
KİTAPTAKİ TÜM ŞEHİR VE MEKAN İSİMLERİ KURGUSALDIR.
İYİ OKUMALAR...
Kitap bölümleri bir hayli uzun olduğu için kitabın tanınması amacıyla bölümler üç parçaya bölünecektir. Her bölüm yaklaşık olarak 50-60 sayfaya denk gelmektedir. Serinin 3 kitaptan oluşması planlanmaktadır. Beni bu yolculukta yalnız bırakmayan herkese teşekkür ederim.
"Yazar olmak istiyorsanız, yazın." Epiktetos
Önümde dikilen dörtlüyle aramızdaki birkaç saniyelik bakışmanın ardından, kapıyı yüzlerine kapatma dürtümü güçlükle bastırdım. Kendimi henüz Atlas’la konuşmaya bile hazırlayamamışken, karşımdaki bu dört kişiyle ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Hem de bu haldeyken... Zaten pek sağlam olmayan özgüvenim, dergilerden fırlamış gibi görünen ve meraklı bakışlarını üzerime dikmiş dörtlü karşısında iyice yerle bir olmuştu.
“Müsait değilsen sonra gelelim,” dedi neden sürekli takım elbise ile dolaştığına anlam veremediğim Ekin. Onu ne zaman görsem ya takım elbise içindeydi ya da gömlek giyiyordu. “Atlas ‘önemli’ deyince habersiz gelmiş olduk, kusura bakma. Daha sonra geliriz,” diye devam etti Yunus Emre. Keşke Atlas bana da haber verseymiş! Ne diyeceğimi bilemez halde bakışlarımı Atlas’a çevirdim. Yüzünde yaramazlık yapıp suçunu inkâr etmeye çalışan çocuklarınki gibi muzip bir ifade vardı. Gözlerindeyse ilk kez fark ettiğim bir parıltı...
“Yok, müsaidim. Geçin hadi,” dedim, kapıyı sonuna kadar açıp kenara çekilerek. Yapacak bir şey yoktu; Sayın Atlas Vahalar böyle uygun görmüşse demek ki! Bakışlarım yerdeki parkelerdeyken Yunus Emre, Hüma ve Ekin sırasıyla önümden geçti. En son Atlas geçerken durdu bir süre önümde.
“Özür dilerim. Sana haber vermem gerekirdi ama ani gelişti. Bence hep birlikte konuşmamız daha iyi olacak. Onlar da bize yardım edebilir. Hepsine güvenebilirsin, merak etme,” dedi. Hadi ya, çok içim rahatladı şu an, sağ ol! Ben haftalardır “Kime güveneceğiz?” diye kendimi yerken, beyefendi bir orduyu peşine takıp çıkagelmiş. Bu arada “biz” derken? Biz ne ara “biz” olduk da sen başkalarına kefil olmaya başladın?
Sessiz bir onaylama nidasından sonra kapıyı kapattım. “Siz salona geçin, ben geliyorum,” deyip kendimi Batuş’un odasına attım. Berbat haldeydim. Normalde ne giydiğime veya nasıl göründüğüme çok takılmazdım ama bu kadarı da fazlaydı. Minicik de olsa bir özsaygımız vardı neticede. Hızla üzerime kapüşonlumu geçirip sarı çoraplarımı değiştirdim. Saçlarımı açıp her zamanki olağan görüntüme kavuştuktan sonra salona döndüm.
Hüma’yla Ekin, her an bir sürprizle karşılaşabilecekleri yeşil koltukta; Yunus Emre’yle Atlas ise onların tam karşısındaki koltukta yerlerini almışlardı. Evi havalandırmak için açtığım balkon kapısının evi bir buzhaneye çevirdiğini fark edince hemen kapıyı kapatıp Hüma’yla Ekin’in yanındaki tekli koltuğa oturdum. Hüma hafifçe ürperip bir kolunu sıvazlayınca, “İstersen ceket verebilirim,” diye bir teklif sundum. Oldukça narin ve zayıf görünen bir kızdı Hüma. Eve geldiği ilk günden kızı hasta etmek pek hoş olmazdı. “Gerek yok, teşekkürler,” dedi, soğuk bir ifadeyle. Unutmuşum, kızın kendisi bu evden daha soğuktu zaten.
Sessizlik.
Odada herkes boş boş birbirini izledi uzunca bir süre. Yunus Emre telefonuna daldı birkaç dakika. Hüma bir kez daha hafifçe titreyince, Ekin ceketini çıkarıp ona uzattı. Hüma, belli belirsiz tebessüm edip ceketi aldı. Ben ise ne diyeceğimi bilemediğim için koltuğa iyice gömülüp bu garip ortamın mucizevi bir şekilde sonlanmasını bekledim.
Atlas’la bakışlarımız kesişti. Yine o gece mavisi gözleri tam gözlerimin içine bakıyordu. Vücudumdaki her bir hücre gözlerimi kaçırmam için diretse de gözlerim galip geldi ve tanıştığımızdan beri ilk kez ona bu kadar uzun baktım. Kanımdaki adrenalin seviyesi yükselirken ve nefes alışverişim sessizliğini bozmaya başlamışken, nihayet biri bu garip havaya son verdi.
“Pınar’ı tuvalette sen bulmuştun, değil mi?” diye sordu Ekin.
Hadi bakalım, başlıyoruz. Kendime “Gözünü seveyim şunu mahvetme” diye telkinler vererek ellerimle dizlerimi birkaç kez ovuşturdum. Haftalardır yaşadığım stresi ve travmayı dışarıda tutarak, olanları en kısa ve net haliyle özetledim:
“Evet, bulduğumda bilinci yerinde değildi. Elinde ‘Herkesten özür dilerim, bunu ben seçmedim’ yazan bir not vardı. Telefonuna da ‘Sakın aptalca bir şey yapma, bu her şeyin sonu olur’ diye bir mesaj geldi, S.A. adında birinden. Ben haber vermek için dışarı çıktım, ama döndüğümde not da telefon da gitmişti.”
Ekin derin bir nefes aldı. Yunus Emre bir kaşını kaldırdı. Hüma daha çok ürperip ellerini kucağında birleştirdi. Atlas ise ifadesiz bir suratla bana bakıyordu. “Hastanede öğrendiğimiz kadarıyla bir kutu ilaç içmiş... ve üç aylık hamileymiş.” Duraksadım birkaç saniye. Aklıma Pınar’ı asansörde gördüğüm son an geldi; bir eli sedyenin dışında, saçları yüzüne dağılmış...
“Biz Batuş’la yani Batu’yla arkadaşlarına sorduk, son zamanlarda nasıldı, bir sevgilisi var mıydı diye ama bir şey çıkmadı. Sevgilisi olduğunu bile bilmiyorlardı. Telefonu sınıfta bulunmuş, güya orada unutmuş. Mesajları falan silmişlerdir tabii. O güne ait güvenlik kameralarına da bakmak istedik ama vermediler. Elimizde hiçbir şey yok anlayacağınız.” diye özetledim haftalardır aklımdan bir an olsun çıkmayan olayı.
“Bu arada, bunları Batu ve Duygu dışında kimse bilmiyor. Pınar’ın hamile olduğunu, notu, mesajı…” diye ekledim.
“Merak etme, bizden sır çıkmaz,” dedi Yunus Emre, sert bir ifadeyle.
“Bebeğin babasının Pınar’ın sevgilisi olduğuna emin miyiz?” diye sordu Ekin, sorusunun arkasındaki anlamı herkesin anlayabileceği bir tonda.
“Değiliz. Pınar’ın sevgilisi var mıydı, yok muydu bilmiyoruz. Ama cenaze günü Pınar’ın odasında bir fotoğraf gördüm. Pınar ve tanımadığım genç bir çocuk vardı. Sarılıyorlardı ve ikisi de mutlu görünüyordu. Sevgilisi olabilir ama bizim okulda mıydı, değil miydi, bilmiyorum. Dediğim gibi arkadaşları bile bilmiyordu.” Dedim sıkıntıyla. Günlerdir yaşadığımız her şeyi bir çırpıda anlatmıştım. Bir nebze olsun rahatlamam gerekirdi belki, ama tüm bu yaşananları sesli dile getirmek içimdeki huzursuzluğu daha da artırmaktan başka bir işe yaramadı.
