
“Teşekkürler canım, eline, kalemine sağlık,” dedi Sezin Hoca gülümseyerek.
Dünkü olaylı geceden sonra okula gelmek ve insan içine çıkmakla ilgili fikirlerim değişmişti. Sabah, benden beklenmeyecek bir enerjiyle uyanmış, Batuş’la seviyeli bir tartışmaya girme isteğiyle odasına dalmıştım. Fakat olacakları önceden sezmiş olmalı ki, sabahın köründe evden kaçmıştı, adi çocuk! Ben de ilginç bir şekilde kendimi daha iyi hissettiğim ve eninde sonunda okula dönmek zorunda olduğum için erkenden hazırlanıp çıkmıştım. Hem bugün Sezin Hoca’nın dersi vardı, yani kimseyle konuşmak zorunda kalmayacaktım. Bir kişi dışında…
Atlas’la en arka sırada yan yana oturuyorduk. Ne ara bu noktaya geldiğimiz hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Her şey kontrolümüz dışında gelişiyor, hayat bizi tahmin bile edemeyeceğimiz yerlere sürüklüyordu. Bundan üç ay önce, şu sıralar yollarımızın sık sık kesiştiği insanlar birer yabancıdan ibaretti. Pınar’ın intiharındaki gizemi çözüp sonra da birbirimizin hayatından sessizce çıkacaktık. İçimde filizlenmeye başlayan her şeyi kökünden söküp attığımı sanmıştım.
Yanılmışım.
Kendi ellerimle örüp arkasına saklandığım duvar yavaş yavaş yıkılıyordu. O yüzden her şeyi akışına bırakmayı, uyum sağlamayı kabul ettim. Etrafımdaki filmi dışarıdan izlemektense kendime bir rol biçip oyuna dahil olmaya karar verdim.
Sezin Hoca, “Peki, sıradaki kim olmak ister?” diye sorduğunda düşünmeden ayağa kalkıp tahtanın önüne yürüdüm. Madem bir karar verdim, arkasında durmalıydım, en azından şimdilik. Geçen derste herkes kendi yazdığı hikayeleri, şiirleri ya da denemeleri okumuştu. Gelmeyenler ise bu hafta okuyacaktı. Kimseyle göz göze gelmemek için bakışlarımı duvardaki tek bir noktaya sabitledim.
“Dinliyoruz canım, ne zaman istersen başlayabilirsin,” diyen Sezin Hoca’nın nazik sesini duyduktan sonra derin bir nefes aldım ve uzun zaman önce karaladığım satırları ezbere okumaya başladım:
Karanlık düşler kuruyorum
Her uyandığımda eski bir günün tekrarını yaşıyorum
Kendi hayatımı dışarıdan izlemeye başladım bu aralar
Geçip giden yıllar yaşanmamış gibi
Aklıma düşen anılar bana ait değil
Elimde çocukluğumdan kalma eski bir harita var
Üstündeki her ülkeyi gezdim zihnimde
Her şehri ezberledim
Bütün sokakları dolaştım
Sonra büyüdüm
Nereye gittiysem kendime bir yer bulamadım
Gittiğim her yer benden önce terk edilmişti
Haritayı kaybettim
Sınırları belirsiz şehirlerde saklandım
İsimleri silinmiş duraklarda durdum.
İçimde kimsenin bilmediği yollar çizdim.
Orada kayboldum.
Ani bir utanç duydum. İlk kez, tanımadığım insanların önünde içimden geçenleri bu kadar korkusuzca dile getirmiştim.
“Çok güzel olmuş canım, bizimle paylaştığın için teşekkür ederiz,” dedi Sezin Hoca, dalgın bir sesle. Gerçekten hüzünlenmiş gibiydi. Kimseye bakmadan yerime geçtim. Gece mavilerini üzerimde hissediyordum. Sezin Hoca sıraların arasında dolaşmaya başladı.
“Evet, herkes yazdıklarını okuduğuna göre dersi bitirebiliriz,” deyince küçük bir hayal kırıklığı yaşadım. Atlas okumayacak mıydı yani?
“Fakat önce dönem ödevinizi vereceğim.” Sınıftan huysuz mırıltılar yükselmeye başlayınca Sezin Hoca gülümsedi.
“Merak etmeyin, sizi zorlamayacak. Hem sınavdan da kurtulmuş olacaksınız bu sayede. Bu ödev, sınav notunuz yerine geçecek.” Bu kez yükselen sesler daha neşeliydi.
“Bu hafta içinde mail grubuna bazı konu başlıkları göndereceğim. Bu, bir sanatçının hayatı olabilir, bir kitap olabilir. Seçtiğiniz konuyla ilgili araştırma yapıp üç-dört sayfayı geçmeyecek şekilde bir kompozisyon yazmanızı istiyorum. İster bireysel ister grup halinde yapabilirsiniz,” dedi, kürsüye ulaştığında. “Evet, şimdi özgürsünüz.” Tüm sınıf, bunu bekliyormuşçasına saniyeler içinde boşaldı. En son ben ve Atlas kalmıştık.
“Nasılsın, canım?” diye sordu Sezin Hoca. Otuzlarının sonuna yaklaşmış, zarif ve nahif bir kadındı. Sarıya çalan açık kahverengi saçlarını ensesinde toplamış, siyah kalem pantolonunun içine soktuğu yeşil saten gömleğiyle her zamanki gibi bir hayli şık görünüyordu. Zaten oldukça duygusal biriydi, bu yüzden Pınar’ın başına gelenler onu da epey etkilemişti.
“Daha iyiyim hocam, siz?” Şifre kırılır ve S.A’nın bu olayla bir ilgisi olup olmadığını öğrenirsek çok daha iyi olacaktım tabii.
“Ben de iyiyim canım, sağ ol. Ne zaman istersen benimle konuşabilirsin,” dedi, sıcak bir tebessümle. Bir nevi ortak bir anı paylaşıyorduk. Pınar’ı ilk ve son kez gördüğüm o gün, Sezin Hoca da yanımdaydı.
“Yazdıklarını çok beğendim. Ödevini sabırsızlıkla bekliyorum. Bireysel mi yapmayı düşünüyorsun?” Şimdiye kadar tüm ödevlerimi bireysel yapmayı tercih etmiştim. Hatta grupça yapılması gereken ödevleri bile tek başıma yapabilmek için hocalara yalvardığım olmuştu.
“Bence birlikte yapsak daha iyi olur.”
