
Tüm hayatım, kendimi ait hissettiğim bir yer bulma arayışıyla geçti. Şimdiye kadar hiç bulamadım. Bulamadıkça dünya küçüldü, küçüldükçe içinde sıkışıp kaldım. Nefes alamadım. Beş yıl sonra nerede olurum, hiç düşünmedim. Beş yıl sonrasını görür müyüm, ondan bile emin değilim. Yarını düşünmedim. Hiç plan yapmadım. Çünkü yaptığın planların senin kontrolünde olmadığını çok erken öğrendim. Tek bir şey istedim: Bir yere ait olmak, kök salmak. Oysa bu, dünyanın gerçekleşmesi en zor dileğiymiş; bilemedim.
Kimse için çabalamadım, en çok da kendim için. Hayatın en güzel yılları diyorlar ya benim yaşıma, ben bu yıllarımı pes ederek geçirdim. Kendime bir yer aramayı da bıraktım, ait olduğum bir yer olduğuna inanmayı da. Şimdi elimde, kapağında dünya haritasının küçük bir parçası olan deftere bakarken, anlamsız bir dizi düşüncenin esiri olmuştum.
Annem, her yılbaşında ve doğum günümde bana hep aynı hediyeyi gönderirdi: Üzerinde bir harita parçası olan defterler. Her defterin kapağındaki harita parçası farklıydı. Kimi zaman üzerinde hiçbir ülke olmaz, yalnızca deniz yer alırdı. Bu seferkinde ise hem deniz hem de birkaç farklı ülkenin küçük parçaları bir aradaydı. Bu, gönderdiği otuz beşinci defterdi.
Yatağın altındaki kutulardan birini çıkardım. Tüm defterleri bu kutularda saklıyordum. Birleştirsem, haritanın yarısından fazlasını elde ederdim; ama hiçbirine dokunmamış, tek kelime yazmamıştım. Her sene aralarına yenisi eklenen defterleri, bu kutularda eskimeye bırakmıştım. Bir iki kez atmayı düşünmüştüm; ama atamamıştım. Tamamlanmasını bekleyecektim. Harita tamamlandığı gün hepsini yakmayı planlıyordum.
Annem, ait olamayışımı, nereye gidersem gideyim kök salamayacağımı anlamış mıydı? Her yıl bu defterleri göndermesi bundan mıydı? Bu düşünceyle gülümsedim. Annemin benimle ilgili bu kadar kafa yormayacağına emindim.
Dört-beş yaşlarındayken bir gazetenin içinden kocaman bir harita çıkmıştı. Anneme sorduğumda, “Bu dünya, bu da bizim yaşadığımız yer,” deyip parmağıyla küçücük bir noktayı göstermişti. “Ne kadar büyükmüş!” demiştim heyecanla. “Bunların hepsine gidebilir miyim?” diye sormuştum. “İstersen gidersin tabii,” demişti yarım bir gülümsemeyle. Onunla ilgili hatırladığım nadir anılardan biriydi bu.
En sevdiğim oyun olmuştu, gözlerimi kapatıp haritadan rastgele bir yer seçmek. Adını bile bilmiyordum seçtiğim ülkelerin; ama gözümü açıp nereyi seçtiğimi görünce, sevinçle alkışlıyordum her seferinde. Halamın evine gittiğim güne kadar her gün oynadım bu oyunu. O gün o haritayı kaybettim. Ne bulabildim bir daha ne de yerine başka bir harita koyabildim.
Annem, neyi sever neyi sevmezdim bilmiyordu. Onun da bununla ilgili hafızasındaki tek anı bu olmalıydı ki hep aynı hediyeyi gönderiyordu. Defteri kutuya koyup kapağını kapattım ve diğerlerinin yanına gönderdim. Yatağın üstünde oturdum bir süre. Sıradaki adımı biliyordum. Şimdiye kadar hiç şaşmamıştı: Önce defter gelir, sonra ben geçmişle bugün arasında sıkışıp kaldığım anılarla boğuşurum, ardından annem arar. Kısa bir görüşmenin ardından herkes kendi hayatına dönerdi.
Onun aramasını beklerken, yatağın yanındaki çekmeceden dün Atlas’la Pınar’ın odasında bulduğumuz küçük kutuyu çıkardım.
“Bunu göze alabilecek misin?”
Neyi? Neyi? Neyi? Bir bilmecenin içine düşmüştük. Bir cevabının olduğundan bile emin olmadığımız bir bilmecenin. Flash belleğin içinde bir şey bulabileceğimizden şüpheliydim; ama bulmuştuk. Henüz ne bulduğumuzu bilmesek de…
Flash’ın içinde “Matruşka” isimli, kilitli bir dosya vardı. Enteresan bir isimdi. Açmak içinse bir şifreye ihtiyacımız vardı. Ne tür bir şifre olduğunu anlamak için uykusuz geçen bir gecenin ardından öğrendiğim tek şey, şifrenin muhtemelen yalnızca sayılardan oluşmadığı, harf, sayı ve sembol kombinasyonlarını içerdiği ve kırması oldukça zor 256-bitlik bir şifreleme algoritmasıyla korunduğuydu.