Ekin düşünceli bir şekilde ayağa kalktı ve pencereye doğru yürüdü. Salona deminki sessizlik tekrar hâkim olmaya başlarken Hüma üzgün gözlerle yere bakıyordu. Yunus Emre’nin yüzünden ise herhangi bir ifade okunmuyordu. Atlas, artık şaşırmadığım bir şekilde, gözlerini bana sabitlemişti. Normalde birisi bana bu kadar sık ve dikkatli baksa, duyduğum rahatsızlıktan ötürü yüzüne bile bakmaz, hatta oldukça sert bir şekilde uyarırdım. Ama nedense, bana yardım teklif ettiği o ilk günden beri, ne zaman bir araya gelsek üzerimde dolaşan bakışlarından rahatsızlık duymuyordum. Sadece geriliyordum. Zaten yerlerde olan iletişim becerilerim iyice dibe batmıştı. Geldiğinden beri ağzından tek bir kelime çıkmamış ama dediklerimi dikkatle dinlemişti. Dakikalardır üzerime diktiği gözlerinden ve sessizliğinden iyice gerilmiştim. Buz gibi olan salona rağmen terlemeye başlamıştım.
“Cenazeden sonra Pınar’ın evine gittin mi hiç?” diye sordu Ekin, dalgın bir ifadeyle. Ellerini pantolonunun cebine sokmuş, sırtını balkon kapısına dayamıştı. Hepsi anlattıklarımı ilgiyle dinlese de konuşan tek kişi Ekin’di. Madem dut yemiş bülbül misali ağzınızı açmayacaktınız, niye hepiniz birden geldiniz? Neyse ki Ekin, üçlünün sessizliğini tek başına tolere edebiliyordu. Bu olayla neden bu kadar ilgilendiğini anlamamıştım. Hukuk okuduğunu hatırlıyordum; belki de alanıyla ilgili olduğu ve yanı başında böyle bir durum yaşandığı için ilgisini çekmişti.
“Hayır, gitmedim.” Gidemedim. Çok düşündüm Pınar’ın evine tekrar gitmeyi. En çok da o fotoğrafı almak ve bize yardımcı olabilecek başka ipuçları aramak için gitmek istiyordum. Fakat ne o eve tekrar gidecek ne de Pınar’ın hatıralarıyla dolu olan odaya tekrar girecek cesaretim vardı. Esma teyzeyi ziyaret etmeyi çok istesem de cenazede gördüğüm halinden sonra onunla karşılaşacak cesaretim bile yoktu. Gözlerindeki acıya bir kez daha şahit olmaya hazır değildim.
“Belki hep birlikte gitsek iyi olur. Hem Pınar’ın annesini ziyaret etmek için hem de…” Cümlesini tamamlamadı Ekin, ama odadaki herkes ne demek istediğini anladı. O da benimle aynı fikirdeydi; Pınar’ın evinde bir ipucu bulabileceğimizi düşünüyordu. Yunus Emre usulca başıyla onayladı. Hüma, kollarını ince bedenine daha da sıkı doladı. Bu kız burada üşütmezse iyiydi. Atlas ise kollarını göğsünde bağlamış, oturduğu yere biraz yayılmıştı. Gözlerini bir an olsun çekmediği yeri ise artık söylememe gerek yoktu.
Ekin dışında hepsi aralarında anlaşmış gibi sessizlik yemini etmişti. Umursamamaya çalıştım ve şu an benimle diyaloğa giren tek kişiye, Ekin’e, döndüm.
“Olabilir,” dedim kısık bir sesle.
“Ben kamera kayıtlarına ulaşmaya çalışacağım. Eğer telefonu alan kişinin yüzü görünüyorsa güçlü bir delil elde etmiş oluruz,” dedi, oldukça ciddi bir ses tonuyla. Kafamı sallamakla yetindim. Zaten günün konuşma kotasını çoktan doldurduğumu düşünüyordum. Ekin, yaslandığı kapıdan doğrulup Hüma’nın yanına geçti ama oturmadı. Dillerini yutmaları muhtemel olan üçlüye baktı.
“Başka bir şey yoksa biz gidelim,” dedi. Bence de n’olur gidin artık! Yoksa alnımdan akmaya hazırlanan soğuk terleri engelleyecek durumda değilim. Nihayet gözlerini benden çekti Atlas ve sıkıntılı bir nefes verdi. Bugün daha bir durgun gibiydi sanki. Canı sıkkın gibi görünüyordu. İçimde oluşan merak duygusunu tüm irademle bastırdım. Beni hiç ilgilendirmez. Sert bir ifade takındım ve sevgili misafirlerimizi geçirmek için ayağa kalktım. Yunus Emre kalkmak için onay bekler gibi Atlas’a baktı. Hadi ben gariptim, yabaniydim, konuşmazdım. Peki ya bunlar? Bunlar benden de beterdi.
“Kirazlı kurabiyem, Graham Bell amca üşenmemiş, yan yana olmayan insanlar konuşsun diye telefonu icat etmiş. Sen de zahmet olmazsa arada bir baksan mı? Hayır, beni geç, adama ayıp ol-”
Elinde köpekli anahtarlıklı anahtarını sallayarak salona giren Batuş’un cümlesi de gülüşü de karşılaştığı manzara ile yarım kaldı. Neredesin acaba sen eşek kafalı çocuk? Dakikalardır yüksek gerilim hattının üstünde durmaktan belime kramp girecekti neredeyse.
Yarım açık ağzıyla odadaki herkesi süzdü, şaşkınlıktan irileşmiş gözleriyle. Üzerindeki yeşil keten gömlek ve kırmızı pantolon askıları ile ortamdaki soğuk ve resmi havaya sert bir darbe indirmişti.
“Çiçeğim... Hayırdır?” diye sordu, şüpheli ve meraklı gözlerle.
“Pınar meselesini konuştuk da...” diye geveledim. Şu saçma sapan ortamdan kurtulmak için, Mobese teyzenin evi bile daha cazip gelmeye başlamıştı. Köşeden kaçmamak için kendimi zor tutuyordum. N’olur gidin artık, yalvarırım. Anksiyete atağı ile aramda sadece birkaç dakika kalmıştı. Uyarı dolu bakışlarımı Batuş’a çevirdim. Açık ağzını kapatmayı başarsa da şaşkın gözleri dörtlü arasında gidip geliyordu. Allah’ım, al beni buradan, ne olur. “Yeter artık, defolup gidin!” diye bağırmama yalnızca bir dakika kalmıştı… Herkes neden birbirine bakıyordu şu an? Hint dizisi mi çekiyoruz arkadaşlar? Tamam, sık sık bir araya gelmeyen, gelmesi de beklenmeyen bir gruptuk, farkındayım, ama neden herkes karşısındakine sanki başka bir türmüş gibi muamele yapıyordu? Bu sorunun en önemli muhatabı ise ağzını yalnızca bir saniyeliğine kapatmayı başarabilmiş olan biricik dostumdu.
Atlas nihayet sessizlik yeminini bozarak, “Ben bir bardak su alabilir miyim?” dedi. Al lütfen, hatta mümkünse beni de al buradan.
Hızla mutfağa gittim ve kaç dakikadır tuttuğumu bilmediğim nefesi verdim. Elimde bardakla dönerken bir anda, zaten beş adımda biten mutfağımızda, iyice dibime girmiş Atlas’la karşılaştım. Ağzına kadar doldurduğum bardaktan taşan su, olduğu gibi Atlas’ın üstüne döküldü. Allah’ım al canımı artık, n’olur. Yeter, yaşadığım yıllar fazla bile.
“Pardon,” dedim, içime kaçmış sesimle. Gözlerim hemen yere kaydı. Anladık, mutfağımız küçük ama bu kadar dibime girmeye gerek var mıydı ki?
“Önemli değil,” dedi fısıldar gibi. Elimden bardağı aldı ve tek dikişte içti. Belirgin âdem elmasına saniyelik bir bakış attım. İçi yandıysa demek ki. Bu havada!
Boş bardağı tezgâha bırakırken aramızda neredeyse hiç mesafe bırakmamıştı. Bu kadar yakınlık bana fazla gelse de hareketleri rahatsız edici olmaktan çok uzaktı. Yine dikti gece mavisi gözlerini üzerime. Şimdiye kadar tanıdığım hiç kimse bana ikinci kez bakmazken, "Neyi ilginç buldun da gözlerin bana kilitleniyor her seferinde?" diye sormak istedim. Ama her zamanki gibi, dilimin ucuna gelenlerle dudaklarımdan dökülenler apayrı olmuştu.
