
KİTAPTAKİ TÜM MEKAN VE ŞEHİR İSİMLERİ KURGUSALDIR...
İYİ OKUMALAR...
Kitap bölümleri bir hayli uzun olduğu için kitabın tanınması amacıyla bölümler üç parçaya bölünecektir. Her bölüm yaklaşık olarak 50-60 sayfaya denk gelmektedir. Serinin 3 kitaptan oluşması planlanmaktadır. Beni bu yolculukta yalnız bırakmayan herkese teşekkür ederim.
"Yazar olmak istiyorsanız, yazın." Epiktetos
Ekim, 2024
Hayatım boyunca hep, Bugün bir şey olsun da hayatım değişsin diyerek evden çıktım. Birbirini tekrar eden günlerden, aynı yerlerden, aynı olaylardan o kadar sıkıldım ki! Bunun değişmesi için bir şey yaptım mı peki?
Hayır.
Gitgide daha da içime kapanıp hayatımla, geleceğimle ve kendimle ilgili büyük bir karamsarlığa kapılmaktan başka bir şey yapamadım. Herkesten ve her şeyden inanılmaz bir hızda sıkılma ve başladığım her işi yarım bırakma huylarım, bu karamsarlığımı ve içine düştüğüm depresyon batağını daha da derinleştirdi tabii.
Büyük bir hevesle girdiğim pek sevgili okulumdaki dördüncü, bu bölümü seçtiğim güne lanet etmediğim tek bir an bile olmayan biricik bölümümde ise üçüncü yılım. Bir yıl zorunlu olarak hazırlık okumuştum ki iyi ki de okumuşum; yoksa üniversite hayatımdaki tek arkadaşım, canım dostum, iyi günümde kötü günümde yanımda olan Batuş’la yani "Batuhan'la" tanışamayacaktım. Böyle deyince sanki evlenecekmişiz gibi oldu ama gerçekten, şu koca okulda ondan başka konuştuğum biri yok — tabii başı belada olmadığı zamanlarda. Canım arkadaşım sağ olsun, okuldaki ve hatta şehirdeki tüm eylemlerde başı çektiği için başı bir an olsun beladan kurtulmuyor ve girdiği belalara beni de bulaştırmayı ihmal etmiyordu.
Düzenin bir numaralı düşmanı, anarşizmin son dayanağı Batuş...
Ondan detaylı olarak ilerleyen zamanlarda bahsedeceğim. Şimdi gelelim asıl mevzumuza. Sahi, neyden bahsediyorduk biz?
Ha, benim pek sevgili bölümümden. Sardıçkent Yüksekhisar Üniversitesi Yazılım Mühendisliği üçüncü sınıf öğrencisi olan ben, bugün ara dönemin son sınavına girecektim ve kısa süreliğine de olsa azabım dinecekti. Tabii sınavı geçersem. İstediğim bölüm tutmayınca, Bir sene daha sınava hazırlanayım, ya ne olacak? derken ülkedeki en iyi üniversiteyi tam burslu kazanmayı ben de beklemiyordum. Bana da biraz sürpriz olmuştu. Gerçi üniversite sınavında derece yapmayı da hiç beklemiyordum ya, neyse...
Boşluğuma geldiyse demek ki.
Ama başından deselerdi bu okulun girişi var da çıkışı yok; ananızdan emdiğiniz süt itinayla vücudunuzdaki her bir delikten gelecek... Yine de bu okulu seçer miydim? Emin değilim.
Yok, eminim. Seçmezdim.
Yine de, sene kaybetmeden ve sadece alttan aldığım birkaç dersle bu günlere gelebilmemi azmime ve zekâma borçluyum desem yalan olur. Çünkü bunu yitip giden gençliğime ve kaybolan ruh sağlığıma borçluydum.
Şahane bir üniversite hayatım vardı gerçekten. Üç yıldır aynı bölümde olmama rağmen sınıftakilerin neredeyse hiçbirini tanımıyordum. Sadece yüzlerini, isimlerini ve derslerdeki ortalama durumlarını biliyordum. Konuştuğum birkaç kişi vardı, onlarla da muhabbetimiz yalnızca ders notları, sınavlar ve ödevler ile sınırlıydı. Bu durumdan memnundum aslında. Ne ben onların hayatına dahil olmak istiyordum ne de onların beni aralarına almak gibi bir niyetleri vardı.