Cevap, benim yerime, çekingen bir tavırla bana bakan Atlas’tan gelmişti. Bu bir teklif miydi? Başka biri söylese sinirlenip asla kabul etmeyeceğim bu çıkışı, aksine, hoşuma gitmişti. Dün geceden sonra Atlas’la ortak bir şeyler yapma fikri içimde bir kıpırtıya sebep oluyordu. Hem, Pınar meselesi çözülene kadar zaten bir anlamda ortaktık. Ödev yapmamızda da bir sakınca yoktu bu süreçte. Sonra herkes kendi hayatına dönecekti nasılsa.
“Bence de çok iyi olur. Atlas’ın geçen hafta yazdıklarını da çok beğenmiştim. Eminim birlikte güzel bir iş çıkarırsınız,” dedi Sezin Hoca. Ne yazdığını deli gibi merak ediyordum ama soramazdım.
“Olur, benim için fark etmez,” diye yalan söyledim.
“Harika, o zaman. Seçtiğiniz konuyu göndereceğim mailde yanıt olarak verirsiniz.”
“Tabii hocam,” dedik ikimiz de ve sınıftan çıktık.
“Sana sormadan hocaya söyledim, özür dilerim,” dedi mahcup bir ifadeyle.
“Önemli değil. Hem birlikte yaparsak daha çabuk biter,” dedim umursamazca.
“Eve mi gideceksin?” diye sordu. Söylemek istediği başka bir şey varmış gibi duruyordu. Ellerini ceplerine sokmuş, siyah bukleleri alnına düşmüştü.
“Evet, Duygu’yu yalnız bırakmak istemiyorum,” diye cevapladım. Binadan çıkmış, kampüste yürümeye başlamıştık. Hava her zamankinin aksine güneşliydi.
“Sen?”
“Labirente gideceğim. Yunus Emre bekliyor.”
“Bu arada, size doğru düzgün teşekkür edemedim,” diye mırıldandım. “Dün için yani…”
“Önemli değil, ne yaptık ki?” diye alçakgönüllülük yaptı. Bizi mahkemelerde sürünmekten kurtardınız, daha ne yapacaktınız?
“Çok şey yaptınız, emin olun. Özellikle Yunus Emre. Çok teşekkür ederim.”
Rica ederim demek istercesine başını hafifçe eğdi. Bir an sonra bakışları aniden sertleşti. Arkamda bir yere bakarken çenesi seğirdi. Çetin, saniyelik bir bakış atıp yanımızdan geçti. Burnunun üstünde yalnızca bir bandaj ve etrafında hafif morluklar vardı. Aslında beni şikâyet etmemesine şaşırmıştım. Onlarca görgü tanığı ve her şeyi apaçık gösteren videolar vardı. Duygu şikâyette bulunmadığı için, onu o hâle getirenin Çetin olduğunu da kanıtlayamazdık. Ama ya gözü gerçekten korkmuş olmalıydı ya da daha fazla uğraşmadan bu olayın üstünü kapatmak istiyordu.
“Seni rahatsız etmiyor, değil mi?” diye sordu Atlas, çatık kaşlarıyla. Yüzünde ilk defa gördüğüm sert bir ifade vardı.
“Hayır. Hiç konuşmadık. Bir şey yapacak olsa şimdiye kadar yapardı.” Anlamadığım bir şeyler mırıldandı kendi kendine.
“Sen yine de bir şey olursa bana haber ver…” dedi sert bir tonda. Boğazını temizleyip “Yani, bize,” diye düzeltti cümlesini. Dişlerimi dudağıma geçirdim, gözlerimi kaçırdım. Anlamsız bir utanç duymuştum.
Labirentin önüne geldiğimizde, “Görüşürüz,” diyerek yanından ayrılmaya niyetlendim. Sessizlik içinde geçen birkaç saniyenin ardından, hafifçe iç geçirerek, “Görüşürüz,” dedi.
Kafam karışık, varlığını bile unuttuğum kalbim daha da karışık bir halde, kulaklığımdan son ses yükselen Ferdi Tayfur eşliğinde eve doğru yürüdüm.
Salona girdiğimde, yeşil koltuğun ortasına bağdaş kurarak oturmuş, donuk bir ifadeyle karşıya bakan Duygu’yu görünce irkildim. Saçları ıslaktı; günlerdir çıkarmadığı kıyafetlerini değiştirmişti. “Duygu?” diye seslendim çekinerek. Duş alıp salona geldiğine göre biraz daha iyi hissettiğini umuyordum, ama yine cevap vermeyince onu zorlamak istemedim.
Odaya geçip üzerimi değiştirdikten sonra yanına dönecektim ki telefonum çaldı. Halam arıyordu. Beş gündür konuşmamıştık. Telefonum kapanmadan önce ona tamirde olduğunu söyleyerek yalan atmıştım, ama sakin geçen tek bir günümüz olmadığı için tekrar aramak aklımdan çıkmıştı.
“Nasılsın, hala?”
“İyiyim kızım, sen nasılsın?” Sesi her zamanki gibi boğuk geliyordu.
“İyiyim ben de. Bugün aldım telefonumu, seni arayacaktım.” Son zamanlarda yalan söylemeyi biraz fazla alışkanlık haline getirmiştim ama benim suçum değildi. Şartlar beni buna zorluyordu.
“İyi yavrum, sen iyi ol da,” dedi yorgun bir sesle.
“Annenle konuştun mu?” diye sordu, beni şaşırtarak. Daha önce hiç annemi sormamıştı. Arada konuştuğumuzu biliyordu ama bu konudan hiç bahsetmezdi. Gerçi halam hiçbir şeyden bahsetmezdi ya.
“Konuştum. Yılbaşı için aradı.”
Sessizlik.
“Hala, sen iyi misin? Sağlığın yerinde mi?” diye sordum endişeyle.
“İyiyim, iyiyim. Sadece kolum biraz ağrıyor. Yaşlılık işte.”
“Buraya gel istersen. Doktora gideriz. Bir arkadaşım ev tuttu, orada kalırsın,” diye bir teklifte bulundum. Halam buraya hiç gelmemişti. Ben de yazları Batuş’la çalıştığım için birkaç senedir Seyranlı’ya gidemiyordum.
“Gerek yok kızım, iyiyim ben. Meraklanma sen.”
“Peki,” dedim, daha fazla ısrar etmeden. Dönem biter bitmez birkaç günlüğüne de olsa ilk iş onu ziyarete gidecektim.