“Okulda dikkat çekmememiz lazım. Pek yan yana görünmesek iyi olur,” dedim, başımı hafifçe kaldırarak. Anlık çenesi seğirir gibi olsa da bir şey demedi. “İnsanlar şüphelenir,” diye devam ettim. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama içeri giren kişi ile o da lafını yuttu.
“Kapıda seninkiler, seni bekliyorlar,” dedi Batuş. Atlas, son kez bana baktı, ardından Batuş’un yanından geçip gitti. Batuş iki kaşını birden kaldırmış, bir türlü kapatamadığı ağzıyla kapının eşiğinden bize bakıyordu. Birkaç saniye boyunca ne ben ne de Batuş hareket edebildik; kapının ardından uzaklaşan ayak seslerini dinledik sadece. Batuş “Hadi” der gibi boğazını temizleyince, pek değerli misafirlerimizi uğurlamak için onun peşinden gittim.
Ekin Atlasa bakarak, “Eve gideceksen bırakayım seni de Hüma’yı bırakacağım nasılsa,” dedi. Birlikte mi yaşıyorlardı bunlar? Ne alaka?
Eve girdiğinden beri üstünde olan karamsar hava iyice ağırlaşmıştı. Gözlerine çöken hüznün sebebinin umurumda olmadığına kendimi inandırmaya çalıştım.
“Bir şey olursa yine konuşuruz. Ben gelişmeleri haber veririm size,” dedi Ekin. Sen de olmasan bizi insan yerine koyup konuşan olmayacaktı Ekin kardeşim. Sağ ol.
“Görüşürüz,” dedi Atlas, bana bakarak.
“Hhıhm,” diye mırıldanmakla yetindim. Tüm karizmaları ve heybetleriyle ortamı nihayet terk eden dörtlünün arkasından bir süre bakakaldık. Batuş, olanların yeni farkına varıyormuş gibi abartılı bir şekilde ellerini iki yana açarak, “Ne oldu lan burada ne yaşadık biz?” diye bağırdı.
“Yavaş be yavaş, Mobese teyze duyacak,” derken ensesinden tutup içeri çektim ve kapıyı kapattım.
“Çiçeğim, az önce evimiz sınıf atladı, farkında mısın? Ortamdaki toplam gelir seviyesiyle kalkınmış ülkeler var," dedi, hâlâ üst perdelerden gelen sesiyle.
Batuş’un dediklerine aldırmadan mutfağa gittim. Atlas’ın az önce bıraktığı bardağı gördüm. Harbiden biz az önce ne yaşadık lan? Bir bardak suyu kafama diktim, yetmedi, bir bardak daha içtim. Atlas’ın değil, asıl benim içim yanmış demek ki.
“İnanılır şey değil! Bir değil, iki değil, üç değil, dört tanesi birden gelmiş ya. Buraya gelmişler, bu eve! Lan bunlar okulda suratımıza bakmazdı, varlığımızdan haberleri bile yoktu. Bu iş nasıl buralara geldi, anasını satayım?” derken masanın yanındaki plastik tabureye oturdu ve hâlâ inanamayan bir ifadeyle yanağını eline koydu.
“Nedir yani, kanka mı olduk şimdi biz bunlarla? Hep birlikte ders falan da çalışırız belki. Hayat işte, sürprizlerle dolu diye boşuna demiyorlar. Dün çiğköfte kemirdiğimiz mutfakta bugün milyarderleri ağırlıyoruz,” dedi. Batuş’un karşısındaki tabureye oturdum ve onun gibi başımı elime yasladım.
“Hüma’yla Atlas beraber mi yaşıyorlar?” Kritiğini -dedikodusunu- yapabileceğimiz o kadar malzeme varken benim takıldığım şey inanılmazdı ama merakıma yenik düşmüştüm. Ekin neden Atlas’a “Seni de bırakayım mı?” diye sormuştu ki?
“E herhâlde, kardeş onlar,” dedi, dünyanın en bilindik haberini veriyormuş gibi. Pardon?
“Oha, ciddi misin lan?”
“Seninle ne yapacağız, hiç bilmiyorum ben. Üvey kardeş onlar. Akif Vahalar, yani Atlas’ın babası, Hüma’nın annesiyle evlendi birkaç yıl önce. ‘Yılın düğünü’ diye boy boy fotoğraf bastılar ya her yere. Hiç haber de mi okuyup dinlemiyorsun sen?” dedi Batuş, ‘senden iflah olmaz’ bakışlarını atarak.
“Ne bileyim ben ya, okul bitti bir de ülkenin magazinini mi takip edeceğim?”
“Biz buna magazin değil, gündem diyoruz, elmalı turtam.”
“Tabii, tabii, aynen öyledir. Onu bunu bırak da bu Atlas kişisi tüm kafilesini toplayıp gelmiş. Mecburen her şeyi anlattım bunlara. Umarım kıçımızda patlamaz.”
“Yok ya, bir şey olmaz. Hem Ekin hukuk falan okuyor ya, oralarda da eli kolu uzundur elemanın. Zaten Yunus Emre’nin…” duraksadı bir an.
“Arvandağlı’nın yani. İsmi yeter. Bizim bulmak için kıçımızı yırtacağımız şeyleri dakikasında bulur. İşimize yararlar bence. Sen merak etme,” dedi.
Sıkıntıyla iç geçirdim ve son söylediği cümlenin imkânsızlığı ile alnımı masaya yasladım.
Ben merak ederdim. Hem de bu işin arkasındakiler tüm gerçeklikleriyle açığa çıkana kadar merak etmeye devam ederdim.
************
Bir tekme. Ardından bir sol kroşe ve mideye indirilen sert bir yumruk. Peş peşe gelen düz yumruklar...
Karşımdaki kum torbasını bütün gücümle yumruklarken içimde bu kadar yoğun bir öfke biriktiğini fark etmemiştim. Haftalardır aklım başımda olmadığından normalde haftada birkaç kez kafamı dağıtmak için geldiğim spor salonunun yolunu neredeyse unutmuştum. Üniversitenin kampüsünde, içinde yüzme havuzu, voleybol ve basketbol sahaları, tenis kortu, spor salonu ve dövüş sporları gibi birçok alanı barındıran devasa bir spor kompleksimiz vardı. Bu okuldan ne kadar nefret etsem de burası sevdiğim ender yerlerden biriydi. Genelde günün ilk ışıklarıyla gelir, kimse yokken karşımdaki kum torbalarını yumruklayarak birkaç saat boyunca zihnimi boşaltırdım. Terden sırılsıklam olmuş bir halde kum torbasına birkaç tekme daha savurdum.
“Seni hiç bu kadar öfkeli görmemiştim. Biliyorsun, öfke hatanın dostudur,” dedi bir ses. Bu saatte benden başka burada olma ihtimali olan tek kişi vardı: Elif.
“Biliyorum,” dedim nefes nefese, “Ama bu sefer içimdekileri boşaltmak için teknik değil, öfke lazım.” Elif’in uzattığı su şişesini aldım ve bir dikişte yarısını bitirdim. “Beş dakika mola,” dedi ve duvarın dibine oturdu.
Öğrendiğim tüm teknikleri Elif öğretmişti bana. Ona dövüş hocam veya partnerim diyebilirdik. Geçen sene spor akademisinden mezun olmuştu ama hâlâ burada özel dersler vermeye devam ediyordu. Üç yıl önce, buraya ilk geldiğim gün, yanıma gelip “Öyle yumruk atarsan, karşıdakine değil kendine zarar verirsin,” demişti. O günden sonra, o bana kendimi nasıl koruyacağımı öğretti, ben de ona aldığı temel bilim derslerinde yardım ettim. Denk geldikçe ya da vakit buldukça hâlâ birlikte antrenman yapıyorduk.
“Hocam ne derse odur,” dedim ve yanına bıraktım kendimi.
“Ne zamandır yoksun? Hayırdır?” diye sordu.
Elif’le ilişkimizden memnundum. Birbirimize çok yakın değildik ve ikimiz de bunu istemiyorduk. Sadece dövüş ve ders partneri olarak, yerinde bir ilişkimiz vardı. Omuzlarına dökülen açık kahve saçlarını her zaman sıkıca örerdi. Dışarıdan bakanlar için çelimsiz ve cılız gibi görünürdü ta ki yanına yaklaşana kadar. Sadece boks değil, birkaç dövüş sporunda da profesyoneldi. Elif, dış görünüşün aldatıcı olabileceğinin en büyük kanıtıydı benim için.