Bu dosyanın içinde, Pınar’ın intiharıyla ve bilmediğimiz başka olaylarla ilgili kanıtlar olabilirdi. Eğer hâlâ silinmemişse tabii. Şifreyi kırmak için elimden geleni yapacaktım. Atlas, yardım edebilecek birilerini bulabileceğini söylemişti; ama bu konuda kendimden başka kimseye güvenemezdim. Dosyanın içinde, başkalarının eline geçmemesi gereken çok önemli deliller olabilirdi. Hem bu kutuyu kimin gönderdiğini de bilmiyorduk. Hâlâ bu flash belleği arıyor olabilirlerdi. Bütün oklar S.A.’yı gösterse de %100 emin olamazdık.
İhtimaller... İhtimaller... Bana kafayı yedirtecek onlarca ihtimal...
Çalan telefonun sesiyle flash belleği çekmeceye attım ve derin bir nefes aldım. Telefonu çalışma masasının üstündeki kalemliğe dayayıp sandalyeye oturdum. İnceden karnım ağrımaya başlamıştı. Ne zaman annemle konuşsam, karnımda hafif bir sızı olurdu. Bu özlemden ya da gerginlikten değildi. Belki kırgınlıktandı.
Ben kırgın değildim, çoktan onarmıştım içimdeki kırık parçaları. Ya da ben öyle sanıyordum. İçimde hâlâ annemin beni halama bıraktığı yaştaki çocuktu kırgın olan.
Annem, yüzünde hiç değişmeyen hafif bir tebessümle karşıladı beni telefon ekranından. Uzun, dalgalı saçlarını çoktan kısacık kestirmişti. Kahverengi küt saçlarına karışmış birkaç beyaz tel, siyah gömleği ve gözlüğüyle her zamanki gibi klasik ve ağırbaşlı görünüyordu. Fiziksel olarak birbirimize benziyorduk: esmer bir ten, küçük bir burun, dolgun dudaklar ve çökük yanaklar… Ama onun oval, koyu kahverengi gözlerinde, benimkine kıyasla çok daha fazla neşe vardı. Göz kenarlarındaki kırışıklıklar bile o parıltıyı gizleyemiyordu. Mutluydu. Kendine kilometrelerce uzakta kurduğu yeni hayatında mutlu ve huzurluydu.
“Mutlu yıllar. Umarım bu yıl, en içten dileğine kavuştuğun yıl olur,” dedi. Her yıl aynı cümleyle başlardı konuşmamız. Ardından aynı ezberlenmiş cümlelerle devam ederdi. Hafifçe tebessüm etmekle yetindim. Yıllar geçtikçe bu konuşmalar ikimiz için de bir görev haline gelmişti. Bana kalsa hiç konuşmazdım. Hayatımız hakkında hiçbir şey merak etmediğimiz, anlamsız ve gereksiz cümlelerden ibaretti her şey.
“Defteri aldım, teşekkür ederim. Nasılsınız?” Bu soruyu hep çoğul sorardım. “Ailen nasıl, çocuğun nasıl, hayatın nasıl?” demek yerine bu tek sorunun ardına gizlemiştim her şeyi.
“İyiyiz, çok iyiyiz. Geçen yıl yazdığımız bir makale ödül aldı. Küçük bir konuşma yapacağız, ona hazırlanıyorum,” dedi, saklayamadığı bir gururla. Biliyordum. Yaptığı tüm çalışmaları takip ediyor, yazdığı bütün makaleleri okuyordum. Bir sebebi yoktu. Küçük, zararsız bir stalker’lık dışında bir şey değildi. Kendime ne kadar kızsam da engel olamıyordum.
“Tebrikler,” dedim kuru bir sesle.
“Sen nasılsın? Bir sorunun, sıkıntın var mı?”
Var. Hem de onlarcası var. Gözümün önünde genç bir kadının intiharına şahit olduğum için travma yaşıyorum. Aylardır uyuyamıyorum. Kızın ölümünden kendimi suçladığım için boyumu aşan işlere kalkışıp hafiyelik yapıyorum. Nefret ettiğim okulumdaki tanımadığım öğrencilerle iş birliği yapıyorum. O öğrencilerden biri kafamı ve kalbimi fena halde karıştırdığı için kendimden daha da çok nefret ediyorum. Kendimi korumak için inşa ettiğim duvarlar çatlıyor gibi hissediyorum. Kimseye söylemesem de korkuyorum. Bazı günler aç kalıyorum. Çoğu gün kimsesiz. Hayatımla ilgili hiçbir hayalim yok. Bana gönderdiğin o haritalardaki hiçbir yere gidemedim. Gidebileceğimi de sanmıyorum. Hiçbir beklentim, hiçbir dileğim yok anlayacağın. İçimde hayata dair ne varsa kuruyor. Yoruldum. Yaşamaktan, insanlardan çok yoruldum. Kimsenin kimseyi sevmediği, her gün başka bir felaketin yaşandığı ikiyüzlü bu dünyada yıllardır üzerimde taşıdığım görünmezlik peleriniyle kimseye dokunmadan vakit geçiyorum sadece.
