
"Ama unutma şekerim, ekonominin birinci kuralıdır: Talep arttıkça fiyat düşer," dedi Duygu ve Simten’in başka bir şey demesine fırsat vermeden koluma girip havalı bir şekilde yürümeye devam etti.
"Bu biraz ağır olmadı mı, Duygu?" diye sordum. Aslında Simten’i ağzı açık bir şekilde bırakmak benim de hoşuma gitmişti.
"O yelloz alışmış senin bu 'ağzı var dili yok' hallerine. Herkese de aynısını yapabileceğini sanıyor. Biraz haddini bildirdim, ne var?" dedi omuzlarını silkerek.
"Ben onun söylediklerine cevap vermiyorum çünkü onu dikkate almıyorum. Görmezden geliyorum. İstediğini söylesin, umurumda değil."
"Sen böyle söylüyorsun ama bu ve bunun gibiler anlamaz. Onlar gibi dişlerini göstereceksin; kendini ezdirmeyeceksin. Onların konuştuğu dilden konuşacaksın," dedi, Yüce Bilge Duygu.
"Hem niye uğraşıyor ki seninle? Derdi ne yani? Kendi halinde, kimseye bulaşmayan birisin. Ne istiyor senden?"
"Ortaokulu birlikte okumuştuk. O zaman da sevmezlerdi beni. Sonra birkaç olay oldu, bana iyice kinlendiler. Anlatırım sonra, uzun hikâye," dedim, elimi boş ver der gibi sallayarak. Hangar’a doğru yürümeye devam ettik.
Hangar’a geldiğimizde, garsonlardan biriyle sohbete dalmış Batuş’u görmeyi beklemiyordum. Kıçına kanat mı taktırmıştı bu çocuk?
"Ne zaman geldin sen? Erken mi çıktın?" diye sordum.
"Hopp! Geldi hayatımın neşeleri. Nerede kaldınız kız? Kök saldım burada."
"Daha demin provadaydın ya, Batuş. Uçarak mı geldin buraya?"
"Evet, böğürtlenli pastam, uçtum da geldim. Sen oyalanma dedin diye. Bak, kanatlarımı buraya park ettim," dedi, duvardaki uçak kanatlarını işaret ederek.
"Simten cadısı lafa tuttu bizi, ondan gelemedik," dedi Duygu, yüzünü buruşturarak.
"Yine mi takılıyor o size? Bir daha canınızı sıkarsa bana diyorsunuz hemen. Benim elmalı turtamla kimse uğraşamaz. Biz daha ölmedik," dedi Batuş, burnunu havaya dikerek. Üstündeki kırmızı pantolon askıları ve çizgili pantolonuyla herhangi birinden hesap sorma konusunda hiç güven vermiyordu.
"Ben ağzının payını verdim. Apışıp kaldı öylece. Merak etme," dedi Duygu neşeyle.
"Helal kız! Buna kalsa, üstünde tepinseler, biraz daha 'Şurada tepinin,' diyecek yakında," dedi Batuş, kınayıcı bakışlarla.
İkilinin tatlı sohbetini kesmek zorunda kaldım. Bir an önce konuşmamız gerekenleri konuşup, gözümden uyku aktığı için yurda gidip yatmak istiyordum. Artık geceleri hiç uyuyamaz olmuştum. Derslerde ya da gündüz vakti fırsat buldukça biraz kestiriyordum sadece.
"Atlas, Pınar’ın intiharını araştırdığımızı biliyor. Geçen gün benimle konuştu. Bize yardım edebileceğini söyledi," dedim lafı hiç uzatmadan. Batuş, içtiği çayı neredeyse püskürtecekti. Birkaç kere öksürünce sırtına vurdum salak çocuğun.
“Pardon, bir an Atlas dedin sandım,” dedi gülerek.
“Atlas dedim zaten. Bize yardım etmek istiyormuş.”
“Hangi Atlas bu? Atlas Vahalar mı yoksa?” diye sordu gözlerini büyüterek Duygu.