“Dersler yoğun başladı, o yüzden uğrayamadım. Ama bundan sonra buradayım, hocam. Emrinizdeyim,” dedim gülümseyerek.
“İntihar eden kızı duydun mu? Gerçi saçma bir soru oldu. Duymayan mı kaldı sanki.”
“Duydum,” Gördüm. Hem de görünenin arkasındakini de gördüm.
“Yazık. Duyunca gerçekten üzüldüm.”
“Bende,” dedim sadece. Zaten gördüklerimi bilen sayısı oldukça fazlaydı; bir de Elif’e anlatmayacaktım.
“Hadi bakalım, dinlenmişsindir. Soğumadan devam edelim,” dedi ve ayağa kalktı. Kısa bir ısınma sonrası, zihnimin tamamen boşaldığı, hiçbir şey düşünmediğim bir saatlik yoğun antrenmanın ardından, rahatlamış bir şekilde soyunma odasına gittim. Maalesef, pamuk gibi yumuşamış vücudumun ve dinginleşmiş zihnimin en son karşılaşmak isteyeceği kişiyi gördüm: Kabil.
“Bir arkadaşım mekânına bodyguard arıyor. Vereyim mi numaranı?” dedi alaycı gülümsemesiyle. Hiç cevap vermeden çantamdan eşyalarımı çıkardım.
“Üstündekileri yıkıyor musun bari, yoksa ölünce ameliyatla mı alacaklar üzerinden?” diye ekledi, aynı alaycı tonda.
Çantamı dolaba koyup kilitledim. Anahtar bilekliğini koluma geçirirken ona kısa bir bakış attım. Birkaç kez görmüştüm onu burada; pilates yapıyordu. Üzerindeki sporcu sütyeni ve taytı düzgün fiziğini ortaya koyuyordu. Manken gibiydi; fiziği ve yüzü gerçekten çok güzeldi. Keşke huyu da öyle olsaydı.
Yanından geçip gitmek niyetindeydim, ama üzerime gelen omuz darbesiyle durmak zorunda kaldım. “Beni gerçekten duymuyor musun? Sağır mı oldun?” dedi, nefret dolu bir sesle.
“Duyuyorum,” dedim sıkılmış bir ifadeyle. Bir an önce duşumu alıp defolup gitmek istiyordum.
“Niye cevap vermiyorsun o zaman? Anlaman da mı kıt?” diye sesini yükseltti.
“Cevap vereceğim kadar değerli değilsin benim için,” dedim ve havlumu alarak duş kabinine girdim. Simten’in hakaret dolu bağırışları su sesi arasında kaybolurken hızlı bir duş aldıktan sonra “Keşke hiç çıkmasaydım,” dememe neden olan manzara ile karşılaştım: Üzerimden çıkardığım kirli ve çantamdan aldığım temiz kıyafetler gitmişti.
Salak ben, kıyafetlerimi duşun önündeki banklarda bırakmıştım. Simten’in şeytanlığının sınırları bu kadar aşacağını tahmin edememiştim. Üstümde bir havlu, ayağımda plastik terliklerle resmen soyunma odasında mahsur kalmıştım. Neyse ki çantamı ve telefonumu dolaba kilitlemiştim. Hemen Batuş’u aradım. Telefonla yapışık yaşayan biri olmasına rağmen, en lazım olduğu zamanlarda olduğu gibi yine telefonu kapalıydı. Eşek kafalı insan! Şurada kırk yılın başı bir müşkülümüz olmuş, kim bilir nerelerde sürtüyordu.
Batuş 🍒
“Acil ara beni. ÇOK ACİL!!”
Mesaj attıktan sonra Duygu’yu aradım, o da açmadı. Elif’i mi arasam diye düşündüm ama derste olduğu için duymazdı. “Nasılsa dersi bitince gelir,” diye düşünerek bir süre oturdum. Ancak ıslak saçlarım ve üzerimdeki havlunun hiçbir yerimi doğru düzgün korumamasından dolayı titremeye başladım.
Kapıyı hafifçe aralayıp koridorda birilerinin olup olmadığına baktım. Sakinliğim yavaş yavaş beni terk ederken, “Ben benim şansımı…!” diye saydırmaya başladığım sırada koridorun ucunda birini gördüm. Erkek soyunma odasına doğru ilerleyen tanıdık bir sima...
Omuzları çökmüş, elleri ceplerinde, sakin adımlarla buraya doğru gelen kişi Atlas’tı. Bu okulda bu kadar az kişi mi vardı, yoksa son birkaç haftadır bu kadar sık karşılaşmamız sadece bir tesadüf müydü? Kapıyı mı kapatsam, yoksa yardım mı istesem diye ikilimde kalmışken seçim yapmak için çok geçti. Kapının önüne ulaştığında kaşlarını muzipçe kaldırdı ve bir şey demeden, aralık kapıdan sadece kafamın göründüğü bana baktı.
“Eğer bugünü unutmaya söz verirsen senden bir şey isteyebilir miyim?” diye sordum, etrafta birileri varmış da duymasınlar diye alçaltılmış bir sesle.
“Bugünü unutmaya söz veremem, ama benden bir şey isteyebilirsin,” dedi, yüzünde yayılan bir tebessümle. Dişleri bile çok güzeldi zalimin oğlunun. Premium paket gibi herifti. Yürüyen altın oran seni…
“Geçen geldiğiniz evin anahtarını versem, bana kıyafet getirebilir misin? Bir kazak, bir eşofman yeter,” dedim mahcup bir ifadeyle. Adam sanki benim uşağımdı da eve gönderip kendime kıyafet aldıracaktım, ama aklıma daha makul bir seçenek gelmemişti. “Ve lütfen bir şey sorma.”
“Sormam,” dedi o derin ve sakin sesiyle. Ses tonu bariton olabilir miydi? Ya da bas bariton? Batuş’a soracaktım bir ara, o bilirdi. Üzerimde sadece mahrem yerlerimi zar zor kapatan bir bez parçası vardı ve düşündüğüm şeylere bak. Allah’ım, kısa sürede bana akıl ve fikir eylesin.
Çantamdan anahtarı çıkarıp aralık kapıdan uzatırken, üzerimdeki havlu her an düşecekmiş gibi, diğer elimle sıkıca havlunun ucunu tutuyordum. Anahtarı aldı ve “Birkaç dakikaya dönerim,” diyerek hızlı adımlarla uzaklaştı.
"Allah’ta beni kahretsin ya! Ben bu şansla iyi geldim bugünlere," diye kendime saydırırken, iyice titremeye başladım. Atlas 15-20 dakikadan önce gelemezdi. Kapının önüne çöktüm ve kollarımı kendime doladım. Kısa bir an sonra kapı tıklatıldı ve Elif mi geldi diye umutlanıp, araladığım kapıdan kafamı çıkardım. Atlas elindeki poşeti bana uzattı.
"Bunları bulabildim. Hava soğuk, daha fazla üşüme, hadi giyin çabuk," dedi. Hiçbir şey demeden poşeti aldım ve kapıyı kapattım. Bu kadar kısa sürede eve gitmiş olamazdı. Nereden buldu ki bunları diye düşünürken, üzerimdeki ıslak havludan kurtuldum ve getirdiği koyu mavi sweatshirt ile siyah eşofman altını üzerime geçirdim. Siyah dışında pek bir renk giymezdim, ama üstünde Even the Darkest Night Will End and the Sun Will Rise yazan ve bana birkaç beden büyük gelen sweatshirt’ün mavi tonu o kadar güzeldi ki bana başka bir maviyi anımsatmıştı.
Şu lanet yerden bir an önce kurtulmak için hızla kapıyı açtım. Atlas ellerini göğsünde bağlamış, duvara yaslanmış şekilde beni bekliyordu. Derin bir nefes verdim ve uzattığı anahtarı aldım.
"Teşekkür ederim, bunları nereden buldun?" Yavaş adımlarla yürümeye başladık.
"Alt kattaki mağazadan aldım. Bu soğukta orada daha fazla mahsur kalmanı istemedim," dedi hafifçe gülerek. Yüzüne doğru düzgün bakamadığımdan gülünce gözlerinin kısıldığını fark etmemiştim.