Bir de... seni özlüyorum.
“Yok, iyiyim. Dersler yoğun. Okul falan işte…”
“2. sınıfa geçtin değil mi bu yıl?”
“3.” Normalde her konuşmamızda kızını sorardım. Ama bu sefer içimden gelmedi. Bir an önce telefonu kapatmak istiyordum.
“Ah, doğru ya. Karıştırdım. Okul, makale, konuşma, taşınma derken aklım başımda değil bu sıralar. Taşınıyoruz da biz önümüzdeki ay. Üniversiteye yakın, daha büyük bir eve geçiyoruz. Hem bahçesi var hem de buradan daha çok güneş alıyor,” dedi gözleri parlayarak.
“Sevindim sizin adınıza. Benim kapatmam lazım, derse geç kalıyorum. İyi yıllar…” dedim, düz tutmaya çalıştığım sesimle.
“İyi yılla--” demesiyle telefonu kapatmam bir oldu. Eğer söyleyecek başka bir şeyi kaldıysa, doğum günüme kadar beklemesi gerekecekti. Hızla giyinip yurttan çıktım. Öfkeliydim. Oysa onunla konuştuğum günlerde sadece hafif bir kırgınlık hissederdim. Ama öfke… yeniydi. Sebebini bilsem de üzerinde düşünmek istemedim.
Koşar adımlarla sınıfa giderken omzuma atılan bir kolla irkilip kendimi geri çekince kapüşonum başımdan düşmüştü. Anlık dengemi sağlayamadığım içinse Ilgaz kolumdan tutmuştu.
“Aman dikkat, kanka. Benim ya ben, best friend’in!” dedi, sırıtarak. Kolumu hızla çektim ve ters bir bakış attım.
“Ani hareketlerden hoşlanmam, Ilgaz,” dedim aksi bir sesle. Kızmamıştım aslında; sadece aniden gelince irkilmiştim.
“Sorry, bir dahakine önce bağırırım. Nerelerdesin kaç gündür? Göremedim seni, yoksunluğunu çekmeye başladım valla.”
“Ben her gün okuldayım, Ilgaz. Asıl gelmeyen sensin. Görkem Hoca, ‘Söyleyin ona bir dersimi daha kaçırırsa sınava gelmeye zahmet etmesin,’ dedi.”
“S*ktir ya. Bu sene de çakarsam annem beni kapıdan içeri almaz. İlk vizeden de ayakkabı numaramdan düşük bir not almışım zaten. Ilgaz sıçar,” dedi, alnına vurup yüzünü ekşiterek.
“Gelsene o zaman derslere. Niye gelmiyorsun?”
“Kankam, iş güç ya. Ben gelmek istemez miyim yoksa bilgi yuvası okulumuza? Öğrenmek istemez miyim bir bokumuza yaramayacak konuları?”
“Senin anlatacak daha iyi konuların varsa, bu ders seni dinleyelim, Ilgaz,” dedi Görkem Hoca aniden yanımızda belirerek. Benimle hemen hemen aynı boylarda olduğundan büyük gözlükleriyle, bizden hayli uzun olan Ilgaz’a alttan çatık kaşlarla bakarken komik bir görüntü sergiliyordu.
“H-Hocam, olur mu öyle şey? Bizim sizden öğrenecek tonla şeyimiz var. Ben boş boş konuşuyordum işte,” diye kıvırdı.
“Sen bir dersi daha kaçır, o zaman boş boş konuşacak çok vaktin olacak,” dedi Görkem Hoca, Ilgaz’ın koluna iki kez sertçe vurup sınıfa girerken. Boşboğazlığına ve dersleri asmasına ne kadar kızsa da Görkem Hoca, Ilgaz’ı severdi. Gerçi Ilgaz’ı herkes severdi. Gevezeliğinin yanında promosyon olarak gelen tatlı dili ve çilli suratıyla isteseniz de ona kızamıyordunuz.
“Kanka, bizim şu ders çalışma işini nasıl yapalım?” diye fısıldadı, sınıfa girerken. En arkadaki sıralardan birine oturunca Ilgaz da yanıma tünedi.
“Akşam Batuş’a gel, orada çalışalım,” dedim ve bilgisayarımı çıkardım. Ilgaz, yumruğunu sıkıp olduğu yerde tepinerek “Oley!” nidaları attı.
“Kankam be! Kafamı yarmayacağını bilsem boynuna atlamıştım şimdi,” dedi sevinçle.
“Ve ders boyunca tek kelime etme,” dedim, bakışlarımı bilgisayardan çekmeden. Ilgaz, dudaklarına görünmez bir fermuar çekip inanılmaz bir şekilde ders boyunca tek kelime etmedi. Görkem Hoca bile bir sorun olup olmadığına bakmak için birkaç kez yanımıza gelip Ilgaz’ın uslu uslu not aldığını görünce şaşkınca ders anlatmaya devam etmişti.