“Hadi ben artık kapatayım. Dersinden, işinden alıkoymayayım seni. Kendine dikkat et, hastalanma olur mu?”
“Tamam, hala. Sen de öyle.”
Tuhaf bir konuşma olmuştu ama içerideki manzara daha da tuhaftı, bu yüzden üzerinde fazla düşünmeden Batuş’un ayıcıklı pijamalarından birini giymiş, kıpırdamadan oturan Duygu’nun yanına gittim. Ne sorarsam sorayım cevapsız kalacağını bildiğim için sessizce yanına oturdum.
Bir saat kadar geçmişti. O hâlâ kıpırdamadan oturuyor, gözünü bile kırpmadan karşıya bakıyordu. Ben de hafiften uyuklamaya başlamıştım ki cılız bir ses duydum:
“Evden atılmışım. Eşyalarımı kapının önüne koymuşlar.” Ev arkadaşlarıyla sık sık kavga ettiğini anlatmıştı bizimle takıldığı zamanlarda. Ama ikimiz de biliyorduk ki asıl sorun bundan çok daha fazlasıydı.
“Burada kalırsın. Batuş zaten seni bırakmaz. Eşyalarını da ben alırım,” dedim heyecanla. Günler sonra ilk kez konuşmuştu. Konuşmaya devam etmesi için umutla yüzüne baktım ama yine sessizliğe büründü.
Yüzü hâlâ solgundu, ama yaraları büyük ölçüde iyileşmişti. Yalnızca boynundaki belli belirsiz bazı morluklar vardı. Göz altlarındaki derin halkalar ise dikkat çekiyordu. Eski hâlinden eser yoktu. O gözleri alev gibi yanan, şen kahkahasıyla herkesi kendine baktıran Duygu gitmiş, yerine başka biri gelmişti.
Saatlerce öylece oturduk. Duygu bir an olsun kıpırdamadı. Ben de onun gibi bağdaş kurup sessizliğine eşlik ettim. Gün ışığı ağır ağır yerini karanlığa bıraktı. Gölge, zıplayarak masanın üzerine çıktı ve oraya kıvrıldı. Odadaki tek ses onun hırıltılı nefes alışlarıydı.
“Keşke sigara olsaydı.”
Konuşacağına dair umudumu kaybetmek üzereyken, fısıltı gibi çıkan sesiyle yeniden heyecanlandım. Usulca yerimden kalktım. Kesin bir yerlerde unuttuğu bir sigara paketi vardır diye düşünerek Batuş’un odasına gittim. Ceketlerini ve çantalarını karıştırdım. Yatağın yanındaki sallanan koltuğun üzerinde aradığımı buldum. İçinde üç dal sigara kalmış paketi Duygu’nun kucağına bıraktım.
Normalde olsa salonda sigara içtiği için demediğimi bırakmazdım. Ama şu an bende birkaç kredisi vardı. Yeter ki susmasın. Gözlerindeki ışık geri gelsin. Gerekirse iki paket içsin, ağzımı açmazdım.
Ama kapıyı açardım. Balkon kapısını aralarken, o masanın üstündeki çakmağı alıp bir sigara yaktı. Peş peşe iki büyük nefes çekti içine. Sonunda, fısıldar gibi konuşmaya başladı.
“Bir keresinde annem bana çok kızmıştı. Lise 1’deydim... İçimde anlayamadığım bir öfke olurdu ama hep bastırırdım. O yüzden kimseyle konuşmaz, kendi halimde takılırdım… Sınıfımda bir kız vardı, bana gıcık olmuştu. Bir sebebi yoktu. Aptal ergenlerdik işte. Sürekli bana bulaşırdı. Bir gün kantinde üstüme meyve suyu döktü… Yanlışlıkla.”
Derin bir nefes daha çekti içine. Hâlâ ifadesiz gözlerle tam karşıya bakıyordu.
“Yersen tabii. Zaten iyice dolmuştum, orada patladım. Ama ne patlama…” Dudaklarının arasından kesik, kuru bir kahkaha döküldü.
“Önce büfedeki meyve sularını kızın kafasında patlattım, sonra saçlarından tutup kafasını duvara vurdum. Yetmedi, yüzünü, kollarını, her yerini tırnakladım. Nasıl bir öfke patladıysa içimde, kızın üstünden beni bir türlü alamadılar. Gömleğini, çoraplarını, her şeyini yırttım. En sonunda kucaklayıp uzaklaştırdılar. Kızın hâli perişan… Yüzü gözü çizik içinde, üstü başı yırtık, saçları yolunmuş. Gören hayvan saldırdı sanır…”
Sigarası sönmeden diğerini yaktı. Hava iyice kararmıştı. Küçük salonu yalnızca sokak lambasından içeri yansıyan minik bir ışık hüzmesi aydınlatıyordu.
“Annemi çağırdılar, uzaklaştırma verdiler bana. Bir de öfke kontrolü için bir uzmanla görüşsem iyi olurmuş, öyle dediler... Annem yolda hiç—hiç konuşmadı. Eve girdiğimizde bir tokat attı bana. Öyle canım yandı ki… Hâlâ hissederim acısını. Sonra bir posta azar: ‘Ben seni böyle yetiştirmedim, vahşi mi oldun başımıza? Nasıl bir çocuksun sen?’ Bağırdı—bağırdı, sesi kısılana kadar, tüm öfkesini benden çıkardı… Ama biliyor musun? Nasıl olduğumu hiç sormadı. Neden yaptığımı merak etmedi.”
Benim varlığımı unutmuş gibiydi. Hatırlatmadan sessizce oturmaya devam ettim. Belki kendi kendine anlatıyor, belki de kendiyle yüzleşmek istiyordu.
“Onlarca sinir krizinden ilkiymiş bu. O günden sonra sık sık öfke nöbetleri geçirmeye başladım. Evde, okulda, sokakta… Her yerde. Bazen içime kapanır, kimseyle konuşmazdım. Yemek bile yemeği unuttuğum olurdu.”
Duraksadı bir süre. Sonra devam etti.
“Bazen gecenin bir yarısı canım hamburger çekti diye şehrin öbür ucuna yürüyerek giderdim. Gülerdim, gezerdim, herkesle çok iyi geçinirdim o günler… Sonra tekrar bir öfke nöbeti ve ardından gelen düşüş. Böyle sürüp gitti. En sonunda bir gün evdeki bütün pencereleri indirince annem tuttu kolumdan, doktora götürdü. ‘Ben artık uğraşamıyorum.’ dedi.”