"Yarın bunları sana veririm, iade edersin ya da ben ederim. Tekrar sağ ol," dedim minnet dolu bir gülümseme ile.
"Gerek yok. Bir kere aldık, senin onlar artık," dedi.
"Tamam o zaman faturasını ver, ne kadarsa sana ödeyeyim," dedim, aheste aheste çıkışa doğru ilerlerken. Ne olduğunu sormadığı için ne kadar minnettar olduğumu anlatamazdım. Bir de üstüne benim için kıyafet almasını kabul edemezdim.
"Başka türlü ödersin bir ara," dedi umursamaz ifadesiyle. Anlamamış gibi suratına baktım.
"Yemek falan ısmarlarsın yani," diye ekledi.
"Tabii, ne zaman istersen," dedim, daha fazla uzatmayarak. Bir an önce eve gidip kafamı yatağa vurup uyumak istiyordum. Kafamı duvara da vurabilirdim; bu daha iyi bir seçenekti.
"Boks mu yapıyorsun?" diye sordu birden.
"Evet, birkaç yıldır," diye cevapladım, beklemediğim bu sorusunu. Bu kadar mı yavaş yürüyorduk, biz de dakikalardır çıkışa varamamıştık diye düşünürken kafasını hafifçe salladı.
Nihayet çıkışa vardığımızda kapının yanındaki sandalyelerin üzerinde birkaç parça kıyafet gördüm. Bilin bakalım kimin kıyafetleri?
"İnanılmaz gerçekten," diye mırıldanırken çöp gibi buruşturulup sandalyenin üstüne fırlatılmış kıyafetlerimi çantama tıktım aceleyle. Yere düşen montuma uzanacakken, Atlas benden önce davranıp montu aldı ve bana uzattı. "Simten mi?" diye sordu sadece.
Onaylar bir nida ile karşılık verdim. Simten’in bana olan nefreti yüz metreden bile belli olduğundan nereden bildiğini sormadım. Hava iyice soğumuştu. Mavi sweatshirt'ün kapüşonunu başıma geçirdim ve ellerimi ceplerime soktum. Atlas güler gibi bir ses çıkarınca ona baktım. Kafam kapüşonun içinde kaybolduğundan bu biraz zor olmuştu.
"Baya, yakıştı sana bu sweat," dedi yüzüne yayılan tebessümüyle. Gülünce daha da bir yakışıklı oluyordu, adi insan. Kısılan gözlerinin haricinde başka bir şeyi daha fark ettim o gün onunla ilgili. Gülünce göz kenarları kırışıyordu hafifçe ve bu ona daha da bir karizma katıyordu. Gülüşüne karşılık vermeye çalıştım ben de.
"Ortaokulda aynı sınıftaydık Simay ve Simten'le," dedim aniden. Utanınca saçmalama seviyem inanılmazdı. Atlas iyice yavaşlattı adımlarını ama durmadı.
"O zaman da sevmezlerdi beni. Halbuki hiçbir sebebi yoktu o yıllarda. Laf atarlardı sürekli. Dalga geçerlerdi. Kıyafetlerimle, yürüyüşümle, görünüşümle. Hiç takılmazdım ama ben. Duymazdım bile dediklerini. Okulun en popüler, en güzel kızlarıydı. Babaları da okul müdürüydü, yani herkes onları tanırdı. Babalarından dolayı da baya havalılardı," dedim bir çırpıda.
Bir anda nereden çıkmıştı Habil ve Kabil ile olan geçmişim bilmiyordum ama Atlas karşısında onu gördüğüm ilk günden beri anlamsız bir mahcubiyetim vardı. Ona kendimle ilgili bir şeyleri anlatmaya borcum varmış gibi hissediyordum. Dikkatle dinliyordu beni, hem de aldığı nefesleri bile yavaşlatacak kadar dikkatle.
"Severdim ama ben Erdem müdürü. Çok tatlı, sevecen bir insandı. Simayla Simten’i çok severdi bence. Her Cuma okul çıkışı dondurma yemeye götürürdü onları. Bazen okuldan birkaç çocuğu da daha takardı peşine. Onlara da dondurma alırdı."
O günlerden biri canlandı zihnimde. Genişçe bir arabası vardı Erdem Müdür'ün; oraya doldururdu çocukları, kimi zaman evlerine bırakır, bazen de dondurma alırdı. Simay'la Simten de iyice havalı görünürdü diğer çocukların gözünde, bu çok hoşlarına giderdi. Bir cuma günü, Erdem Müdür, "Hadi, sen de gel; dondurma alalım sana," demişti. Halamla yaşamaya başladığımdan beri hiç dondurma yememiştim, tadını bile unutmuştum neredeyse.
O gün dersler uzadıkça uzadı, teneffüsler bitmek bilmedi, zaman geçmedi. Bütün gün "Hangi dondurmayı yesem?" diye düşündüm. Tek bir hakkım vardı; fazlasını istemek ayıptı. Son derste kararımı verdim: Daha önce hiç yemediğim bir şeyi yiyecektim, vişneli.
Zil çalar çalmaz kalktım yerimden, bahçeye fırladım. Birkaç çocuk vardı Erdem Müdür'ün arabasının yanında, ben de katıldım aralarına. Erdem Müdür, Simay ve Simten'le geldi, "Hadi çocuklar, gidelim," deyip öne geçti. Tüm çocuklar arabaya doluşurken, her zamanki gibi en sona kalmıştım. Tam arabaya binecekken, Simten geldi arkama.
"Bu kadar hevesli görünme istersen. İnsanlar, ilk defa dondurma yiyorsun sanacak. Baban hiç almıyor mu sana dondurma? Doğru ya, baban da bırakmıştı seni. Unuttum, pardon," dedi ve arabaya bindi.
Olduğum yere çakılıp kaldım. Hevesim de heyecanım da kursağımda kaldı. İlk kez söylediği bir şey yakmıştı canımı, çünkü ilk kez söylediği her şey doğruydu. Koşarak uzaklaştım arabadan, sessizce ağlayarak. O gün kimse görmesin diye ağladığımı, ceketimin şapkasını geçirdim başıma. Bir daha hiç çıkarmadım o şapkayı; artık ağladığımı saklamak için değil ama kendimi saklamak için geçiriyordum başıma. Atlas’ın tüy gibi hafif dokunuşuyla, içine daldığım anıdan hızla uzaklaştım. Eli yine kolumun bir milim üstündeydi ama dokunmuyordu.
"Sana da aldı mı?" diye sordu derinden gelen sesiyle. Artık tamamen durmuştuk olduğumuz yerde.
"Yok, ben hiç gitmedim," dedim, gözlerimi yerdeki bir noktaya sabitleyerek.
"Neyli isterdin?"
"Neyi?" dedim, anlamayarak.
"Dondurma alsaydı sana, neyli isterdin?" diye yineledi sorusunu.
"Bilmem ki, hiç düşünmedim," diye yalan söyledim.
Yalanımı yakalamış gibi baktı suratıma. Başını hafifçe sağa eğdi, kaşlarını kaldırdı. İşte, tam olarak bundan rahatsız oluyordum Atlas'ta. Yaptığı, sorduğu her şeyde sanki içimi okuyordu. Öyle bir bakıyordu ki, benim bile unuttuklarımı hatırlıyordu. Biraz daha baksa bana, içimde ne var ne yoksa günlerce ona anlatma isteği duyardım.
"Vişneli," dedim, gözlerimi sabitlediğim yerden çekmeyerek. Sessizce durduk bir süre. Ama bu defa ne garip ne de rahatsız hissettim. Sessizliği paylaşıyor gibiydik ki, bunu Batuş dışında kimseyle yapamazdım.
“Sonra ne oldu?” diyerek sessizliği bozan o oldu.
“Bizim sınıfta hafif zihinsel engelli bir çocuk vardı, Emrecan. Onunla da uğraşırlardı sürekli. Dalga geçerlerdi, çantasını alırlardı; o da bir şey diyemez, sadece bağırırdı. Bir gün bunları, okulun önündeki tekinsiz tiplerden bir şeyler alırken gördüm...”
Tek kaşını kaldırdı, ifadesi ciddileşti. “Uyuşturucu mu?”
