
“Ne öğrendin? Kimmiş o çocuk? Bizim okulda mı gerçekten? Hangi bölümdeymiş?” diye peş peşe sıraladım sorularımı.
“Dur be çiçeğim, bir otursaydım önce. Anlatacağım.” Dedi Batuş, karşımdaki sandalyeye otururken.
Birkaç saat önce, almadığıma pişman olduğum o fotoğraftaki çocuğu karşımda görmüştüm. Birkaç saniyelik paniğin ve şokun ardından hızla peşine takılmış, girdiği fakülteye kadar takip etmiştim. Maalesef sınıfa gitmek yerine yanındakilerle birlikte fakülte binasındaki sandalyelere oturmuşlardı. Dikkat çekmemek için uzak bir masaya geçmiştim, ancak yaklaşık bir saat oturduktan sonra binadan çıkıp arabalarına binerek uzaklaşmışlardı. Neyse ki bu kez biraz beynimi kullanıp çaktırmadan fotoğrafını çekmiştim. Fotoğrafı Batuş’a yollayıp çocukla ilgili ne bulabilirse öğrenmesini istemiştim. Ardından Hangar’a gelmiş ve bir saattir Batuş’un ajanlık görevini tamamlayıp buraya gelmesini bekliyordum.
“Tamam, oturdun işte. Anlat çabuk, ne öğrendin?”
“Canberk, bize iki kirazlı!” diye bağırıp eliyle iki işareti yapınca, sinirle derin bir nefes verdim. Ben Pınar olayıyla ilgili ilk defa elle tutulur bir şey bulmanın heyecanı ve stresiyle ter içinde kalırken, onun bu rahatlığına inanamıyordum.
“Tamam çiçeğim, sakin. Anlatıyoruz işte. Batuş’tan bugüne kadar bir şey kaçtı mı hiç?”
“Batuş, bırak gevezeliği! Yoksa buradaki menüyle kafanı kırarım.” dedim, sinirle.
“Okey, biraz gerginiz. Anladım.” diyerek boğazını temizledi. Bu sırada Canberk çayları getirdi.
“Abi, seninle bir şey konuşmam lazım. Ne zamandır konuşamadık.” dedi Canberk.
Öfkeli bakışlarımın hedefi önce Canberk oldu, ancak asıl sahibine ulaşması uzun sürmedi. Batuş’a en ters bakışımı atarak masadaki menüyü başımla işaret ettim.
“Konuşuruz Canberk’im, konuşuruz. Ama şimdi müsait değilim. Bugün uğrarım yanına.”
“Eyvallah.” deyip ürkekçe bana baktı Canberk. Kollarımı göğsümde bağlamış, Batuş’a dik dik bakıyordum. Artık nasıl bakıyorsam, Canberk başka bir şey demeden uzaklaştı. Batuş, çayından bir yudum alıp gergin bir şekilde gülümsedi. İstifimi bozmadan oturuyordum, ama o da biliyordu ki bu sakin duruşum yalnızca birkaç dakika daha sürebilirdi.
“Semih Avcı, Endüstride. Dört aydır yurtdışında Erasmus'taymış. ”
“Semih Avcı yani S.A.,” diyerek sözünü kestim. Mesajı gönderen ile fotoğraftaki kişi aynıydı demek ki. Semih denen kişinin, Pınar’ın bebeğinin babası olma ihtimali giderek kuvvetleniyordu.
“Birkaç gün önce dönmüş. Ailesiyle ilgili pek bir bilgi yok elimde, ama pek magazinel tipler değiller gibi görünüyor. İnternette annesi Nilgün Avcı ve dayısı İrfan Çelik hakkında birkaç yıl önce yasadışı işlere bulaştıkları gerekçesiyle bir dava açıldığına dair haberler vardı ama davanın detayları yazmıyordu. Şimdilik bunları bulabildim. Nasıl, gazetecilik skill’lerimde gelişme var mı?” dedi gururlu bir sesle. Gerçekten bu kadarını beklemiyordum, etkilenmiştim ama bunu çaktıracak değildim.