Hikâyenin nereye gideceğini anlamıştım. Şimdi her şey yerli yerine oturuyordu. Yıllardır bir görünüp bir kaybolan Duygu’yu ilk kez tanıyordum. İlk kez anlıyordum. Gözleri dolmaya başlamış, sesi iyice kısılmıştı. Ama donuk ifadesini bozmadan konuşmaya devam etti. Duymak için biraz daha yaklaştım yanına.
“Testler... bitmek bilmeyen görüşmeler… Onlarca ilaç verdiler. Kullanmazsam daha kötü olurmuş. Kendime, herkese zarar verirmişim. Annem çok ağladı, babam çok bağırdı ama ikisi de rahatlamıştı. Kızları vahşi değil, hastaymış sadece.”
Sesi çatallandı. Sol gözünden sicim gibi bir yaş aktı.
“İlaçları kullanmak istemedim, annem zorla yutturdu. Ben tükürürdüm, o dişlerimin arasından sokardı. En sonunda yoruldu… Üniversiteyi şehir dışında kazandığımı duyunca belli etmedi ama sevindi. Haklıydı. Kim olsa pes ederdi… kim olsa bıkardı.”
Usul usul akmaya başladı gözyaşları. Belki de ilk defa anlatıyordu birine. Belki de ilk defa anlaşılmak istiyordu.
“İlaçları kullanmayı denedim ama uyuşturuyordu beni. Hiçbir şey hissedemez oldum. Ruh gibi dolaşıyordum etrafta… Bir süre bırakmaya karar verdim. Sonra—sonra Çetin’le tanıştık. O kadar iyi hissettim ki, o kadar değerli… Ayaklarım yere basmaz oldu. İlaçlar aklıma bile gelmedi. Ama herkesi kaçıran dengesizliğim onu da yordu. Yaptığı her şeyi sevdiğinden yapıyor diye düşündüm… Hayatımda— hayatımda ilk defa bu kadar yaşadığımı hissediyorken onu kaybedemezdim. Bulutların üstünde geziyordum onunlayken, defalarca düştüm onun yüzünden. Ama o kadar mutluydum ki bana verdiği zararı fark etmedim... Çok sevdim, çok konuştum, çok ağladım, çok bağırdım… Ben her şeyi çok yaşadım.”
Sigaradan son nefesini çekti. Ağlaması şiddetlendi. Avuç içiyle yüzünü silerken hafifçe güldü.
“Annem başıma geleceğini bilmiş de adımı Duygu koymuş diye düşünürüm hep.” Tamamen ona döndüm ve dakikalardır koruduğum sessizliğimi bozdum.
“Senin de pek yardımcı olduğun söylenemez. Gidip psikoloji okumayı seçmişsin.” Anlattıklarının ağırlığını dağıtmak için yaptığım espri, gözyaşlarının içinden minik bir kahkaha atmasına sebep oldu.
“Belki işime yarar bir şeyler öğrenirim dedim. Bir boka yaramadı. Bölümdekiler benden daha hasta.”
Kimi kastettiğini anlamak zor olmadı. Tekrar bir ağlama krizine girdiğinde onu sakinleştirmeye çalışmadım. Konuşuyor, ağlıyor, acı çekiyordu. Yani hissediyordu. İçinde tuttuğu ne varsa gözlerinden akıp gitti. Ağlaması durduğunda gözlerini ve burnunu pijamanın koluyla sildi.
“Pijamasını bok ettiğimi Batuş’a söyleme sakın.”
“Söylemem, merak etme.” dedim gülerek. Gözleri kıpkırmızı olmuştu ama rahatlamış görünüyordu.
“Benim gerçeğim de bu işte. İyidir Duygu, hoştur… Eğlencelidir, kafa kızdır, herkes sever Duygu’yu… Ta ki gerçeğini görene kadar. Sonra da ayakları kıçlarına vurarak kaçarlar.”
“Yaşadıklarını tam olarak anlayamam ama ne olursa olsun biz buradayız. Bunu hiç unutma.”
Gözleri yeniden dolmaya başlarken belli belirsiz başını salladı. Kriz anlarını yönetmekte bir dünya markası olduğumdan ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemediğim için ona sormaya karar verdim.
“Sana sarılmamı ister misin?” Cevap vermek yerine ince kollarını boynuma doladı, sıkıca.
“Çok garip bir kızsın sen.” dedi kulağımın dibinde.
Güldüm. “Biliyorum.”
“Şu kapıyı kapatmazsan kıçımız buz tutacak yalnız.”
Eski Duygu yavaş yavaş aramıza dönmeye başlamıştı. Haklıydı. İçerinin bu kadar soğuduğunu fark etmemiştim. Kapıyı kapatmak için ayağa kalktığımda, o koltuğun ucuna kıvrıldı. İyice zayıflamıştı. Cenin pozisyonunda yattığı için gözüme daha da küçük göründü. İçeriden bir battaniye getirip üstünü örttüm.
Böyle büyük bir duygu boşalması yaşadığı için yorulmuş olacak ki, ellerini başının altında birleştirerek uzandığı yerde hemen uyuyakaldı. Batuş’u arayıp nerede olduğunu soracaktım ama zil çalınca, onun gelmiş olduğunu düşünüp kapıyı açtım. Ancak Batuş merdivenleri bu kadar yavaş çıkmazdı ve bu saatte buraya habersiz kimse gelmezdi. Birden panik yapıp hızla kapıyı kapattım.
Kapının deliğinden baktığımda, elinde büyükçe bir kutu tutan genç bir çocuk gördüm. Yersiz endişemi bir kenara bırakıp kapıyı tekrar açtım. Bu saatte kurye gelmiş olamazdı. Zaten karşımda nefes nefese dikilen çocuk da pek kuryeye benzemiyordu. Yanlış gelmiştir herhalde diye düşündüm.
“Buyurun, kime baktınız?” diye sordum.
“Bunu size teslim etmem söylendi.” Deyip kutuyu kapının önüne bırakıp gitti. Şaşkınca arkasından bakakaldım. Pek hafif olmayan kutuyu odaya götürüp merakla açtım. Üzerinde yazan markanın ne olduğunu bir an hatırlayamadım ama içindeki laptopu görünce hatırladım. Bu, yurt dışında üretilen, piyasada şu an bulunabilecek en iyi ve en hızlı işlemciye sahip bilgisayarlardan biriydi.