Nihayet ders bittiğinde, Ilgaz iki saattir konuşamamanın verdiği sıkıntıyla patladı:
“Bir ara öldüm de mahşer yerinde sıramı bekliyorum sandım,” dedi gözlerini büyüterek. Bir anda bu kadar ders dinlemek bünyeye ağır gelmişti tabii.
“Bak, isteyince ne de güzel derse gelip dinliyormuşsun, değil mi?” dedim ve kulaklığımı başıma geçirip bilgisayarımı ve çantamı aldım.
“Kanka, sen bunu her gün nasıl yapıyorsun ya? Vallahi saygım arttı sana. İki saattir beynim silkindi, yemin ederim. Eğitim-öğretimden soğudum…” Ilgaz ve dur durak bilmeyen çenesini bırakıp yürümeye başladım. Koşarak yanımda bitti yine.
“Kaçta geleyim akşam?” diye sordu hevesle.
“Gören de ders çalışmaya bayılıyorsun sanacak.”
“Dedim sana, kanka, bundan sonra farklı bir Ilgaz var karşında. Ilgaz 2.0 sürümü piyasada,” dedi kendini göstererek. Hey Allah’ım der gibi kafamı salladım gülerek.
“Yoksa önce okul, sonra canım anam şutlayacak beni,” diye ekledi.
“Akşam yazarım sana,” dedim ve başka bir şey demesine fırsat vermeden hızlı adımlarla uzaklaştım yanından.
Ilgaz’ın gevezeliği sayesinde bastırdığım öfkem gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. İçimde bir yerler daha kırılmıştı da kırıkları kalbime batıyor gibiydi. Hem yıllardır aynı şeyi yaşamama rağmen bu denli etkilendiğim için kendime hem de elimde olmadan anneme öfkeliydim. Kafamın içindekileri susturması umuduyla müziğin sesini artırdım.
Tadilatta olduğu için spor kompleksinden bu binaya taşınmış dans stüdyosunun önünden geçerken camlı bölmesinden gördüğüm biri dikkatimi çekti. Müziğin sesini kısarak görünmemek için duvarın dibine geçtim. Hüma, üstünde beyaz yarım atleti ve siyah taytıyla tüm zarafetiyle dans ediyordu. Bedeni, ahenkle müziğe eşlik ederken hareketleri kuş kadar hafifti. Bir koreografiyi çalışmaktan çok, içinden geldiği gibi bırakmıştı bedenini telefondan yükselen klasik müziğin ritmine. Bir hikâye anlatıyordu sanki. Hareketleri zarif olduğu kadar hırçındı aynı zamanda. Bedeni kuğu gibi süzülüyordu boş alanda.
Tek ayağı üzerinde birden bana doğru dönünce tamamen duvara yasladım kendimi. Birinin özelini ihlal etmişim gibi suçlulukla ayrıldım oradan hemen. Kapüşonumu başıma geçirip, başımı iyice gömdüm boynuma doladığım atkıya. Kafamdaki onlarca düşünceye ek olarak içimde bastıramadıkça daha çok artan öfkeyle birlikte eve doğru yürümeye başladım.
***************
“Nesne yönelimli programlamada kapsülleme sayesinde, bir sınıfın içindeki veriler ve metotlar dışarıdan gizlenebilir. Bu, hem veri güvenliğini sağlar hem de sınıfın yalnızca belirlenen şekilde kullanılmasına olanak tanır.” Ilgaz, sıkılmış bir ifadeyle beni dinlemeye devam ediyordu. Yaklaşık iki saattir Batuş’un evinde ders çalışıyorduk. Batuş ise, Hangar’da yeni ekibiyle prova yapıyordu. Ders çalışmak bana da iyi gelmişti. Beynimi yiyip bitiren tüm düşünceler susmuş, saatlerdir içimde kabaran öfkem sönmeye başlamıştı.
“Şimdi bu kodu nesne yönelimli programlama yaklaşımıyla yeniden yaz; yani veriyi ve işlemleri bir sınıf içine al, ardından gerektiğinde sınıfın özelliklerini ve metotlarını kullanarak çalıştır.” Ilgaz derin bir "of" çekti. Geldiğinden beri sessizce beni dinliyor, dersle ilgili soru sormak dışında konuşmuyordu. Bunun onun için ne kadar zor olduğunu tahmin bile edemiyordum. Gerçekten son çaresi ben olmalıydım ki ne desem yapıyordu. Kodun tekrar çalışmasını beklerken elleriyle boğazını sıkarak ne kadar sıkıldığını gösterdi. Nihayet kod çalıştığında coşkuyla ayağa kalktı.