“Evet, o. Güvenebilir miyiz, emin değilim. Ama bu iş bizim üstesinden gelebileceğimizden daha fazlası. Şimdiye kadar hiçbir şey bulamadık. Gerçekten yardım edebilir ama bu tek başıma verebileceğim bir karar değil. Siz ne diyorsunuz?”
“Oha diyoruz. Hatta çüş diyoruz. Atlas ne alaka kızım? Ne zaman konuştunuz siz? Bana niye söylemedin? Başka ne konuştunuz?” diye hızla sorularını yöneltti Batuş.
“Atlas Vahaların seninle konuştuğuna, üstelik yardım teklif ettiğine inanamıyorum.” dedi Duygu heyecanlı bir sesle.
“Cenazede karşılaştık. Ayrıca, insan değil mi bu çocuk? Başka bir tür mü? Neden bu kadar şaşırdınız benimle konuşmasına?”
“Yani, başka bir tür mü bilmem ama insan olmadığı kesin. Hem öyle bir zenginlik, öyle bir ün, hem o keskin çene hatları, o yakışıklık, o ses…”
“Yavaş gel kızım ya, ağzının suyunu sil önce. Ne oldu senin ‘love’ durumlarına? Ne çabuk unuttun?” diye lafını kesti Batuş. Gerçekten de yavaş gel Duygu, eridin bittin resmen ama gözlerinden bahsetmemene de biraz şaşırdım. Hâlbuki bütün bunlar bir yana, en insan olmayan özelliği gözleriydi bana göre. Gerçi bana neyse bundan.
“Ay, o başka, bu başka canım. Atlas beni ne yapsın? Benimki sadece masum bir ‘fangirlik’.”
“Diyorum ki, ne yapacağız? Atlasa güvenebilir miyiz? Çocuğu övün diye anlatmadım herhalde. Bir fikir verin.”
“Ne zaman oldu bu?” diye sordu Batuş şüpheyle.
“Geçen gün. Ilgaz’la konuştuktan sonra yanıma geldi. ‘Pınar’ın ölümünü araştırıyorsunuz değil mi?’ dedi. Hayır desem de pek inanmadı. Sonra da ‘yardım edebilirim size’ dedi.”
“Niye o zaman söylemedin bana çilekli sütüm? Gizlimiz saklımız mı var bizim?” dedi Batuş sitemkâr bir sesle. “Konumuz bu şu an. Söyledim işte. Birkaç gün kafamı toplamak istedim.”
“Söyleseydin de beraber toplasaydık o zaman.” Tripli bir Batuş hiç çekilmiyordu. Gözlerimi devirdim ve derince iç çektim. Bıkkın bakışlarım ikisi arasında gidip geldi. İkisi de ne demek istediğimi anladı.
“Güvenilir mi sence, Batu?” diye sordu Duygu, kırmızı rujunu tazelerken.
“Bilemiyorum. Ne çıkarı var ki bize yardım etmek istesin? Pınar’ı tanımıyordu bile.”
“Biz de tanımıyorduk,” dedim. “Aynı şey mi, çiçeğim?” Haklıydı. Bizim bu işin peşine düşmek için geçerli sebeplerimiz vardı ama Atlas’ın bunlardan haberi yoktu.
“Offf, bilmiyorum. Bilmiyorum. Ben artık hiçbir şey bilmiyorum,” dedim, ellerimi saçlarımın arasından geçirip iyice dağıtarak. “Sen karar ver. Ben ne dersen onu yaparım.”
“Belki gerçekten üzüldü Pınar’ın ölümüne. Sonuçta aynı bölümdeydiler. Hem Atlas iyi bir çocuk bence. Böyle soğuk falan duruyor ama güvenilir,” günlerdir ondan duyduğum en mantıklı cümleyi kurdu Duygu. Derin bir iç çektim.
“Kimseye güvenmek istemiyorum ama bu işi çözeceksek yardıma ihtiyacımız olduğu da aşikâr. Tek başımıza yapamayız. Günlerdir elimizde hiçbir şey yok. Öylece bekliyoruz, sanki o mesajın sahibi ve notu alan kişi kendi ayağıyla bize gelecekmiş gibi,” dedim.