“Aferin, aferin. Pınar’la ilgili bir bağlantı bulabildin mi?”
“Yok, konuştuğum kimse Pınar’la olan ilişkisini bilmiyor.” Çayından bir yudum alıp dirseklerini masaya dayadı ve yüzünü avucunun içine yasladı.
“Gizli tutuyorlardır belki. Kimse öğrensin istemiyorlardır. Sonuçta Pınar burslu bir öğrenci, Semih ise zengin. Birkaç kere takılıp bırakmış olabilir kızı. Pınar’ın hamile olduğunu öğrenince de basıp gitmiştir. Pınar da kendini suçlamıştır,” diye devam etti.
“Olabilir ama belki de Pınar’ın istemediği şeyler yaşandı. Sonra da Pınar’ı bunlarla tehdit etti. Pınar’ın hamileliğinden Semih’in haberi bile olmayabilir. Erasmus’a gitti, Pınar’la iletişimi kesti. Pınar da çaresiz kaldı. Kimseye söyleyemedi, ailesine bile. Utandı. Ailesini de cenazede gördük; böyle bir durumu kabul edecek insanlar değillerdi,” dedim.
“En sonunda da…” diyerek araya girdi Batuş ama cümlesini tamamlayamadı.
“Biliyorsun, böyle durumlarda kadınlar hep tek taraflı suçlanır. Semih’e bir şey olmazdı. Ne de olsa ailesi zengin, güçlü ve en önemlisi…”
“Bir erkek. Ama Pınar için durum çok farklı,” diyerek lafımı tamamladı.
“Önce o mesajı Semih’in attığından emin olmalıyız. Sonra da Pınar’la olan ilişkisini kanıtlayacak başka delillere ihtiyacımız var,” dedim.
“Nasıl bulacağız ki o delilleri?”
“Bugün Pınar’ın evine gitmeyi düşünüyorum. Odasını arayacağım.”
“İyi düşündün çiçeğim, gidelim,” dedi Batuş, yumruğunu masaya vurarak.
“Has*ktir ya, bugün olmaz. Derse gitmem lazım. Bugün de gitmezsem devamsızlıktan kalıyorum,” dedi ve kafasını birkaç kez masaya vurdu.
“Tamam, ben tek giderim. Bir şey olmaz.”
“Tek başına olmaz, kiraz çiçeğim. Yanında birileri olması lazım ki Esma Teyze’yi oyalasın, sen de odayı karıştırırken rahat hareket edebilesin. Yarın gidelim.” Mantıklı konuştuğu nadir anlardan biriydi.
“Yarını bekleyemem, Batuş. Bugün gitmem lazım,” dedim kararlılıkla. Daha fazla zaman kaybetmek istemiyordum. Haftalardır ertelediğim bu ziyareti artık daha fazla erteleyemezdim, özellikle de az önce öğrendiklerimden sonra.
“Duygu’yu soralım. O gelir seninle,” dedi Batuş.
“Olabilir ama kaç gündür görmedim onu. Sen konuştun mu?”
“Yok ya, kaç kere aradım açmadı. Okulda da görmüyorum. Klasik Duygu işte. Dur, bakalım bir daha deneyelim şansımızı.”
Telefon çaldı, çaldı ve en sonunda meşgule düştü. Batuş bir kez daha aradı ama sonuç değişmedi. Sıkıntıyla derin bir nefes alıp ofladım. Tam o sırada, az önce öfkeli bakışlarımdan dolayı ürkekçe yanımızdan uzaklaşan Canberk, yeniden yanımıza geldi.
“Batu, abi benim mesaim bitiyor da…” dedi, yine ürkek bakışlarını bana doğru çevirerek. Alt tarafı az önce öldürecekmişim gibi bakmıştım, ne vardı bu kadar korkacak?
“Tamam, konuşun siz. Ben buradayım,” dedim, bu kez sakin bir tonla.