“İşte bu be! Beynine, ağzına sağlık kankam. Ama benden bu kadar. Beynim aktı masaya resmen. İçinde kalan son üç hücremi de heba edemem. Ne olur, azat et beni. Yarın tekrar çalışırız.” Kendini yeşil koltuğa atmasıyla koltukla birlikte arkaya devrilmesi bir oldu. Şaşırmak yerine gayet memnun bir ifade ile:
“Hahh, tam oldu. Beni buradan vinçle kaldırırsınız artık,” deyip yastığa sarıldı.
“Sanki ders çalışalım diye peşinde gezip yalvaran bendim Ilgaz,” dedim. Balkon kapısını kapatmaya niyetlendiğimde, “Kapatma kanka, biraz daha açık kalsın. Daralıyorum,” diyerek beni yine durdurdu. Gelir gelmez buzdolabından hallice olan salonumuza, “Burası ne kadar sıcak! Ben darlanırım,” diyerek kapıyı açmış ve kapatmama izin vermemişti. İçinde kömür sobası mı vardı bu çocuğun, anlamıyordum ki.
“Saçmalama Ilgaz, içerisi dışarıdan daha soğuk şu an. Dondum burada,” diyerek kapattım kapıyı. Onun yüzünden saatlerdir montla oturuyordum.
“İçim yanıyor, içimmm,” dedi mayışmış sesiyle. Yanımdaki yastığı suratına fırlattım.
“Uyuma sakın, kalk gidelim hadi. Yurda gideceğim ben,” dedim. Ama burada kalmak daha cazip gelmeye başlamıştı. Yurda yürümeye üşeniyordum. Kelebekle mi gitsem diye düşündüm ama o da zor geliyordu. Ilgaz motoruyla gelmişti; ona sorsam bırakırdı beni, ama sürücüsü Ilgaz olan bir motora binecek kadar çaresiz değildim henüz.
“Tamam, kalkıyorum,” dedi. Kafasını az önce fırlattığım yastığa gömmüş olduğu için sesi boğuk çıkmıştı. Geldiğimizden beri tekli koltukta sakince yatan kara kedi, aheste aheste koltuktan indi. Ilgaz’ın yanına zıpladı. Ilgaz kedinin başını okşayınca, patisini kaldırıp sinirli bir hırıltı çıkararak kanepenin ucuna uzandı.
“Sen şifre kırmaktan anlıyor musun?” diye sordum birden. Dosyanın şifresinin türünü öğrenmiştim ama nasıl kırabileceğimi bilmiyordum. Birkaç kod denemiştim fakat bir sonuç alamamıştım. Ilgaz, başını gömdüğü yerden kaldırıp tek gözünü açtı. Kızıla çalan saçları birbirine karışmıştı.
“Hackerlığ’a mı başladın?” diye sordu, tek kaşını kaldırarak.
“Hayır be, ne hackerlığı. Kilitli bir dosya var elimde, açmam lazım.”
“Hackerlık yani,” dedi ve yattığı yerden zıplayarak oturur konuma geçti. Sesli bir nefes verdim.
“Evet, Ilgaz. Hackerlığ’a başladım. Anlıyor musun, anlamıyor musun?”
“Anlayabilirim de anlamayabilirim de. Dosyanın türüne, şifrenin karmaşıklığına ve kullanılan algoritmanın simetrik mi asimetrik mi olduğuna bağlı.”
“Hmm,” diye mırıldandım. Ilgaz bana şifreyi kırmamda yardım edebilirdi. Olanları zaten çok fazla kişi biliyordu. Ilgaz’a da anlatabilirdim aslında. Ona güveniyordum artık. Hem Pınar’ı tanıyordu hem de muhtemelen hackerlık konusunda benden daha iyiydi.
“Ilgaz, sana bir şey anlatacağım. Ama kimseye söylemeyeceksin. Yemin et bana,” dedim.
“Oha, sır mı geliyor yoksa? Okuldan biri benden mi hoşlanıyor? Seni mi soktu araya?” diye sordu hevesle.
“98 yılında mıyız Ilgaz? Niye çöpçatanlığını yapayım milletin? Ciddi bir konu bu. Çeneni tutabileceğine söz verirsen anlatacağım,” dedim. Eliyle yine ağzına görünmez bir fermuar çekip kilitler gibi yaptı. Neresinden başlasam anlatmaya diye düşünürken telefon çalınca oflayarak masaya gittim. Günlerdir ne Batuş’un ne de benim aramalarıma cevap vermeyen Duygu’ydu arayan.
“Nerelerdesiniz, Duygu Hanım? Merak ettik,” dedim yalandan bir sitemle.
“Merhaba, Sardıç Şehir Hastanesi'nden arıyorum. Duygu Özkaya’nın yakını mısınız? Kimseye ulaşamadık, son arayanlarda da siz vardınız,” dedi telefonun diğer ucundaki kadın.
“Evet, arkadaşıyım ben. Ne oldu Duygu’ya? İyi mi?” Kanımdaki adrenalin seviyesi yükselmeye başlamıştı. Günlerdir ulaşamıyorduk kıza. Başına kötü bir şey gelme ihtimalini hiç düşünememiştim.