“Bence Atlas’a güvenebiliriz. Hem onun eli kolu da uzundur. Kesin bir şeyler bulur,” dedi Duygu.
“Kamera kayıtlarına ulaşır belki, telefonu alan kişiyi görürüz böylece. Malum, bizi insan yerine koyup vermediler kayıtları. Yalvardım ya güvenliğe; bir ayaklarına kapanmadığım kaldı herifin. Ama bunların ensesi kalın, okulda da sözleri geçiyordur,” dedi Batuş. Ben yine içine girdiğim düşünce havuzunda boğulmakla meşgulken, Duygu’nun yüksek sesi araya girdi.
“Sürprizzzz, işte benim ‘love’ durumları da geldi,” dedi abartılı bir neşeyle.
“Oha, Çetin mi senin sevgilin?” dedi Batuş inanamayarak.
Çetin dedikleri çocuk bizim okuldandı sanırım. Bayağı havalı bir giriş yaptı Hangar’a. Siyah jeep’ini mekânın önüne bırakıp, siyah gözlüklerini gözüne geçirdi içeri girerken. Deri ceketinin içine giydiği beyaz kazağı, kumral teni, koyu kahve gözleri ve kalıplı vücudu ile oldukça yakışıklı duruyordu. “Evet, ta kendisi.” dedi Duygu. Yanımıza gelen çocuğun boynuna atladı ve sevinçle yanaklarından öpmeye başladı.
“Aşk bacayı baya baya sarmış anlaşılan. Dumanından boğulacağız birazdan,” dedi Batuş, kusar gibi hareketler yaparken. “Selam herkese,” dedi Çetin ifadesiz suratıyla.
“Selam bizden olsun Çetin,” dedi Batuş.
“Bugün nereye gidiyoruz aşkım? Var mı bir planın?”
“Bakarız,” diye kestirip attı Çetin. İlk izlenimim pek iyi değildi kendisiyle ilgili. Umursamadı Duygu, aynı coşkuyla eşyalarını alıp Çetin’in koluna girdi.
“Hadi bize çav o zaman. Görüşürüz sonra,” deyip Çetin’in elinden tutup uzaklaşmaya başladılar.
“Kim bu? Hangi bölümde?” diye sordum Batuş’a.
“Babasının reklamcılık ve organizasyon şirketi var. Okulun reklamlarını, tanıtımlarını hatta balolarını bile bunlar yapıyor. Bu da medya ya da reklamcılık gibi bir şey okuyordu herhalde.”
“Sevmedim ben bu çocuğu.”
“Yani, biraz soğuk bir eleman ama bir kötülüğünü görmedim. Duygu da mutlu baya.”
“Yaaa, baya mutlu,” diye mırıldandım kendi kendime.
“Hadi kalk, işimiz var seninle. Benim de sürprizim var sana. Hem de Çetin’den daha çok beğeneceğin bir sürpriz,” dedi Batuş göz kırparak.
“Ne sürprizi Batuş ya? Yurda gidip uyuyacağım ben. Sürükleme beni hiçbir yere,” dedim yorgun bir sesle.
Güldü Batuş. Sadece güldü.
*****************************
“Geberteceğim seni. Yorgunuz dedik, ölüyoruz dedik. Hiç mi sevmiyorsun sen beni? Adi köpek! Bu soğukta geldiğimiz yere bak. 500 saat yürüttün bir de eşek kafalı.” Yaklaşık bir saattir yürüyorduk ve tüm yol boyunca söylenmiştim. Fakat yanımdaki adi şahsın hiç umurunda değildi. Sırıtıp tüm dediklerime kafa sallıyordu.
“İşte geldik, kış güneşim. Buyurunuz,” dedi eşek, önümüzdeki kapıyı işaret ederek.
“Salak, bu muydu sürprizin? Bu havada beni bir saat yürütüp sanayiye getirmek mi?” diye sordum ters ters.