“Bilmiyorum, ama o salaklar da bilmiyordu ne aldıklarını, muhtemelen. Birkaç gün sonra okulda arama oldu. Bunlar, arama olacağını öğrenmişler, aldıkları şeyi Emrecan’ın çantasına koyacaklarmış. Tuvalette konuşurlarken duydum. Oyun sanıyorlardı her şeyi o zaman, gerçi hala öyle sanıyorlar ya neyse...” Duraksadım, yine birkaç dakika. İlk defa bu kadar uzun konuşuyorduk. Daha doğrusu ben anlatıyordum, o çıt bile çıkarmadan dinliyordu. Sanki yanlışlıkla bir ses çıkarsa anın bozulmasından korkuyordu.
“Öyle işte, ben gittim babalarına söyledim duyduklarımı. Arama olmadı o gün ama sonraki birkaç hafta Simay’la Simten de gelmedi okula. Ne oldu ne yaptılar bilmiyorum. Okula döndüklerinde, çocukça öfkeleri saf bir nefrete evrilmişti ama hiçbir şey demiyorlardı artık ne benimle ne de başkalarıyla uğraşıyorlardı. Okuldan mezun olana kadar, bana olan öfkelerini ve nefretlerini hep üzerimde hissettim ama babalarından korktuklarından hiçbir şey yapamadılar bir daha. Sonra da taşındılar oradan, bir daha hiç görmedim.”
Yine tek nefeste bir dolu laf ettiğimden soluklandım bir süre daha ve devam ettim. Atlas, pür dikkat beni dinliyordu. Hiçbir şey sormuyor, hiç araya girmiyordu. Ben ne anlatırsam o kadarıyla yetiniyordu.
“Ta ki üniversitenin o lanet ilk gününe kadar. Unutmuştum bile ne olduğunu, kaç yıl geçmiş üstünden diye düşünüyordum ama onlar öyle düşünmüyor olmalılar ki, sağ olsunlar, her gün itinayla hatırlatmaya devam ediyorlar. Zorbalıkları ise hala ortaokul düzeyinde gördüğün gibi.” Dedim, az önce olanları kastederek.
“Anladım.” Dedi ve yürümeye başladı. Bu da az deli değil ya, hadi bakalım. Ne anladın acaba? Derince iç çekti, “Derse gitmem lazım. Yemek borcunu unutma sakın.” İşaret parmağıyla alnının sağ tarafına dokundu iki kez, benim aklımda der gibi ve uzaklaşmaya başladı.
Uzaktan soğuk ve sert biri gibi duruyordu ama konuştukça anlıyordum ki ne soğuk ne de sert biriydi, sadece biraz umursamaz ve yorgundu. Daha önce bana garip baktığını düşünürdüm, hala da öyle düşünüyordum ama gözlerindeki hüznü yeni fark etmeye başlamıştım. Atlas hem yorgun bakıyordu hem de bana olan bakışlarının içinde hep bir hüzün vardı, bunu tam da o an, yavaş adımlarla yanımdan ayrılırken anlamıştım. Aslında yanında gerilmiyordum, konuşurken stres olmuyordum, ki bu benim için bir hayli zordu. Sadece çekiniyordum, üzerimdeki tutukluğu bir türlü atamıyordum. Sebebini ise bana bu kadar yabancı ve uzak olan biriyle zaman geçirmeme bağlıyordum.
Atlas’la arama koyduğum – koymaya çalıştığım – mesafenin, elimde olmayan sebeplerden ötürü kapanmaya başlamasında bir suçum olmadığına kendimi ikna etmeye çalışarak sınıfa doğru ilerledim. Atlas’a geçmişim ile, kendim ile ilgili verdiğim gereksiz detayları düşünmek ise içimde kendimi en yakın uçurumdan aşağı bırakma isteği uyandırıyordu. Neyse ki iki buçuk saatlik Sistem Programlama dersi, tüm utancımı ve endişelerimi daha sonra hatırlayacağım bir rafa kaldırmıştı. Öğleden sonraki dersin de bitişiyle, bir daha Atlas’la karşılaşırım endişesiyle hızla okuldan çıktım ve evin yolunu tuttum.
Batuş yine provada olmalıydı. Derslerden çok provaya gidiyordu bu aralar. Okul yıl sonu balosuna o kadar önem veriyordu ki, provaya katılanlara ekstra devamsızlık hakkı bile vermişti ve bu Batuş’un da işine gelmişti.
Atlas’ın aldığı kıyafetleri çıkardım. Eşofmanda etiket varken, sweat’in etiketi yoktu. Burnuma yaklaştırıp kokladığımda, üzerine sinmiş tanıdık kokuyu fark ettim. Sweat, Atlas’a aitti. Çünkü nereden hatırladığımı bilmediğim bir şekilde, o da böyle kokuyordu. Serin bir yaz sabahında burnuma dolan çiçek kokusu gibiydi. Üstelik ben çiçek bile sevmezdim ama o kadar ferah kokuyordu ki… Üzerime kendi eşofmanımı geçirsem de az önce çıkardığım mavi sweati tekrar giydim. Bunu neden yaptığım ise o an sorgulamak istemedim.
“Çilekli sütüm, ben geldim. Gel de karşıla bu şaheseri ve dünyanın en tatlı yaratığını!” diyen salak çocuk sesiyle odadan çıktım. Batuş, elinde yavru bir kediyle mutfağın önünde dikiliyordu.
“Acıktın mı? Ha, oğlum acıktın mı? Ne yapsın bu Batuş sana ne yersin?”
“Dişi değil mi o?” dedim, başımla kucağındaki simsiyah kediyi işaret ederek.
“Anaa, harbiden kızmış bu!” dedi kediyi başının üstüne doğru kaldırarak.
“Nereden buldun bunu? İnşallah burada bakmayı düşünmüyorsun. Hayvan iki güne ölür çünkü açlıktan,” dedim.
“Apartmanın kapısının yanına sinmiş. Nasıl melül melül bakıyordu, bir görsen. Hava da buz gibi, n’apsaydım? Kedidilli pastam.” Yüzümü buruşturarak salona girdim, Batuş ve kara kedisi de peşimden geldi.
“Hem bak, aynı sen bu kız. O da senin gibi suratsız ve umursamaz. Tir tir titremesine rağmen başı da hep dik, maşallah,” dedi, kediyi suratıma yaklaştırarak. “Valla benziyorsunuz, kız. O da kara, senin gibi. Gözleri de seni andırıyor.”
“Geri zekâlı, ben kara mıyım? Ayrıca görmüyor musun sen gözleri mavi bunun?”
“Aa, doğru lan. Baya masmavi gözleri var yavrucağın. Al işte, üstündekiyle aynı renk gözleri de. Benziyorsunuz diyorum, inanmıyorsun,” dedi, kediyi göğsüne koyarak yanıma oturdu. Batuş’un içindeki dünya sevgisi en çok da hayvanlaraydı. Sokakta gördüğü bütün köpekleri sever, parası olduğunda önce kedi maması alırdı.
“Nereden aldın bunu sen? Siyah dışında bir kıyafetin yoktu senin?” dedi, sorgulayıcı bir tonda. Tek kaşını kaldırıp kucağındaki kediyle beraber yatar pozisyon aldı. Gevezeliğinden bir şey kaybetmemişti ama sabahtan beri provada olduğundan oldukça yorgun görünüyordu.
“Saçmalıklarla dolu bir gün daha geçirdim. Antrenmana gittim, Kabil bütün kıyafetlerimi almış. Atlas geldi tesadüfen, ondan istedim bir şeyler,” diyerek bugünün saçmalığını özetledim.
“Bu Atlas Beyler niye her yerden çıkmaya başladı bu sıralar? Önce okul, sonra ev, şimdi de antrenman. Hayırdır?” Her zamanki alaycı tonundan eser yoktu sesinde.
“Ne o, kıskandın mı?” dedim gülerek.
“Kıskanırım tabii, benim çiçeğimi başka kimseye koklatmam,” dedi. Olduğu yerde iyice kaykıldı ve kedinin başını okşamaya başladı.
“Geri zekâlı, koparırım o burnunu, bundan sonra hiçbir çiçeği koklayamazsın,” dedim, yanındaki minderi suratına fırlatarak. Bir kolunu kedinin, diğerini kendi başının üstüne siper ederken kahkaha attı. “Ben senin üstüne çiçek koklamam zaten.”