Şüpheyle kaşlarımı çattım. Kutuyu evirip çevirip bir not ya da isim aradım ama bulamadım. Bunu kimin göndermiş olabileceğiyle ilgili bir fikrim vardı. Teyit etmek için telefonuma baktığımda gelen mesaj, tahminimde yanılmadığımı gösterdi.
Atlas
“Her şeyle tek başına uğraşmak zorunda değilsin. Bu işte ortak değil miydik?”
************
“Al muzlu pudingim, çayın hazır.” Batuş, neşeyle önüme dumanı tüten bir fincan bıraktı. Akşam Batuş’un ilk sahnesi olacağı için Hangar’a gelmiştik. Henüz etraf pek kalabalık olmadığından boş boş oturuyorduk bar tezgahının önünde. Batuş ise durmadan kendine içecek bir şeyler hazırlıyor ve bana da içirmeye çalışıyordu.
“Ben senden çay istemedim ki.”
“İç kız, ne olacak? Boğazından sıcak bir şeyler geçsin,” dedi, çayından büyük bir yudum daha alırken. Yüzümü buruşturdum.
“Yine mi bu kirazlı zımbırtıdan yaptın?” diye sordum, çayı koklayarak. Kınayıcı bir bakış attı.
“Ne alıp veremediğin var şu güzelim çayla, bilmiyorum. Şifa bu, şifa,” deyip kendi çayını fondip yaptıktan sonra benimkini alıp içmeye başladı. Şaşkınlıkla baktım. Bu çayla arasında anlayamadığım özel bir bağ vardı. Yoksa bir insan çayı bu kadar sevemezdi. Resmen çayıyla aşk yaşıyordu.
“Atlas Beyler ne yapıyor?” diye sordu imayla, tek kaşını kaldırarak. Dirseğini bar tezgâhına dayamış, yüzünü avcunun içine almıştı.
“Ne bileyim ben be,” diye terslendim.
“Bilirsin, bilirsin. Bu aralar pek bir sık görüşüyorsunuz. Aramalar, mesajlar, eve bilgisayar göndermeler falan…” dedi, ifadesini bozmadan.
Anlamazdan gelmeye devam ederek, “Yardım ediyorlar ya bize. Şifreyi çözmek için göndermiş. İşimiz bitince geri vereceğim zaten,” dedim.
Önündeki ılınmaya başlamış çayı alıp kafama diktim. Cebinden çıkardığı paketten bir sigara aldı.
“Çakmağın var mı?” diye sordu sırıtarak. Sinirle karışık güldüm.
“Hıhım var, bak burada,” diyerek nah işareti yaptım tezgâhın altından. Gülerek çantasında çakmak aramaya başladı. Bulamayınca içindekileri tek tek masanın üstüne çıkardı: Üstü soyulmuş eski bir kulaklık, peçete, renk renk kalemler, not defterleri, bir nota kitabı, birbirine dolanmış kablolar, nemlendirici krem, kırmızı saç tokası, örgü bileklikler ve daha nicesi…
“Bunlarla bit pazarında tezgâh açmayı düşünür müsün?” diye takıldım. Kiraz desenli bir çorap teki çıkardı.
“Lan, ben bunu kaç gündür arıyordum! Burada mıymış?” diye söylendi, çorabı havada sallayarak. Nihayet çakmağı bulup çıkardıklarını resmen çantasının içine tıktı.
“Burada sigara içmek yasak değil miydi?”
“Müşterilere yasak. Mekân bizim, rahat ol,” dedi, genişçe sırıtarak. “Anlat hadi, dinliyorum.” Sorgulayıcı bakışlarını üzerime dikti. Ne anlatayım der gibi başımı salladım. İki kaşı birden havalandı. Yüzünü yeniden avcuna yaslayıp sigaradan bir duman çekti.
“Atlas’la aranızda ne var?” Bu kez lafı dolandırmadan, doğrudan sordu. Bu net soru karşısında bir anlığına bocaladım. Yalandan bir sinirin arkasına saklanarak yanıt verdim.
“Sen ikide bir saçma sapan imalarda bulunmaya başladın. Kafanı kırmama az kaldı,” dedim, konuyu dağıtmaya çalışarak.
Ama yemedi. “Atlas’la aranızda ne var?” Ela gözlerini gözlerime dikti.
“Oğlum, delirtme beni. Atlas’la aramızda ne olabilir?”
“Ben de onu soruyorum. Ne olabilir?” Bu salak çocuk beni köşeye sıkıştırmaya mı çalışıyordu? Eğer öyleyse, başarıyordu.
“Hiçbir şey,” dedim en net sesimle. “Sadece iş birliği yapıyoruz.” Atlas’la aramızda ne var, ben de bilmiyordum. Bunun üzerine düşünmek dahi istemiyordum. Çünkü ne kadar düşünürsem, içine düşmekten korktuğum tüm hisler o kadar gün yüzüne çıkıyordu.
“O kadar mı yani? Başta hiçbir şey yok?” Bu kez cevap vermedim. Veremedim. Sanırım bu yeterli bir cevaptı.
“Vay be, bu günleri de görecektik demek…” diye hayıflandı. İnadına sigarasının dumanını suratıma üfledi.
“Salaksın.” Dedim, yüzüme gelen dumanı elimle uzaklaştırmaya çalışarak.
“Ama seksi bir salak.” Dedi, karizmatik olduğunu düşündüğü bir bakış atarken.
“Senin de kıçını kurtarmışlardı, çok yakın bir zamanda, hem de bütün gıcıklığına rağmen. Hatırlatırım. Konuşmadık diye unuttum sanma.” Konuyu değiştirme girişimim bu kez işe yaramıştı.
“Sanki ben istedim.” Diye mırıldandı. Geçen gece karakoldayken gözlerinde parlayan öfke yeniden alevlenmişti.
“Arvandağlı beyimizin kendi bok yemesi. Ondan yardım isteyen mi oldu? Kahramanlık yapacak ya.” Diye çıkıştı.
“Ne alıp veremediğim var senin Yunus Emre’yle? Çocuk bize yardım etti. Niye bu kadar nefret ediyorsun?”
“Nefret etmiyorum... Sadece…”
“Ne sadece?” diye sordum merakla. Gözlerinde aniden parlayan öfke sönmüştü. Dişleriyle dudaklarını kemirmeye başladı.