“Hayır, mavi kelebeğim, sürprizim içeride. Gel hadi,” dedi ve elimi tutup içinde dört-beş tane arabanın olduğu izbe dükkâna soktu. “Ne o, parayı buldun da bana söylemeyip araba mı aldın yoksa?” dedim aksi bir şekilde.
“Kısmen bildin, kelebeğim. Para bizi mezarda bulacak böyle giderse ama bu mavi kelebek artık bizim,” dedi. Eski ama gayet iyi durumda görünen mavi renk Şahin model arabanın kapısını açıp kornaya bastı. “Hadi gel, seni gezdireyim kız. Nereye gitmek ister benim bal peteğim?” diye sordu. Yurda, Batuş, yurda.
“Nereden çıktı bu? Kimin?” dedim yan koltuğa kurulurken. Yalnız, nereden bulduysa bu arabayı bir hoşuma gitmedi değil. Klasik, açık kahverengi direksiyonu ve aynı renk vites kolu vardı. Tam kolunu dışarı çıkarıp son ses arabesk dinlemelik bir arabaydı.
“Kardeşim Yiğido’m ev ile birlikte bu kelebeği de bana emanet etmişti. ‘Burada çürüyeceğine alın, kullanın,’ dedi. Biraz yaralıydı kendisi, bir süredir tedavi altındaydı ama artık iyi. Turp gibi turp,” dedi sırıtarak. “Niye çürüsün ki? Üç aylığına gitmedi mi Yiğido’n? Çok alışma bence, sonra üzülürsün.”
“Yok be, çiçeğim. Sen ne bakıyorsun onun üç ay dediğine? Tanırım ben onu. Gerekirse pasaportunu yırtar, mülteci olur, yine de orada kalır.”
Ben de buradayım der gibi, ihtişamlı bir motor sesiyle çalıştı araba. “Bu kelebek de bizde kalır. Hadi bakalım!” diye coşkuyla bağırdı Batuş. Deli çocuk. Bu kez dört değil, kırk dört ayağının üstüne düşmüştü. “İyi bakalım, bas gaza o zaman. Uçur bizi,” dedim coşkusuna eşlik ederek. “Mümkünse yurda doğru uçur,” diye eklemeyi de ihmal etmedim.
“Emrin olur, kiraz çiçeğim,” dedi ve uçurmaya başladı. Saatte 60 km hızla uçurmaya…
Nihayet yurda vardığımda kendimi direkt yatağa attım ve en azından birkaç saat de olsa uyumayı diledim. Batuş, arabaya bir şey olacak diye aşırı dikkatli ve yavaş sürdüğü için hafiften delirme noktasına gelsem de bu soğukta aynı yolu yürümek zorunda kalmadığımızı düşününce kendimi sakinleştirmeyi başarmıştım. Ama arabadan inerken Batuş’a attığım bakışlar yeterli olmuştu düşüncelerimi anlatmaya.
Yorganın içine girip gözlerimi kapattım ve kafamı yastığın altına sokup hiçbir şey düşünmeden uyumaya çalıştım. Ama ne mümkün? Gözlerimi kapattığım an bu sefer bir değil, iki kişinin yüzü düştü aklıma. Biri her zamanki gibi bütün rüyalarımın baş kahramanı Pınar’dı. Ama diğer çehre yeniydi.
Atlas.
Bana yardım etmek istediğini söylediği gün geldi aklıma. Dikkatle beni izleyen ve bir an olsun bakışlarını üzerimden çekmeyen gece mavisi gözleri… Halbuki şu an ne Atlas’ı ne de Pınar’ı düşünmek istiyordum. Kafamı yarıp beynimi çıkarmak istiyordum artık. Onun yerine kafamı yastığın altından çıkarıp internetten biraz Atlas’ı araştırmaya karar verdim.