“Aynen, kesin koklamazsın,” dedim, ironi dolu bir sesle.
“Ayrıca ilk seni aradık herhalde ama tabi Batuş beyler yine hangi alemlerdeyse açmadılar.” Güldü adi çocuk.
“Kalk hadi, kaportayı yenileyelim, vakti geldi,” dedi, kediyi nazikçe koltuğa bırakıp salondan çıktı.
“Gelsene kız,” diye bağırdı. Oflayarak yerimden kalktım ve banyoya gittim. Batuş’un uzattığı plastik poşeti alıp elime geçirdim ve mavi sweat’i çıkarıp, içimdeki siyah badiyle kaldım.
“Unutmamak için,” dedi mor boyayı elime dökerken.
“Unutturmamak için,” diye ekledim, elimdeki boyayı hafiften sarıya dönmeye başlamış saç tutamlarıma sürerken. Banyonun zeminine çöktük, ikimiz de. Elimizdeki poşetleri çıkarıp, beklemeye başladık.
“İyi ki tanışmışım seninle, bu boktan hayatta neşemi ve ümidimi tümden kaybetmediysem, sebebi sensin,” dedim, dizlerimi karnıma çekip kollarımı kendime dolayarak. Batuş’la pek derin sohbetler yapmazdık, o genelde okuldan, insanlardan, magazin olaylarından ya da başını soktuğu belalardan bahsederdi, ben de onu dinlerdim. Ama Batuş hep buradaydı, bilirdim. Varlığı, konuşmama gerek bırakmazdı.
“Hazırlığın ilk günü, o kadar korkmuştum ki, çaktırmamak için güneş gözlüğünü bir an olsun çıkarmamıştım gözümden. Yüzüme bakarlar da ne kadar salak ve korkak olduğumu anlarlar diye. Her şey aynıydı ama her şey farklıydı burada. Kocaman bir şehir, kocaman insanlar, kocaman umutlar,” dedi, başını yavaşça omzuma yaslayarak. Ve fısıldar gibi konuşmaya devam etti.
“Kaçarsam kurtulurum, unuturum sanmıştım üstüme yapıştırdıkları her şeyi. Sisova küçük yer, insanları da küçük. Herkes tanır birbirini, sanki tanımak, başka bir hayat üzerinde söz sahibi olmaya yetermiş gibi. Burada farklı olur sandım her şey, tanımaz kimse beni, yapıştırmazlar üstüme etiketlerini. 16 yaşındaydım, babam beni öldüresiye dövdüğünde. Sanki düşmanını ya da evine giren bir hırsızı dövüyordu. Ben de hırsızdım sayılırdım onun gözünde ya, hayatını, itibarını, oğlunu çalmıştım ondan.”
Bir ıslaklık hissettim omzumda. Hareketsizliğimi ve sessizliğimi bozmadan Batuş’u dinlemeye devam ettim. Batuş, tanıdığım en geveze insan olabilirdi, ama çok nadir kendisinden ya da ailesinden bahsederdi.
“Bu evden çıkarsan, o günah yuvası şehre gidersen, bir daha ölün dahi giremez bu eve, demişti babam, tükürür gibi. Akşamına çıktım evden, atladım ilk otobüse, buraya geldim. Param yok, evim yok, kimseyi tanımıyorum. Buradaki insanlar Sisova’daki gibi değil ki... Kime güveneyim, kime gideyim, bilemedim. Birkaç hafta sokakta kaldım. Açlıktan bayılacağım ama saç baş birbirine girmiş, lağım gibi kokuyorum. O hâlde bile bir giderimiz var, yanlış olmasın tabii,” dedi, gülerek.
Burnunu çekti ve kollarını, bedenime sardığım koluma doladı. Koltuğun üzerine bıraktığı kedi geldi, önümüzdeki paspasa uzandı.
“Tesadüfen bir barın önünden geçiyordum. İçeriden müzik sesleri geliyor, ama duyanı kaçıracak cinsten. Ne ton var ne artikülasyon! Girdim içeri; saçları uzun, küpeli, dövmeli beş tane metalci eleman. Hepsi bana baktı. Dilenci sandılar herhalde. Bir şey demeden kırk ayrı telden çalıp söyledikleri provalarına döndüler. Köşede duran bir gitarı aldım, Master of Puppets çalmaya başladım. Üstüm başım leş gibi! Pantolonumun sol dizi yırtılmış, açlıktan ağzım kokuyor ama görsen, bendeki hava Kirk Hammett’te yok! Hepsi sustu, beni izlediler. Bu defa hayranlıkla... Üç yıl orada burada çaldım. Ama baktım, bu işin bir sonu yok; yerimizde sayıyoruz. Bir gün durakta, okulun yetenek sınavı ilanına denk geldim. ‘Ne kaybederim ki?’ dedim. Pek umudum yoktu ama aldılar harbiden beni.”
Ayağa kalktı ve elini uzattı. Bir şey demeden elini tuttum, beni küvete doğru götürmesine izin verdim. Soru sormak ya da yorum yapmak istemiyordum. Zaten Batuş’un o an benim sorularıma ve yorumlarıma ihtiyacı yoktu. O anlatmak istemişti, ben de sessizce dinleyecektim.
Küvetin önüne diz çöktü ve saçlarını duruladı. Akıp giden mor boyayı izledim sakince. Sonra saçlarımın boyalı tutamını alıp onları da duruladı. Hareketlerine itiraz etmeden, ne isterse yapmasına izin veriyordum. İlk defa bana bu kadar içini açmıştı. Kendisine bile söyleyemediklerini, unutmaya çalışıp başaramadıklarını anlatıyordu. O istediği kadar onu dinleyecek, ihtiyacı olduğu kadar yanında olacaktım.
İkimizin de saçlarını duruladıktan sonra, aynanın altındaki dolaptan, üzerinde boya lekelerinin olduğu havluyu çıkardı ve saçlarını kuruladı. Mavi sweatimi ve havluyu kucağıma bırakıp, küvete sırtını dayayarak oturdu. Saçlarımı kurulayıp sweatimi üzerime geçirerek ben de yanına oturdum. Bu sefer ben başımı onun omzuna dayadım ve devam etmesini bekledim. Ortamdaki tek ses, banyonun musluktan damlayan suyun sesiydi. Uzunca bir sürenin ardından, fısıltı gibi çıkan sesiyle anlatmaya devam etti Batuş:
“İlk ders günü... Üniversitenin kapısından girdiğim o gün, ‘Oğlum,’ dedim, ‘bugün hayatın değişecek. Yeni bir Batu’nun doğduğu gün bugün!’ Hayattaki ilk ve tek başarımdı bu okulu kazanmak. Aileme haber vermek istedim. Sabah annemi aradım. Babamdan gizli açtı telefonu. Sanki bir suç işlemişim gibi sessizce söyledim: ‘Anne, ben üniversiteyi kazandım. Her şey çok güzel olacak,’ dedim. ‘İnşallah, oğlum, inşallah,’ dedi annem. Sonra babamın sesini duydum hemen ardından da kapanan telefonun sesini… Yine de umutluydum. Yeni bir hayat başlıyor diyordum kendi kendime. Sınıfa gelene kadar bunu tekrarlayıp durdum içimden.”
Hafifçe güldüm. Hazırlığın ilk gününü hatırladım. Hiç gitmek istememiştim ben de. Ayaklarım geri geri gitmişti. Hele de okula değil, sanki bambaşka bir ülkeye gelmişim de burada hayatta kalmaya çalışıyormuşum hissi veren insanları, öğrencileri görünce kalbim dehşetle çarpmıştı.
“Yanımdan geçen insanlara baktım. ‘Burada ruhunu sattırırlar adama, ruhun duymaz,’ dedim. Korkumu belli etmeden cool görünmeye çalışarak yürüyordum ama bacaklarım titriyordu. Sınıfın önüne geldim. Giremiyorum bir türlü; anksiyetem tuttu bayağı.”
Hikâyenin bundan sonrasını biliyordum ama Batuş’tan dinlemek ayrı keyifliydi.
“Sonra biri omzuma çarptı. Yere bir şey düştü. Bir baktım, siyahlara bürünmüş suratsızın teki. O da benim gibi oraya ait değildi, ilk görüşte anlamıştım. Boş boş baktı yüzüme birkaç saniye. Eğilip kitabını aldı.
‘Ben Sira Alfabesi,’ dedik aynı anda.”