Evet, inanılmaz bir klişenin içine düşmüştüm. Ülkenin en iyi özel okulu; içinde barındırdığı, muhtemelen aileleri ülkenin yarısından fazlasına sahip olan pek değerli öğrencileri ve o kadar da değerli olmayan diğerleri... Tabii, klasik Amerikan lise dizilerindeki gibi bir durum söz konusu değildi. Kimse burslulardan nefret etmiyordu ya da burslu olduğumuz için bizi ezip fakirliğimizle alay falan etmiyordu. Yine de aramızda görünmez bir duvar var gibiydi. Çünkü okul, okul değil; siyasilerin, iş insanlarının, ünlülerin ve en zenginlerin çocuklarını yetiştiren bir kamp gibiydi. Ülkenin geleceği bu okul olabilirdi. Haliyle, okulumuzun sadece %2’sini oluşturan burslu öğrenciler ile ülkemizin potansiyel gelecekleri arasındaki bu çizgi kaçınılmazdı.
Ben ise bu okuldan, içindeki gösterişten, zenginlikten ve yapaylıktan o kadar sıkıldım ki bir an önce mezun olup defolup gitmek ve hayatımın kalan kısmında da köle olarak çalışmaya başlamak istiyordum. Geleceğime olan umutlu bakış açımı da kısaca görmüş oldunuz.
İçinde bir AVM'deki kadar kafe ve çeşitli dükkân bulunan kampüsümüzün diğerlerinin tam ortasında konumlanmış en güzel kafesi olan ve gerçekten labirent şeklinde tasarlanmış Labirent Kafe'de (çok zekice bir isim bu arada, bravo) olduğunu düşündüğüm Batuş’u görmek niyetiyle, sınava girmeden önce ben de oraya uğradım.
Bu okula girdiği günden beri kafenin en arka kısmındaki sağ köşede kalan bölümde oturan Batuş’a doğru ilerledim. Buranın en sevdiğim yanı, her masanın etrafında geniş ve yüksek labirent duvarları olduğu için kimsenin kimseyi görememesiydi. Ayrıca öyle bir tasarlanmıştı ki yürürken de bu parçaların içinden değil, arasından geçiyordunuz ve yine kimseyi görmek zorunda kalmıyordunuz. Ancak burada yeniyseniz çıkış yolunu karıştırıp kendinizi başka birinin hücresinde bulmanız olasıydı. (Ben labirent parçalarına “hücre” demeyi tercih ediyordum çünkü kesinlikle hücreyi andırıyorlardı.) Bazı hücrelerde masa yerine büyük, rahat yastıklar; bazılarında ise Batuş’un oturduğu gibi sallanan koltuklar vardı.
Batuş’un hücresine geldiğimde, onu yine elinden bir an olsun eksik etmediği kiraz çayını içerken buldum. Omuzlarının hemen üstünde biten açık kahve, hafif dalgalı ve her daim dağınık saçlarını her zamanki gibi başının üstünde yarım topuz yapmıştı. Yüzüne göre biraz küçük olan ela gözleri ve hafif çıkık elmacık kemikleri ve yeni yeni çıkmaya başlayan kısa sakallarıyla tatlı bir siması vardı. Beni görür görmez yüzündeki düşünceli ifade dağıldı ve kocaman gülümsedi. Gülüşü tüm yüzüne dağılan insanlar vardır ya bir gülünce sadece dudakları değil yüzündeki her bir milimi de güler Batuş da öyleydi işte. O gülünce ister istemez siz de gülümsüyordunuz.
"Bıkmadın her sabah şu kirazlı zımbırtıyı içmekten, değil mi? “, derken ben de yanındaki koltuğa kendimi bıraktım.
“Kiraz değil kızım, bu kiraz sapı çayı! Dünyanın sekizinci harikası yani," dedi, çayından büyük bir yudum daha alırken.