“Arkadaşınız şu an iyi, merak etmeyin. Birkaç saat önce ayaktan giriş yaptı acile fakat bilincini kaybetti. Gerekli tetkikleri yapıp müşahede altına aldık.”
“Tamam, hemen geliyorum. Peki, neden bayılmış? Nesi var?” diye sordum. Aceleyle Batuş’un odasına gidip arabanın anahtarını aldım.
“Darp edilmiş. Kaburga kemiklerinde de kırıklar var.” Birkaç saniye olduğum yerde donup kaldım. Hiçbir şey diyemedim. İçimi titreten bir soğukluk hissettim sadece.
“Kanka, kötü bir şey mi oldu? Rengin attı,” diyen Ilgaz’ın sesi bile çok derinden geliyordu. Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı.
“Kanka...” Ilgaz bu kez hafifçe koluma dokunup sarsınca, “Geliyorum,” deyip telefonu kapattım ve dışarı fırladım. Peşimden gelen Ilgaz’ın sesini duyuyordum ama ne dediğini anlamıyordum. Merdivenleri uçarcasına indim ve arabaya koştum. Tam gaza basacakken Ilgaz yanımdaki kapıyı açıp son anda kendini içeri attı.
“Kanka, uçtun mu? Kapıyı kapatıp anahtarı alayım dedim, bir baktım, yok olmuşsun.”
“Kemerini tak,” dedim buz gibi bir sesle ve gaza bastım. Mavi Kelebek’in çıkabileceği son hızda, dakikalar içinde hastaneye ulaşmıştık. Ilgaz durmadan konuşuyor, ne olduğunu soruyordu ama hiçbirini duymuyordum.
Koşar adımlarla acile vardığımızda Pınar’ı hastaneye getirdiğimiz o günü hatırladım. İçimdeki huzursuzluk ve öfke giderek büyüyordu. Soğukkanlılığımı korumakta zorlanıyordum.
“Şu kız bizim okulda değil miydi?” Ilgaz’ın işaret ettiği yere bakınca kızıl saçları yastıktan dökülen Duygu’yu gördüm. Nefes alışverişlerim bile düzensizleşmişken sakin olmaya çalışarak yanına yaklaştım. Ancak gördüklerimle, soğukkanlılığımdan da sakinliğimden de eser kalmadı. Sağ gözünün altında, yanağına doğru uzanan büyük bir morluk vardı. Dudağının bir köşesi patlamış, yapıştırılan bant ise çenesindeki çizikleri saklayamamıştı. Ellerim titremeye başladığı için montumun cebine soktum. Kanımın çekilmesine sebep olan şey ise boynundaki çizikler ve morluklar olmuştu.
“Oha, ne olmuş lan bu kıza?” dedi Ilgaz, dehşet dolu bir sesle. Kolundaki seruma baktım bir süre, sonra iyice rengi solmuş yüzüne. Gözlerim yanmaya başlamıştı. İçimdeyse dizginleyemediğim öfkem her geçen saniye daha da artıyordu.
“Siz hastanın yakınları mısınız?” diye sordu kısa boylu, yorgunluğu gözlerinden okunan bir doktor.
“Evet, arkadaşlarıyız biz. Ne olmuş?” dedi Ilgaz.
“Darp edilmiş. Yüzünde ve vücudundaki morluklar birkaç güne geçer ama asıl dikkat etmeniz gereken sırtındaki kırık kaburga kemikleri. Sağ tarafta iki tane kırık var. Bu tarz kırıklara yapılacak bir şey yok; kendi kendine kaynayacak. Ağrı kesiciler acısını hafifletir. Birkaç hafta hareketlerine çok dikkat etmesi gerekiyor. Sağ tarafına kesinlikle yatmamalı, yoksa daha kötü olur. Birazdan serumu biter, kendine gelir. O zaman çıkış yapabilirsiniz.”
İfadesizce doktorun söylediklerini dinledim. Ilgaz’ın yüzündeki dehşet iyice büyümüştü.
“İfadesi alındı mı?” diye sordum.
“Evet, az önce hastane polisi aldı. Tanımadığı birkaç kişinin saldırısına uğradığını söyledi. Biz darp raporunu çıkardık.” Doktorun uzattığı dosyayı aldım. Kırık kemiklerin filmleri ve vücudundaki darp izlerinin her birinin yazıldığı raporu inceledim.
“Abi, kim yapar bunu ya? Kapkaççılar mıydı acaba?” dedi Ilgaz.
“Biliyorum ben kimin yaptığını,” diye mırıldandım ağzımın içinde. Yastığının yanındaki çantası ilişti gözüme. İçinden telefonunu çıkardım, parmağını okutup kilidini açtım.
“N’apıyon, kanka?” diyen Ilgaz’ı umursamadım. Önce son arananlara baktım. Çetin’den son iki saat içinde gelen 18 cevapsız arama vardı. Mesajlarına baktığımda ise tahminimin doğru çıktığını görmek, içimdeki yanacak ateşin kıvılcımını çakmaya yetti. Çetin’den gelmiş onlarca mesaj arasından birini açtım.
AŞK ❤
21.12
Duygu, hâlâ evde misin? Aç şu telefonu, konuşmamız lazım.
21.17
Duygu, delirtme beni, oraya tekrar getirme. Aç şu s*ktiğimin telefonunu.
21.45
Aşkım, özür dilerim, kendimi kaybettim işte. İstemeden oldu, biliyorsun.
21.59
DUYGU, BANA CEVAP VER!!
22.10
Çocuklarla Hangar’a geçiriyoruz. İkimizin de bir süre sakinleşmeye ihtiyacı var. Görüşmeyelim bir süre.
22.25
Sakın polise gitmek gibi aptalca bir şey yapma, Duygu.
Okuduğum son mesajla birlikte kalp atışlarım hızlanmıştı. Telefonu parçalamak istercesine sıkıca kavradım. Pınar’ı tuvalette bulduğum ana ışınlanmıştım sanki. Her şey tekrar ediyordu, her bir anı, ilk günkü tazeliğiyle kafamda canlanıyordu.
“Sakın aptalca bir şey yapma Pınar, bu her şeyin sonu olur.”
“Sakın aptalca bir şey yapma Duygu.” Bu kez, hiçbir şeyin sonu olmayacaktı.
“Ilgaz, Pınar’ın yanından ayrılma. Ben yarım saat içinde döneceğim,” deyip, elimde Pınar’ın dosyasıyla hastaneden hızlı ama sakin adımlarla çıktım. İçimde yanan ateşe rağmen hareketlerim sakindi, ama yüzüm alev alev yanıyordu. Son sürat gaza bastım. Montumu çıkardım, sıkışan nefesimi toparlamak için camı araladım.
“Bir kere de lazım olduğunda aç şu telefonu Batuş...” Çetinin hâlâ Hangar’da olup olmadığını öğrenmem gerekiyordu. Son çalışta telefonu açtı Batuş.
“Fıstıklı şekerparem, ben de seni arayacaktım. Bitti prova, birazdan damlarım yanına. Siz ne yaptınız, Ilgaz’ın boğazına yapışmadın inşallah?” dedi gülerek. Onun değil, ama birazdan boğazına yapışacağım başka biri vardı.
“Çetin orada mı?” dedim, düz bir sesle.
“Duygu’nun manitası olan Çetin mi? Arkadaşlarıyla geldiler az önce. Niye sordun?” Direksiyonu sıktım, var gücümle.
“Oraya geliyorum,” dedim ve telefonu kapattım. Beş dakika sonra, aynı Çetin gibi Hangar’ın önünde, ani bir frenle durdum. Çıkan sesten dolayı arabaya dönen bakışlar umurumda olmadı. Dosyayı alıp, arabanın kapısını sertçe açtım ve öylece bıraktım. Gözlerim direkt masadaki birkaç kişiyle yüksek sesle konuşup, gülen Çetini buldu. İşte o an kan beynime sıçradı. Öfke hatanın dostudur diyen Elifin sesi yankılandı kulaklarımda. Hayatımda ilk defa sakinliğime değil öfkeme sığınmayı seçtim. Yıllardır üzerimden bir an olsun çıkarmadığım görünmezlik peleriniminse tek bir hatayla yerle bir olacağını tahmin edemedim.
“Elmalı turtam, hasretime dayanamayıp beni almaya mı gelmiş?” diyen Batuş’a bakmadan Çetin’in masasına yürüdüm. Çetinlerin oturduğu masanın yanında, şu an görmeyi en son beklediğim kişiye değdi bir an bakışlarım. Onun gece mavisi gözleri ise çoktan benim üzerimdeydi. Kontrol çoktan elimden kayıp gitmişti.
Duygu’nun moraran boynunu ve yara bere içindeki yüzünü düşündüm. Mantığım beni o an terk etti. Yoksa Çetin’in ensesinden tuttuğum gibi gülen suratını var gücümle masaya yapıştırmak o ana kadar hesapta yoktu. Masadaki bardaklar yere düşerken, diğer üç kişi anın şokuyla ayağa kalktı. Çıkan sesten ötürü ortamdaki tüm bakışlar buraya dönmüştü.
“N’oluyo a*ına koyayım?” diye bağırdı, Çetin’in demin gevrekçe gülüp konuştuğu üçlüden biri. Çetin’in kafasını kaldırıp burnundan oluk oluk akan kana baktım. Hem şoktan hem de aldığı darbeden gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu. Masadaki üçlüden en uzun boylu olanı bana yaklaşmaya kalktığında, göğsüne sertçe vuran bir el onu durdurdu. Atlas ve Yunus Emre, üçlünün önüne geçerek aramızda görünmez bir duvar örmüştü sanki.
Çetin’in ensesindeki saçlarını sertçe çekip elimdeki dosyayı yüzüne çarptım.
