13. Bölüm

4. Bölüm (Part I)

Mona Rosa
mona.rosa

 

 

KİTAPTAKİ TÜM MEKAN VE ŞEHİR İSİMLERİ KURGUSALDIR.

 

İYİ OKUMALAR...

 

Kitap bölümleri bir hayli uzun olduğu için kitabın tanınması amacıyla bölümler üç parçaya bölünecektir. Her bölüm yaklaşık olarak 50-60 sayfaya denk gelmektedir. Bu bölümle ile birlikte ilk kitabın yarısına gelmiş bulunmaktayız. Serinin 3 kitaptan oluşması planlanmaktadır. Beni bu yolculukta yalnız bırakmayan herkese teşekkür ederim.

 

 

"Yazar olmak istiyorsanız yazın." Epiktetos

Hayatınızın kontrolünün elinizden kayıp gittiğini hissettiğiniz anlar olur ya... Hiçbir şey yapamazsınız; adeta bir film izler gibi sadece seyredersiniz. Son birkaç gündür yaşadığım şey tam olarak buydu. Hayatımda ilk defa hiçbir şeyin sonunu düşünmeden hareket etmiştim. Yıllardır kaçtığım, kendimi korumaya çalıştığım her şey bir anda yerle bir olmuştu.

Dört yıldır bir gün olsun dersleri aksatmayan, Batuş’un tüm alaylarına rağmen vizeden sonraki hafta bile okula giden ben, bu hafta ciddi ciddi okulu bırakmayı düşündüm. Öfke, hatanın en büyük dostuymuş; yaşayarak öğrendim.

Dünyayla tüm iletişimimi kesmiştim. Telefonuma bile bakmıyordum. Çünkü yıllardır beni sadece birkaç kişinin tanıdığı okulumda, bir haftadır herkes aynı videoyu izliyordu. Benim, Çetin’in burnunu kırdığım o meşhur videoyu. Ya da videoları demeliydim çünkü oradaki herkes farklı açılardan bir sürü kayıt almıştı ve o görüntüler her yerdeydi. En son üç gün önce baktığımda, bir videonun sekiz yüz bin izlendiğini görünce telefonu kapatmış, bir daha da açmamıştım. Batuş’a da bu konuyla ilgili konuşma yasağı getirmiştim çünkü ne zaman baksam, salak çocuk hayran hayran beni izliyordu.

O geceden sonra yurda gidip eşyalarımın bir kısmını almış, kısmi olarak Batuş’a yerleşmiştim ve bir daha da dışarı çıkmamıştım. Batuş’u gayet tatlı bir dille uyardığım için, arada not bırakma ve ders çalışma bahanesiyle uğrayan Ilgaz dışında günlerdir kimse gelmiyordu.

Evden dışarı adım atmayan bir kişi daha vardı: Duygu. O gece ben yurda gidip eşyalarımı toplarken, Ilgaz da Duygu’yu buraya getirmişti. Ve ikimiz de bir haftadır evden çıkmıyorduk. Daha doğrusu ben evden; Duygu ise odadan çıkmıyordu. Birkaç kez konuşmayı denemiştim ama hiçbir karşılık alamayınca pes etmiştim. Arada yiyecek bir şeyler ve ilaçlarını bırakmak için yanına gidiyordum. Sürekli uyuyordu. Uyumasa bile tüm bedenini yorganın altına gömüp bir an olsun dışarı çıkmıyordu. O kadar sessizdi ki tuvalete gittiğini bile çoğu zaman duymuyordum. Herhangi bir yaşam belirtisi göstermediğinden endişelenmeye başlamıştım. Ailesine haber vermeyi düşünmüştüm ama Batuş, “Kendi haline bırakmak en iyisi, üstüne gitmemek gerekiyor. Nasılsa kendine gelince anlatır.” diyerek bunun iyi bir fikir olmadığını söylemişti.

Arada, o uyurken ya da uyur numarası yaparken, yaralarını kontrol ediyor ve pozisyonunu düzeltiyordum. Doktor, ağrısı olacağını söylemişti ama bizimle hiçbir şekilde iletişim kurmadığı için nasıl olduğunu bilmiyordum.

Günlerdir yaptığım gibi bilgisayarın karşısına geçip şifreyi kırmak için Ilgaz’la yazdığımız programın çalışmasını izlemeye başladım. Ilgaz’a, Pınar’la ilgili her şeyi anlatmıştım. Şoktan tepki veremediği uzun bir sürenin ardından Batuş’la ikimizi adeta soru yağmuruna tutmuş, her ayrıntıyı anlattırmıştı. Önce şifrenin türünü tekrar araştırmış, sonra da saatlerce kod yazmıştık. Ama ikimizin de bilgisayarı yeterli donanıma sahip olmadığından, şifrenin ne zaman kırılacağı belirsizdi. Üç ayda olabilir, üç yılda... Hiç kırılmaması ihtimalini düşünmek bile istemiyordum.

Ne kadar dikkatli bakarsam program o kadar hızlı çalışacakmış gibi gözlerimi ekrana kilitlemiştim. Hatta o kadar odaklanmıştım ki kapının çaldığını bile Ilgaz kapıyı yumruklamaya başlayınca fark ettim. Bir yandan alacaklı gibi kapıya vuruyor, bir yandan da bağırmayı ihmal etmiyordu.

“Kanka, kök saldım burada, neredesin? Topluma karışmaya karar verdiysen söyle de önlemimizi ala—”

“Bağırma Ilgaz, duyacaklar. Açtık işte, geç hadi.” dedim kısık bir sesle.

“Kanka, kim duyacak ya? Başında davul çalsam uyanmaz içerdeki kızıl kafa. Nasıl oldu o? Bir gelişme var mı? Odadan çıktı mı hiç?”

“Yok. Bildiğin gibi.” dedim bilgisayarın karşısına otururken. Ilgaz ise balkon kapısını açıp yanımdaki koltuğa oturdu. Üzerinde yine dövmeli kollarını açıkta bırakan incecik bir tişört vardı.

“Ayrıca tek o değil ki. Aşağıdaki kadına dikkat et dedim sana kaç kere. Görürse çenesinden kurtulamayız.”

“Ohoo, biz çoktan tanıştık kendileriyle. En yeni, en best kankam o benim.” dedi sırıtarak. Boş boş baktım suratına.

“Kızıl kafayı buraya getirdiğim gece bizi gördü. Soru sormadı, sadece ‘Bir şey lazım olursa seslenin.’ dedi.” Boş bakışlarım yerini şaşkınlığa bıraktı.

“Ertesi gün geldiğimde asıl o zaman ablukaya aldı beni. Çok kafa kadın ama bayıldım. Bana ‘Allıgafa’ diyor. Az önce gördüm, ‘Çalıkız evde mi? Hiç görünmüyor bu ara.’ dedi. Çalıkız sen oluyorsun sanırım.”

Duygu’nun yanında yatan kedi salona gelip kucağıma zıpladı. O geldiğinden beri yatağının ucunda uyuyordu. Rahat etmesi için biraz geri çekilip sırtımı koltuğa yasladım. Önceden yanımıza bile yaklaşmayan hayvan, artık kucağımıza oturuyordu. Ama dokunulmaktan hoşlanmadığı için kafasına ya da göbeğine dokunulduğunda hırlayarak uzaklaşıyordu. Batuş haklıydı galiba, bu kedi bana benziyordu.

“Program ne durumda, sistem kasıyor mu?” diye sordu Ilgaz, önümdeki bilgisayarı işaret ederek.

“Bilgisayar kasmıyor da... Öyle işte, çalışıyor. Değişen bir şey yok.”

“Bu işlemciyle kasmadan çalışması bile mucize. Moralini bozmak istemem kanka ama elimizdeki ekipmanla bu işi çözmek zor.”

Sıkıntıyla iç geçirdim. Zaman geçtikçe geriye gidiyormuşum gibi hissediyordum. Elimizdeki hiçbir kanıt işe yaramıyordu. S.A’nın kim olduğunu bulmuştuk ama hiçbir şey yapamıyordum. Nasıl ilerlemem gerektiğini bilmiyordum. Her şeyin bu kadar yavaş ilerlemesi, beni iyice depresif hale sokmaktan başka bir işe yaramıyordu.

“Eveeet gençler, vedalaşın bakalım şu üstünüzdeki kara bulutlarla! Dürüm partisi yapıyoruz.”

Batuş coşkuyla salona girip bilgisayarımı koltuğa bıraktı ve elindeki poşetleri masanın üstüne fırlattı. İçinden bir dürüm alıp dans ederek salondan çıktı. Dış dünyayla tek bağlantım Batuş’tu. Beni neşelendirmek için elinden geleni yapıyordu. Evdeki "ayaklı depresyon" sayısı ikiye katlandığı için o da neşesini ikiye katlamak zorunda kalmıştı.

“Batuş kankam tavuk döner ziyafeti mi veriyor? Kaynanamız seviyor diyebilir miyiz?” diyen Ilgaz’ın gülüşü, poşeti açtığında soldu.

“Bu ne be? Köfte mi?” diye sordu yüzünü buruşturarak.

“Falafel dürümdür. Batuş vejetaryan.” Memnuniyetsiz bir ifadeyle elindekine razı olarak falafeli kemirmeye başladı.

“Hiç fena değilmiş tadı.” dedi, boğuk çıkan sesiyle.

“Siz ne zaman gördünüz Batuş’un yanlış bir hareketini? Dünyanın en iyi falafelini aldım size.” Masadaki dürümlerden birini kucağıma bırakıp diğerini kendi aldı.

“İçmiş mi ilaçlarını?” diye sordum Batuş’a.

“İçmiş. Sabah götürdüğün tostun da yarısını yemiş.”

“Nesi var sizce? Niye çıkmıyor odadan? Normal mi bu?” Koltuğun tepesine tüneyip ellerini çenesinin altında birleştirdi Ilgaz.

“Bilmiyoruz ki. Kolay bir şey değil yaşadığı. Bence biraz zamana ihtiyacı var.” dedi Batuş, dürümden koca bir ısırık alırken.

“O yamulmuş burunlu şerefsiz iti gördüm dün okulda.”

“Elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor oros*u çocuğu.” dedi Ilgaz, dişlerini sıkarak.

“Sana bir şey dedi mi?”

“Bana ne diyebilir o itin oğlu, çiçeğim? Bakamadı bile suratıma. Bir şey diyecek olsa ağzını da ben kırardım bu sefer.” Batuş gibi içi insan sevgisiyle dolu birinden duymaya alışık olmadığım sözlerdi bunlar. Hafifçe güldüm.

“Hey, benim Batuşuma bak be!” dedim ve yanımdaki yastığı suratına fırlattım. Havada kapıp o da Ilgaz’a fırlattı. Ancak Ilgaz onun kadar hızlı davranamadığı için aldığı darbeyle dengesini sağlayamayıp aşağı devrildi. Hiç bozuntuya vermeden düştüğü yerde yatmaya devam etti.

“Ciddiyim bak. Yanına yaklaşmaya, bir şey yapmaya kalkarsa hemen bana söylüyorsun. Sahipsiz sanmasın seni.” Tüm ciddiyetiyle kurduğu bu cümleye kahkaha atmaktan başka bir şey yapamadım.

“Senin de ayarlarını bozduk sonunda. İçinden geleneksel bir aile babası çıkmasını bekleyeceğim son insan bile değildin.” dedim.

“Aynen kanka, biz neciyiz burada? Yanında ben varken hiçbir şey yapamaz o yavşak sana. Lisede üç yıl karateye gittim ben. Mavi kuşağım var.” Yattığı yerden zıplayıp havaya birkaç tekme savurdu. Boşluğa attığı anlamsız yumruklara bakılırsa, olası bir tehlikede mavi kuşak Ilgaz’a güvenmeyi pek tercih etmeyebilirdiniz.

Kafamı meşgul eden, beynimi yiyip bitiren onlarca düşünce ve endişe arasında Çetin, son sırada bile değildi. Yaptıklarımdan pişman değildim, keşke daha fazlasını yapsaydım. Pişman olduğum tek şey, bunu yaparken etrafımızda insanlar olmasıydı. Ya da kameralar… Sonsuza kadar bu evde saklanamazdım. Gelecek olanla ne kadar çabuk yüzleşirsem o kadar iyiydi ama kafamı toprağa gömüp bir daha çıkarmamak fikri daha cazip geliyordu. Derince bir "of" çekerek kafamı yastığa gömdüm.

“Bu arada, sabah Atlas seni sordu.” Ilgaz’ın sesiyle yastığı kafama iyice bastırarak kendimi boğmayı denedim ama Batuş, hızla elimden çekince bu girişimim de hüsranla sonuçlandı. “Gerçi her gün soruyor.” diye ekledi.

"Dün Labirent'te de bana sordu." dedi Batuş, tek kaşını havaya kaldırarak. Kafamı tekrar gömmek için Ilgaz’ın yanındaki yastığa uzandım, ama o benden önce davranıp yastığı Batuş’a atınca yine ellerim bomboş kaldı. Bir tür yastık savaşı yapıyor gibiydik.

“Sizin aranızda bir şey mi var? Atlas’a da sordum, cevap vermedi. Varsa bilelim kankam, bizden mi saklıyorsun? Ayıp ediyorsun.” Gözlerim şaşkınlıkla büyürken tüm vücudumu ani bir sıcaklık kapladı. Hadi Ilgaz boşboğaz, aklına geleni saniyesinde dilinde olan bir çocuk. Ama Atlas... O Ilgaz’ı benden daha iyi tanıyordur, niye cevap vermesin ki? İkisi de tam karşıma oturmuş, sorgulayıcı bakışlarını üzerime dikmişti.

“Ne olacak be aramızda? Manyak manyak konuşmayın. Kafanızı kırarım. Pınar meselesi için şey yapmıştır.” diye geveledim.

“Kırarsın, bilirim ama... Pınar’la ilgili değil gibiydi sanki. Bu kadar sorgulaması… ‘İyi miymişsin, telefonunu niye açmıyormuşsun, bir şey mi olmuşmuş’ diye sordu da sordu.”

“İmalı imalı bakma bana! Tanımıyor musun sen beni? Gebertirim seni Batuş.” dedim en aksi sesimle. “Seni de.” diye ekledim, Ilgaz’a bakarak. Bu konu burada kapanmadı dercesine kafasını salladı aptal çocuk. Bir süre ters ters baktık birbirimize.

“Bir isim koymayacak mısınız buna? Karabaş, Karabiber, Karakız…” Ailemizin en yeni üyesi olan kediye önerdiği yaratıcı isimlerle sessizliği bozdu Ilgaz.

Atlas niye ısrarla sormuş ki beni? O geceden sonra defalarca aradığı, hiçbirini açmadığım ve onlarca mesaj bıraktığı için olabilir mi?

Üçüncü kat, atlamak için alçak mı gelir acaba?

“Ev en entrikalısından bir İspanyol drama dizisine döndüğü için akıl edemedik daha bu yavruya bir isim koymayı. Ne dersin, kirazlı turtam? Ne koyalım bu şebeğin adını?” Kedinin etrafına attığı nefret ve bıkkınlık dolu bakışlara bakılırsa, asıl şebek bizdik onun gözünde.

“Nefret olsun. Ya da Karanlık.”

“Sormadım say.” Batuş ve Ilgaz, en iyi ismi bulmak için hararetli bir tartışmaya dalınca ben Duygu’nun odasına gittim. Kapının yanından usulca kafamı uzattım. Yine sessizce yatıyordu ama bu sefer yorganı kafasına kadar çekmemişti. Öylece karşı duvara bakıyordu.

Bir bakanı bir daha baktıran kızıl saçları dağılmış, gözaltları iyice çökmüş, yüzündeki her zamanki özgüvenli halinden eser kalmamıştı. Batuş’un az önce getirdiği dürüme dokunmamıştı.

“Duygu.” diye seslendim, herhangi bir karşılık beklemeden. “Buradayız.” demekle yetindim ve sessizce kapıyı kapatıp yoğun bir tartışmanın yaşandığı salona döndüm.

Ilgaz kırmızı, Batuş yeşil koltuğun tepesine çıkmış, çok önemli bir konu konuşuyorlarmış gibi ciddiyetle oturuyorlardı.

“Karan mantıklıydı bence.” dedi Ilgaz. “Black’ten daha orijinal olduğu kesin.”

Batuş küçümseyici bir bakış attı. Tartışmanın öznesi ise umursamazdı. Yuvarlak tahta masanın üstüne yayılmış, hangisinin daha akılsız olduğuna karar veremediğim ikiliyi izliyordu. Bilgisayarı tekrar açtım ve çalışmaya devam eden programa baktım.

“Gölge.” dedim, gözlerimi ekrandan çekmeden. Yattığı yerde iyice mayışmaya başlayan kedi birkaç mırıltı çıkardı. Ilgaz coşkuyla ellerini birbirine vurdu:

“Gölge! Çok iyi lan! Nasıl gelmedi aklımıza?”

Batuş, uyuklamaya başlayan kedinin yanına gidip dokunmadan başını okşadı. Kediyi sevmenin iki yolu vardı: ya dokunur gibi yapıp dokunmadan sevebilirdiniz ya da uyurken çok küçük dokunuşlarla. Yoksa anında huysuzlanıyordu.

“Ay çöreğim, yine en iyi ismi seçti kızım sana. Bize kalsan yanmıştın.” dedi Batuş.

“Bırak artık şu bilgisayarı, şifreyi çözünce görürüz zaten. Bakınca daha mı hızlı çalışıyor?” Umarım, Batuş. Umarım bu algoritma şifreyi kırar da biz de görürüz. Ama bu ihtimal gözümde günden güne zayıflıyordu. Elim kolum bağlı, hiçbir şey yapamadan günlerdir evde oturduğum için kafayı yemek üzereydim. O yüzden normalde asla kabul etmeyeceğim Batuş’un teklifini geri çevirmedim.

“Hadi hazırlanın, çaya gidiyoruz. Gün yapacağız. Takın takıştırın, sürün sürüştürün!”

“Ne çayı, kanka?”

“Makbuş çaya çağırdı demin. Hepimize iyi gelecek, yaralarımızı saracak o aktivite bu. Biraz daha bu depresyon yuvasında oturursak, ev kendi kendini imha edecek yoksa.” İkisi de yavru köpek bakışlarıyla alttan alttan bana bakıyordu.

“İyi, hadi gidelim.” Cevabım, küçük salonumuzda birkaç saniyelik şok etkisi yarattı.

“Harbi mi?” diye sordu Batuş, inanamayarak.

“Evet, haklısın. Bu evde durdukça duvarlar üstüme gelmeye başladı. Zaten şu kadar aklım kaldı. Onu da kaybedemem.” dedim, elimle minik bir mesafe işareti yaparken.

“Sen fikrini değiştirmeden hemen hazırlanıp geliyorum!” diye bağırarak salondan çıkan Batuşun arkasından seslendim.

“Niye? Makbuş’un evinde dress code mu varmış?”

“Çiçeğim, akşama işim var da Makbuş’tan sonra direkt oraya gideceğim. Gece gelemeyebilirim.”

Verdiği bu cevabın ardından ne geleceğini çok iyi bilsem de bir şey demedim. Yetişkin bir Batuş “İşim var, gece gelmeyeceğim” diyorsa, bilin ki o iş pek de sakin geçmeyen, içinde bolca sloganın ve pankartın bulunduğu bir işti. Ve sonunun nerede biteceğini ikimiz de gayet iyi biliyorduk…

*******

“Demem o ki evlenmeyin. Evlilikte keramet var derler ama o keramet felakete dönüştüğünde, dut yemiş bülbüle dönerler.” Çayından kocaman bir yudum daha höpürdetti Makbuş. Ciddi ciddi, Ilgaz, Batuş ve ben, Makbuş’un ev sahipliğinde gün yapıyorduk. Makbuş sanki aylardır bugünü bekliyormuş gibi büyük bir hazırlık yapmıştı. Masanın üstü çeşit çeşit hamur işleri, kısır, içli köfte ve envai çeşit tatlıyla donatılmıştı. Şüphesiz, bu aktiviteden en kârlı çıkan kişi, geldiğimizden beri masadaki her bir yiyeceği iştahla yiyen Ilgaz’dı. Zayıf bedenine tezat bir şekilde, inanılmaz bir keyifle dördüncü böreğini bitirdikten hemen sonra, sanki fındıkmış gibi ağzına attığı içli köfteyi görünce gözlerimi büyüttüm ve dayanamayıp sordum:

“Ilgaz, kaç gündür yemek yemedin sen? Az önce de gözümün önünde iki tane dürüm yedin ya, ondan soruyorum.” Ağzına bir şekerpare attıktan sonra boğuk bir sesle konuştu:

“Kanka, yurtta kalıyorum ben, farkında mısın? Halimi senden iyi anlayan yoktur herhâlde. Yurdun ot gibi yemeklerinden sonra, bulmuşum lezzetin tavan yaptığı karbonhidrat dolu masayı, zor günler için depoluyorum.” Gözümün içine baka baka, kaçıncısını yediğini sayamadığım bir fındıklı kurabiyeyi daha ağzına attı. Görünmez bir fermuar çekip Batuş’u ablukaya almış Makbuş’a döndüm.

“Hele de kadınsan, evlenip de el âlemin kahrını çekeceğine, tek başına misler gibi yaşarsın valla,” dedi bana bakarak. Yürü be Makbuş, tek bir yanlış lafın yok. İzindeyiz bundan sonra! Batuş ile benim düğünümü yapma isteğinden çabuk vazgeçmişe benziyordu.

“Helal kız sana! Gelsene akşam benimle, arkadaşlarla tanıştırayım seni. Hem yardım edersin bize.”

“Ne yapacaksınız?” diye sordu saf saf. Ah Makbuş! Karşında, masumca kirazlı kurabiyesini yiyen bu çocuğun, ayaklı bela paratoneri gibi başına dert çektiğini bilsen, ne yapardın acaba?

“Batuş, saçmalama istersen,” dedim uyarıcı bir tonda.

“Ellerine sağlık, Makbuş. Döktürmüşsün valla.” Konuyu değiştirme girişimim başarıyla sonuçlanınca, bıyık altından gülen Batuş, ağzına bir kirazlı kurabiye daha attı.

“Yiyin, yiyin, hepsini size yaptım. Kalanları da götürün. Ben yalnızım nasılsa…”

Gözlerinden geçen anlık hüznü yakalamıştım. İlk defa bu kadar uzun sohbet ediyorduk. Aslında, ilk defa sohbet ediyorduk desem daha doğru olurdu. Küçük salonunda, bizimkine kıyasla çok daha fazla eşya vardı. Ve her yer mis gibi kokuyordu. Çiçekli koltuk örtüleriyle uyumlu çiçekli duvar kâğıtları bile parlıyordu. Aynı duvar kâğıtlarından bizde de vardı ama tek bir farkla; bizimkiler, üzerlerine sinmiş tozdan çiçekleri bile belli olmayacak hâle gelmişti.

Ahşap vitrinde çeşitli renk ve desenlerde bir sürü tabak, çanak ve bardak sıralanmıştı. Perdeleri bembeyaz danteldi. Evin her köşesinde rengârenk çiçekler vardı. Dikkatimi çeken şey ise, duvarlarda tek bir fotoğrafın bile olmamasıydı. Geldiğimizden beri bütün soruları o sorduğu için, onun hayatına ve geçmişine dair hiçbir şey öğrenememiştik. Hikâyesini merak ediyordum. Özellikle de parmaklarını nasıl kaybettiğini… Sol elinin üç parmağı kökten, sağ elininse iki parmağının yarısı yoktu.

“Sen merak etme Makbuş, biz varız bundan sonra. Afiyetle yeriz hepsini,” dedi Ilgaz, dolu ağzıyla. Neresine sığdırıyordu bu kadar yemeği, aklım almıyordu. Hâlâ da yemeye devam ediyordu.

“Önceden yapıp satardım bunları. Bütün civar pastaneler benden alırdı. Kapış kapış giderdi yaptıklarım. Artık yaşlandık tabii… Anca böyle, eşe dosta işte…” dedi, dalgın gözlerle. Batuş, Makbuş’un önüne diz çöküp yanaklarını sıktı.

“Aşk olsun Makbuş’um, sen hepimizi gömersin. Taş gibisin kız!” Omuzları sarsıla sarsıla, sesli bir kahkaha attı.

“Hadi oradan deli oğlan!”

Uzun zamandır hissetmediğim bir sıcaklık hissettim o an… Ev gibi, aile gibi… Yarım bir tebessüm belirdi dudaklarımda. Benim de bir ailem olsaydı, böyle mi hissederdim acaba diye düşünmeden edemedim. Mutlu aileler birbirine benzerdi, mutsuz ailelerin mutsuzluğu ise kendine özgüydü… Doğru. Ama ilk defa, birbirine benzeyen o ailelerden birine ait olmak istedim. Hâlbuki zaten aittim… O an farkında değildim.

Batuş, Makbuş’un dizine yatmış, başını soktuğu belaları gülerek anlatırken Ilgaz, mide fesadının eşiğinde, koltuğa yayılmış soda içiyordu. Üç gündür kapalı olan telefonuma gitti aklım. Yanımdaydı. Açıp bir baksam mı diye düşündüm. Hem belki de çoktan unutulmuştu o videolar. Her gün yeni bir olayın patladığı bir yerde, hiçbir şey bu kadar uzun süre konuşulmazdı.

Telefonu açtım. Gerçekten de o güne ait bir video göremedim hiçbir yerde. Neyse ki ben de çabuk unutulmuştum. Rahat bir nefes alıp mesajlarıma baktım. Bölümden tanıdığım birkaç kişinin, ne olduğunu ve nasıl olduğumu sorduğu mesajları dışında kayda değer bir şey yoktu.

Tabii Atlas’ın cevapsız aramalarını ve attığı onlarca mesajı saymazsak…

Bir haftadır, istisnasız her gün aramış ve nasıl olduğumu soran bir sürü mesaj atmıştı. Okulda illaki karşılaşacaktık, kaçamazdım. Aslında günlerdir okula gitmememin en büyük sebebi oydu. Okuldaki diğer insanlar pek umurumda değildi; zaten unutulurdu. Birkaç gün sonra herkes kendi işine döner, ben de zırh misali üzerimde taşıdığım görünmezlik pelerinimi tekrar giyerdim. Fakat o pelerinin işe yaramadığı tek bir kişi vardı…

O yüzdendi bu kadar saklanmam. Kendi köşemde unutulup gitmek istemem. Ama ne olursa olsun, saklandığım yerden çıktığımda, beni herkes unutmuş olsa da onun unutmayacağını biliyordum.

Peki, bunu bilmek neden içimde, çok derinlerde ince bir sızıya neden oluyordu?

Neden kalbimin ritmi bozuluyordu? İşte, onu bilmiyordum.

Tam telefonu kapatacakken gelen bildirimle, uzun zamandır kullanmadığım uygulamaya girdim. Bu uygulama üzerinden gelen teklifler sayesinde evlere gidip ufak tefek tamirat işleri yapıyordum. Bir süredir hiçbir iş gelmiyordu, belki de bu artık evden çıkmam için bir işaretti. Ya da sadece birinin evinde musluk sızdırıyordu. Bu daha olasıydı. Çok düşünmeden gelen teklifi kabul ettim. Ev buraya çok yakındı, bir arka sokaktaydı. Kimseyle karşılaşmadan hemen gidip gelebilirdim. Hem biraz para kazanmak hiç de fena olmazdı.

Ev nüfusu giderek artarken bütün masraflar Batuş’a kaldığı için içten içe vicdan azabı çekiyordum. Çocuk hem okula gidiyor, hem çalışıyor hem de gece gündüz demeden prova yapıyordu. Buna rağmen enerjisinden hiçbir şey kaybetmeden hepimizin moralini yükseltmeye çalışıyordu. Biraz para biriktirip ona bir hediye almak istiyordum. Uzun zamandır internetten içi giderek baktığı bir kulaklık vardı. Çok pahalı sayılmazdı ama şu durumda kulaklık bile bir lükstü bizim için. Batuş, bu hayatta gözüm kapalı güvenebileceğim tek kişiydi. Benim için çok şey yapmıştı. Karşılığı olamazdı belki ama onu biraz olsun mutlu görmek en çok bana iyi gelirdi.

Ilgaz bir köşede uyuklamaya başlamış, Batuş da Makbuş tarafından saçları okşanırken mayışmıştı. Yavaşça ayağa kalktım.

“Benim gitmem lazım. Makbuş, eline koluna sağlık, bir gün bize de bekleriz.” diye bir teklif sundum. Noodle dışında ikram edecek pek bir şeyimiz olmasa da maksat vakit geçirmekti.

“Nereye, çiçeğim? Eve mi?”

“Yok, yakın bir yerde bir tamir işi varmış, oraya gideceğim.” diye açıkladım. Makbuş’tan beklenen o soru hemen ardından geldi:

“Ne tamiriymiş o, bakiyim?”

“Bizim kızın bir parmağında on marifet olduğu için evlere tamir işine gidiyor böyle.” dedi Batuş gururla. Bak sen! der gibi baktı Makbuş bana. Yadırgayacağını, hatta kızacağını düşünsem de beni şaşırtarak tam tersi bir şekilde destekledi.

“Aferin sana. Böyle kendi paranı kazan, sakın kimsenin eline bakma. Aferin.” dedi, Batuş’tan eksik kalmayan bir gururla. Öğrenciniz Makbuş Başkan, arkandayız!

“Bir ara bana da uğra, arka odanın lambası yanmıyor nicedir. Karanlıkta düşüp bir yerimi kırarım diye ha burada uyurum kaç zamandır.”

“Uğrarım tabii. Sen yeter ki iste, bütün evi elden geçiririm.” dedim gülerek. Batuş yine haklı çıkmıştı. Kafamızı toparlamak için gereken aktivite gerçekten buymuş.

“Benim de kaçmam lazım zaten. Malum, işler bizi bekler.” Makbuş’un yanağından bir makas alıp ayağa kalktı. Biz biliyoruz o işleri de sonumuz nerede bitecek bakalım.

“Ilgaz’ın bir yerlerinde yeller esmeye başlamış.” diyerek yan koltukta uyuyan Ilgaz’ı gösterdi Batuş.

“Bırakın uyusun burada, Allıgafa.”

“Ben uyandırırım şimdi onu.” Batuş, koltuktaki büyük minderlerden birini Ilgaz’ın kafasına hedef aldı.

“Ne oluyo amı..” Uyku sersemi haliyle ağzından çıkan küfürü yutmayı başarmıştı. Batuş, Ilgaz’ın kolundan tutup tek hamlede ayağa kaldırdı. Ilgaz anlık sendelese de çabuk toparladı.

“Hadi kalk, gidiyoruz. Bugünlük hamur işi limitinin sonuna geldin.”

“Bir süre yemek yemeyeceğim galiba.” dedi baygın gözlerle. Gerçekten mide fesadı geçirmiyorsundur umarım, Ilgaz.

“İyi madem de haydi gidin. Tutmayın beni daha fazla.” Diyerek kibarca kovdu Makbuş bizi ama çıkarken elimize masadaki tabakları tutuşturmayı da ihmal etmedi. Makbuş’un verdiği yiyecekleri eve bırakıp, alet çantamı aldıktan sonra çıktık. Motorla gelmesine rağmen, yediklerini sindirmek adına yürüyerek yurda gitmeyi tercih etmişti Ilgaz. Ama zar zor attığı dengesiz adımlara bakarsak, kaldırımın birinde uyuyakalması muhtemeldi.

“Çiçeğim, ben buradan kaçar. Yazarım sana. Dikkat et.” Elinde pankart dolu koca bir poşet vardı. Cebinden kelebeğin anahtarını çıkarıp elime tutuşturdu. “Cebimde kalmış. Ben o hengamede kaybederim şimdi. Sende kalsın.”

“Asıl sen dikkat et, bir şey olursa hemen ara, tamam mı? Uyuyamam bu gece.”

“Merak etme, ben bakarım başımın çaresine.” dedi harflerini uzatarak. Aynen, bakarsın. Çok güven verdin şu an.

“Lilit’in askerleriyiz.” dedi, işaret parmağını uzatıp klasik selamımızı verirken.

“Lilit’in askerleriyiz.” Batuş, arkasını dönüp ıslık çalarak uzaklaşırken bir süre arkasından baktım. Dertli bir nefes verip uygulamadan gönderdikleri adrese doğru yürümeye başladım.

Beş dakika sonra oldukça lüks bir sitenin önündeydim. Sitenin içinde, her biri altı katlı beş apartman ve tam ortasında küçük bir havuz vardı. Yaşadığımız muhitteki en eski apartmanda oturduğumuz gerçeği, bir kez daha yüzüme çarpmıştı. Sitenin güvenlik görevlisine blok ve kat numarasını söyledikten sonra büyük demir kapıdan içeri girdim. Adres, tam karşımdaki bloğun dördüncü katını gösteriyordu. Günlerdir evde oturmaktan bacaklarım tutulduğu için asansöre binmeyip merdivenleri kullanmaya karar verdim.

Daireye ulaştığımda zili çalmak yerine kapıyı hafifçe tıklattım. Açan olmayınca, ardı ardına birkaç kez sertçe yumrukladım.

"Buyurun, geçin siz," diyen bir erkek sesi duydum ama hemen ardından kapının yanındaki mutfağa gittiği için yüzünü göremedim. Yerdeki parkelerin üstünde küçük bir su birikintisi vardı; duvarlar bile ıslanmıştı. Mutfaktan içeri girdiğimdeyse şansıma lanet ettim. Musluğun altındaki boruyu tutan kişiyi, arkasını dönmüş olmasına rağmen tanımıştım. Ben, benim şansımı gerçekten ya...

"Borunun patlayan yerini bağladık bir şekilde ama pek işe yaramadı sanırım," dedi Yunus Emre. Islak gömleği ve terlemiş yüzüyle bana döndüğünde pek de şaşırmışa benzemiyordu.

"Hoş geldin," dedi, ne diyeceğini bilemez bir halde. Sonra elimdeki alet çantasına baktı.

"Tamirci bekliyorduk, uygulamadan çağırmıştık..." Cümlesini tamamlamak yerine işaret parmağıyla elimdeki çantayı gösterdi. Evet Yunus Emre, evet. O benim. Memlekette başka kimse kalmamış gibi yaşadığımız şu tesadüfe bak.

"Evet, benim," dedim utanç içinde. O olaydan sonra ilk kez insan içine çıkıyordum ve tanıdık biriyle karşılaşmaya hiç hazır değildim. Hele ki o biri, Atlas'ın en yakın arkadaşıysa... Tek temennim, Atlas'ın ortalıkta görünmemesiydi. Umarım şu an şatosunda falandır.

"Harika, borumuz emin ellerde o zaman," dedi ortamın garip havasını dağıtmak istercesine. Ama bu girişimi, durumu daha da tuhaf hale getirmekten başka bir işe yaramadı. İkimiz de boş boş birbirimize baktık. Neyse ki zil çaldı da Yunus Emre mutfaktan çıktı. Kendime sövecek birkaç saniyem oldu.

Kısa bir anlığına gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim. Açtığımda evde olmayı diledim. Ama hayatın benimle bir derdi olduğundan, dileklerimi gerçekleştirmek şöyle dursun, olmaması için aklımdan geçen her şeyi saniyesinde önüme koyuyordu. Çünkü gözlerimi açtığımda, kapının girişine omzunu yaslamış, muzip mavileri ve kocaman gülümseyişiyle bana bakan kişinin başka bir açıklaması olamazdı.

"Part-time musluk mu tamir ediyorsun yoksa?" Sorusunun aksine şaşırmış bir tavrı yoktu. Burada bir şeyler dönüyor gibiydi ama bir an önce işimi bitirip saklandığım kabuğuma geri dönmek istediğim için üzerinde durmadım. Onaylarcasına bir mırıltı çıkarmakla yetindim.

Onu en son o olaylı gecede, birkaç dakikalığına görmüştüm. Olası bir tehlikeye karşı beni korumak için önümde kalkan misali dikilmişti. Zihnim bir anlığına o ana kayınca, utancım bedenimden taştı. Hafifçe dişlerimi dudağıma geçirdim. Elinde uzun bir boruyla mutfağa giren Yunus Emre'ye çevirdim bakışlarımı.

"Boru patlayınca Atlas'a söyledim, o da alıp geldi sağ olsun." Aralarında anlık, garip bir bakışma geçti.

"Olur umarım bu," diyerek boruyu bana uzattı Yunus Emre.

"Olur herhalde," diye mırıldandım. Elim, kolum birbirine girmişti. Yetmezmiş gibi, vücudumu saran sıcaklık da içinde bulunduğum duruma hiç yardımcı olmuyordu. Atlas, istifini bozmadan kapıya yaslanmaya devam ederken, Yunus Emre sessizce mutfaktan çıktı.

Bir elimde boru, diğerinde alet çantası… Karşımda ise gözlerinde anlam veremediğim onlarca duyguyla bana bakan Atlas duruyordu. Bu garip durumdan bir an önce kurtulmam gerekiyordu. Seri hareketlerle alet çantasından gerekli birkaç parçayı alıp işe koyuldum. Mümkün olduğunca Atlas'ın varlığını görmezden gelmeye çalışacaktım. Ama pek mümkün görünmüyordu.

Tam musluğun altındaki boruya uzandığımda ise şansım bir kez daha beni yanıltmayarak gerekeni yaptı. Yunus Emre’nin bağladığı yerden—ki bu hiç mantıklı bir hareket değildi—ince bir sızı halinde akan su, birden fışkırmaya başlayarak mutfağın her yerine sıçradı. Borunun hemen dibinde olduğum için saçlarım ve üstüm sırılsıklam olmuştu. Su fışkırmaya devam ederken, Atlas anında yanıma gelip beni kaldırdı. Benim kadar olmasa da onun da yüzü ve saçları ıslanmıştı. Ve biz, birbirimize aptal aptal bakmayı sürdürürken, hâlâ ıslanmaya devam ediyorduk.

Nihayet, son kalan üç beyin hücremden biri devreye girip mantıklı bir soru sormayı akıl edebildi.

“Siz, vanayı kapatmadınız mı?” Aceleyle mutfağa giren Yunus Emre şaşkınca Atlas’a baktı.

“Gerçekten mi?” diye sordum inanamayarak.

Atlas, ceketi ve tişörtü iyice ıslanırken minik bir kahkaha attı. O gülüşü bir daha duyabilmek için aynı soruyu tekrar etme isteğiyle doldu içim. Fakat buna gerek kalmadan Atlas, bu kez büyük bir kahkaha attı. Borudan taşan su üzerimize fışkırmaya devam ederken, ben kal gelmiş gibi hareketsizce ona bakıyordum. Zaten ıslak olan zemin, iyice su içinde kalmışken nihayet fışkıran su azaldı, birkaç saniye sonra da tamamen kesildi.

“Kapattım.”

Çok sağ ol, Yunus Emre. İkimiz de çoktan sırılsıklam olduktan sonra bunu düşünebilmeniz ne hoş. Atlas, halinden gayet memnun bir şekilde gülmeye devam ederken, en sonunda sinirlerim bozulmuş olacak ki kendimi tutamayıp sinirle karışık bir şekilde güldüm. Sanki herkes bunu bekliyormuşçasına, hepimiz bir ağızdan gülmeye başladık. Ben sinirden, Atlas nedenini anlamadığım bir biçimde bütün bu olanlardan eğlendiğinden, Yunus Emre ise olayın saçmalığından gülüyordu.

Nihayet gülüşlerimiz yavaşladığında, nefesimi düzenlemeye çalıştım.

“Hadi geçin, üstünüzü değiştirin çabuk,” diyen Yunus Emre’ye itiraz etmeden mutfaktan çıktım. Kazağım, eşofmanım, saçlarım... Her yerim ıslanmıştı. Hafifçe titrediğimi yeni fark ediyordum. Bu şekilde kalamazdım. Atlas, koridorun sonundaki odaya ilerliyordu.

“Gel benimle,” dedi, günlerdir duymadığım derinden gelen, sakin ses tonuyla.

İkiletmeden peşinden küçük ama ferah odaya girdim. Pek fazla eşyanın olmadığı, oldukça sade görünen bir odaydı. Köşede lacivert bir L koltuk, yanında dört çekmeceli ahşap bir şifonyer ve pencerenin önünde, üstünde dört beş kitabın olduğu tahta bir masa vardı. Atlas, şifonyerden siyah iki tişört ve eşofman çıkardı.

“Bunları buraya bırakıyorum. Burada giyinebilirsin.”

Bir tişört ve eşofman altını koltuğun üzerine bıraktı. Tam kapıdan çıkacakken kendime engel olamadan sordum:

“Sen de burada mı yaşıyorsun?”

Burası bir yatak odasından çok, kullanılmayan boş bir odaya benziyordu ama masanın üstündeki kitaplar ve koltuğun köşesindeki battaniye, onun burada yaşıyor olabileceğini düşündürtmüştü.

“Bazen.” dedi ve usulca kapıyı kapattı.

Elimle yüzümü kapatıp kendime gelmeye çalıştığım kısa bir sürenin ardından hızla ıslak kıyafetlerimi çıkarıp Atlas’ın verdiklerini giydim. Eşofman bir hayli uzun ve bol geldiği için iplerini iyice sıkıp düğüm attım ve paçalarını kıvırdım. Kazağımı çıkarıp kuruması için koltuğun üstüne yaydım. Tişörtü üzerime geçirip odadan çıktığım sırada, kapının önünde duran Atlas’ın göğsüne çarpmaktan son saniyede kurtuldum.

Refleksle kolumu tuttu. Aynı sahneyi daha önce de yaşamış gibi hissediyordum. Çok geçmeden hatırladım. Pınar’ın cenazesindeydik. Ben, Pınar’ın odasından çıktığımda aynı şekilde ona çarpacakken, yine böyle kolumdan tutmuştu. O zaman da hiçbir rahatsızlık ya da huzursuzluk hissetmemiştim. Şimdi de hissetmiyordum.

Hatta şu an, bu temastan ve yakınlıktan hissettiklerim rahatsızlığın çok ötesindeydi. Bakışlarım yerdeyken, yavaşça kolumu bıraktı. O da hatırlamış mıdır o anı acaba? Tabii canım, kesin hatırlamıştır. Aklından bir an olsun çıkmıyordur hatta.

Kendi kendime öfkelendim ama dışarıya yansıtmadım. İçimden geçenleri, susturmaya çalıştığım sesleri, bastırmaya çalıştığım hisleri kendime bile itiraf edemezken bir başkasına nasıl anlatırdım? İçimden taşmak için açığımı kollayan hislerimi, zayıf taraflarımı olağanca gücümle iteledim yine en derinlere.

“Yakışmış,” diyen Atlas’ın sesini işittim. Benimle dalga mı geçiyordu, oyun mu oynuyordu bilmiyordum. Öğrenmek de istemiyordum. Ben sadece öldürücü bir sıkıcılıkta geçen monoton hayatıma geri dönmek istiyordum. Bunun için ne kadar geç kaldığımı ise bilmiyordum.

Başımı kaldırmadan omuz silkip yanından geçtim. Yunus Emre, zemini kurulamıştı. Hemen elime geçen en uygun anahtarı kaptım ve borunun bağlantı noktasına yerleştirdim. Eski boruyu yerinden söktüm. Paslanmış bağlantı noktalarını temizledikten sonra yeni boruyu dikkatlice yerine yerleştirdim. Göremesem de Atlas’ın arkamda sessizce beni izlediğini biliyordum. Contaların tam oturduğundan emin olmak için bağlantıları iyice sıktım. Arkama bakmadan, sesimi olabildiğince ifadesiz tutmaya çalışarak:

“Vanayı açar mısın?” diye rica ettim. Birkaç saniyeliğine mutfaktan çıktı. Ben eski boruyu çöpe atarken geri geldiğinde, musluğu yavaşça açtım ve bir sorun olmadığını görünce içimden şükrederek toparlanmaya başladım.

“Bir sorun yok, iyice sıktım contaları. Ben artık gideyim.” Tam kapının önünde dikilen Atlas, geçmem için izin vermeyince başımı kaldırıp gece mavileriyle göz göze gelmek zorunda kaldım.

“Geçebilir miyim?”

“Sanmıyorum.” Kaşlarımı kaldırıp başımı sağa eğdim.

“Sebep?” Bir anlığına kaşlarını çattı. Ne diyeceğini bilemediği kısa bir sürenin ardından aklına gelen teklifle dudaklarının kenarı kıvrıldı. Bu Allah’ın cezası Yunus Emre nerede acaba? Bu ev onun değil mi? Patlayan boru onun değil mi? Nereye kaybolup duruyor kendileri, çok merak ediyorum!

“Çünkü yemek yiyeceğiz.” dedi ve mutfak dolaplarını açmaya başladı. Ben küçük çaplı bir şok içindeyken o çoktan dolaptan bir tencere çıkarmıştı.

“Ne yemeği?” diye sorma gafletinde bulundum.

“Efsane makarna yaparım. İnanmıyorsan Yunus Emre’ye sor.” Buzdolabından domates, tereyağı, parmesan ve krema çıkardı.

“Yok, inanmadığımdan değil de…” duraksadım. Atlas, seri hareketlerle domatesleri rendeliyordu. Gerçekten iyi yemek yapıyor olabilir miydi bu lacivert gözlü çocuk?

“Geç oldu,” diye aklıma ilk gelen bahaneyi söyledim.

"Batu’da kalmıyor musun? Onun evi buraya baya yakın. Merak etme, ben bırakırım seni."

Söylediklerinden çok, gülerek attığı saniyelik göz kırpışı varlığını bile unuttuğum kalbimi tekletmişti. Bu sefer ona değil, ritmi bozulan kalbime ne diyeceğimi bilmediğimden usulca geniş masanın en ucundaki sandalyeye oturdum. Bir süre ikimiz de konuşmadık. O süratle bir şeyler kesiyor, rendeliyor; ben ise burada ne yaptığımı ve neden herhangi bir rahatsızlık duymadığımı anlamaya çalışıyordum.

Bizim salondan daha geniş olan mutfaktan leziz kokular yükselmeye başlayınca şaşkınca iyice sindim oturduğum yere. Atlas, ne olduklarını seçemediğim çeşitli baharatları tencerenin içine serpiyordu.

"Şu kırmızı kutudan sarımsağı verir misin?" Onu izlemeye öylesine kaptırmıştım ki kendimi, bir an ne dediğini anlayamadım.

"Şurada," diyerek yanımdaki kutuyu işaret etti. Alnına düşen buklelerine takıldı gözüm, kirli sakallarına, geniş omuzlarına… En son muzipçe parlayan maviliklerine değince bakışlarımı hemen kaçırdım ve gerçek dünyaya sert bir düşüş yaptım. Burada olmamalıydım, onunla konuşmamalıydım, hatta onu görmemeliydim. Yoksa bugüne dek kırmasınlar diye yerin bin kat altına gömdüğüm kalbim yerinden çıkmak istercesine çarpacak; incitmesinler diye yerini benim bile unuttuğum kadar derine gönderdiğim duygularım "Biz de buradayız," diyecekti.

Kutudan aceleyle üç beş diş sarımsak çıkarıp uzattım.

"Sever misin yemek yapmayı?" Kafamın içinden uzaklaşmak için sorduğum bu soruyu memnuniyetle karşıladı.

"Severim. Çok sevdiğim biri öğretmişti. Çok iyi yemek yapardı." İlk aklıma gelen kişi annesi oldu. Sorsam mı acaba? İnternette gördüğüm o intihar haberinden sonra annesine gerçekte ne olduğunu deli gibi merak ediyordum ama şu an ne yeri ne de zamanıydı. Doğrudan bunu sormak yerine başka bir soru yönelttim.

"Hâlâ yapıyor mu?" Çekinerek sorduğum bu soruyu, içimi ezen bir tebessümle yanıtladı.

"Bazen. Artık çok sık görüşemiyoruz." Demek ki annesi değildi. Sevgilisi? Eski sevgilisi? Peki, bundan bana neydi? Ezdiği sarımsakları ocakta kaynamakta olan sosun içine ekledi. Mutfağın her köşesini saran koku gitgide artıyordu.

"Sormayı unuttum. Kahve içer misin?" Derken bedeni tamamen bana dönmüştü. Ocakta biri makarnaların haşlandığı, diğerinde enfes sosun kaynadığı iki tencere vardı ve tezgâh tertemizdi. Gözlerimi bir an olsun ondan ayırmamama rağmen bunu nasıl başardığını anlayamadım. Nasıl bu kadar temiz ve hızlı çalışmış olabilirdi ki?

"Almayayım, sağ ol. Pek kahve içmem."

"Çay?" dedi tek kaşını kaldırıp. Ellerini arkasındaki tezgâha yaslamış, üzerine yapışmış siyah tişörtüyle bana bakarken yaptığı bu kibar teklifleri geri çevirmek bir hayli zor oluyordu.

"Çay da sevmem," dedim mahcup bir ifadeyle. Onunla konuşurken anlamsız bir mahcubiyet gelip kuruluyordu aramıza. Belki de bugüne dek Batuş dışında kimsenin beni görmediği, görse de merak etmediği içindi hissettiğim bu mahcubiyet.

"Ne seversin peki?" Başını hafifçe eğerek sorduğu bu soru, karnıma ince bir sızı bıraktı. Öylesine mi soruyordu bunları, yoksa beni gerçekten mi merak ediyordu? Gergince gülümsedim.

"İçecek şeyleri pek sevmem ama her şeyi yerim." Halamla yaşarken çok seçeneğimiz olmazdı. O ne yaparsa onu yerdim. Yemek seçmez, önüme konan yemeği beğenmemek gibi bir lüksüm olmazdı. Gözlerini kıstı. İyice koyulaşan mavilerinin etrafında minik kırışıklar belirdi. Gülünce de beliriyordu o kırışıklıklar. Ah, canımı yakan o kırışıklıklar…

"Vişneli dondurma." Anlamayarak baktım suratına. "Vişneli dondurma sevdiğini biliyorum. Spor salonundan çıktığımızda söylemiştin." Benim çoktan zihnimin bir köşesine attığım anıyı unutmamış mıydı? İçimde kopmaya hazırlanan fırtınanın aksine hafif bir tebessümle karşılık verdim.

“Doğru, severim,” dedim. Sosun altını kapatıp makarna tenceresininkini kıstı ve yanımdaki sandalyeye oturdu. Akşamın bastırmasıyla hava epey serinlemişti. Üzerimdeki tişörtün kolları dirseklerime gelse de minik bir ürpertiye engel olamadım.

“Ben limonlu severim,” dedi birden. "Başka ne seversin?" diyemedim. Hâlbuki anlatsa sabaha kadar dinlerdim. Başımı hafifçe sallamakla yetindim. Aramızda konuşulmayan şeyler vardı, sessizliğe gömülmesi gereken. Çünkü bir kere dile geldi mi, gerçekliğiyle baş edemezdim.

Atlas bir şey demeden mutfaktan çıktı. Ortadan kaybolan Yunus Emre’ye bakmaya gitmiş olmalıydı. Titreyen telefonun sesiyle kalbim hızla çarpmaya başladı. Buraya geleli neredeyse iki saat olmuştu. Bizim deli çocuğu unutmuştum. Kim bilir başına yine ne dertler açmıştı? Fakat mesaj ondan değil, buraya gelmemi sağlayan uygulamadan gelmişti. Gittiğim işlerin ücretlerini uygulama üzerinden alıyordum. Bir kısmını uygulamanın kendisi kesiyor, geri kalanı hesabıma yatırılıyordu. Ve şu an hesabıma gelen para, bir yanlışlık olduğunu düşüneceğim kadar fazlaydı. Zaten onlardan bir ücret almayacaktım ama sudan çıkmış balığa döndüğümden bunu söylemek aklımdan çıkmıştı.

Aniden önümde dikilen beden yüzünden irkildim. Ne ara buraya geldiğini fark etmediğim Atlas, elindeki kapüşonlu ceketi bana uzatıyordu.

“Hava serinledi. Bir de az önce bir güzel duş aldık ya,” dedi gülerek. Bugün sık sık gülüyordu zaten. Bir itirazım var mıydı? Kesinlikle hayır.

“Üşürsün,” deyip ceketi kucağıma bıraktı. Üşüyordum. Ceketi üzerime geçirdim. Kolları oldukça uzun olduğu için ellerim içinde kaybolmuştu. Ceketin kollarını kıvırıp içine soktum.

Atlas, makarnayı süzüp sosu içine karıştırdı ve ocağın altını kısık ateşte tekrar yaktı. “Nefis koktuğunu inkâr edemem.”

Yüzüne yayılan gülümsemesiyle tekrar yanıma oturdu. Batuş gibi onun da gülünce gözlerinin içi parlıyordu.

“Sen bir de tadına bakınca gör,” dedi kendinden emin tavrıyla. “Kim öğretti sana yemek yapmayı?” diye sormak istedim ama yine yuttum.

O sırada gözlerim boynunda, daha önce fark etmediğim bir yara izine takıldı. Onu hep kazakla ya da ceketle gördüğümden, boynunun sağ alt tarafından başlayıp muhtemelen omzuna uzanan izi fark etmemiştim. Kaza geçirmiş olabilir miydi? Yaranın olduğu yerdeki deri daha koyu ve kırışıktı. Gözlerim orada haddinden fazla oyalanmış olacak ki aklımdan geçen soruları anlamıştı.

“Yangında oldu,” dedi duygudan uzak sesiyle. “On bir yaşındaydım, bir gece evde yangın çıktı. Holdeki büyük dolap tutuşmuştu, bir parçası omzuma düştü.”

Geldiğimden beri parlayan lacivert gözleri, ilk kez dalgın bakıyordu. Daha fazlasını öğrenmek için vahşi bir açlıkla kavrulsam da dilimin ucuna gelen soruları geri gönderdim. Dudaklarımdan, benden bağımsız dökülen tek bir soru galip geldi:

“Canın çok acıdı mı?” İlk defa gözlerini kaçırdı benden. İlk defa tam gözlerinin içine baktım korkusuzca.

“Acıdı.” Sesinden bile hissettim acısını ve acıyanın sadece derisi olmadığını.

“Sen...” dedi beklemediğim bir anda. Benim yüzümden hatırladığı o anıdan uzaklaşmak istiyordu. Hâlbuki o anı, nefes aldığı her saniye Atlas’ın aklından çıkmıyordu.

Ben, ne? der gibi baktım, hüznün bile yakıştığı suratına.

“Ben sana bir anımı anlattım. Sıra sende...” dedi, buruk bir tebessümle.

“Her şey karşılıklı diyorsun yani?”

“Seninle ilgili bir şey öğrenmek istiyorum diyorum.” Vücudumdaki tüm kanın yüzüme dolduğunu hissettim. Bu kadar açık sözlülük benim için çok fazlaydı. Kriz anlarında saçmalamakta bir dünya markası olduğum için gidip en olmayacak hikâyeyi seçmiştim.

Peki ya dar gömleğinin düğmesini kopardığımın çocuğu Yunus Emre nerede kalmıştı? Derin bir nefes aldım.

“Kahve şekeri...” dedim. Kalbimde, çok eskilerden kalma tanıdık bir sızı vardı. “Halam büyüttü beni, ara sıra uğrardı babam Seyranlı‘ya. Her gelişinde bir avuç kahve şekeri getirirdi. Biz çocukken yuvarlak, sert, acı kahve tadında şekerler vardı ya... Her gün bir tane yerdim, bitmesin diye.”

“Sonra ne oldu?” Gülümsedim, yarımca.

“Büyüdüm.” Şekerlerin acı kahve ama bir o kadar da tatlı tadını anımsadım. Çocukluğumu hatırladım.

“Şekerlerin tadı değişti, zaten bir daha da o şekerlerden yemedim.” Boğazıma oturan yumruyu ve yanmaya başlayan gözlerimi yok saydım. Niye canımı bu kadar acıtacak bir anıyı anlatmıştım ki durduk yere? Belki de bu kadar acıtacağını tahmin edememiştim. Dışarıda hava kararmış, oturduğumuz yerdeki hava ağırlaşmıştı.

“Acıkmadın mı sen? Hani nefis kokuyordu?” dedi Atlas, üzerimize çöken ağırlığı dağıtmak istercesine keyifli bir tınıyla. Dolaptan üç tabak çıkarıp makarnaları koydu. Yunus Emre, gelmesi gereken zamanı biliyormuş gibi tam o anda içeri girip benim karşıma oturdu.

“Atlas burada kaldığı günler küçük bir ziyafet çekiyoruz,” dedi Yunus Emre, söylediklerinin aksine ciddi bir sesle. Kısacık saçları, düzenli tıraş olmaktan hafif tahriş olmuş yanakları, sert bakışları ve heybetli gövdesiyle zaten oldukça ciddi bir duruşu vardı. Normal şartlarda yanına gidip selam vermeye bile çekineceğiniz bir ifadesi vardı. Gerçi dünyanın en güler yüzlü ve tatlı insanı bile olsa, yanına gidip selam vermeyecek olan benim için Yunus Emre’nin sert duruşunun pek bir önemi yoktu.

“Makarna ziyafeti mi?” dedim alayla. Yaptığı sos çok lezzetli duruyordu ama sonuçta makarnaydı yani. Batuş’la iki günde bir yediğimiz için midemizin bir bölümünün şeklini aldığı yiyecekti.

Aşk olsun, diyordu Atlas’ın gece mavisi gözleri. Anlamıştım.

“Makarna değil, spagetti. Ayrıca bu sosu başka bir yerde yiyemezsin, özel tarif.” Üstünde yeşil bir ot parçası bulunan makarnayı önüme bıraktı.

“Bu da özel bir ot mu yoksa?” Az önceki kasvetli hava tamamen dağılmıştı. Atlas’ın gözlerindeki kırışıkları tekrar görebiliyordum.

“Yok, o düz fesleğen.” Gülerek cevap verdi. Çok aç olmasam da benim için yapılan yemeğin tadına baktım. Üstelik bu yemeği yapan kişinin yemek konusunda önemli iddiaları, benim üzerimde ise sebebini çözemediğim bir etkisi vardı.

Musluk borusu değiştirmek için geldiğim bu evde, hayatımdaki en iyi makarnayı—galiba yemeği—yiyeceğimi düşünmezdim. Gözümün önünde hazırladığı sosa ne koymuş olabilirdi de ağzımın içinde bir lezzet şöleni yaşanıyordu şu an? Yorum yapmadan bir çatal daha aldım önümdeki zat-ı şahane makarnadan. Pardon, spagettiden. Sana yemek yapmayı öğretenin ellerinden öperim.

“Beğendin galiba,” dedi Yunus Emre, ardı ardına ağzıma tıktığım çatalı görünce alayla karışık bir tonda.

“Beğendim.” Makarnayla birlikte az önce ettiğim tüm lafları da afiyetle yiyerek cevap verdim. Atlas ise sükûnetle ve gururla makarnasını yiyordu. “Bravo,” der gibi başımı salladım. Ne sandın? dediğini anlamak için konuşmasına gerek yoktu.

Pek aç olmayan karnım şişmeye başladığında yemeğe biraz ara verdim. Bugün depoladığım karbonhidrat miktarının tansiyonumu tavan yaptırmasını göze alarak, ne pahasına olursa olsun bu yemeği bitirecektim. Yunus Emre sessizce ikinci tabağı koyduğu makarnasını yerken, Atlas çoktan yemeğini bitirmiş, sakince bana bakıyordu. Çetin meselesini hiç sormamıştı. Hiç sormamasını umuyordum. Muhtemelen olanların ardında yatan sebebi öğrenmişti. Çünkü canım okulumda kuş uçsa anında herkesin haberi oluyordu.

“Yunus Emre, sen burada tek mi yaşıyorsun?” Beklemediği bu soruyla çiğnemesini hızlandırdı, son lokmasını yuttuktan sonra artık alıştığım ciddiyetiyle cevap verdi.

“Ekin’le birlikte yaşıyoruz. Genelde hafta sonlarını ailesiyle geçiriyor. Yarın dönecek.” Bu seferki sorum, yanımda sessizce beni izleyen gece mavilerinin sahibineydi.

“Sen burada kalmıyor musun?” Hümâ’yı evden aldığımız gün yaşadığı şatoyu görmüştüm. Ama belki de orada yaşamıyordu. Bir kez daha, bundan bana neydi peki?

“Arada kalıyorum. Eve gitmek istemediğimde,” dedi. “Bir de bizimkiler ziyafet çekmek istediğinde.” Kendini övmeyi de ihmal etmedi.

“Bu arada, çok fazla para göndermişsin. Ben sizden para almayacaktım zaten,” diyerek aklımın bir köşesini meşgul eden meseleyi dile getirdim.

“İş başka, arkadaşlık başka.” Verilebilecek en politik ve ciddi cevabı verdi Yunus Emre.

“Ama yine de çok fazla göndermişsin. Bir kısmını geri yollayacağım o zaman.” Atlas’a göz ucuyla baktım. Ben karışmam dercesine omuz silkti. Adi çocuk.

“Ederi neyse, o kadar verdim,” dedi Yunus Emre otoriter sesiyle. Öyle bir duruşu ve tavrı vardı ki karşısındakine ne derse itiraz etmeden yaptırabilirdi. Her dediğine Tabii ağam diyesim geliyordu. Başka bir itiraza fırsat vermeden telefonu çaldı.

“Buyur kurban, he, vallahi doğrudur.” Normalde şiveli konuşmamasına rağmen, telefonun ucundaki kişiyle hafif bir şiveyle konuşmuştu. O mutfaktan çıktığında Atlas’la tekrar yalnız kalmıştık. Tabağımda kalan makarnayı da bugünü bayram ilan eden mideme yolladım.

“Eline sağlık, nefis olmuş gerçekten,” dedim dürüstçe.

“Afiyet olsun. Ne zaman istersen yaparım.” Yapar mıydı gerçekten?

“Benim sana yemek borcum vardı, ama sen yemek yaptın.”

“Bu sayılmaz. Borcun hâlâ duruyor,” dedi panikle.

“Tamam, tamam. Borcum borç, merak etme,” dedim gülerek. Birkaç saatliğine de olsa içimde büyüttüğüm tüm endişeleri unutmak iyi gelmişti. Uzun zamandır bu kadar içten gülmemiştim. Gülüşlerimin başkahramanına olan borcum ise tek bir yemekle ödeyemeyeceğim kadar birikmekteydi. Fakat tüm gülüşlerimi solduran, bütün endişelerimi hatırlatan tek bir soru olmuştu:

“Şifre ne durumda?”

“Ilgaz’la şifreyi kırmak için bir program yazdık ama bizdeki bilgisayarların donanımı yetmiyor. Ne zaman kırılacağı belli değil… Aylar da sürebilir, yıllar da. Belki de hiç…” O ihtimali dillendirmek istemedim.

“Başka birinden yardım istememekte kararlı mısın?” dedi yumuşak bir tonda. Beni zorlamak ya da ısrar etmek istemiyordu. Birilerinden yardım alsak işimiz daha kolaylaşabilirdi fakat kimseye güvenemiyordum.

“Evet. Başka kimsenin bilmesini istemiyorum. Eğer o dosyanın içinde işe yarar bir delil varsa, bunun başka birinin eline geçmesi riskini alamayız,” dedim çaresizce.

“S.A.’yı bulduk ama ne yapacağız, bilmiyorum. Aklımdan çıkmıyor. Gerçekten bu işle bir ilgisi var mı, yok mu… Nasıl öğreneceğiz?” Bu soruyu daha çok kendime soruyordum.

“Bulacağız bir yolunu.” İşaret parmağını masanın üstünde duran elime yaklaştırdı. Karşılık vererek ben de uzattım parmağımı. Parmaklarımız yine birbirine kavuştu.

Yine… Ne dese inanmak istedim.

İnandım.

Parmaklarımız birbirine sarılı, sessizce oturduk bir süre. Tıpkı Pınarın odasında her şeyin iyi olacağını söylediği gün gibi. İçimden, karşımda daimî bir hüznün ev sahipliği yaptığı gece mavilerine doğru akanları gizlemek adına gözlerimi bir an olsun çekmedim birbirine dolanmış parmaklarımızdan.

Sessizlik, Yunus Emre’nin minik öksürüğüyle bozuldu. Parmağını ilk ayıran ben olmuştum.

“Benim çıkmam lazım. Siz daha oturacak mısınız?” dedi açık mavi gömleğinin kollarını kıvırırken.

“Ben de gitsem iyi olur,” dedim ama aslında hiç gitmek istemiyordum. Sabaha kadar burada, böyle sessizce oturmak istiyordum. Çünkü Atlas’ın yanındayken, normalde içimi kemiren endişeler ve bir dakika bile rahat vermeyen düşünceler uçup gidiyordu. İnce dudaklarını birbirine bastırdı Atlas.

“Tamam, biz de seninle çıkalım o zaman.”

“Hiç gerek yok, ben giderim. Hem karanlıkta yürümeyi severim,” dedim aceleyle.

“Ben de severim,” dedi, derinden gelen sesiyle. “Karanlıkta yürümeyi.”

“Ben kapıda bekliyorum,” deyip hızla uzaklaştı Yunus Emre yanımızdan.

“Üstümü değiştirip geliyorum,” diye bir şeyler geveleyip koşar adım Atlas’ın odasına gittim. Kurumuş kıyafetlerimi giyip dışarı çıktım. Atlas da üzerini değiştirmiş, ceketini giyiyordu. Holde tavandan sarkan kablolar dikkatimi çekti.

“Buraya ne oldu?” Ayakkabılarını giyen Atlas yerine Yunus Emre cevap verdi.

“Geçen gün ampul patladı. Kablolar yanmış, değiştiremedik. Ekin’le ben pek anlamayız böyle işlerden.”

“Uygulamalarda bir sürü usta var, çağırsaydınız birini.”

“Denk gelmedi işte,” dedi Yunus Emre, sesinde hafif bir ima sezdim.

“Tabii, tabii,” diye mırıldandım. Arabayla gideceğini düşünsem de bizimle birlikte yürüyerek siteden çıktı.

“Bizim ev arka sokakta. Sen ne tarafa gidiyorsun?”

“Elysium’a gideceğim.” Hemen ardından gelen pişmanlık dolu ifadesini yakalayabilmiştim. Atlas’a kaçamak bir bakış attı.

“Aynı yöne gidiyoruz o zaman,” deyip önden yürümeye başladım. Az sonra yanıma gelen Atlas sessizce bana eşlik etti. Yunus Emre ise birkaç adım arkamızdan bizi takip ediyordu.

“Yurda dönmeyecek misin?” diye sordu. Yanımda, elleri ceplerinde, yavaş adımlarla yürüyen adama baktım.

“Dönmek zorundayım.” Her ne kadar bunu hiç istemesem de bir an önce yurda dönmezsem atılmam gibi küçük bir ihtimal vardı.

“Duygu da Batuş da kalacak bir süre. Olanlardan sonra yani…” Bütün okulun ağzına yılın dedikodu malzemesini verdiğim olaydan sonra yani...

“Sen iyi misin peki?”

“İyiyim,” dedim, kendim bile inanmayarak.

“Öyle görünmüyorsun.” Adımları iyice yavaşladığı için ben de ona uyarak yavaşladım. Sessiz bir hayalet misali arkamızdan yürümeye devam ediyordu Yunus Emre. Halbuki bir ortamda görülmeyen biri varsa, o benden başkası olmazdı. Tüm hikâyelerde yan roldüm ben. Kendi hayatımın bile yardımcı oyuncusuydum.

Öyleyse nasıl oluyordu da bir çift lacivert göz, bana ilk defa bir hikâyede başrolmüşüm gibi hissettiriyordu?

Haklıydı. Bir haftadır neredeyse hiç uyuyamıyordum. Gözkapaklarımın yerçekimine yenik düştüğü birkaç saatte de ya asansörde Pınar’ı son gördüğüm anı ya da onun yüksek bir yerden düştüğü rüyaları görüyordum.

Sessizce yürümeye devam ettik. Kısa bir süre sonra evin önüne ulaşmıştık.

“Teşekkürler,” dedik aynı anda. Hava epey soğuktu. Ama içim… Atlas’ın gözlerinden göğsüme akan sayısız yıldız yüzünden sımsıcaktı.

Bakışları önceki gibi değildi. Değişen bir şeyler vardı. Önceden mavilerini üzerime sabitler, bir an olsun çekmezdi. Şimdiyse bakışlarında bir çekingenlik seziyordum.

“Telefonun çalıyor,” dedi Yunus Emre, aramızdaki sessizliği bölerek. Tanımadığım bir numaraydı. İçimde pek de iyi olmayan bir hisle telefonu açtım.

“Çiçeğim, ben Batuhan.” Batuhan mı? Kim bilir başı ne tür bir belaya bulaştı.

“Neredesin?” diye sordum, endişeyle.

“Ben de iyiyim çiçeğim ya, sağ ol sorduğun için.” Şu durumda bile espri yapabiliyorsun ya Batuş... Ah, kafasını kirazlı kurabiyelerle kırdığımın çocuğu.

“Neredesin?” diyerek sorumu yineledim.

“Merkez Karakoldayım.”

“Ne oldu?” Bu, Batuş için alışılmadık bir durum değildi. Sık sık olaylara karışır, karakolluk olur ifade verip çıkardı.

“Ya... Bu sefer olay tahmin ettiğimden biraz fazla büyümüş olabilir. İfademizi alıp göndermediler. Galiba geceyi nezarethanede geçireceğiz. Yarın ne olur, o da belli değil. Haber vereyim dedim.” Telefonun ucunda rahatça anlattığı şeyleri gözlerim büyüyerek dinledim.

“Batuş, ne diyorsun sen? Geliyorum. Kapat.” Gelmememle ilgili bir şeyler zırvaladı ama telefonu kapattığım için duyamadım.

“Ne olmuş?” Yunus Emre bir anda dibimde belirdi. Sert sesi ve çatık kaşlarıyla sorduğu soruyu yanıtsız bırakmak gibi bir ihtimalim yoktu.

“Klasik Batuş işte. Karakoldaymış. Ben bir gidip bakayım,” dedim, hızla kelebeğe doğru yürürken.

“Size iyi geceler.” Arabanın kapısını açarken Atlas ve Yunus Emre yeniden yanımdaydı.

“Biz de geliyoruz,” dedi Yunus Emre, itiraz etmeme fırsat vermeden arka koltuğa geçti. Aralık dudaklarım ve şaşkın gözlerimle Atlas’a bakarken, o hafifçe omuzlarını kaldırıp yanıma oturdu.

“Kim o deyyuslar bakayım?” Makbuş kafasını camdan uzatıp bağırdı. Şu an tek eksiğimiz Mobese Makbuş’tu zaten.

“Deli oğlan nerede?” Meraklı gözlerle arabanın içindekileri görmeye çalışıyordu. O deli oğlan birazdan mahpusu boylayacak olabilirdi.

“Ben sana dönünce her şeyi anlatacağım, söz. Hadi sok kafanı içeri, hava buz gibi,” deyip arabaya bindim.

Hey Allah’ım ya... Şu gün bir bitebilir mi, lütfen? Kalkın gidin de diyemezdim. Bana bile “gelme” diyen Batuş, bunları görünce küçük çaplı bir cinnet geçirecekti. Yapacak bir şey yok, deyip yol arkadaşlarımın sığmadığı arabayı çalıştırdım. Yunus Emre, kafası tavana değdiği için çapraz pozisyonda oturuyordu. Atlas’ın ise bacakları torpidoya dayandığı için hareket kabiliyeti sıfırdı. Çaktırmadan güldüm bu hallerine.

Biraz sonra, mahşer yeri gibi olan karakola girdiğimizde gözlerim hızla Batuş’u aradı. Ortalık o kadar kalabalıktı ki nefes alacak alan bile yoktu. Bir yanda polisle tartışanlar, bir yanda ellerinde pankartlarla sessizce oturanlar, etrafta koşuşturan polisler ve çalışanlar...

Burada Batuş’u nasıl bulacağız diye kara kara düşünürken, sağ tarafımdan yükselen tanıdık bir ses duydum.

“Ben de diyorum ki, bu yaptığınız yasa dışı…” Diye bağıran, anarşizmin bir numaralı temsilcisi, biricik dostum Batuş’tan başkası değildi.

İnsan kalabalığını yararak o tarafa ulaşmaya çalıştım ama iki adım bile ilerleyemedim. O sırada, tüm heybetiyle önüme geçen Yunus Emre, sinek kovalar gibi insanları yana iteleyerek yolu biraz olsun açtı. O önde, Atlas’la ben arkasında, hâlâ “Bunu arkadaşlarıma yapmaya hakkınız yok!” diye polislere kafa tutan Batuş’a ulaşmaya çalışıyorduk.

Arkamdan biri omzuma çarpınca dengemi kaybedip düşecek gibi oldum, ama kalabalıktan dolayı yere bile düşemedim. Tam toparlanmaya çalışırken, elimin üstünü sımsıkı saran sıcak bir el ile neye uğradığımı şaşırdım. Atlas, o hengamede beni sürüklemeye devam etmeseydi, yaşadığım küçük çaplı şok yüzünden yerimden kıpırdayamazdım. İnce, kemikli parmakları elimi sıkıca kavramış, beni kendine çekerek insanlara çarpmamı engelliyordu.

Yunus Emre önderliğinde, karşısındaki iki polisle hararetli bir tartışmaya giren Batuş’a ulaştığımızda, istemeye istemeye de olsa Atlas’ın elini bıraktım. Benim ellerim her zaman buz gibiydi; Atlas’ın ellerininse sıcacık olduğunu yeni fark etmiştim. O an, ısınanın yalnızca ellerim olmadığını çok sonra anlayacaktım.

“Bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Buradan ayrılamazsınız, arkadaşlarınızla görüşemezsiniz,” dedi hafif yüksek perdeden konuşan polis memuru. Batuş, öfkeden burnundan soluyarak adama öldürücü bakışlar atıyordu.

“Batuş, ne oluyor burada?” diye sordum, kolundan tutup oradan uzaklaştırmaya çalışarak. Karşı koymadı ama sinirle dişlerini sıkmaya devam etti. Bedenini tamamen bana döndürünce, iki kolundan birden tuttum. Onu daha önce pek sinirli görmediğim için nasıl sakinleştireceğimi bilmiyordum. Öfkesi biraz dindiğinde kollarını bıraktım ve bıkkın bir ifadeyle hafiften kızarmış ela gözlerine baktım.

“İyi misin?” diye sordum, sesimi olabildiğince yumuşak tutmaya çalışarak. Nasıl olsa eve gidince kafasını kıracaktım. Bunu, herkesin içinde yapmama gerek yoktu.

“Değilim,” dedi yorgun ama hâlâ sinirli bir halde. Biraz ötemizde duranları fark ettiğinde gözleri öfkeyle parladı.

“Bunların burada ne işi var lan?” diye fısıldadı.

“Sen aradığında yanımdaydılar ama şu an konumuz bu değil. Ne yaptınız? Neden bırakmıyorlar sizi?” Atlas ve Yunus Emre uzaktan bizi izliyordu. İleriden tartışma sesleri yükseliyor, herkes ya birini arıyor ya da bir yere gitmeye çalışıyordu. Kalabalık ve gürültü beni fena hâlde bunaltmıştı. Bu kadar sese maruz kalınca içim daralıyor, bayılacak gibi oluyordum ki şu an en son yaşamak isteyeceğim şey bile değildi bu.

“Yok ya, bir şey yaptığımız. Maksat olay çıksın. Edebimizle eylem yaptık işte,” dedi Batuş, altta kalmamaya çalışarak.

“Aynen, kesin öyledir. Seni neden bırakmıyorlar o zaman? Burası neden mahşer yerine döndü?” diye terslendim. Siniri bir anda yumuşar gibi oldu, yüzüme tatlı tatlı baktı.

“Memur beylerle ufak bir münakaşa yaşamış olabiliriz.” Sinir seviyemi kontrol etmek için gözlerimi kapatıp açtım.

“Seni mahvedeceğim Batuş. Şuradan bir çık, seni kendi ellerimle hapse tıkacağım,” dedim, gözlerimi kısarak. Arkamızda dikilen ikiliye ters bakışlar atmayı ihmal etmiyordu. Burnundan öfkeyle bir nefes verip ellerini saçlarının arasından geçirdi, zaten pek düzgün olmayan dalgalı saçlarını iyice dağıttı. Sinirlendiğinde ya da utandığında hep böyle yapardı. Az ilerideki tartışmalar giderek alevlenirken, bir anda güçlü ve tok bir ses yaşanan kaosa son verdi.

“YETER!” Yaşlıca bir polis memuru, kolonları bile titreten sesiyle bağırmıştı. Herkes ürkekçe ellilerinin sonunda gibi görünen ve oldukça sert duran adama bakıyordu.

“Ne bu rezalet? Nerede olduğunuzun farkında değil misiniz?” diye kükredi. Batuş ve saz arkadaşları, sonunda polisi bile çileden çıkarmışlardı.

“Atın hepsini içeri!” Herkes aynı anda yeniden bağırmaya başlarken gergin bir şekilde etrafa baktım. Polisler, insanları tek tek götürüyordu. Zorluk çıkaranlar kelepçeleniyordu. Batuş tam harekete geçmiş, bağırmak üzereydi ki onu tutmak için öne atıldım ama Yunus Emre benden hızlı davranmıştı. Batuş’un kolunu sıkıca kavramış, gözleri alev alev yanarak ona bakıyordu.

“Sakin ol,” dedi, sesi hem yumuşak hem de buyurgandı. Batuş, dişlerinin arasından öfkeyle soludu.

“Bırak kolumu.”

Az önceki kaosu sesiyle bastırmayı başaran polis, bize doğru ilerliyordu. Batuş, hışımla kolunu çekmeye çalıştı ama Yunus Emre yerinden bile kıpırdamadı, sert ifadesiyle onu sıkıca tutmaya devam etti.

“Bırakmazsan fena olacak,” diye yersiz bir tehdit savurdu. Yunus Emre, cevap vermek yerine derin bir nefes verdi.

“Avşarbeyli torunu?” Gür sesli polis yanımıza gelmiş, Yunus Emre’ye şaşkınlıkla bakıyordu.

“Merhaba, Halis Amca,” dedi Yunus Emre, Batuş’un kolunu yavaşça bırakırken. Fakat Batuş hiddetle kolunu çekince omzu Yunus Emre’nin göğsüne çarptı. Yunus Emre umursamadan boğazını temizledi. Hepimiz, aralarındaki tanışıklığı anlamaya çalışarak onlara bakıyorduk.

“Hele kurban, hakikaten sensin,” dedi polis, babacan bir tavırla Yunus Emre’nin omzuna dokunarak. Sonra bizi hızlıca süzüp, bu ekiple ne işi olduğunu anlayamadığı Yunus Emre’ye döndü.

“Ne işin var burada? Hayırdır?” Az önce karakolu birbirine katmakta önemli bir payı olan Batuş’u görünce, adamın kafası iyice karışmış olmalıydı.

“Bir arkadaş için buradayız.” Batuş tam lafa girecekken kolunu sıktım. “Sus artık,” diye fısıldadım.

“Biliyorum, burası epey karıştı ama beş dakika konuşabilir miyiz?” O sırada yanımızdan geçen bir grup, “Susma, sustukça sıra sana gelecek!” sloganları atmaya başlayınca ortam iyice alevlendi. Bunu fırsat bilen birkaç kişi polislere saldırmaya yeltenince, bileklerine kelepçeler geçirilerek zorla nezarethaneye götürüldüler.

Gergin olduğumda ya da heyecanlandığımda tırnaklarımı koparırdım. Şu an ise gerginliğim tavan yaptığı için tüm tırnaklarımı tek tek koparmaktaydım. Komiser olduğunu tahmin ettiğim polis memuru, slogan atmaya devam eden gruba bakarak “Ya sabır,” dedi. “Gel, odama geçelim.”

Yunus Emre ile kapısında, Başkomiser Halis Çeviker yazan odaya girdiler.

“Başkomiseri nereden tanıyor?” diye sordum Atlas’a bakarak. Kollarını iki yana açıp bilmiyorum der gibi omuz silkti.

“Ne işiniz var burada, çiçeğim ya?” Batuş, arkamızdaki sandalyeye oturduğunda ortalık biraz sakinleşmişti. Sesler azalmış, etraftaki kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Batuş’un yanına oturdum ve yorgun çıkan sesimle, “Acaba ne işimiz var?” dedim. Günlerdir evden çıkmadan herkesten kaçan biri olarak, bugün fazlasıyla uzun bir gün oluyordu. Hem bedenim hem ruhum bitkin düşmüştü.

Atlas, karşımızdaki duvara yaslanarak, kollarını göğsünde birleştirmiş bizi izliyordu. Hafifçe tebessüm ettim. Yorgun görünmesine rağmen gece mavisi gözleri hâlâ parlıyordu. O ise içimi ısıtan, nerede olduğumuzu kısa bir anlığına da olsa unutmamı sağlayan bir gülümsemeyle karşılık verdi.

“Biz şu an neyi bekliyoruz? Ben neden buradayım? Niye kimse beni götürmüyor?” diye bağırdı Batuş. Neyse ki etrafta yeterince polis olmadığı için, bu salakça yakarışını dikkate alan olmadı. Sıkıntıyla derin bir nefes verdim ve geldiğimizden beri bir an olsun durulmayan Batuş’a en ters bakışlarımı gönderdim.

Az sonra genç bir polis memuru yanımıza gelip Batuş’a kimliğini uzattı ve tek kelime etmeden uzaklaştı. Batuş, kaşlarını çatıp anlamaz bir ifadeyle polisin arkasından bakarken, hemen ardından komiserin odasından çıkan Yunus Emre yanımıza geldi.

“Gidebiliriz,” dedi ifadesizce.

Batuş, öfkeyle sesini yükseltti: "Pardon?!"

“Halis Amca yakın bir aile dostumuzdur. Rica ettim, anlayış gösterdi. Gidebiliriz.” Hiçbir şey olmamış gibi rahatça çıkışa doğru yürümeye başladı.

“İsteyen istediği yere gidebilir, ben gelmiyorum!” dedi Batuş. Mızıkçı çocuklar gibi sandalyesine oturup kollarını bağladı.

Yunus Emre, sakince yürümeye devam etti. Duruşunu bozmadan hâlâ sakince bizi izleyen Atlas’a bakıp karakolun kapısından çıkan Yunus Emre’yi işaret ettim. Ne demek istediğimi anlayarak o da çıkışa yöneldi.

“Batuş, gebertirim seni!”

Neden bu kadar öfkelendiğini bir türlü anlayamıyordum. Daha önce de Batuş yüzünden karakolda sabahladığımız geceler olmuştu ama o zaman gayet sakin ve olaysız bir şekilde beklemiştik. Bugünkü tavrı ve öfkesi alışılmadıktı. Normalde bal gibi huyu olan çocuğun ayarları iki saatte bu kadar bozulmuş olamazdı. Bu kez daha ılımlı olmaya çalışarak,

“Çiçeğim, arkadaşlarımı burada bırakamam. Onlar buradayken ben eve gidip sıcak yatağımda uyuyamam, anlamıyor musun?” dedi. Benim ise Ilımlı olmaya pek niyetim yoktu.

“Lan geri zekâlı, burada kalsan arkadaşlarına ne faydan dokunacak? Ancak boncuktan kuş yaparsın içeride.”

Söylediklerim mantıklı gelmiş olacak ki derin bir iç çekti. Saçlarını art arda karıştırırken, daha yumuşak bir tonda, “Canım Batuşçum, sen dışarıda olursan onlara daha kolay yardım ederiz,” dedim.

Saçlarını son bir kez sertçe çekiştirip isteksizce yürümeye başladı. Atlas ve Yunus Emre arabanın yanında bekliyordu. Batuş, burnundan soluyarak kelebeğin kapısını hızla açıp sertçe kapattı. Dudaklarımı birbirine bastırarak bu öfkesine anlam veremeyip başımı sağa sola salladım.

Arka koltuğa geçen Yunus Emre ve Atlas’a dudaklarımı oynatarak sessizce teşekkür ettim ve olaylı gecenin burada son bulmasını umarak gaza bastım. Eski ve küçük arabanın arka koltuğunda iyice sıkışmışlardı. Rahatsız ve gergin geçen kısa bir yolcuğun ardından Yunus Emre’nin evine ulaştık.

“Tekrar teşekkürler,” diye mırıldandım, dikiz aynasından onlara bakarak. Yunus Emre hiçbir şey demeden arabadan inerken, Atlas küçük ve sıcak bir tebessümle karşılık verdi. İkisi sitenin kapısına doğru ilerlerken, Batuş aniden camı indirip,

“Arvandağlı!” diye seslendi.

İkisi de olduğu yerde durdu. Yunus Emre, yarımca bize döndü. Batuş, öfkesini geride bırakmış olmalıydı; sesi şimdi daha sakindi.

“Eyvallah…”

 

Instagram: monandrosa

 

                            

Bölüm : 23.03.2025 16:26 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...