16. Bölüm

15. Bölüm: "Anka Kuşu"

monanaxg
monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL

(1.KİTAP)

15.BÖLÜM: “ANKA KUŞU”

Yeni bölüme hoş geldiniz. İlk kitabın bitmesine çok az kaldı ve ben fazla duygusalım.

Her neyse girişi fazla tutmayacağım. Sizleri seviyorum, destekleriniz için sonsuz teşekkürler.

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın, benim için çok kıymetliler.

Keyifli okumalar dilerim!

Bölüm Şarkısı: League of Legends – Phoenix

^^^

“Güzel kızım, uyan hadi.”

“Anka? Beni duyuyor musun? Uyan hadi! Antrenmanlara geç kalacağız.”

“Anka!”

“Alo? Kime diyorum!”

Bütün bu seslenişleri duyuyordum ancak gözümü açacak, cevap verecek enerjim yoktu. Mızmız bir çocuk gibi homurdanıp durduğumda Athena yatağa, tam yanıma zıplayarak oturdu. Eli saçlarımın arasında geziniyordu. “Ne kadar ağır bir uykun var,” dedi, şikâyet ederek. Suratındaki ifadeyi görmememe rağmen kaşlarını çattığını biliyordum. E tabii bir yandan da halime gülüyordu.

Beni kolumdan dürttüğünde hiç istemeyerek gözlerimi araladım. Tam da tahmin ettiğim gibi çatık kaşlarıyla bana bakıyordu, eğildiği için kızıl saçları yanaklarını kapatıyordu. Uyanmaya başladığımı görünce derin bir oh çekti. “Sonunda be kızım,” dedi, yarı azarlayarak. Her ne kadar azarlasa da sesindeki tını yumuşaktı. Athena’nın şefkati her zaman daha ağır basıyordu ve zaman zaman bu durumdan nefret ettiğine emindim.

“Sabahtan beri Morpheus çıldırmış gibi bize bağırıyor. Burası için çok heyecanlı olduğunu biliyorum, onu çok iyi tanıyorum,” dedi. Bakışları benden ayrıldığında balkona doğru baktı. “Hava mükemmel. Tam da antrenman için ihtiyacımız olan hava.”

Tek güzel yanı Athena’nın da tabiriyle havanın mükemmel olmasıydı. Çünkü kendimde antrenman için çalışacak o enerjiyi henüz yakalayamamıştım. Belki başlarsam enerjimi yakalayabilirdim. Denemeden bilemezdim ya.

Gözlerimi iyice açmaya, uykunun verdiği ağırlıktan kurtulmaya çalışıyordum. O ise tepemde durmadan konuşurken suratımı buruşturmama neden oldu. Omzuma canımı acıtmayacak ama beni kendime getirecek şekilde vurduğunda “Mızmızlanma Anka. Çabuk yataktan fırla ve senin için seçtiğim kıyafetleri giyip aşağıya gel. Seni bekliyor olacağım ve sen gelmeden gitmeyeceğim,” dedi, sesinden samimi olduğunu anladım.

Söylediğini yaparak yataktan kalktı ve odadan çıktı. Merdivenin basamaklarını heyecanlı bir şekilde iniyordu, temposundan anlaşılıyordu. Aşağıdan “Kalk o yataktan!” diye bağırdı, beni uyarıyordu ve ben onun dediklerine uymazsam tekrardan yukarıya çıkacağını biliyordum.

Bu kadar çok uyumuş olmayı beklemiyordum. Demek ki ertesi gün olmuştu çünkü antrenman zamanını bu şekilde ayarlamışlardı. Yatıp dinlendiğim için bir an bile pişman değildim. Nasıl olsa burayı gezebilmek için bugün tonlarca zamanımız vardı. Fark ediyordum da zaman bana karşı gelmeyi bırakalı çok oluyordu. Mucize diyebilir miydik buna?

Kendimi bir şapşal gibi hissediyordum. Yataktan çıkarken başımı iki yana salladım, hem uyku mahmurluğundan kurtulabilmek hem de kafamın içindekileri bugünlüğüne rafa kaldırabilmek için.

Dakika bir gol bir yine başlamıştı iç sesim.

“Bakalım bugün seni neler bekliyor Anka kuşu?”

Odamdaki banyoya geçtiğimde karşımda duran aynadaki yansımamla karşılaşmam çok ani olmuştu. Bakır renkteki saçlarım birbirine girmişti, ağzımın kenarından akan salya kurumuştu, bir de gözlerim suratımla birlikte fazla uyumaktan şişmişti.

Ne kadar da ateşli görünüyordum böyle.

Kendi kendime aynadaki yansımama güldüm. Otuz iki diş sırıtırken yüzümü inceledim, çillerim ortaya çıkmaya başlıyordu. Normalde çok fazla yoktu yüzümde ama bu kez belirgin bir şekilde yüzümde yer edinmişlerdi. Bana farklı bir hava kattıklarını düşünüyordum, çiller hoşuma gidiyordu.

Şişen suratıma daha dikkatli baktım. Her zaman güzel ya da bakımlı görünmek zorunda değildim ne de olsa. Bakımı severdim, orası ayrıydı ancak bu bir zorunluluk değildi. Güzellik algılarını kırmamız gerekiyordu bir yerden sonra.