“Ne bunlar biliyor musun?” dedim, kanımda kaynayan öfkenin aksine sakin bir sesle. Kafasını bile sabit tutmakta zorlanıyordu.
“Duygu’nun darp raporu,” deyip elimdeki kağıtlardan birini ağzına soktum. Anlamsız mırıldanmalar çıkarmaktan başka bir şey yapamadı. Pınar’ı asansörde gördüğüm o son an geldi aklıma. Aynı sertlikle bir daha vurdum kafasını masaya.
“Bunlar da kırık kemiklerinin filmleri,” diyerek röntgenlerin olduğu kağıdı tıkıştırdım bu kez ağzına.
Annem geldi birden aklıma. Annemi, kızını, yeni evlerini düşündüm. İçinde bana yer olmayan hayatını düşündüm. Bugüne kadar herkese ve her şeye karşı biriktirdiğim öfkeyi kusuyordum. Bayılmak üzere olan Çetin’in çenesini sıktığımda dengesini kaybetti ve sandalyeden düşmesine izin verdim. Elimde kalan kağıtları yüzüne fırlattım.
“O kızın değil yanına yaklaşmak, bir daha adını ağzına alırsan bu kağıtları ağzından değil, başka bir yerinden sokarım. Yaparım bunu, emin ol!” dedim, tükürür gibi.
Her şey saniyeler içinde olmuştu. Ne olduğunun ben bile o sırada farkında değildim. Bir hışımla arkamı döndüğümde, gece mavisi gözlerle bir kez daha karşılaştım. Olaya müdahale etmek isteyen çalışanlar ve Çetin’in arkadaşlarının önünde dağ gibi duruyordu Yunus Emre ile. Gözlerinde, merakla video kaydı alan diğer insanlarınki gibi şaşkınlığın yanı sıra garip bir bakış vardı.
Arkamdan seslenen Batuş’u takmadan hızla çıktım oradan. Kelebeğe atlayıp kapıyı hiddetle kapattıktan sonra gaza bastım. Hareketlerim ilk defa bu kadar sert ve keskindi. Arabanın motoru gürültüyle çalışırken egzozdan çıkan dumanın kokusu burnuma doldu. Ardımda baygın bir beden, egzoz dumanı ve bir çift lacivert göz bırakmıştım.
Beynim uyuşmuş, düşüncelerim uyumuştu. Aklımda ise tek bir şey yapmak vardı. Az önce çıkardığım kargaşanın aksine oldukça sakin bir şekilde yurda girdim. Yatağın altındaki kutulardan birini açıp içinden rastgele bir defter seçtim.
Yaptığımız planların bizim kontrolümüzde olmadığını bir kez daha görmüştüm. Tüm defterleri yakmayı planlamıştım ama artık onları yakmak değil, yıllardır içimde tuttuklarımı ve bir şekilde kendimi içinde bulduğum bu hikâyeyi yazmak istiyordum. Defterin ilk sayfasını açtım ve başlığını attım.
İçimdeki Kayıp Harita…
NOT:
Sisova, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan, yılın büyük bölümünü yağışlı geçiren, etrafı gür ormanlar, yüksek dağlar ve yemyeşil yaylalarla çevrili bir şehirdir.
Arvandağ, tarıma elverişli, bereketli toprakların bulunduğu ve güçlü ailelerin etkili olduğu, yıl boyu sıcak ama yağışlı bir iklime sahip ülkenin doğusunda bulunan büyük bir şehirdir."
Habil ve Kabil, kutsal metinlerde geçen, insanlığın ilk kardeşleri olarak bilinen iki figürdür. Habil, çobanlık yaparken Kabil çiftçilikle uğraşır. İkisinin Tanrı’ya sunduğu kurbanlar arasında bir ayrım yapılmış, Habil’in kurbanı kabul edilirken Kabil’inki reddedilmiştir. Bunun sonucunda Kabil, kıskançlık ve öfkeye kapılarak kardeşi Habil’i öldürmüş, bu olay tarihteki ilk cinayet olarak kabul edilmiştir.
Lilith, pek çok mitolojide farklı şekillerde yer bulmuş, Yahudi mitolojisinde ise Adem'in ilk eşi olarak bilinen bir figürdür. Adem'le eşitlik talep eden Lilith, cennetten kovulduktan sonra toplumsal normlara karşı duran, asi ve bağımsız bir kadın olarak tanınır. Hikâyesi, kadının bağımsızlık ve güç mücadelesinin simgesi olarak yorumlanır. Adı, genellikle güçlü, asi ve bazen karanlık bir karakterle özdeşleştirilir.
Ben Sira Alfabesi, Orta Çağ'dan kalma anonim bir metindir. Bu metin, hem dini hem de ahlaki öğretileri içerir ve genellikle öğretici bir amaç güder. Eserin, 700-1000 yılları arasında, bir Müslüman ülkede yazıldığı düşünülmektedir.
Instagram: monandrosa
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&



| Okur Yorumları | Yorum Ekle |