“Tanrı Lilith’i yaratmıştı; ancak o, Âdem’e boyun eğmeyi reddetti ve özgürlüğü seçerek Cennet’i terk etti, dediğimde yüzündeki malum ifadeyi hâlâ hatırlıyorum.” İkimiz de güldük.
“Salak, başında kırmızı bandana, üstünde yamalardan görünmeyen ceketi olan birinin o kitabı bilmesini kimse tahmin etmezdi. Şaşırdık herhâlde.”
“Önyargı çiçeğim, bunlar hep önyargı,” dedi, kafasını iki yana sallayarak.
“Bu çocuk göründüğü kadar salak değil diye düşünmüştüm ben de.”
“Ee, burada olduğumuza göre hâlâ aynı düşünüyorsun demek ki,” dedi neşeyle. Az önceki hüzünlü hâli yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı.
“Alakası yok. O gün büyük yanılmışım. Acemiydik o zamanlar, insanları bir bakışta çözemiyorduk. Yaptık bir hata,” dedim, yalandan bir pişmanlıkla. Hafifçe koluma vurdu. Başını başımın üstüne yasladı. Kaç dakika ya da saat geçtiğini bilmeden, sessizce birbirimize sarılmış şekilde oturduk küvetin önünde.
Bir ara gözlerimi kapattım. Rüyalarımın başkahramanı Pınar’ın solgun yüzünü gördüm. Yarı arkasını dönmüş, elini uzatıyordu bana. Ne rüyalarımda ne de gözlerimi kapattığımda zihnime düşen hâlinde hiç konuşmuyordu. Çünkü ben, Pınar’ın sesini bile bilmiyordum. Hiç duymamıştım.
Banyonun soğuk zemini ve duvarları içimi ürpertince Batuş’a seslendim ama duymadı. Kafası benim kafama dayanmış şekilde uyuyakalmıştı. Bacaklarım uyuştuğundan biraz zorlansam da küvete tutunarak kalktım ve Batuş’u da kaldırmaya çalıştım.
“Şişşt, uyan hadi. Donarız burada kalırsak bütün gece,” dedim. Alnına birkaç kez hafifçe vurdum. Anlamsız bir şeyler mırıldandı ama benim desteğimle ayağa kalktı. Onu yatağına yatırdıktan sonra ben de yanındaki odaya geçtim. Demir olduğu için sürekli gıcırdayan yatak sinirimi bozsa da tenime değen soğuğunu seviyordum. Gözlerimi kapattım ve hemen uykuya dalmayı denedim. Ama ne mümkün! Zihnime dolan onlarca düşünce ve görüntüyle, sinirle üzerimdeki yorganı ayağımla ittim. Üzerimde hâlâ Atlas’ın verdiği mavi sweat vardı. “Yarın geri versem mi?” diye düşündüm. Sonuçta onu almamıştı; kendisine aitti. Ama bana vermişti, “Onlar artık senin,” demişti. Bence vermesem de olurdu.
Yastığı alıp yüzüme bastırdım, kafamı koparıp bir kenara koymak istedim. Bir sağa bir sola dönüp çıkan gıcırtı seslerine sinir olarak geçen uykusuz bir gecenin ardından kalkıp duşa girdim. Neredeyse bomboş olan buzdolabında ne kaldıysa çıkarıp Batuş’u uyandırdım. Uyanmadığı için onu sürükleyerek mutfağa götürdüm ve üzerine bir bardak su boca edince, pek hoş olmayan sözler eşliğinde uyanmak zorunda kaldı.
Benim dersim, onun da provası olduğu için ikimiz birlikte çıktık evden. Apartmandan çıkarken sağa sola bakındım. Mobese’nin ne zaman, nereden çıkacağı belli olmazdı. Görünürde olmadığı için aceleyle çıktık apartmandan ve hızla yürümeye başladık. Ama arkamızdan bağıran sesle durmak zorunda kaldık. Yakalanmıştık.
“Bre deyyuslar! Ne o, hırsız gibi girip çıkarsınız eve? Bir selam sabahınız bile yok,” dedi aksi sesiyle.
“Ah, benim Makbuş’um! Al bütün selamlarım senin olsun, kız. En kısa zamanda çaya geleceğim sana,” dedi Batuş. Mobese’nin penceresine gidip iki avucuyla yanaklarını sıkıştırdı. Dudakları öne doğru büzüldüğünden çok komik görünüyordu. Çaktırmadan güldüm. Ya da ben öyle sandım.
“Ne gülüyor bu kara çalı? Açıkta bir yerimizi gördü zaar,” dedi Batuş, yanaklarını sıktığı için boğuk sesiyle.
“Yok, estağfurullah. Ben bir şey görmedim,” diye savundum kendimi.
“Birlikte mi yaşıyorsunuz bakayım siz? Nikâhsız aynı evde yaşanmaz; günahtır, haramdır. Vallahi cehennemlik olursunuz!” Kınayıcı bakışlarını aramızda gezdirdi.
“Biz zaten yanmışız be, Makbuş’um. Üfleyenimiz yok,” dedi Batuş neşeyle. Mobese’nin söylediklerini takmamıştı.
“Doğruyu söyleyin bakayım bana, yaren misiniz siz?” diye sordu Mobese, Batuş’u takmayarak. Harika bir iletişimleri vardı.
“He vallahi! Alacağım nikâhıma bu kızı. Daha iyisini mi bulacağım?” dedi Batuş, gülerek yanıma geldi.
“Ama daha çok genciz be, Makbuş’um. Biraz hayatımızı yaşayalım. Otuz beşe kadar evlenmezsek alacağım bu kara kuzuyu, sana da sözüm olsun, ha burada,” dedi, sırıtarak.
“Gebertirim seni Batuş! Şuradaki taşla kafanı yararım. Delirtme beni,” dedim sinirle.
“Niye kız? Sen almaz mısın beni? Neyimi beğenmiyorsun? Hem sen değil otuz beş, altmış beş de olsan evlenmezsin. Ben talibim işte!”
“Senin talip olan yerlerine...” dedim ve kolunu çimdirdim. Sanki kolunu koparmışım gibi bağırdı.
“Ahh, yavaş be yavaş! Almam ben bunu; uykumda bıçaklar beni bu,” dedi, abartılı bir şekilde.
“Siz yine de yapın bir an önce şu düğünü. Kıyın nikâhınızı, edebinizle oturun,” dedi Mobese. Herkesin derdi kendine işte.
“Tamam, Mobese Tey... yani Makbule teyze, kıyarız nikâhımızı. Seni de nikâh şahidi yazdırırız. Ama önce bitirmemiz gereken bir okul var, müsaadenle,” dedim ve Batuş’un kolundan tuttuğum gibi uzaklaşmaya başladık.
“Hoca nikâhını da unutmayın!” diye bağırdı arkamızdan.
Mavi Kelebek’e binerken, “Sen hakikaten evlenmez misin benimle?” diye sordu aptal çocuk. Kapıyı sertçe kapatıp en ters bakışlarımı gönderdim kendisine.
“Ne öyle bakıyorsun be? Ne dedik sanki, evlenme teklif ettik alt tarafı,” dedi ve yürüyerek daha hızlı ulaşacağımız bir hızla arabayı sürmeye başladı.
“Evlenmem ben kimseyle,” dedim aksi bir şekilde.
“Aşk olsun, ballı Nutella’m! Ben kimseyim yani, öyle mi?” dedi ve en yavru köpek bakışlarını attı. “Kalbim çıt!” dedi kırgın bir ses tonuyla. Güldüm salaklığına.
Arabadan indik ve kampüse girdik. Batuş, prova odasına gitmek için yanımdan ayrılacakken:
“Otuz beş erken, kırk diyelim biz ona,” dedim ve fakülteye doğru yürümeye başladım.
“İşte bu be! Biliyordum dayanılmaz cazibeme karşı koyamayacağını!” diye bağırdı coşkuyla. Geri zekâlı. Yemin ederim, mal bu çocuk.
Dudaklarımda küçük bir tebessümle ilerlerken, tebessümümü bıçak gibi kesilmekle kalmayıp bedenimin baştan aşağı buz kesmesine neden olan kişiyi gördüm.
Pınarın odasındaki fotoğrafta gördüğüm o çocuk.
Instagram: monandrosa


| Okur Yorumları | Yorum Ekle |