“Gıcık oluyorum elemana, o üstten üstten tavırları, ‘Buranın ağası benim’ edaları.” Aynı kişiden bahsettiğimizden emin olamadım bir an. Tanıdığım kadarıyla Yunus Emre’nin hiç de öyle tavırları, havalı halleri yoktu. Bu kez konuyu değiştiren kendisiydi.
“Duygu nasıl, sabah erken çıktım göremedim.” Duyguyla aramızda geçen konuşmamanın özetini geçmiştim Batuş’a. Sürekli bir ev arkadaşı fikri ise oldukça hoşuna gitmişti. Batuş’la aramızdaki en büyük farklardan biriydi bu. O tek bir saniyesini bile yalnız geçirmek istemiyordu. Etrafı sürekli kalabalık olsun, herkesi tanısın, herkesle muhabbet edip arkadaş olsun istiyordu. Ben ise bunun tam tersini. Yapmayı en sevdiğim şey, kendimi odaya kapatıp tek başıma saatlerce oturmak, kitap okumak ya da müzik dinlemekti. Zamanla ikimiz de birbirimizin bu yönünü kabullenmiştik. O benim yalnızlığıma ve kabuğuma çekilmek istediğim zamanlara saygı duyuyor, ben de etrafındaki onlarca insana.
“Daha iyi görünüyordu. Yaraları tamamen iyileşti. En azından vücudundakiler yani…” Ruhunda açılan yaraların iyileşmesi için çok daha uzun bir zamana ihtiyacı vardı. Duygu’nun bana tüm çıplaklığıyla içini döktüğü gece kendime bir söz daha verdim. Bir daha böyle bir durum yaşanmaması için elimden geleni yapacaktım. Gözlerindeki ışığı bir daha kaybetmemesi için bundan sonra ne olursa olsun yanında olacaktım. Pınar’ı asansörde gördüğüm o son an nasıl aklımdan çıkmıyorsa, Duygu’yu da hastanede gördüğüm anı da unutamıyordum. Ona bir şey olsaydı, bu sefer kaldıramazdım.
“İyi olacak, merak etme, tanırım ben Duygu’yu. Güçlü kızdır. Biz de hep yanında olacağız bundan sonra…” dedi Batuş. Arkadaş çevresinden daha geniş olan tek bir şeyi varsa o da kalbiydi. İyi ki hazırlığın ilk günü çarpışmışız, iyi ki bu kadar geveze biri olup tüm aksiliğime ve asosyalliğime rağmen benimle arkadaş olmuşsun. Hatırlıyorum da daha ilk haftadan tüm sınıfla kaynaşmıştı, yine de her ders gelip en arka sırada benim yanıma otururdu. Bütün sınıf beni burnu havada, kimseyle konuşmayan garip biri olarak görüyordu. Batuş ise her gün bana başına soktuğu belaları, ne kadar muhteşem bir insan olduğunu, yeni aldığı kıyafetleri, o hafta izlediği filmleri bıkmadan usanmadan anlatmaya devam ediyordu. Ben de sessizce anlattıklarını dinliyor ve bu tatlı çocuğun niye benimle arkadaş olmak için bu kadar uğraştığını anlamaya çalışıyordum. Sonunda anladım, Batuş kendi yalnız kalmayı sevmediği gibi, etrafındaki insanların da yalnız kalmasını istemiyordu.
İşaret parmağımı ona doğru uzattım. Bu, benim nezdimde pek çok anlama gelebiliyordu. Teşekkür ederim, üzülme, senin yanındayım… Bu kez “İyi ki varsın” demek istemiştim. O da parmağını uzatıp yavaşça dokunduğunda ne demek istediğimi anladığını biliyordum.
“Yarın herkesi bize çağırdım.” dedi. Parmağını çekip elini coşkuyla tezgâha vurdu. Şüpheyle baktım.
“Herkesi derken?” diye sordum çatık kaşlarımla.
“Herkesi işte, Atlas Vahalar ve tüm tayfasını.” dedi, kollarını başının üstüne uzatıp esneme hareketleri yaparak.
“Sebep?” diye sordum inanamayarak. Saniyede 100 tilkinin dolandığı aklından, kim bilir yine neler geçiyordu.
“Sen beni çok hafife alıyorsun kiraz çiçeğim. Kendini tecrit ettiğin hafta Ilgaz’la kafa kafaya verip plan yaptık.” dedi, parmağıyla alnının kenarına vurarak. “Yarın herkesi biz de toplayacağız.”
“Sebep?” diyerek yineledim sorumu. Ilgaz, Batuş ve plan kelimeleri aynı cümlede bulunmaması gereken kelimelerdi. Aksi takdirde başınıza ne geleceği meçhuldü.
“Yarın görürsünüz tarçınlı kurabiyem.” dedi, tek gözünü kırparak. Eyvah ki ne eyvah!
“Batu hadi abi, sahne başlayacak!” diye bağırdı Canberk, sahnedeki kablolarla uğraşırken.
“Hadi çiçeğim, ben kaçar. Kulaklarını iyi aç, 21. yüzyılın en yetenekli, en yakışıklı ve en seksi bateristini dinle.” deyip sahneye gitti. O baterisinin başına kurulurken diğerleri de sahnedeki yerini aldı. O sırada Canberk yanımdaki tabureye oturdu.
“N’aber, nasıl gidiyor?” diye sordu.
“İyi.” dedim kısaca. Batuş yokken onun arkadaşlarıyla pek konuşmazdım. Hatta okulda beni Batuş’tan dolayı tanıyan birini görünce hemen yolumu değiştirirdim.
Siyah, upuzun saçlarını at kuyruğu yapmıştı. Benimle aynı boylardaydı, kolları, boynu hatta elinin üstü bile dövmeyle kaplıydı.
“Sana bir teklifim var aslında, o yüzden geldim.” Bir anda gerildim. Beklenmedik şeylerden nefret ederdim. Ve bu oldukça beklenmedikti. Gergince nefes aldım ve tırnaklarımla oynamaya başladım.
“Ali abi, yani bizim patron eleman alalım dedi geçenlerde. Özellikle hafta sonları baya kalabalık oluyor burası, yetişemiyoruz. Barda ve serviste yardım edecek birine ihtiyaç var. Batuş’u tanıyorum, sen de onun arkadaşısın, bir sorayım dedim. Düşünür müsün?” Rahatlamış bir nefes verdim. Her şeyin en kötüsünü düşünen beynim sağ olsun, iki dakikada elli farklı senaryo yazmıştım.
“Düşünürüm aslında.” Part-time çalışacağım, düzenli bir iş hiç fena olmazdı şu an. Hem Batuş da burada çalışıyordu hem de Hangar yıllardır geldiğimiz, bildiğimiz bir mekandı.
“Hatta kabul ediyorum ya. Düşünmeme gerek yok.” dedim. Canberk, aldığı hızlı geri dönüş karşısında şaşırmışa benziyordu.
“O zaman süper. Hafta içi çok yoğun olmuyor zaten, sahne olduğu akşamlar gelirsin. Bir de hafta sonu işte. Bartenderlık’dan anlar mısın?”
“Anlarım...” Daha önce hiç yapmadım ama anlardım bence. İnternetten kokteyl tariflerine bakıp ezberlemek ne kadar zor olabilir ki?
“Süpersin. Anlaştık.” deyip elini uzattı. Anın coşkusuna kapılıp elini sıktım ben de. Yaşadığımız onca olumsuzluğun üstüne ilaç gibi gelmişti. Sahneden yükselen müziğin sesine kaptırdım kendimi bir süre. Batuş ve grubu, Adamlar’dan Yanmış İçinden çalıyordu. Mekân git gide kalabalıklaşmaya başlamıştı. Masalar yavaş yavaş doluyordu.
Çok geçmeden, yine evren benimle bir derdi olduğunu hatırlatmıştı. Kapıdan giren tanıdık simayı görmemle bar tezgahına doğru dönmem bir oldu. Hemen kapüşonumu başıma geçirdim ve çaktırmadan, arka tarafımda kalan masaya baktım. 5 kişilik gayet sıradan görünen bir gruptu masada oturanlar. Ama içlerinden biriyle küçük bir mazimiz vardı. Aslında mazi demek yerine tanışıklık desek daha doğru olurdu.
Size hiç acınası aşk hayatımdan bahsetmiş miydim?
Lise 3. Okul birincisi ve ilçe satranç şampiyonu, gözlükleri teleskop merceğinden daha kalın olan bir çocuk, İsmail, bir teneffüs yanıma geldi ve şöyle dedi:
“Bu okulda benden sonraki en akıllı kişi sensin. O yüzden sevgili olmamız gerekiyor.”
Ertesi gün bahçede yine yanıma gelip oturdu ve bana termodinamiğin yasalarını anlatmaya başladı. Bunu neden yaptım, ben de bilmiyorum ama her teneffüs gelip yanıma oturmasına ve bana fizik anlatmasına izin verdim. Bir kere elimi tuttu. Bir keresinde de parka gittik birlikte. Yaptığım ton balıklı sandviçten zehirlenip hastanelik olunca bir daha yanıma gelmedi. İlk ve son terk edilişimi mutfaktaki beceriksizliğime borçluydum. Diğer deneyimim çok daha kısa sürmüştü.
Hazırlıktan mezun olduğumuzu yaz, Batuş'la bir haftalığına kampa gitmiştik. Aykut adında, tuvalete bile gitarıyla giden, bütün şarkıları rock tarzında söylemek için korkunç bir gırtlak yapan bir çocukla tanışmıştım. Bana müzik piyasasının ne kadar dibe battığını ve piyasada, kendi dahil, 3-5 iyi müzisyenden başka kimsenin kalmadığından dert yandığı gecenin sonunda beni öpmüştü. Sırf deneme amaçlı yaptığım bu eylem hiç hoşuma gitmese de deneyimi sürdürmek ve yeterli veri toplamak amacıyla kamp bitene kadar kendisiyle görüşmüş ve birkaç kere daha öpmesine izin vermiştim. Elde ettiğim veriler bana şunu göstermişti:
Öpüşmek berbat bir şeydi, çünkü karşı tarafın burnundan dolayı doğru düzgün nefes alamamıştım.
Öpüşmek anlamsız bir şeydi, çünkü yüzüme batan sakallarının yanaklarımı acıtması dışında hiçbir duygu hissetmemiştim.
Kamptan ayrılırken benden numaramı isteyince de yanlış numara vererek bu deneyi sonlandırmıştım.
Son olarak, geçen sene Batuş’un ısrarları sonucu Sinema kulübünden tanıdığı ve şu an tam arkamda arkadaşlarıyla birlikte oturan, beni görmemesi için dua ettiğim Tolgayla tanışmak zorunda kalmıştım. Sırf Batuş başımın etini yemeyi bıraksın diye Tolgayla tam üç hafta görüşmüştüm.
Hayatımın en zor üç haftasıydı…
İki kez birlikte Labirent’te kahve içmiştik ve bana saatlerce 68 kuşağı filmlerinden bahsetmişti. Yanlış anlamayın, ben film izlemeyi ve konuşmayı seven biriyim fakat iki saat boyunca sadece kendisi konuşmuş ve 68 kuşağının tüm filmlerini kendi kendine analiz etmişti.
Üç kez de birlikte sinemaya gitmiştik. En son gittiğimiz filmde beni öpmeye çalışınca, film arasında “Tuvalete gidiyorum” diyerek salondan kaçmış ve bir daha onu görmemiştim. Arkamdan Batuş’a ne kadar garip biri olduğumu ve onu ekmemin ne kadar yanlış olduğu ile ilgili verdiği uzun demeci duyunca kahkahalar eşliğinde Tolga meselesini ve her türlü gönül ilişkisi mevzusunu orada kapatmıştım.
İşte benim dillere destan aşk hayatım bu kadardı.
Tolgayı her gördüğümde ya saklanıyor ya da yolumu değiştiriyordum. Daha yeni iş bulduğum bu güzel günü onunla karşılaşarak mahvetmek istemiyordum. O yüzden iyice dolmaya başlayan mekândan çıkmak için ayaklandım. Kapüşonumu düzelttikten sonra çıkışa doğru ilerliyordum ki Tolga birden ayağa kalkınca ne yapacağımı bilemeyip kendimi hemen yanımdaki tuvalete attım. En azından burada güvendeydim.
Yeteri kadar beklediğime ikna olduktan sonra kapının arasından Tolga’yı kontrol etmek için kapıyı yavaşça araladım. Kapı birden sertçe açılıp suratıma çarpınca olduğum yerde sendeledim.
Benim mutlu olmaya beş dakika hakkım yok muydu ya? Gerçekten bu bile çok mu geliyordu bana?
Darbenin etkisiyle sulanan gözümü ovarken, “Ay pardon, görmedim seni.” diyen başka bir tanıdık ses duydum. Tek gözümü aralayıp, kapıyı suratıma çarpan kişiye baktım. Habil ve Kabil kardeşlerden Habil’di, bugün aramıza katılan. Simten yerine Simay olduğunu görünce bir miktar sevinmiştim. En azından Simay, benden o kadar da nefret etmiyordu.