"Sana göre sevdiğin her şey dünyanın sekizinci harikası zaten Batuş. Sendeki bu hayat sevgisi bazen beni yoruyor. İnsan bu kadar neşeli olmamalı," dedim, kafamı ciddiyetle iki yana sallayarak.
"Pardon, bunu kim diyor? Allah'ın her günü ayaklı depresyon gibi gezen sen mi?" dedi, işaret parmağını suratımın tam ortasına doğru uzatarak.
"Aynen, ben diyorum. Neşe beni yoruyorsa ben ne yapabilirim ki?" dedim, omuzlarımı hafifçe kaldırarak.
"Biraz daha sık gülebilirsin. Dene bak, vallahi eksilmezsin."
"Ben yeterince gülüyorum zaten Batuş. Ama senin neyin var, dökül bakalım. On dakikam kaldı sınava. Ne bu hal?" Yönümü tamamen ona çevirirken yüzünde beliren sıkkın ifadeyle daha da dikkat kesildim. Batuş’un ciddi olduğu nadir zamanlardan biriydi. Genelde her şeyi alaya vuran, yaşadığı sıkıntılarla bile dalga geçebilen biriydi. Belki de bu yüzden bu kadar iyi anlaşıyorduk. Çünkü ben de çoğu şeyi pek ciddiye almazdım ama ortada ciddi bir mesele varsa tüm samimiyetimle Batuş’un yanında olurdum. O da aynı şekilde.
Bugün sınavı olmamasına rağmen burada olması da bir garipti zaten. Şu anda üyesi olduğu yaklaşık otuz üniversite kulübünden birinde ya okuldaki yemek fiyatlarıyla ilgili protestonun detaylarını konuşuyor ya da prova yapıyor olması gerekirdi.
Kendisi tam bir müzik dehasıydı.
Okulumuz sağ olsun, sanata ve sanatçıya verdiği değeri göstermek amacıyla bir de yetenek sınavıyla öğrenci alıyordu. Ama kontenjan o kadar azdı ki bu sınavı geçmek için sadece yetenekli olmanız yetmez, çok ama çok yetenekli olmanız gerekirdi. Batuş ise çok yetenekliydi; hem de yetenek sınavıyla girip burs almayı başarabilmiş birkaç kişiden biri olacak kadar.
Eline alıp da çalamadığı enstrüman yok gibiydi. Ama o ısrarla bateri çalmak istiyordu. Yine de okulumuzun statüsüne daha uygun olacağı için piyano bölümünü seçmek zorunda kalmıştı. Pek sevgili okulumuzun “klasına” yakıştırdığı sadece birkaç enstrüman vardı ve mecburen onları seçmeniz gerekiyordu. Şarkı söylemeyi pek sevmezdi ama arada, hiç beklemediğim anlarda, sadece benim yanımda söylediği şarkılar vardı ki susmasını hiç istemezdiniz.
"Yok ya, bir şey... Önemli değil yani. Sınavdan sonra konuşuruz. Hadi git, geç kalma sen," derken yayıldığı koltuktan yavaşça kalktı. Çayının son yudumunu da alıp bardağı avucunda sıkıştırdı.
"Dökül," dedim, tehditkâr çıkarmaya çalıştığım ama pek başarılı olamadığım sesimle.
"Ya, yurt meseleleri işte. Klasik şeyler. Gitsene kızım, hadi geç kalmadın mı? Limitli özgürlüğünle aranda sadece bu sınav kalmamış mıydı? Hadi git, ver şu sınavı da kısa süreli azadını kutlayalım."
Ben de bıkkın bir ifadeyle yerimden kalktım, peşi sıra hücrelerin arasında ilerlemeye başladım.
"Yine ne yaptın acaba? Bir gün de şu başın beladan uzak dursun be," dedim, kınayıcı bir anne tonuyla.
"Yapması gerekenler işlerini düzgün yapsalar ben bir şey yapmayacağım da, iş başa düşüyor işte, biliyorsun," dedi gergin bir şekilde.