“Adem Atlas Vahalar” yazdığımda karşıma bu kadar sonuç çıkmasını beklemiyordum. “ASVA Grup’tan devrim niteliğinde bir proje” başlıklı haberi açtım. Bir fotoğraf vardı haberin üstünde. Atlas ve tanımadığım dört adam beyaz takım elbiselerinin içinde poz vermişlerdi. En yaşlı olanı sandalyede oturmuş, orta yaşlı diğer üçü ve Atlas, sandalyenin arkasında ayakta duruyordu. Fotoğraftaki kimse gülmüyordu. Atlas’ın yüzüne dikkatli baktığımda sıkılmış bir ifadesi olduğunu düşündüm. Nasıl bir hayatı vardı acaba? Bu kadar zenginlik, böyle güçlü bir aile… Hiçbir şeyin senin elinde olmaması ve sana sundukları hayatı koşulsuz şartsız kabul etmek zorunda olmak…
Korkunç olmalıydı. Atlas’a hiç seçim şansı bırakmamışlardı muhtemelen. Önümüzdeki 20 yılı, hatta önümüzdeki bütün yılları şimdiden planlıydı. Zenginliğin ve gücün de handikabı buydu: Kendi hayatınız üzerinde herhangi bir etkiniz olamıyordu; her şey siz daha doğmadan planlanmış oluyordu. Aman ne yazık, vah vah… Üzüldüm şimdi bu zenginlerin haline de. Ben burada yarın yiyeceğim yemeğin hesabını yaparken bir de zenginlerin dertlerini düşünüyordum ya. Katıksız bir salaktım.
Haberin altına doğru ilerlediğimde fotoğraftakilerin kim olduğunu öğrendim. Sandalyede oturan ve diğerlerinden daha yaşlı olan, bembeyaz sakalları, gri saçları ve beyaz takımıyla gayet şık görünen adam, Atlas’ın dedesi Adem Vahalar’dı. En az onun kadar iyi görünen diğer ikisi de amcaları, Arslan ve Altay Vahalar. Fotoğraftakiler arasında en sert ifadeye sahip olan, saçlarına düşmüş kırların aksine oldukça genç duran adam ise Akif Vahalar, yani Atlas’ın babasıydı.
Gördüğüm birkaç haberi daha okudum; hepsi iş ile ilgili haberlerdi. Birkaç tane de katıldıkları davetler ve aldıkları ödüllerle ilgili haber gördüm. Hepsinde ise Atlas’ın yüzünde, sanki orada olmak istemiyor da zorla götürülüyor gibi, aynı sıkılmış ifade vardı. Tek bir fotoğraf hariç.
Vahalar Ailesinin Acı Kaybı
ASVA Grup'un CEO'su ve iş dünyasının saygın isimlerinden olan Akif Vahalar'ın eşi Berrin Vahalar hayatını kaybetti. Vahalar ailesinden henüz bir açıklama gelmese de Berrin Vahalar'ın aldığı ilaçlar sonucu hayatını kaybettiği iddia ediliyor.
Gördüğüm haberle birlikte yorganı üzerimden atıp yatakta doğruldum. Vücudumdaki tüm tüyler havalanmış, ellerim ve ayaklarım buz kesmişti.
Haberin altındaki fotoğrafta 12-13 yaşlarında gözüken Atlas'ın gözlerindeki acıyı telefon ekranının arkasından bile hissetmiştim. Başı yerde, ellerini önünde bağlamıştı. Gözlerinin kenarlarındaki kızarıklık buradan bile belli oluyordu. Yanında duran babasının ve dedesinin yüzündeyse hiçbir ifade yoktu. Bu haber gerçekse, Atlas'ın annesi de aynı Pınar gibi ilaç içerek intihar etmiş demekti.
O an, Atlas ile ilgili kafamda ne kadar şüphe varsa uçup gitti. Ona güvenmeye karar verdim. Atlas'ın bize yardım etmek için geçerli sebepleri vardı. Aynı sebeplerden ötürü ben de ona güvenmeyi seçtim. İfadesiz bir şekilde yatakta oturduğum birkaç dakikanın ardından başımı yastığa koyup gözlerimi kapattım. Her zamankinin aksine bu sefer gözümün önüne gelen gece mavisi bir çift göz ile günler sonra ilk kez huzurlu bir uykuya daldım.
*********************



| Okur Yorumları | Yorum Ekle |