“Önemli değil, sorun yok.” dedim, diğer gözümü de aralamaya çalışırken. Biraz bulanık görüyordum ama iyiydim.
Görüşüm biraz daha düzeldiğinde, Simay'ın lavabonun başında ağladığını fark ettim. Aslında hiç burnumu sokmadan tuvaletten bir an önce defolup gitmem gerekirdi. Simay'dan bana neydi. Ama içimdeki bir ses bunun doğru olmadığını ve Simay'ın yanında kalmam gerektiğini söyleyip duruyordu. O sesin, ses tellerini koparmama az kalmıştı. Pınar’ın intiharından önce etrafımda gelişen olaylara tepkisiz kalır, hiç karışmadan yoluma bakardım. Ancak o günden sonra artık bunu yapamıyordum. Özellikle ağlayan ya da yardıma ihtiyacı olan bir kadın gördüğümde tepkisiz kalamıyordum.
Kendime lanetler okuyarak yüzünü yıkayan Simay’ın yanına gittim. Rimeli ve siyah farı gözlerinin etrafına bulaşmış, ruju dağılmıştı. Çantamdan çıkardığım peçeteyi ona uzattım. Burnunu çekerek şaşkınca baktı yüzüme. Bu hali oldukça tatlı gelmişti gözüme. Kırmızı şişkin yanakları, kızarmış gözleri, kabarık rengarenk saçları ile küçük bir kız çocuğu gibiydi.
Uzattığım peçeteyi alıp gözlerini sildi ama makyajı temizlemekten ziyade iyice dağıtmıştı. Aynaya dönüp baktığında gördüğü görüntü karşısında gerçekten küçük bir çocuk gibi içini çekerek ağlamaya başladı. “Çok çirkinim işte.” deyip duruyordu hıçkırıklarını arasından. Gülsem mi üzülsem mi bilemedim.
Islattığım peçete ile önce yavaşça gözlerini sildim. O hala sesli bir şekilde ağlamaya devam ederken tüm yüzünü temizledim. Hala tam olarak temizlenmiş sayılmazdı ama deminki halinden kat be kat daha iyiydi.
“Neden yapıyorsun bunu?” diye sordu kesik kesik.
“Neyi?” Ağlaması yavaşlamış, nefesi düzelmeye başlamıştı. Ama içini çekmeye devam ediyordu.
“Bana neden yardım ediyorsun? Nefret etmiyor musun benden?” diye sordu dudaklarını büzerek.
Tarzının aksine oldukça çocuk ruhluydu Simay. Ortaokuldayken rengarenk kıyafetler giyer, saçlarına uzun kurdeleler takardı. Şimdi ise çeşit çeşit bileklikleri, zincir kolyeleri, deri eteği ve yırtık çoraplarıyla baya havalı görünse de içinde hala küçük bir çocuk vardı.
“Ben senden de kardeşinden de nefret etmiyorum.” Yanağına düşmüş kirpiğini parmağımın ucuyla aldım.
“Bak, biliyorum beni sevmiyorsunuz ama ben size kötü bir şey yapmadım… Ben size hiçbir şey yapmadım. Yıllar önce bitmiş bir mesele. Hepimiz çocuktuk o zaman. Ben kendimce doğru olanı yaptım. Bugün yine olsa aynısını yapardım. Size hiçbir zaman zarar vermek istemedim.”
“Biliyorum.”
İçeriye giren iki kadın yüzünden konuşmaya ara vermek zorunda kaldık. Simay ve Simten’in benimle uğraşmalarını istemiyordum artık. Yorulmuştum. Bu hikâyede kimsenin suçu yoktu. Simten içinde hala çocukça bir kin besliyor, Simay ise onun peşinden gidiyordu. Pınar’ın ölümü ve Duygu’nun başına gelenler beni sadece duyarlı biri yapmakla kalmamış aynı zamanda daha duygusal birine dönüştürmüştü. Yoksa şu an burada kendimi Simay’a anlatmaya çalışıp, aramızda gereksizce uzamış meseleyi gündeme getirmezdim.
Demin içeri giren kadınların çıkmasıyla tekrar baş başa kalmıştık.
“Simten yüzünden mi ağladın?” Hafifçe kafasını salladı.
“Simten beni dinlemiyor ki. Her dediğime, her yaptığıma bir kulp takıyor. Kıyafetlerime, saçlarıma her şeyime laf ediyor…” Sesi titredi. Gözleri tekrar dolmaya başladı.
“Hiçbir şeyi yakıştırmıyor bana, beni kendine de yakıştırmıyor zaten. Onun için kocaman bir utanç kaynağıyım ben.” dedi, gözlerinden yaşlar süzülürken.
Gidip sarılmak istedim ona. Son üç ayda yaşananlar beni gerçekten çok değiştirmiş olmalıydı. İnsanlarla ilişki kurup, birine sarılmaktansa kör kuyularda kalmayı tercih eden ben, kendi isteğimle birine sarılmak istiyordum. İnanılır gibi değildi.
“Sence ben çirkin miyim?” diye sordu. Gözüme o kadar masum gelmişti ki gidip yanaklarını sıkmak istedim. Bunu yerine bir ucu pembe olan saç tutamını omzunun gerisine atım.
“Simay, sen çok güzel birisin. Tanıdığım en havalı kızsın. Tarzın, kıyafetlerin, yeteneğin...”
“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Burnunu silmesi için bir peçete daha verdim. Sesli bir şekilde burnunu temizledi. Güldüm bu haline.
“Evet tabi, sana niye yalan söyleyeyim ki. Sendeki özgüvenin yarısı bende olsa, ortalığın canına okurdum…” Utangaç bir gülümseme peydah oldu dudaklarında. Peçetenin paketini lavabonun kenarına bıraktım.
“Simten'in dediklerine aldırma sen. Onu benden daha iyi tanıyorsun. Zor biri.” Ve biraz da şeytani. Ve kıskanç, belki birazcık sinsi…
Tam kapıdan çıkarken çatallı sesiyle arkamdan seslendi.
“Peçeteni unuttun.”
“Sende kalsın.”
“Sen… iyi birisin… Bunu değiştirmelerine izin verme.”
**********
Instagram: monandrosa



| Okur Yorumları | Yorum Ekle |