“On dakikaya yanındayım, kakaolu sütüm. Halledeceğiz, merak etme,” dedi Batuş bana dönerek.
Kapüşonumu başıma geçirip kollarımı masaya dayadım. Kafamı ellerimin üzerine koyarak düşüncelerimi susturmaya çalıştım, ama nafile. Zihnimdeki ardı arkası kesilmeyen düşünceler arasında en baskını "Şimdi ne yapmamız gerek?" sorusu oldu. Pınar’ın sevgilisini—muhtemelen o mesajın sahibini—ve bebeğin babasını bulmuştuk, ama bundan sonrası için hiç plan yapmamıştım. Semih denen çocukla bir şekilde tanışmamız, hayatına girmemiz gerekiyordu ki Pınar’la ilgili bir şeyler öğrenebileyim. Ama bunu nasıl yapacağımıza dair hiçbir fikrim yoktu.
Oflayarak birkaç kez kafamı masaya vurduğum sırada, sıkıntılarıma yenilerini ekleyen o lanet sesi duydum:
"Yavaş ol biraz, masa kırılacak." Simten yine her zamanki gıcıklığıyla aramızdaydı. Ben bu kızdan uzak durmaya çalıştıkça, o inadına dibimde bitmekten zevk alıyormuş gibi görünüyordu. Masanın yarılıp kafamı içine gömmemi dilediğim bir anda, beni o düşüncelerden sıyıran başka bir ses duyuldu:
"Simten," dedi Atlas uyarı dolu bir tonda.
İnanılmaz ama Simten, gözlerini devirmekle yetinip başka bir şey söylemedi. Kapüşonumu başımdan çıkarıp oturuşumu düzelttim ve karşımda duran Atlas, Ekin, Kabil ve Habil dörtlüsüne baktım. Bunlar nereden çıkmıştı şimdi? Atlas, umursamaz bir ifadeyle karşımdaki sandalyeyi çekip oturdu. Bakışlarını daimi yerine sabitledikten sonra sessizliğe büründü.
"Eee, ne yapıyoruz? Bu mudur yani? Bunun için mi geldik buraya?" diye sordu Simten, memnuniyetsiz bir ifadeyle.
"İstersen sen gidebilirsin, Simten," dedi Ekin. Yine çekmişti takım elbiselerini. Ekin ve takım elbise sevdası… Simten tam bir şey söyleyecekken telefonunun çalmasıyla kelimelerini yutmak zorunda kaldı. Birkaç adım uzaklaşıp telefondakiyle hararetli bir tartışmaya girişti.
"Batuhan yok mu?" diye sordu bu kez Habil. Sorunun muhatabı bendim. Simay, Simten’e göre daha sessiz ve uyumlu biriydi. Simten’in gözlerinde gördüğüm nefret, onda yoktu. Sadece ikizine uyuyor ve onun dediklerini yapıyordu. Ortaokulda bana yapılan zorbalıkların başkahramanı hep Simten olmuştu. Simay ise onun emirlerinden çıkmayan bir asker gibiydi.
"Şurada, Canberk’le bir şey konuşuyorlar," dedim ve elimle mutfağın yanındaki masayı işaret ettim. Simay oraya doğru dönerek Batuş’a bakmaya başladı. Bir süredir Simay’ın hareketlerinde dikkatimi çeken şeyler vardı. Ne zaman yanımıza gelse, yalnızca Batuş’u soruyor ya da onunla konuşuyordu. Başta aynı bölümde oldukları için dikkatimi çekmemişti, ama Simay Batuş için bölümdeki diğer öğrencilerden farklı değildi. Hatta Simten yüzünden, Batuş’un ona daha mesafeli davrandığını bile görüyordum. Fakat Simay’ın bakışları, işlerin onun için tam tersi olduğunu gösteriyordu.