Bu çocuk gergin olunca ben daha da geriliyordum. Alışık değildim bu hallerine. Hemen eski haline dönmesi gerekiyordu. Ama çok üstüne gitmedim. Nasılsa anlatırdı. Kim bilir yurtta neler olmuştu ? Yine hangi eylem girişiminde bulunmuştu da kimlerle takışmıştı acaba. Yurtlarımız kampüsün içindeydeydi ve oldukça büyük bir kampüsümüz olduğu için yurtlar da geniş ve güzeldi. Batuş’la ben, hazırlıktan beri yurtta kalıyorduk. Hem okulun içindeydi hem de burslu olduğumuz için bize ücretsiz verilmişti. Daha ne olsun! Ama Batuş tabii ki rahat durmuyordu. Nerede bir eksik, nerede bir haksızlık varsa, bilin bakalım Batuş nerede?
Labirentin çıkışına geldiğimizde, klasik selamımızı verdi.
"Liliti'n askerleriyiz," deyip işaret parmağını alnıma doğru yaklaştırdı ancak dokunmadı. Sarılmaktan ve dokunmaktan hoşlanmadığım için genelde böyle yapardı.
"Çıkışta bul beni," dedi ve başka hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp ilerlemeye başladı.
Sanki bana Sherlock Holmes! Havalara bak havalara…
Okulumuz, diğerlerinden farklı bir sistem uyguluyordu. Dersler daha erken başlıyor, daha erken bitiyordu. Dönem, Ağustos’un ikinci haftasında başlıyor ve iki ay sonra ilk ara sınav yapılıyordu. Tüm fakültelerin sınav tarihleri birbirine yakın olduğu ve sınav haftalarında ders işlenmediği için bu yıl tüm sınavlarım aynı haftaya denk gelmiş, böylece bir haftalık boşluk oluşmuştu.
Ben de günlerdir gece gündüz çalıştığım demek istesem de ara dönemin son sınavı olduğu için anlamsız bir rehavete kapılarak sadece son birkaç gün çıkmış sorulara ve notlara bakarak hazırlandığım dersin sınavına doğru yürümeye başladım.
*********************
Ey özgürlük! Ne güzel şeysin sen!
Sınavı erken tamamlamanın mutluluğuyla kendimi hızla sınıftan dışarı attım. Batuş’u aramadan önce tuvalete uğramak için koridorun en sonuna doğru ilerledim. Ara dönem neredeyse bittiğinden ve fakültede son birkaç sınav kaldığından, normalde bir defile izliyormuşsunuz hissi veren koridorlar ve sınıfların çoğu boştu.
Ellerimi yıkarken aynadan yansıyan görüntüyle duraksadım. En sondaki tuvalet kabinin aralık kapısından görülen, yerde yatan bir bedene ait olduğunu anladığım, bir çift spor ayakkabı…
Şüpheyle karışık bir endişeyle oraya doğru ilerlerken, her gün Bugün bir şey olsun da hayatım değişsin, diye saçma bir totemle evden çıkan ben, sonunda dileğine kavuşmuştu.
Ama ben dahil hiç kimse bu kadar hızlı ve derinden değişeceğini tahmin edemezdi herhalde.
Hem de, mürekkebi akmış bir not kağıdında yazılı tek bir cümleyle:
"Herkesten özür dilerim, bunu ben seçmedim..."
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&
NOT:
Sardıçkent, hikayenin büyük bölümünün geçtiği, ülkenin batısında yer alan ve en kalabalık şehirlerinden biri olan önemli bir metropoldür.
Lilith, pek çok mitolojide farklı şekillerde yer bulmuş, Yahudi mitolojisinde ise Adem'in ilk eşi olarak bilinen bir figürdür. Adem'le eşitlik talep eden Lilith, cennetten kovulduktan sonra toplumsal normlara karşı duran, asi ve bağımsız bir kadın olarak tanınır. Hikâyesi, kadının bağımsızlık ve güç mücadelesinin simgesi olarak yorumlanır. Adı, genellikle güçlü, asi ve bazen karanlık bir karakterle özdeşleştirilir.
Instagram: monandrosa

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |