15. Bölüm

4. Bölüm Part (III)

Mona Rosa
mona.rosa

“Yani, bir şekilde bu elemanla tanışıp hayatına dahil olmalıyız ki açığını bulabilelim,” dedi Batuş, elindeki kalemi beyaz tahtaya doğru sallayarak. Gerçekten de dediğini yaparak herkesi evde toplamış, Ilgaz’la yaptıkları planı anlatıyordu. Yatağını toplamaya bile üşenen çocuk, üşenmeden beyaz tahta almış, üzerine Pınar ve Semih’in resimlerini asmış ve aralarından kırmızı bir ip geçirdiği bir plan şeması çizmişti.

Ilgaz’a da kendi tarzını benimseterek ayıcıklı pijamalar giydirmiş ve başına yeşil bir bandana taktırmıştı. Dünyanın en saçma görünen dedektifleri olabilirlerdi.

“Batuş, kankam, haklı. ‘Dostunu yakın, düşmanını daha yakın tut’ demişler. Semih’in inine sızmamız lazım,” dedi Ilgaz. “Hüma, bu eleman sizin bölümde değil mi?”

Salondaki tüm gözler Hüma’ya döndü.

“Evet, benden bir üst dönem. Arada bizim derslerimize de geliyor ama pek tanımıyorum ben,” dedi cam gözlü kız. Şimdiye kadar öğrendiğimiz her şeyin tek tek üzerinden geçmiştik.

“Sen Pınar’la ilgili ne biliyorsun? Eski sevgilin değil miydi?” diye sordu Duygu. İyice toparlanmıştı. Gözaltlarındaki derin çukurlar hâlâ tam anlamıyla kaybolmasa da yüzüne renk gelmişti.

No, no, no! Sen çok yanlış biliyorsun, kızıl kafa…” dedi Ilgaz, parmağını sağa sola sallayarak.

“Zevzek,” deyip gözlerini devirdi Duygu.

“Geçen yıl bir iki kere çıktık, o kadar. Sevgililik gibi bir durum yok ortada. Flört bile diyemeyiz. Bir daha da aramadı zaten.”

“Çok şaşırdım,” diye mırıldandı sessizce. Yanımda oturduğu için bir tek ben duymuştum. Diğer yanımda ise kollarını göğsünde bağlamış, sakince çılgın dedektiflerimizin sunumunu izleyen kişi Atlas’tı.

“Gözüne ne oldu?” diye fısıldadı omzunun üstünden. Suratıma çarpan kapı yüzünden sağ gözümün altı hafifçe morarmıştı.

“Görünmez kaza, bir şey yok,” diye karşılık verdim aynı şekilde.

“Çetin’le bir ilgisi yok değil mi?” Kaşlarımı çattım, anlamamış gibi.

“Çetin’le ne ilgisi olabilir? Kapıya çarptım sadece.”

Batuş tarafından kafamıza doğru atılan yastığı havada yakalayıp sakince Ilgaz’a fırlattı Atlas. Ilgaz ise yine yeterince hızlı davranamayıp alnının ortasına yediği yastıkla kalakaldı.

“Şişşt, ne oluyor orada?” diye azarladı Batuş bizi. Ağzıma sessiz bir fermuar çekip tüm dikkatimi yeniden onlara verdim. Atlas yüzünden bir azar yemediğimiz kalmıştı.

“Semih’in bize güvenmesini sağlamalıyız.” Mor ayıcıklı pijamaları ve başındaki unicorn tacı ile onu ciddiye almak bir hayli zor olsa da önemli bir konuya parmak basmıştı Batuş.

“O nasıl olacak?” diye sordu Yunus Emre. Batuş tahtaya büyük harflerle KONSER yazıp yanına ünlem işaretleri koydu.

“Şöyle olacak, iki gün sonra, yani yılbaşında Elysium’da konser yapılacak,” diye cevapladı Batuş.

“Ve kulağıma gelen haberlere göre Semih de orada olacakmış,” diye devam etti Ilgaz.

Laflara bak, laflara! Yalnız, bu ikisi hakikaten iyi çalışmışa benziyordu. Performansları karşısında etkilenmiştim.

“Yani?” diye sordu Atlas, duruşunu bozmadan.

“Yani, okulda rastgele bir tanışmadansa böyle özel bir günde tanışmak, Semih için daha unutulmaz olacak.”

“Sonra?” diye bir başka soru yöneltti Atlas, gözlerini kısarak. Tahtaya bu kez TRUVA ATI yazıp altını çizdi Batuş. İçinde yıllardır bu anı beklemiş bir dedektif vardı sanki. Hepimiz boş boş baktık.

“Semih’i daha yakından tanımak, başka ipuçlarına ulaşabilmek için hayatına bir Truva atı sokacağız,” diye açıkladı Ilgaz. Atlas kollarını çözüp duruşunu dikleştirdi.

“Kim yapacak peki bunu?” diye sordu.

“İşte burada toplanma nedenimiz de tam olarak bu,” dedi Batuş, parmağını şıklatarak Atlas’ı işaret ederek. “Bir Truva atı seçmemiz lazım.” Sıkıntıyla iç geçirdi Atlas.

“İzninizle adaylığımı koymak istiyorum. Gerek tatlı dilim, gerek insanların karşı koyamadığı vahşi cazibem, gerek ultra gelişmiş sosyal becerilerimle bu işi benden daha iyi kıvırabilecek biri olduğunu düşünmüyorum.” Bir elini beline koyup kalemle kendini işaret etti Batuş.

“Saçmalama Batuş,” dedim. Evet, içimizde en sosyal ve insanlarla en rahat anlaşan kişi olabilirdi ama en yakın arkadaşımı, hayattaki tek dostumu böyle bir riskin içine atamazdım. Bizi neyin beklediğini bilmiyorduk. Ayrıca Batuş bazı konularda fazla iyi niyetli ve saf olduğundan bu iş onun için çok riskli olabilirdi. Üstelik pek soğukkanlı olduğu da söylenemezdi.

“Aşk olsun çiçeğim, benden iyi kim yapabilir bunu?” diye sordu tripli bir şekilde.

“Bence de olmaz abi. Hem kulağıma gelen diğer bir bilgiye göre Semih Avcı denen eleman bayağı çapkın bir arkadaşmış. Her ay farklı bir manita ile takılıyormuş,” dedi Ilgaz.

Boğazını temizleyip devam etti. “Yani sürekli farklı kız arkadaşları oluyormuş diyelim. Bence buradan yürümek daha mantıklı.”

Ilgaz gözlerini Hüma’ya çevirince hepimiz yeniden soğuk bir ifadeyle olan biteni izleyen Hüma’ya baktık.

“Hüma… olmaz. Semih ile aynı bölümdeler bir de Ekin ile olan ilişkisini herkes biliyor.”

Ekin usulca başını salladı. Ilgaz bu kez Duygu’ya baktığında Batuş’la ikimiz aynı anda “Olmaz.” diye yükseldik. Duygu hafifçe omuzlarını kaldırdı.

“Duygu olmaz, başka birini bulmamız lazım,” dedi Batuş. Bu çıkışımıza kimse anlam veremese de neyse ki sorgulamadılar.

“Simay ya da Simten?” diye başka bir öneri sundu Yunus Emre.

“Simay’la Simten’e güvenemeyiz. Hem burada konuşulanlar sadece bu sekiz kişi arasında kalacak demedik mi? Başka birine anlatamayız.” dedi Ilgaz. Salona girerken, ‘Bundan sonra burada konuşulacak her şey bu dört duvar arasında kalacak.’ diyerek her birimize yemin ettirmişti Batuş.

Sessizce oflayarak elimizde kalan son ihtimali dile getirdim.

“Tamam, ben yaparım.”

“Olmaz.” Bu seferki itiraz Batuş ve Atlas’tan gelmişti.

“Kirazlı kurabiyem, olmaz yani. Sen yapamazsın.”

“Bence de.” Diyerek Batuş’a katıldı Atlas.

“Niye, ben beceriksiz miyim?” diye terslendim ikisine de.

“Alakası yok, çiçeğim de... Bu iş için insan ilişkileri daha iyi olan birine ihtiyacımız var sanki. Sen, Semih’in ağzından laf almak yerine onun ağzını kırmayı tercih edersin.”

Gözlerimi kısarak en tehditkâr bakışlarımı gönderdim. Atlas, hiddetle başını sağa sola sallıyordu. Yavaşça koluna vurdum. Bu tepkimi beklemiyor olmalıydı ki şaşkınca suratıma baktı. Hemen ardından dudağının kenarı kıvrılmıştı.

“Var mı daha iyi bir önerisi olan?” diye sordum. Herkes suspus olmuştu şimdi. Atlas, kollarını tekrar göğsünde birleştirmiş, kaşlarını kaldırarak başını sağa sola sallamaya devam ediyordu.

“O dosya açılırsa ne olacağını düşünüyorsunuz?” diye sordu, geldiğinden beri ilk kez konuşan Ekin.

“Nasıl yani?” dedim, anlamayarak.

“Diyelim ki şifre kırıldı ve içinde Pınar’ın intiharına sebep olabilecek bilgiler bulduk. Bebeğin babasının Semih olduğunu anladık. Hatta bunu ona zorla yaptığını kanıtladık. Bu neye yarayacak?”

Kimseden cevap gelmeyince Ekin sözlerine devam etti:

“Dava mı açacağız? Hangi suçlamayla? Hadi açtık diyelim, kimin adına açacağız? Kurban ölmüş. İlk ağızdan şikâyetçi olunan davalarda bile çoğu zaman bir sonuca varılamazken…”

Bakışları birden sertleşti. Çenesi seğirir gibi oldu.

“Hayatını kaybetmiş bir kişi adına dava açmak zaten zor, hele ki söz konusu intiharsa. Ayrıca, intihar doğrudan bir suç olarak kabul edilmediği sürece, buna ilişkin sorumluluk tespiti ve suçlama yapılması daha da zor. Birini intihara teşvik etmek veya azmettirmek elbette suç, ancak bu tür davalar çok nadir açılıyor. Üstelik, böyle bir suçlamanın mahkemede kabul görmesi için çok sağlam delillere ve tanıklara ihtiyaç var.”

Bu net açıklama karşısında omuzlarım çöktü. Oturduğum yerde iyice küçüldüm sanki. Ekin haklıydı. Bir kanıt bulsak bile bu neye yarardı, bilmiyordum. Sonrasını hiç düşünmemiştim. Dava açıp Semih’ten şikâyetçi mi olacaktık? Ya da karşısına geçip hesap mı soracaktık?

Ekin’in söyledikleri herkese mantıklı gelmişti. Kimse aksini iddia edemiyordu.

“Haklısın, Ekin. Ben bunların hiçbirini düşünmedim.”

Tahtanın üzerine yapıştırılmış Pınar’ın fotoğrafına baktım. Sarı saçları omzuna dökülüyordu. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Gözlerinin içindeki ışık henüz sönmemişti.

“Pınar’ı tuvalette ben buldum. Onu en son ben gördüm. Elinde sıkıca tuttuğu not kâğıdı, asansördeki hâli, solgun yüzü…”

Sesim titremesin diye yutkundum.

“Sedyeden sarkan kolu, saçları… Bunları unutamıyorum. Belki dediğin gibi boşuna uğraşıyoruzdur. Yaptıklarımızın hiçbir anlamı yoktur. Oyun oynuyoruzdur kendi kendimize. Ama ben görmemiş gibi yapamam. O günü unutup hayatıma devam edemem. Sizin de vaktinizi alıyorumdur belki. Yardım etme mecburiyetinde değilsiniz hiçbiriniz… Ama ben bırakamam. Çünkü…” Duraksadım bir süre. Herkese sırayla baktım. En son, gece mavisi gözlere değdi bakışlarım.

“Pınar’a söz verdim.” Dudaklarımı birbirine bastırıp tırnaklarımla oynamaya başladım.

Ekin’in gözleri daldı. Başka bir yere gitmiş gibiydi. Çenesi birkaç kere seğirdi. Burukça tebessüm etti sonra. Bakışlarını bana çevirip gözlerini kapatıp açtı yavaşça.

Bu bana yetti.

“O zaman operasyon başlasın,” dedi Ilgaz.

“Ne operasyonu?” diye sordu Duygu.

Batuş, bana bakarak cevapladı:

“Operasyon… Lilith.”

*************

“Bu olmaz, bu da olmaz...” diyerek elindeki kıyafetleri yatağın üstüne fırlatıyordu Duygu.

“Bu hiç olmaz.” Siyah deri eteğini üzerime tutarak homurdandı. Bir saattir bu geceki konserde giymem için uygun bir kıyafet bulmaya çalışıyordu. Bendekileri görünce küçük çaplı bir şok geçirmiş ve kendi dolabını bana bahşetme erdeminde bulunmuştu. Sıkıntıdan bayılmama çok az kalmıştı.

“Hiçbiri olmuyor işte, Duygu. Bırak artık.” Bıkkınlıkla söylenirken yatağın üstünde bağdaş kurmuş, onun dolabını altüst etmesini izliyordum. Bu kadar çok kıyafeti olduğuna inanmak zordu. Beğenmediği kıyafetleri etrafa saçtığından odada adım atacak yer kalmamıştı ama hâlâ dolaptaki kıyafet yığını tükenmemişti.

“Hayatım, sendeki kıyafetlerle ancak halı sahaya çağırırsın çocuğu...” Eteği kucağıma atıp dolaptan yeşil, süper mini bir elbise çıkardı.

“Bendekiler de ilk tanışma için biraz fazla kaçabilir.”

“Ya sanki gerçekten ilk buluşmaya gideceğim! Ne önemi var ne giydiğimin?” diye isyan ettim sonunda. Dizlerinin altında biten siyah bir elbise daha çıkardı kıyafet çukurundan. Aslında sade bir elbiseydi ama sırt kısmında kumaş yerine bele kadar çapraz inen incecik ipler vardı.

“Bu olur bence, ne diyorsun?” Elbiseyi gözüme sokarak şakırken nasıl baktıysam yüzüne dertli bir şekilde of çekti.

“Bitti mi kazı çalışmanız? Bizi zengin edecek defineyi buldunuz mu?” diye sordu Batuş, kirazlı çayını içerek odaya girerken.

“Ne diyorsun?” Duygu, elindeki elbiseyi Batuş’a gösterdi.

Kimse beni duymuyor muydu acaba? Gerçekten görünmez olmuş olabilir miydim? Keşke! O zaman konsere gitmeme de gerek kalmazdı, Semih’le tanışmama da... Yine boyumdan fersah fersah büyük işlere kalkıştığımdan, gerginlikten tüm bedenim patlamak üzereydi ama yine de sakince yatağın üstüne tünemiş kıyafet seçiyordum.

“Güzelmiş ama çiçeğimin bu elbiseyi giyme ihtimali, benim seksiliğimi kaybetme ihtimalimden daha az.” dedi Batuş, kendinden emin bir şekilde. Ben burada gerginlikten havaya uçmak üzereydim, ortamda dönen muhabbete bak! Sıkıntıyla iç geçirdim.

“Gelin benimle, işimiz var çıkmadan.” dedi Batuş, odadan çıkarken. Bu gece bizi daha neler bekliyordu acaba? Yuvarlak tahta masayı salonun ortasına çekmiş, üzerine bir tabak üzüm koymuştu.

“Bu ne?” diye sordum huysuzca.

“Ayy şahane! Yılbaşı ritüeli yapacağız.” diyerek ellerini çırptı Duygu.

“Ne ritüeli?” İkisi de beni takmadan üzümleri salkımından koparmaya başladılar. Harbiden görünmez mi oldum ben lan? Batuş’un omzuna bir sille attım.

“Üzümlü kekim, dışarıdan belli olmasa da elinin bayağı ağır olduğunun farkındasın, değil mi?” diye sordu, omzunu ovuşturarak.

“Ay, pardon.” dedim sahte bir pişmanlıkla.

“Bu nur suratının yüzü suyu hürmetine affettim seni, hadi yine iyisin.” dedi, uzaktan minik bir öpücük atarak. Gerginliğim bedenimden taşıp somutlaşmak üzereydi, bu yüzden gülemedim.

Duygu ve Batuş, ellerinde üzümlerle masanın yanına çöktüler. “Normalde altına girmemiz gerekmiyor muydu?”

“Oraya çok takılmayalım, Duygucum. İmkânlar kısıtlı.” Zil ardı ardına çalmaya başladığında, gelenin kim olduğunu tahmin etmek zor olmadı. Bir yanlışlık olmasın diye avuçlarındaki üzümleri sayan ikiliye akıl fikir dileyerek kapıyı açmaya gittim.

Saniyeler sonra zıplayarak merdivenleri çıkan Ilgaz’ı gördüm. Kabul etmem gerekir ki bayağı iyi görünüyordu. Alnına, üstünde bir sürü minik kuru kafa olan bir bandana takmıştı. Üzerinde anime karakterleri olduğunu tahmin ettiğim figürler bulunan beyaz bir tişört giymişti. Kulaklarını taktığı küpelerden görmek mümkün değildi. Normalde her bir teli farklı tarafa bakan kızıl saçları bu sefer daha derli topluydu. Yüzüne kondurduğu kocaman gülümsemeyle çilleri daha belirgindi, gözleri adeta ışık saçıyordu.

“Geç kaldım sandım.” dedi nefes nefese. “Ama yetiştim.”

“Hah, Ilgaz da gelmiş! Hadi, alın şu üzümleri, size ayırdık.” dedi Batuş sabırsızca.

“Oha! Yılbaşı ritüeli mi yapacağız?” Ilgaz, sanki bunu bekliyormuş gibi tabağın kenarına ayrılmış 12 üzümü avuçlayıp Duygu’nun yanına çöktü.

Bu saçma ritüelden bir benim mi haberim yoktu, bilmiyorum. Kapının eşiğinde durmuş, boş boş onları izliyordum.

Ilgaz, “Bunu tam gece yarısı yapmamız gerekmiyor muydu?” diye sorunca, Batuş hafifçe yükseldi.

“Arkadaşlar, imkanlar dahilinde bu kadar oluyor işte. Sorgulamayalım, lütfen.”

“N’aber?” dedi Ilgaz, Duygu'ya bakarak. Duygu, yapmacık bir gülümsemeyle karşılık verdi. Ilgaz ise bozuntuya vermeden genişçe sırıttı.

“Çiçeğim, daha ne kadar orada durmayı planlıyorsun?” Mümkünse bütün gece.

“Lütfen, bakın lütfen diyorum. Herkes şu Allah'ın cezası üzümleri alıp şuraya oturabilir mi? Nimete neler diyorum sizin yüzünüzden?”

Ilgaz şaşkınca, “Gergin miyiz biraz, kanka?” diye sorunca, Batuş tekrar yükseldi. “Değiliz.”

“Neyin var bakalım senin? Ne bu asabiyet?” diye sordum, yanına otururken.

“Sevgili arkadaşlarım, biricik dostlarım, can yoldaşlarım, şu üzümleri yiyip çıkabilir miyiz artık? Geç kalıyoruz,” diye bir bahane sundu. Ama ben onun asıl derdini biliyordum. Belli etmemeye çalışsa da Ilgaz’la yaptıkları plan yüzünden Semih’le tanışacak olmama öfkeliydi. Kendini suçluyordu.

Tabağın kenarında bana ayrılmış üzümleri alıp masanın kenarına çöktüm. Avcumdaki üzümleri göstererek, “Hadi yapalım şu hayatımızı değiştirecek ritüeli,” dedim gülümseyerek.

Minnet dolu bir gülümseme yerleşti yüzüne. Ona en çok gülmek yakışırdı zaten. Ne olursa olsun, hayatımız yokuş aşağı giderken bile kaygısızca, kocaman gülümsemek... Ben ne kadar umutsuzluğa kapılsam da yaşamaktan her zerremle yorulsam da, Batuş hep gülümserdi. O kadar içten ve bir o kadar hayat doluydu.

“Dilek mi tutmamız lazım şimdi?” diye sordu Duygu.

“Galiba,” dedi Batuş, emin olamadan.

“Üzümlerin hepsini aynı anda mı yememiz gerekiyor?” diye sordu Ilgaz, muhtemelen hepsinin ağzına sığıp sığamayacağını düşünerek.

“Abart istersen,” dedi Duygu, kızıl saçlarını omzunun gerisine doğru atarken.

“Herkes içinden geldiği gibi yapsın,” diyerek son noktayı koydum.

Ilgaz anında bütün üzümleri ağzına tıktı ve çiğnemeye başladı. Duygu ise her üzüm tanesi için ayrı ayrı dilek dileyerek yiyordu. Batuş’la birbirimize baktık.

“Merak etme, hiçbir şey olmayacak,” diye fısıldadım, güven vermek ister gibi. Avcumdaki üzüm tanelerinden birini ona uzattım. O da aynısını yaptı. Tüm üzümleri böyle birbirimize yedirdik. Batuş son üzümü uzattığında dilek diledi mi, bilmiyordum. Ben dilememiştim.

Durduk bir süre, birbirimize baktık. Ve söze dökmemize gerek kalmadan, ikimiz de aynı dileği diledik. Hafifçe başımızı salladık aynı anda ve son üzüm tanelerimizi yedik.

Duygu hâlâ her üzüm tanesi için dakikalarca ne dileyeceğini düşündüğünden, elindeki üzümleri yeni bitirirken, Ilgaz koltuğa oturmuş tabakta kalan diğer üzümleri yiyordu.

Batuş’un elinden tutup kaldırdım ve odaya götürdüm. Çantamdan çıkardığım kutuyu ona uzatırken ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu.

“Alsana oğlum,” dedim, kutuyu sallayarak. Yılbaşında birbirimize hediye vermezdik. Hatta doğum günlerinde bile hediye almak yerine ya yemek ısmarlar ya da sinemaya giderdik. O yüzden şu an yüzüme aval aval bakmasını anlayabiliyordum. Hediye paketi yapacak zamanım olmadığı için kutuyu direkt vermiştim. Zaten hediye paketlerini de hiç sevmezdim. Ne gerek vardı, bir dakika sonra göreceğim hediyeyi saklamaya?

Batuş nihayet uzattığım kutuyu alıp içindeki kırmızı kafa üstü kulaklığı çıkardı. Birkaç saniye boyunca, az öncekinden de büyük bir şokla ela gözlerini kocaman açarak bana baktı.

Sonra birden, Çiçeğim!” diye bağırarak boynuma atladı.

“Dur be, hemen sırnaşma,” derken gülerek karşılık verdim sarılışına. Ama boynuma yılan misali doladığı kollarını bir türlü çekmeyince, en sonunda alnından iterek uzaklaştırdım kendimden.

“Nereden bildin kız, bunu istediğimi?” diye sordu, kulaklığı kurcalarken.

“Ee, var bizim de kendimize göre yeteneklerimiz.” Yavru köpek bakışlarını atıp, yalandan dudaklarını büzdü ve gelip bir kez daha belime sarıldı. Kafasını tam karnımın üstüne koyduğu için dağınık saçlarını karıştırarak iyice dağıttım.

“Teşekkür ederim,” deyip masanın üstünde duran uzun, kadife bir kutuyu uzattı.

Bu kez şaşırma sırası bendeydi. Kutunun kapağını açtığımda, üzerinde alevler içinde bir kadın resmi olan mürekkepli bir kalem gördüm. Daha yakından baktığımda, üzerindeki resmin herhangi bir kadın değil, Lilith figürü olduğunu fark ettim. Kızıl saçları, ince kalemin her tarafına yayılmış, etrafından alevler çıkıyordu.

"Bunu nereden buldun?" diye sordum inanamayarak. Herhangi bir yerde bulabileceğiniz bir kaleme benzemiyordu; özel yapım gibi duruyordu.

"E, var bizim de kendimize göre yeteneklerimiz diyelim," dedi.

"Sürekli kenarda köşede bir şeyler yazıyorsun, görüyorum. İleride ünlü bir yazar olursan beni unutma diye aldım."

"Batuş ya..." Ne diyeceğimi bilemiyordum. En son ne zaman hediye aldığımı bile hatırlamıyordum. Halam doğum günlerimi hiç kutlamazdı ama her doğum günümde akşam şerbetli hamur tatlısı yapardı. Ben ise onun doğum gününü bile bilmiyordum. Yıllarca aynı evde yaşamamıza rağmen birbirimiz hakkında çok az şey biliyorduk. Bazen dünyanın öbür ucundaki, bilmediğim bir şehirdeki herhangi bir sokaktan geçen bir yabancı hakkında bile ondan daha fazla şey bilebileceğimi düşünürdüm.

Duygu, salondan "Demin bize çemkirmiyor muydun, geç kaldık diye? Ne yapıyorsunuz iki saattir orada?" diye bağırınca ortamdaki duygusal hava bir anda dağıldı. Batuş hızla dolaptan kıyafet seçmeye başladı. Saçlarını bir kez daha karıştırdım, kalemi çantama atıp sürünerek yan odaya geçtim.

Siyah elbise yatağın üzerindeki yığının en üstünde duruyordu. Elime alıp inceledim. Mümkün değil, bunu giyip dışarı çıkamazdım. Hem de Semih'le tanışacağım gece.

"Hah, bence o çok iyi durur, hadi dene!" dedi Duygu heyecanla.

"Saçmalama Duygu, arkasını görmüyor musun? Nasıl giyeyim ben bunu?"

"Niye giyemezmişsin? Fıstık gibi kızsın şekerim. Hem bak, siyah üstelik. Her gün giydiğin renk."

"Her gün giydiğim renk olabilir de her gün sırtı olmayan elbiseler giymiyorum." dedim, sallanan koltuğa otururken.

"Ay, bunu giymeyip ne giymeyi düşünüyorsun? Gerçekten eşofmanlarla gidemezsin oraya, biliyorsun değil mi?" dedi ve dolaptan kırmızı mini bir elbise çıkarıp kendi üzerine tuttu.

"Hadi giy şunu, daha ben giyineceğim. Batu başlar şimdi söylenmeye."

Yalvarırcasına yüzüne baktım. Ne olur bana bunu yapma diyordum. Omuzlarını düşürüp gözlerini kocaman açarak yüzüme baktı.

"Bu gece bana da çok iyi gelecek, günlerdir kendimi ilk defa bu kadar iyi hissediyorum. Hatta aylardır gerçekten bu kadar keyfim yerinde." dedi, gerçekten kelimesini vurgulayarak.

Nereden vuracağını çok iyi biliyordu. Yumuşak karnımı bulmuştu.

"Off, tamam ya tamam," dedim, daha fazla itiraz etmeyerek. "Arkanı dön."

Sebep der gibi kafasını iki yana salladı. Elimle dönmesini işaret edince bu sefer ikiletmeden döndü. Üstüme yapışan, sırtımı tamamen açıkta bırakan bu elbiseyi giymeme imkân yoktu.

"Duygu, ben bunu giyersem donarım," diye acındırmaya çalıştım kendimi. Siyah, kısacık bir kot ceket ve külotlu çorap fırlattı yüzüme çözüm olarak.

"Ayy şahane olmuşsun! Zaten böyle gidersen kimseyle tanışmana gerek kalmaz, onlar seninle tanışmaya gelir!" Bilmiyordu ki bir lütuf gibi söylediği şey, benim hayatımın en büyük kabusuydu.

"Hadi git saçını başını düzelt, makyaj yapacağım daha sana." Çok beklersin, dercesine güldüm.

Ilgaz koltuğa uzanmış uyukluyor, Batuş ise banyoda saçlarını düzeltiyordu. Fırsat bu fırsat deyip çantamı alarak sessizce kapıdan çıktım. Duygu'nun gazabından kurtulmamın başka bir yolunu bulamamıştım. Aşağıya inip apartman boşluğuna saklandım. Yurttan gelirken yanıma aldığım mavi sweati geçirdim üstüme. Atlas’ın sweati’ni.

Kapüşonunu kafama geçirip beklemeye başladım. Hareketsiz durmaktan soğuğu iyice hissetmeye başlayınca yerimde hafifçe zıplayarak ısınmaya çalıştım. İnşallah mobeseye yakalanmayız diye dua ederken yan tarafımdaki kapı aniden açıldı. Şansım beni yine şaşırtmamıştı.

"Kimden saklanıyorsun sen?" diye bağırdı. Birinden saklanıyor olsaydım, inan böyle bağırman çok işime yarardı, Makbuş.

"Batuşları bekliyorum..." diye geveledim. Baştan aşağı süzdü beni. Neyse ki Atlas'ın sweati baldırlarıma kadar geliyordu da altında etek gibi duran elbise dikkat çekmiyordu.

"Niye evde beklemedin?" Anlaşılan mobeselik kariyerinin yanına dedektifliği de eklemişti.

"Hava almak istedim," diye saçmaladım. Ah Duygu ah, hep senin yüzünden bunlar.

"Burada mı?" Mantıklı bir soruydu. Durduk yere sorguya çekiliyordum, iyi mi?

"Tam çıkıyordum... ben de..." diye bir şeyler zırvalarken Makbuş, yukarıdan gelen seslerle tüm dikkatini oraya yönlendirdi.

"Ay, resmen evden kaçmış! Makyaj yapacağım dedim diye!"

"Çiçeğime kimse istemediği bir şeyi yaptıramaz."

Ilgaz, trabzanlardan kayarak inmeyi tercih ettiği için beni ilk gören o olmuştu. “Aha, işte kaçağı buldum! Hem de +1 promosyonla.”

“Kız, buraya mı saklandın sen?” dedi Batuş yanıma gelerek. Şimdiden tükenmiştim. Değil Semih’le konuşacak dışarıya adım atacak bile halim yoktu. Tek istediğim, eve gidip kafamı yastıklara gömerek üç gün boyunca uyumaktı.

“Bu allıgafalar ne geziyor burada?” Allıgafalar çoğul olmuştu.

“Konsere gidiyoruz, Makbuşum. Sen de gelsene,” dedi Ilgaz. Aynen, bir Makbuş eksikti zaten o konserde. Hatta Makbuş’u alın, beni burada bırakın mümkünse.

Ilgaz’la Batuş aynı anda Makbuş’un üstüne doğru gidince Makbuş geri kaçmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Biri yanaklarını, diğeri karnını sıkıştırıyordu. Makbuş, kahkahaları arasında ikisinin de kafasına vurmaya çalışıyordu.

“Ayy, bırakın beni deli oğlanlar...” Nefes nefese kaldığında, ikisi de tombik yanaklarını son kez sıkıp bıraktılar. Suratı kıpkırmızı olmuştu, yarı sinirle hâlâ gülüyordu, karnını tutarak.

“Geç kaldık yalnız, neredeyse yeni yıla gireceğiz,” dedi Duygu. Koyu kırmızı, bedenini saran mini elbisesi, siyah deri ceketi, kırmızı ruju ve aynı renk saçlarıyla her zamanki Duygu gibi görünüyordu. Merdiven basamağında durduğundan hepimize tepeden bakıyordu. Makbuş, Duygu’yu dikkatlice iki kez süzdükten sonra bir eliyle ağzını kapatıp,

“Sen niye giyinmeyi unuttun? Kıçın başın meydanda böyle,” diye söylendi, bastonunu Duygu’ya doğru sallayarak. O baston önceden de orada mıydı, bilmiyordum. Hiç dikkat etmemiştim.

Duygu’nun sinirleneceğini, bağıracağını, hatta Makbuş’la şu an hiç yeri ve zamanı olmayan bir tartışmaya gireceğini düşündüm. Ama beni yanıltarak, topukluların üstünde bir podyumda yürüyormuşçasına kapının önüne doğru ilerledi. Yavaşça eğildi ve Makbuş’un iki yanağına da sesli bir öpücük bırakıp uzaklaştı. Kadının yanaklarında kocaman bir dudak izi oluşmuştu. Hepimiz şaşkınlıkla Duygu’yu izliyorduk ama en çok şaşıran, şüphesiz ağzı beş karış açık Ilgaz’dı.

“Daha önce tanışamamıştık. Ben Duygu. Mutlu yıllar,” deyip eliyle havadan bir öpücük gönderdi ve aynı sakinlikle kapıdan çıktı. Duygu gerçekten eski haline dönmeye başlamıştı. Başka bir gün olsa sevinir ve bu tuhaf sahneye gülerdim ama vakit yaklaştıkça nefesim daralıyor, boğazımı sıkan görünmez eller hissediyordum. Ve bunları kimseye çaktırmamak için devasa bir çaba gösteriyordum.

“Duygu işte...” dedi Batuş, hâlâ Duygu’nun arkasından bakan Makbuş’un yanağından makas alıp sekerek kapıdan çıkarken. Ilgaz, hâlâ sahnenin etkisinden çıkamamış, gözlerini kapıya sabitlemiş bir şekilde hareketsizce duruyordu. Koluna minik bir sille attım ama oralı olmadı. Bileğinden tutup sarsınca kendine geldi.

“Oha, o neydi ya?” diye mırıldandı, ensesini kaşıyarak. Sırtından iteleyerek kapıya doğru gönderdim. Hâlâ kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu.

“Şişşt, bana bakın bakayım, sakın geç kalmayın! Gözüm üzerinizde. 12’den önce evde olun,” dedi Makbuş çatık kaşlarıyla. Elinde bastonu, kırmızı tombik yanakları ve çattığı kaşları ile karikatür dergilerinden fırlamış gibiydi.

“Tamam, araba bal kabağına dönüşmeden evde oluruz… pardon, şatoda…”

“Dalga geçme benimle, alırım ayağımın altına!” Bastonu bana doğru sallayınca hızla kaçtım.

“Mutlu yıllar” demeyi de ihmal etmedim kapıdan çıkarken. Hadi bakalım, gecenin ilk kaosunu başarıyla atlatmıştık. Şimdi sırada daha büyük kaoslar vardı.

Elysium’a ulaştığımızda içimdeki sıkıntı biraz daha arttı. Yine de ifadesizliğimi korudum. Uzun sokağın her iki yanındaki stantların önünde yiyecek bir şeyler almak için sırada bekleyen insanlar vardı. Ortadaki havuzdan rengârenk ışıklar yükseliyor, insanlar serin havaya aldırmadan ellerinde yiyecekleriyle havuzun kenarında oturuyordu. Şelalenin yanına kurulan sahneden yükselen müziği duyabiliyordum. Sokağın sonuna doğru, insanlara çarpmadan ilerlemeye çalışıyorduk. Her köşeden başka bir beden çıktığından onlara değmemek için ellerimi havaya kaldırmış, aralarından sıyrılmaya çalışıyordum. Havada oksijenden çok, parfüm, ter ve alkol kokusu soluyordunuz.

“Atlaslar şurada!” diye bağırdı Ilgaz, konser alanına ulaştığımızda. Eliyle, şelalenin arkasında bulunan ve söylenenlere göre bu şehirde bulabileceğiniz en lezzetli pankeklerin satıldığı mini karavanı işaret ediyordu. Parkın geri kalanına kıyasla daha sakin bir alandı. Atlas, Yunus Emre ve Hüma, standın yanında durmuş, meyveli ve çikolatalı pankeklerden yiyorlardı.

“Selamlar gençler, hepinize toptan mutlu yıllar,” dedi Ilgaz, kulağının arkasına sıkıştırdığı sigarayı alırken.

Yunus Emre ve Hüma kısa bir baş selamı ile karşılık verdi. Hüma'nın keskin mavileri, yalnızca sahne ışıkları ve stantların çevresine sarılmış minik ampullerle aydınlanan loş sokakta cam gibi parlıyordu. Uzun beyaz pardösüsü ve geceden bile siyah saçları, ufak ve yuvarlak yüzünde ona çok yakışan bir tezat oluşturuyordu.

Yunus Emre, stanttaki tüm meyvelerin ve çikolata çeşitlerinin bulunduğu pankekini yerken ilgisizce etrafı izliyordu.

“Sana da Ilgaz,” dedi Atlas, Ilgaz’ın omzuna dostça vururken.

Herkesten birkaç adım uzaklaşıp standın az ilerisindeki sahnenin arkasına yaslandım. Müziğe ara verildiği için kalabalık sokaktaki konuşmalar, bir uğultudan farksızdı. Gözlerim gergince etrafta geziniyor, içinde bulunduğum insan sürüsünde sadece tek bir kişiye değmemek için çabalıyordu.

Batuş, stanttan kokusu bile şekerimi yükselten reçelli, karamelli ve pudra şekerli bir pankek alıyordu. Ve Duygu’yla Ilgaz’ı bunun dünyanın en lezzetli tatlısı olduğuna ikna etmeye çalışıyordu. Aslında menüde böyle saçma bir seçenek yoktu; bu tamamen Batuş’un icadıydı.

“Pankek yemeyecek misin?” Kendimi öylesine kaptırmıştım ki ondan başka her yere bakmaya, yanıma geldiğini bile fark edememiştim.

“Sevmem.” Hiç yemediğim için tadını bilmiyordum ama tatlıyla pek aram yoktu. Batuş, birkaç kere “Tatlı yememek, insanlığa yapılmış en büyük ihanetlerden biridir,” diye kafamı ütülediğinden, kirazlı cheesecake ve çikolatalı tatlılardan denemek zorunda kalmıştım. Ama şekerin yapay tadı midemi bulandırmıştı.

“Neden?” İkimiz de bedenimizi ufak sahnenin sırtına yaslamış, kollarımızı göğsümüzde bağlayarak üstünde “There’s no plan, that’s the fucking plan” yazan duvara bakıyorduk.

“Sen sever misin?” diye sordum ona bakmadan.

“Severim.”

“Neden?” Göz ucuyla baktığımda dudağının kıvrıldığını gördüm.

“Ama kahve şekeri seversin,” dedi fısıltıyla.

Bu kez sessiz kalan ben oldum. Çünkü ona söylediğim her bir cümleyi hatırlaması, her dediğimi dikkatle dinlemesi, beni girdiğime çok pişman olacağım yollara sokacaktı. Ve ben, o yolları çoktandır çıkmaz sokak bellediğimden, önünden bile geçmez olmuştum.

“Bence benim yaptığım tatlıları da seversin.” Bu sefer göz ucuyla değil, düpedüz baktım iyice uzamış sakallarının çevrelediği yüzüne. Gözleri gökyüzü kadar siyahtı. İlk kez bu kadar koyu bakıyordu, mavinin en güzeli olan gözleri.

“Belki,” dedim, kendimin bile zor duyduğu bir sesle.

Belli belirsiz iç çekti. Aramızdaki sessizlik gittikçe büyüdü. Normalde bunu memnuniyetle karşılardım fakat bugünün getirdiği gerginlik ve Atlas’la neredeyse omuzlarımızın birbirine değecek kadar yakın duruşumuz, bu sessizliği katlanılmaz kılmaya başladı.

“Ekin nerede?” diye sordum.

“Ailesiyle birlikte. Genelde özel günleri onlarla geçirmeyi tercih eder.”

Sağ bileğindeki bilekliğe dokundu usulca. Daha önce de takmış mıydı bu bilekliği, hatırlayamadım. Taktıysa da ilk kez görüyordum mavi ve siyah renkli iki ipin birbirine dolandığı ince bilekliği. Onun için özel bir anlamı mı vardı? Annesi mi vermişti yoksa?

Onunla ilgili merak ettiğim bir sürü şey vardı. Annesini sormak istiyordum. Yangını, yemek yapmayı ona kimin öğrettiğini, şimdi de bu bilekliği... Sorsam, hepsine cevap verirdi. Biliyordum. Belki daha önce kimseye anlatmadığı, canının en çok yandığı anıları, kalbini acıtan kayıpları bana anlatırdı. Ama ben onun en özelini, en içini açtığı kişi olmayı göze alabilir miydim? Bunun ağırlığını taşıyabilir miydim?

Soğuk iyiden iyiye tenime işlerken, yüzümü yalayan rüzgâr saçlarımı havalandırıyordu. Sahneden yavaş bir melodi yükselmeye başlamıştı.

“Sen… iyi misin?” Atlas karşıma geçti. Duvardaki “There’s no plan, that’s the fucking plan” yazısı şimdi görünmüyordu.

“İyiyim.” Değilim. Karmakarışığım.

Rüzgârın savurduğu bir tutam saçı nazikçe kulağımın arkasına itti. Gözlerimi kapatmamak için içimde bugüne kadar verdiğim en şiddetli savaşı verdim. Kulağıma doğru eğildi ve sweatin üstünde yazan cümleyi fısıldadı. Kendi sweatinin.

“Even the darkest night will end, and the sun will rise…”

Sahneden yükselen müziği ve kalabalığın gürültüsünü duyamıyordum. Aslında, dünyadaki hiçbir sesi duyamıyordum. Sanki o an sağır olsam, bir daha hiçbir sesi işitemeyeceğimi bilsem bile umursamazdım. Eğer son duyduğum cümle, bu dudaklardan çıkacaksa…

Bir ömür yeterdi bana.

Atlas, aramızdaki mesafeyi biraz açarak birkaç adım geriye gitti. Mavilerini nereye sakladığını merak ettiğim gözleriyle tam gözlerimin içine bakıyordu. Yine onlarca duyguyla. Ama ben, onun gözlerindeki duygulardan bir tanesini bile yakalayamıyordum.

Rüzgâr şiddetini iyice artırdı ama artık tenime batan soğuğu hissedemiyordum. Vücudum uyuşmuştu. Yıllardır uyuşmuş halde olan kalbim ise ilk kez bu kadar hızlı atıyordu. O kadar ki bu sesi Atlas’ın da duyabileceğinden korkup aceleyle standın önünde duran Batuş’un yanına gittim.

“Reçelli ekmeğim, ne oldu sana? Rengin atmış.” diye sordu Batuş, ellerini koyu yeşil kadife pantolonunun içine sokup yerinde ileri geri giderken.

“Soğuktandır,” dedim gözlerimi kaçırarak.

“Yeme beni, gördüm! Atlas’la kaç dakikadır orada konuşuyorsunuz.” Başıyla arkamda duran standı işaret ettiğinde omzumun üzerinden baktım. Atlas, Yunus Emre ile birlikte standın arkasındaki bankta oturuyordu. Derin bir iç çekmekten başka bir şey yapamadım.

Batuş gözlerini kısarak başını sağa eğdi. “Bilmiyorum Batuş, bunu sonra konuşalım olur mu?” dedim, dudaklarımı ısırarak.

“Ha, konuşacak bir şeyler olduğunu kabul ettin sonunda yani.” dedi, bir sigara yakarken. Başını iki yana sallayarak sıkıntılı bir nefes çekti içine.

“Vah benim başıma gelenler.” diye mırıldandı. Ona karşılık verecek hâlim bile kalmamıştı. Üstelik daha asıl amacımızı bile gerçekleştiremeden tüm sistemim altüst olmuş gibi hissediyordum.

Yarısı yenmiş pankekleriyle Duygu ve Ilgaz yanımıza geldi. Batuş, özel tarifli pankekini almaya ikna etmişe benziyordu onları.

“Batu abi, bu sanki biraz…” dedi Ilgaz, yüzünü buruşturmamaya çalışarak.

“İğrenç.” diye tamamladı Duygu, Ilgaz’ın söylemeye dilinin varmadığı cümleyi.

“Siz ne anlarsınız be, damak tadınız körelmiş sizin!” diye çemkirdi Batuş, ellerindeki pankekleri hışımla alırken.

“Semih, içki standının yanında.” diyerek geceye en sert ve net girişi yaptı Hüma.

Atlas ve Yunus Emre iki adımda yanımıza geldi. Ortam bir anda buz kesti. Sokağın karşısındaki sondan beşinci standın önündeydi. Yanında yüzlerini göremediğim iki kişi vardı.

“Ee, ne olacak şimdi? Direkt yanına gidip tanışacak mısın?” diye sordu Duygu.

“Öyle olmaz.” diye karşı çıktı anında Batuş.

“Ya ne yapacağız?” diye sordu bu kez Ilgaz. Atlas sertçe sakallarını sıvazladı.

“Birlikte gidelim.” diye önerdi Yunus Emre.

Ortamda süren tartışmaya son vermek istercesine, emin ve süratli adımlarla sokağın karşısına doğru yürümeye başladım. Beklemenin ve sonu gelmeyecek bir tartışmaya girmenin anlamı yoktu. Semih’in olduğu standa yürürken zihnimi boşaltmayı denedim. O an bunu yapabilecek tek kişiye sığındım: Pınar’a. Aklıma, Pınar’ın yüzünden başka hiçbir görüntünün düşmesine izin vermedim.

İçki standına ulaştığımda, uzun zamandır beni terk ettiğini düşündüğüm soğukkanlılığım birden geri gelmiş gibiydi. Semih hemen yanımda duruyordu. Konuşuyor, şakalaşıyor, gülüyordu. Semih Avcı, Pınar’ın ölümündeki en büyük şüpheliydi ve karşımda hiçbir şey olmamışçasına arkadaşlarıyla içki içip eğlenebiliyordu.

Boyu benden beş-altı santimetre uzun olmalıydı. Soluk yeşil gözleri, güneşten iyice açıldığı belli olan sarı saçları ve yuvarlak yüz hatlarıyla, fotoğraftaki hâlinin tıpatıp aynısıydı. Yaşından küçük gösteren tatlı ve masum bir ifadesi vardı.

Gerçekten, ne diyecektim şimdi? "Merhaba, tanışalım mı?" mı diyecektim? Ya da omzuna çarpıp özür dileme bahanesiyle mi tanışacaktım?

“Pardon… beni duyuyor musun?” diyen ince sesle irkildim. Standın arkasında, yorgunluktan gözlerini açık tutmakta zorlanan genç bir kız vardı.

“Özür dilerim, dalmışım.” dedim mahcup bir ifadeyle. Herhangi bir karşılık alamayınca sipariş vermemi beklediğini fark edip “Bir bira alabilir miyim?” diye ekledim çabucak.

“Sen o kızsın.”

Semih yönünü tamamen bana dönmüş, tüm dişlerini görebileceğiniz kadar geniş bir gülümsemeyle yüzüme bakıyordu. O ana kadar olan her şey gözümün önünden geçti. Pınar’ı tuvalette gördüğüm an. Hastaneye gidişimiz. Annesinin perişan hâli. Cenaze. Fotoğraf. Flash bellek...

Semih yüzünü bana biraz daha yaklaştırarak gözlerini kıstı. “Yanılmıyorum değil mi? Sen o videodaki kızsın.”

Yanındaki iki kişi de şimdi bize dönmüştü. Yutkundum ve ayağıma gelen bu fırsatı, hayatımda ilk defa flörtöz bir tavır takınmaya çalışarak değerlendirdim.

“Evet, videodaki benim. Gerçekte daha güzel olduğum için mi tanıyamadın yoksa?” dedim, tatlı çıkarmaya çalıştığım bir sesle.

Yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tutuyordum. Semih kocaman bir kahkaha attı.

“Bence de videodakinden çok daha güzelsin.” Gülümsemeye çalıştım ama ne kadar başarılı oldum emin olamadım.

“Alacak mısın?” diye sordu stanttaki gergin kız, elindeki şişeyi bana uzatarak. Kızın gözünde de iyice salak durumuna düşmüştüm. Tam parayı uzatacakken Semih bileğimden tuttu. Ani bir refleksle bileğimi çekmeme kaskatı kesilen vücudum engel olmuştu.

“Lütfen, benden olsun.” Normalde asla kabul etmeyeceğim bu teklifi, Semih’in beni etkilemek için yaptığını bildiğimden ve ilk dakikadan terslenmemin bir işe yaramayacağından kabul ettim.

“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım.

“Baya etkileyiciydin,” dedi şişeyi bana verirken. Parmakları, elimin üstünde minik bir temas sayılamayacak kadar oyalanmıştı.

“Videoda yani... Çetin’in suratını dağıtman, kapıyı öyle çarpıp çıkman falan baya iyiydi.”

“İyi görünmesi için yapmadım. Hak ettiği için yaptım,” dedim, engel olmadığım sert bir tonda. Yanağımın içini ısırdım sonra pişmanlıkla. Yine de bu çıkışım hoşuna gitmiş gibiydi. Dilini alt dudağında gezdirdi. Midem bulanıyordu.

“Hangi bölümdesin?”

“Yazılım 3... Sen?” diye sordum, vereceği cevabı adım gibi bilirken.

“Ben de Endüstri son sınıfım ama uzayacak bu gidişle... Hayat akıyor, yakalamak lazım.”

İçimde kabaran nefreti yüzüne tükürmemek için tüm irademle çabalıyordum. Pınar'a ne yaptın? Onu sen mi tehdit ettin, onu sen mi öldürdün? diye haykırmamak için tırnaklarımı avcumun içine geçirdim.

“Semih...” dedi yanımızda duranlardan biri, sıkılmış bir ifadeyle.

“Hah, bu da benim kuzen Metin,” dedi Semih, ondan bir hayli uzun olan çocuğun koluna hafifçe vurarak. Semih'in aksine çok daha soğuk ve sert bir duruşa sahipti. Kıyafetlerinin gizleyemediği oldukça kalıplı bir vücudu vardı. Keskin, koyu kahve gözleri her an bir yerden tehlike çıkabilirmiş gibi etrafı tarıyordu. Dışarıdan fark edilemeyecek kadar küçük bir baş sallamasıyla selam verdi.

“Benim kaçmam lazım, burası pek sarmadı bizi.” Yüzünü ekşiterek etrafına baktı.

“Tek misin sen? Gelsene bizimle.” deyince Metin denen çocuk sesli bir nefes verip Semih'e ters bir bakış attı.

“Yok, arkadaşlarım bekliyor. Ayıp olur.”

“Hadi ya, neyse o zaman numaranı versene,” dedi telefonunu uzatarak. Bu kadar kolay olacağını tahmin etmemiştim. Semih'in çapkınlığını ve rahatlığını hesaba katmamıştım çünkü. Numaramı yazıp telefonu uzattım. Anında geri arayarak kendi numarasını da verdi.

“Ben Semih bu arada, doğru düzgün tanışamadık,” dedi elini uzatırken. “Ama sen 'yakışıklı' diye kaydedebilirsin.”

Elimdeki cam şişeyi sıktım ve zihnimde tüm parmaklarını teker teker kırdıktan sonra elimin ucuyla dokunarak tokalaştım. Arkamı dönüp yavaş adımlarla yürümeye başladım. Ömrümde kendimden en çok nefret ettiğim beş dakikayı geride bırakmıştım.

“Ben seni ne diye kaydedeyim?” diye seslendi. Arkamı dönmeden yürümeye devam ettim.

“Bir dahaki sefere öğrenirsin.”

Konser alanına vardığımda gözlerimi kapatıp sakinleşmeyi denedim. Beklediğimden daha iyi geçmişti. Semih’in beni arayacağından emindim. Bunun için kendimi tebrik etmekle kendimden iğrenmek arasında gidip gelirken, Batuş’un sesi beni bu ikilemden çekip aldı.

“Ne konuştunuz?” Etrafıma adeta çember oluşturmuşlardı. Meraklı bakışlarla beni süzüyorlardı.

“Numaramı aldı.” Tüm konuşmayı iki kelimeyle özetledim. Tam o sırada Semih yanımızdan geçerken bana çapkınca göz kırptı. Atlas, ağzının içinde bir şeyler mırıldandı ama anlayamadım. Batuş ellerini saçlarının arasından geçirip iyice dağıttı.

“Bu iyi…” Ilgaz şüpheyle bize baktı. “Değil mi?”

“Aynen, çok iyi.” Batuş gözlerini devirdi. “Kendi elimizle kızı kurdun önüne attık.”

“Saçmalama, öyle bir şey olmayacak.” Atlas’ın sesi buz gibiydi. Elimdeki şişeyi Ilgaz’a verdim ve Batuş’un koluna hafifçe vurup gülümsedim.

“Salak, ben kuzu muyum?”

“Hayır, sen benim çiçeğimsin.” Başını omzuma yasladı, ben de dağınık saçlarını karıştırdım.

“Şimdi ne olacak, sonraki adım ne?” Yunus Emre mantıklı bir soru sordu. Batuş’la Ilgaz boş boş birbirlerine baktılar.

“Daha o kısmı düşünmemiştik.” Ilgaz ensesini kaşıdı.

“Sizin operasyon buraya kadarmış yani?” Duygu alaycı bir gülümsemeyle baktı.

“Ne münasebet, düşünmedik dediysek aklımızda bir şeyler var tabii.” Ilgaz hemen savunmaya geçti.

“Aynen, kesin vardır,” diye mırıldandı Duygu.

Bundan sonra ne yapacağımız hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Her geçen gün içinden çıkılması zorlaşan bir işe kalkışmıştım. Üstelik yedi kişiyi de peşimden sürüklemiştim.

Dakikalar sonra yeni yıla girecektik. Hiçbir şeyin değişmediği onlarca yıldan biri daha geride kalmıştı benim için. Gökyüzüne baktım. Yıldızlar seyrek de olsa seçiliyordu. Belki bu yıl farklı olurdu. Gülümsedim kendi kendime. Boş bir avuntudan farksızdı bu düşünce. Sırf gökyüzünde iki yıldız görebildim diye hayatım değişecek değildi ya.

Sahnenin önündeydik. Batuş, bir yanına Duygu’yu, diğer yanına beni alarak kollarını omzumuza doladı. Sahnedeki ve stantlardaki ışıklar söndü, herkes telefonlarının flaşını açtı. Yanımda duran kız gitmiş, yerine Atlas geçmişti.

Geri sayım başladı. 10.

“Cahit Sıtkı sever misin?” diye sordu, gözlerini gökyüzüne dikerek. 9.

“Severim.” Hafifçe gülümsedim. 8. “En sevdiğim şiiri de 35 Yaş.”

“Benim de.” Derin bir nefes aldı. 7.

“Hani şiirde diyor ya…” 6.

Gözlerimiz buluştu. 5. Gece boyu sakladığı mavileriyle bakıyordu yine, doğrudan gözlerimin içine. 4.

“Gökyüzünün başka bir rengi de varmış diye.” 3.

“Evet.” 2.

“Doğruymuş.” 1.

Dört bir yanda havai fişekler atıldı. Biri gelip kalbimin tam ortasında patladı.

“Şimdi anladım.”

 

 

 

&&&&&&&&&&&&&

 

NOT :

Lilith, pek çok mitolojide farklı şekillerde yer bulmuş, Yahudi mitolojisinde ise Adem'in ilk eşi olarak bilinen bir figürdür. Adem'le eşitlik talep eden Lilith, cennetten kovulduktan sonra toplumsal normlara karşı duran, asi ve bağımsız bir kadın olarak tanınır. Hikâyesi, kadının bağımsızlık ve güç mücadelesinin simgesi olarak yorumlanır. Adı, genellikle güçlü, asi ve bazen karanlık bir karakterle özdeşleştirilir.

Sardıçkent, hikâyenin büyük bölümünün geçtiği, ülkenin batısında yer alan ve en kalabalık şehirlerinden biri olan önemli bir metropoldür.

Arvandağ, tarıma elverişli, bereketli toprakların bulunduğu ve güçlü ailelerin etkili olduğu, yıl boyu sıcak ama yağışlı bir iklime sahip ülkenin doğusunda bulunan büyük bir şehirdir."

*Victor Hugo, Les Miserables

Instagram : monandrosa

         

Bölüm : 23.03.2025 16:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...