Bakışlarımı Habil ve Kabil’den çekip, telefonuyla ilgilenen Ekin’e ve beni dikkatle izleyen Atlas’a çevirdim. Pınar’a gitmeyi teklif etsem mi diye düşünüyordum. Madem Batuş gelemiyordu, ben de onlarla giderdim. Hem daha önce Pınar’ın evine gitme teklifini yapan da onlardı. S.A. meselesiyle ilgili ne yapacağımızı konuşurduk. Benim için her ne kadar zor olsa da Pınar için bunu yapmak zorundaydım. Zorunlu bir iş birliği içinde olduğumuzu unutmadan, mesafeli bir şekilde ilerlemeliydik. Karşımda, alnına dökülen dalgalı saçları, sert çene hatlarına rağmen yumuşak yüz ifadesi ve gece mavisi gözleriyle oturmuş beni izleyen Atlas’a baktım. Bu mesafeyi daha fazla geçmesine izin vermeden, bu işi halletmenin bir yolunu bulmalıydım.
“Hadi, Simay, gidiyoruz.” Simten’in öfkeli sesini duyan Simay, bir şey demeden bakışlarını Batuş’tan çekip onun yanına gitti. “Benim bir işim çıktı, sonra ararım seni...” dedi Atlas’a bakarak. Atlas pek oralı olmayarak onaylar gibi bir mırıltı çıkarmakla yetindi. “Görüşürüz,” derken ise keskin ve öfkeli bakışlarının hedefi ben olmuştum. Nihayet Habil ve Kabil’in gidişiyle konuya her zamanki gibi ortasından giriş yaptım.
“Ben bugün Pınar’ın odasındaki fotoğraftaki çocuğu gördüm: Semih Avcı.”
Ekin, telefonunu masaya bıraktı ve tüm dikkatini bana verdi. Atlas’ın ise zaten tüm dikkati bendeydi.
“Endüstride okuyormuş. Dört aydır yurt dışındaymış, birkaç gün önce dönmüş,” diye özetledim Batuş’un öğrendiği bilgileri.
“Pınar’a gelen mesaj S.A.’dan gelmişti, değil mi?” diye sordu Ekin.
“Evet. Fotoğraftaki kişiyle, yani Semih Avcı’yla aynı kişi olması muhtemel.”
“Çiçeğim, şansımız dönmeye başladı. Bugünü miladımız ilan ediyorum, izninle,” diyerek ortama coşkulu bir giriş yaptı Batuş. “Hayırdır?” anlamında başımı salladım.
“Bu zat-ı muhteremin artık bir işi var,” dedi neşeyle. “Ciddi misin?” dedim, ben de coşkusuna eşlik ederek.
“Haftada birkaç gün canlı müzik yapacaklarmış. Grup arıyorlarmış. Canberk’im de beni önermiş. Konuştuk şimdi patronla; yanıma üç dört kişi daha bulup çalmaya başlayacağız.”
“Sonunda ya, çok sevindim. Ama Allah için bu sefer biraz sakin ol. Her olaya atlama.”
Teessüf eder gibi baktı. Ben malımı bilmez miyim? Neyse ki en azından bir süre rahattık. Bir de benim işler açılsa tadından yenmeyecekti ama bir günden bu kadar fazla şey isteyemezdim. Bugün hiç ummadığım gelişmeler oluyordu: önce S.A., sonra Batuş. Umarım bu güzel haberleri gün bitmeden üçlerdim.
“Kirazlı turtam, benim kaçmam lazım dersten kalmadan. Bir de şu grup işini ayarlayacağım. Siz ne yaptınız, gidiyor musunuz?” diye sordu.
“Nereye?” Atlas Bey, yuttuğu dilini bulmuş olacak ki aramıza döndü tekrar.
“Ben bugün, belki bir şeyler bulurum diye, Pınar’ın evine gitmeyi düşünüyorum. Batuş’la gidecektik ama onun da dersi varmış,” dedim çekinerek. Direkt “Benimle gelir misiniz?” diye soramamıştım.
“Tamam, birlikte gidelim işte,” dedi Atlas.
“Olur, gidelim. Hem bizim de size söylememiz gereken bazı gelişmeler oldu,” dedi Ekin.
“Ne oldu? Kamera kayıtlarına mı ulaştınız yoksa?” diye sordu Batuş, benim tamamen aklımdan çıkmıştı bu konu.
“Evet. Yunus Emre kayıtlara ulaştı. Biz izledik. Size de gönderirim. Pek bir şey belli olmuyor görüntülerden. Siyah kapüşonlu, zayıf biri senin ardından koşarak tuvalete giriyor ve birkaç saniye sonra da çıkıyor. Kameraların olmadığı bir alana gidip görüntüden çıkıyor,” dedi Ekin.
“Bak sana dedim, bizim bulmak için kıçımızı yırtacağımız şeylere, ortaklarımız tak diye ulaşıyor,” dedi Batuş imalı bir tonda. Sesindeki imanın hedefi kimdi, anlayamadım. Bir dur be Batuş, şimdi sırası mı?
“Yüzü belli olmuyor mu hiç?” diye sordum.
“Hayır. Çok bulanık. Zaten yüzünün yarısını da kapatmış. Yalnız sol elinin üstünde, bileğine doğru küçük bir iz vardı. Dövmeye benziyordu,” dedi Ekin.
“Anladım. Hiç yoktan iyidir.” Tüm okulun bileklerini kontrol edemeyeceğimize göre kayıtlardan işe yarar bir şey çıkmaması biraz canımı sıksa da umudumu diri tutmaya çalışarak Pınar’ın evine gidecektim.
“O zaman kalkalım hadi,” dedi Ekin.
“Aynen, çiçeğim. Siz hafiyeliğe, ben de derse kaçarım. Çıkınca ara beni,” deyip koşarak uzaklaştı Batuş yanımızdan.
“Komik biri.” Dedi Ekin. Atlas hakkında ne kadar yanıldıysam, Ekin için de aynı şekilde yanılmıştım. Ekin de uzaktan oldukça soğuk ve mesafeli biri gibi duruyordu ama konuştukça aslında hiç öyle olmadığını anlıyordum.
“Böyle gidersek Pınarın annesi rahatsız olabilir.” Diyerek önemli bir konuya parmak bastı Atlas. Yanımda izbandut gibi iki adamla, Esma teyzeye gitmek pek hoş olmayabilirdi. Üstelik bizi tanımıyordu bile. Cenazeye gitsek de o durumda bizi görmemiş olabilirdi.
“Haklısın ama Duygu’yu aradım, ulaşamadım. Başka soracağım kimse de yok.” dedim. Ben ve inanılmaz geniş çevrem. “Hüma’ya soralım,” dedi Atlas.
“Gelir mi ki?”
“Gelir, gelir,” derken çoktan ayaklanıp yanımızdan uzaklaşmıştı Ekin.
Birkaç saniyelik sessizliğin ardından bu defa sessizliği bozan ben oldum.
“Sence S.A. ile Semih Avcı aynı kişi mi?”
“Muhtemelen öyle ama emin olmak için daha fazlasına ihtiyacımız var.” Gece mavisi gözlerini üstümden çekmeden sandalyede biraz daha öne eğilip bana yaklaştı.
“Bebeğin babası da o olabilir. Pınar’ı istemediği şeylere zorlamış, bununla tehdit etmiş olabilir. Olabilir, olabilir, olabilir! Her şey bir ihtimal ve bu ihtimaller artık canımı çok sıkıyor,” diyerek ellerimi saçlarımın arasına daldırıp gergince geriye ittirdim.
“Ben haftalardır doğru düzgün uyuyamıyorum. Pınar’ın asansördeki yüzü gözümün önünden gitmiyor. Sürekli benden yardım istediği ama onu kurtaramadığım rüyalar görüyorum. İki aydır ilk defa elle tutulur bir şeyler bulduk ama aslında elimizde olan hiçbir şey yok. Her şey birer ihtimalden ibaret.”
Dilimden dökülen kelimelerin kontrolünü tamamen yitirmiştim. Batuş’a bile anlatmadıklarımı içimden atıp kurtulmak istercesine tek nefeste kusmuştum. Atlas işaret parmağını masanın üstünde duran elime yaklaştırdı, ancak tenlerimiz arasında milimlik bir mesafe kala durdu. Elimi sımsıkı tutsa bu kadar güç veremezdi o an. Belki de bunun farkındaydı. O yüzden her seferinde tam dokunacakken duruyordu. “Dokunmuyorum ama buradayım, tam yanında, bir milim uzağında,” diyordu adeta. Ya da hepsi benim saçma çıkarımlarımdan ibaretti.
“Biliyorum. Geceleri uyuyamadığın için göz altların bu kadar çöktüğünü, dalıp dalıp gitmelerini, sürekli aklının bir köşesinde Pınar’ın olduğunu, olanları açığa çıkarmayı hepimizden çok istediğini, Pınar’ın ölümünde kendini suçladığını... Hepsini biliyorum,” dedi. Bunları nereden bildiğini sormadım, çünkü ben de biliyordum. Atlas sadece bana bakmıyordu; gözlerimin arkasındaki, yıllardır herkesten köşe bucak saklamaya çalıştığım dünyayı da görüyordu.
Belki rahatsız etmesi gerekirdi beni; en gizlimi, en içimdekini gördüğünü bilmek. Fakat aksine, daha fazlasını bilmesini istiyordum. İçimde ne varsa ona anlatmak istiyordum. Ama yapamazdım. Ne olursa olsun, kendimi birine bu denli açamazdım. Bu dünyaya yalnız gelmiş, yalnız bırakılmış, yalnız büyümüştüm. Kimseye güvenmiyor, sevgiye inanmıyordum. Gerekli koşullar altında bu dünyadaki herkes en sevdiğine ihanet ederdi.
Yıllarca emek emek işlediğim gardımın ilk darbede düşmesine izin vermek, benim gibi her kararını mantıkla verip tek bir duygu kırıntısına yer bırakmayan biri için kabul edilemezdi. Yalnız geldiğim bu dünyadan yalnız gidecektim. Gelirmiş gibi yapıp hiç orada olmayanlardansa, kimsenin gelmemesini tercih ederdim hayatıma.
Ben kafamın içindeki dünyaya dalıp gitmişken, gözlerimin de karşımdaki lacivertlere daldığını fark etmemiştim. Ekin’in sesiyle bakışlarımı, dakikalardır kilitlediğim gözlerden zor da olsa ayırdım.
“Hüma hazırlanıyor, onu yoldan alacağız.”
Kampüsün içindeki otoparka vardığımızda herkes sessizdi. Ekin sürücü koltuğuna geçtiğinde, ben de arka koltuğa oturmuştum. Hesaba katmadığım şey ise Atlas’ın da arka koltuğa oturacağıydı. Hüma geleceği için buraya geçtiğini düşünerek, kafamı karıştıran diğer hareketlerinin yanına bunu eklememeye karar verdim.
Ekin, arabayı Batuş’un aksine süratli bir şekilde sürdüğü için, yirmi dakika içinde Hüma’nın, yani Atlas’ın evine ulaşmıştık. Oraya “ev” denir mi bilemedim. Dışını göremesem de bahçe girişinden ve çevresinden, oldukça büyük bir yer –muhtemelen bir villa– olduğunu anlamıştım.
Büyük demir kapının önünde, tüm zarafetiyle bekleyen Hüma’yı gördüm. Üzerinde bembeyaz bir palto ve atkı vardı. Zaten solgun olan teni, bu beyazlarla daha da renksiz görünüyordu. Tüm ciddiyetiyle arabaya bindiğinde, hepimize başıyla kısa bir selam vermekle yetindi. Yüzündeki soğuk ifadeyi hiç bozmadan, göz ucuyla aynadan bana kaçamak bir bakış attı. Bakışlarımı hemen yanımdaki cama çevirerek üzerimdeki dikkati yok saymaya çalıştım. Pınar’ın evine ulaşana kadar, kimseden çıt çıkmayan arabada, sadece yolu izledim.
Pınar’ın evine vardığımızda gerginliğim iyice artmıştı. Yanımda Atlas ve diğerleri olmasa, çoktan vazgeçerdim. Ama artık geri dönmek için çok geçti. Atlas, gerginliğimi hissetmiş gibi yanıma yaklaşıp kulağıma doğru fısıldadı: “Merak etme, buradayız.”
Bu hareketiyle tüm bedenimde ani bir sıcaklık hissettim. Yanaklarım yanmaya başlamıştı. Anlaşılan gerginliğin üstüne bir de utançla baş etmem gerekecekti. Kapıyı açan Esma Teyze, şaşkın gözlerle bize bakıyordu. Habersiz geldiğimiz için bir an duraksamıştı. Aklıma hastanedeki hali düştü; feryadı, çığlıkları, Pınar’ı görmek için yalvarışı... İçim ürperdi. Cenazeden beri onu hiç görmemiştim. Gözaltları çökmüş, iyice zayıflamıştı. Ama içimi yakan detay bunlar değil, gözlerindeki ışığın sönmüş olmasıydı. O kadar yorgun ve donuk bakıyordu ki sanki yaşayan bir bedene ait değil gibiydi.
“Biz Pınar’ın okuldan arkadaşlarıyız. Cenazeye de gelmiştik. Nasılsınız diye ziyaret etmek istedik sizi. Müsait miydiniz?” dedi Hüma, nahif sesiyle. Ben bir türlü konuşmaya başlayamayınca, sözü o almıştı.
“Tabii, tabii. Buyurun, hoş geldiniz çocuklar,” deyip kapıdan kenara çekildi.
Salona geçtiğimizde, cenazede oturduğum yere oturdum. Ama bu kez yanımda Batuş değil, Atlas vardı. Esma Teyze’nin yanında, içinde Pınar’ın olduğu bir fotoğraf çerçevesi duruyordu. Canından geriye kalan tek bir çerçeveye tutunmaya çalışıyordu.
Bir şey söylemem gerektiğini biliyordum ama kelimeler dilime ağır bir yük gibi oturmuştu. Ne desem, lafa nereden başlasam bilemiyordum.
“Nasılınız, bir şeye ihtiyacınız var mı?” Neyse ki Hüma, soğuk ve mesafeli duruşunu bir kenara bırakarak olabildiğince sıcakkanlı bir şekilde davranıyordu da bana gerek kalmamıştı.
“Sağ olun kızım. Artık neye ihtiyacım olabilir ki? Sağ olun, yine de düşünmeniz yeter.” dedi Esma Teyze. Gözleri bomboş bakıyordu. Sıkıntıyla nefes verdim. Kadın bu haldeyken, bir de biz gelip rahatsız etmiştik. Huzursuzca kıpırdandım yerimde. Elimin üstünde hissettiğim tüy gibi dokunuşla, Atlas’a çevirdim bakışlarımı. Hafifçe kafasını salladı, güven vermek ister gibi. “Merak etme, ben buradayım,” diyordu. Ya da ben öyle anlamak istiyordum.
“Ne içerseniz, çay demleyeyim ben,” diyerek ayaklanacağı sırada Ekin durdurdu.
“Yok, lütfen zahmet etmeyin. Biz birazdan kalkarız zaten. Lütfen oturun,” dedi.
“Olmaz öyle. Pınarımın arkadaşları gelmiş. Bir çay bile içmeden gönderirsem darılır.” dedi. Sanki Pınar sadece dışarıdaymış da bir an önce eve gelecekmiş gibi.
“Ben de size yardım edeyim,” diyen Hüma ile birlikte mutfağa gitti Esma Teyze.
“Ben Pınar’ın odasına gidiyorum,” dedim aceleyle. Yerimden fırlayarak, koridorun sonundaki odaya gittim ve yavaşça kapıyı açtım. Oda hatırladığım gibiydi. Esma Teyze, Pınar’ın anısına duyduğu saygıdan hiçbir eşyasına dokunmamış gibi gözüküyordu. Her şey yerli yerindeydi. Hızla odayı aramaya başladım. Geçen seferki acemiliğimden eser yoktu. Giyinme dolabına, kitapların arasına, çekmecelere tek tek baktım ama hiçbir şey bulamadım. Masanın üstündeki kitap hâlâ oradaydı. Fakat içinde fotoğraf yoktu. Tüm sayfaların arasına baktım ama bulamadım. Esma Teyze neden sadece bu fotoğrafı alsın ki? Abisi ya da babası mı almıştı acaba? Vaktim az olduğundan, esas amacıma tekrar döndüm. Baktığım her yere, gözümden kaçmıştır diye bir kez daha baktım ama yine bir sonuç alamadım. Olduğum yere çöküp bağırma isteğime engel olamıyordum. Bir kez daha baktım her yere. Sonra bir kez daha. En sonunda pes edip gerçekten dolabın önüne çöktüm ve dizlerimi karnıma çekerek kafamı kucağıma gömdüm. Hiçbir şey yoktu elimizde, hiçbir şey. Ne kamera kayıtlarından bir şey çıkmıştı ne de bir ipucu bulmak umuduyla geldiğim bu odadan. Semih’in kim olduğunu biliyordum ama bu ne ifade ederdi ki? Elimizde hiçbir kanıt yoktu.
Yavaşça açılan kapının sesini duysam da başımı kaldırmadım. Gelenin kim olduğunu biliyordum.
“Bir şey çıkmadı mı?” diye sordu kısık bir sesle Atlas. Bacağıma dayadığım başımı olumsuz anlamda salladım. Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre sonra, yerden elimde olsa iyice derine gömmek istediğim başımı usulca kaldırdım. Atlas karşımdaki yatağın dibine, benim gibi bacaklarına kendini doğru çekerek oturmuş, sessizce beni izliyordu. Hayatımda ilk kez birine sarılmak istedim. İlk kez birinin bana sarılmasını, her şeyin iyi olacağı yalanını söylemesini istedim. Atlas öne doğru eğilerek işaret parmağını uzattı. Ben de aynısını yaptım. Bedenlerimiz değil ama parmaklarımız sarılmıştı birbirine. Bu kadarıyla bile öyle huzurlu hissettim ki, bunun için daha sonra kafamı duvarlara vurmaya karar verdim.
“Her şey iyi olacak,” dedi. İnandım. Birkaç dakika parmaklarımız birbirine dolanmış bir şekilde oturduk karanlık odada. Keşke burada kalsam—kalsak diye geçirdim içimden. Karanlık ve küçücük bir odada kalmak istiyordum. Dışarısı buradan daha karanlıktı oysa.
Atlas yavaşça sağa eğdi başını, “Hadi gidelim,” der gibi. Tam o anda fark ettim Atlas’ın yanında, yatağın altından ucu gözüken kutuyu. Atlas kapıya doğru gittiği sırada, ben demin onun oturduğu yere gidip kutuyu aldım. Küçük, dikdörtgen siyah bir kutuydu. Atlas’a baktım, eli kapının kulpunda, beni izliyordu. Kutuyu açtım, içinde bir flash bellek vardı, altında ise kırmızı bir not kâğıdı. Pınar’ın elindeki not geldi aklıma. Bütün kanım çekildi. Göğsüm şiddetle inip kalkmaya başladı. Atlas, yanıma geldi, kâğıdı eline aldı. Her şey, üstünde tek bir cümle yazan o not kağıdıyla başlamıştı:
“Herkesten özür dilerim, bunu ben seçmedim.”
Gitgide kaybolan umudumu ve cesaretimi yerine getiren bir not kâğıdı daha vardı şimdi elimizde.
“Bunu göze alabilecek misin?”
***********************
Instagram: monandrosa


| Okur Yorumları | Yorum Ekle |