Lavabonun kenarına dizilmiş yepyeni, hiç açılmamış diş fırçalarını gördüm. Evet, birden fazla konulmuştu ve hepsi farklı renkteydi. Turuncu renkteki daha cazip gelmişti, neden bilmiyorum.

Diş fırçasına macunu sürdükten sonra çabucak dişlerimi fırçaladım. Nanenin verdiği ferahlık anında beni bu uyku halinden koparmıştı. Yüzüme soğuk suyu birkaç kez çarptım, işte şimdi nefes alabiliyordum.

Mini bir dolap vardı, içerisindekileri görmek için açtım. Baştan aşağı bakım ürünleri, kozmetik ve pedlerle doluydu. Biz kadınların bir regl dönemi olduğunu hatırladıkları için onlara teşekkür etmek istedim. Çok ince bir davranıştı, dudaklarıma bir gülümseme yerleşti.

Tüm bunları Poseidon kendisi mi düşünmüştü? Büyük ihtimalle Artemis ve Vulcan’ın da ona yardımı dokunmuştu. Kim bilir burayı ta ne zamandan beri hazırda bekletiyorlardı.

Bir anda canım deli gibi süslenmek ve saatlerce süren bir makyaj yapmayı istemişti. Antrenmanlara katılıp terleyeceğimizden duşa girmek durumunda kalacaktık, bu yüzden makyajımın heba olmasını istemezdim. Belki duştan sonra süslenebilirdim.

Dolaptan bir tarak kaptığım gibi saçlarımı taramaya başladım. Tarağın saç diplerime dokunduğu zamanki verdiği hissiyat bir tek benim mi hoşuma gidiyordu? Yatıştırıcı bir özelliği olduğunu düşünüyordum.

Saçlarımı taramayı bitirdiğimde saçlarımın uzamış olduğunu fark ettim. Normaldi tabii, uzun süredir kestirmiyordum. Bir süre daha uzun saçla takılabilirdim, kesimi sonraya saklayacaktım.

“Anka! Acele etsene, ağaç oldum burada!”

Athena yine bıkkınlıkla bana seslendi. Beni beklediğini ve bensiz gitmeyeceğini biliyordum, bunu net bir şekilde dile getirmişti. Onu daha fazla bekletmemek için banyodan çıktım ve balkon kapısının yan tarafında duran koltuktaki kıyafetlere baktım. Benim için özenle seçtiğini söylemişti. Siyah, dar bir tulum seçmişti ve altına da tuluma uyacak şekilde siyah çizmeler vardı.

Çizmeler ne çok uzundu ne de çok kısa. Hızla üzerimdekileri çıkartıp yere attım ve siyah tulumu giydim, yandan fermuarını da kapattıktan sonra çizmeleri sırayla ayaklarıma geçirdim. Aşağı inmeden son bir kez banyoya geçtim ve dolaptan bir tane siyah lastik toka aldım.

Saçlarımı tepeden at kuyruğu yaptıktan sonra hazır olmuştum. Suratıma bir iki şey sürmek istiyordum ama makyaj yaparken çok ağır olduğum için Athena beni beklerken sinirden kafayı sıyırabilirdi. Merdivenlerden aşağıya indiğimde Athena tam kapının girişinde duruyordu. Kapı açıktı ve karşısındaki kişiyle bir sohbet içerisindeydi. Biraz daha ilerlediğimde Morpheus ve Efdal ile konuştuğunu gördüm.

Efdal beni gördüğünde neşelenerek bana doğru el salladı. Athena Efdal’ın hareketini gördükten sonra arkasına döndü ve bana baktı. Ağzı açık bir şekilde baştan aşağı beni süzdü ve parmaklarını kaldırıp bir öpücük gönderdi. “Harika bir iş çıkarmışım. E tabii taşıyan kişi de seksi olunca ortaya bu manzara çıkar,” dedi gülerek.

“Götüm çok ortada değil mi ya?” diye sordum arkamı dönüp kendimi gösterirken. Bunu yaparken Morpheus ve Efdal’dan çekinmemiştim. Athena kıkırdadıktan sonra “Daha ne istiyorsun? Götün o kadar güzel duruyor ki insanın şaplak atası geliyor,” dedi. Ona baktığımda bana göz kırptı. Bu kız cidden beni delirtiyordu. Ona göz devirdim.

Evden çıktığımızda sol taraftaki evlere baktım. Acaba diğerleri de uyanmış ve antrenman alanına geçiş yapmışlar mıydı? Athena boğazını temizleyerek elini bana doğru salladı. “Hey, Anka kuşu! Onlar bizden çok önce antrenman yerine gittiler. Boşuna o tarafa bakmana gerek yok,” dedi nereye baktığımı anlayarak.

Ona döndüğümde “Nasıl görünüyorum?” diye sordum, daha çok yüzümü gösteriyordum.

“Çillerin çıkmaya başlamış! Çok değişik görünüyor,” dediğinde bir elini yüzüme yerleştirdi ve çillerin üstünde gezdirdi. “O minik suratına çok yakışmış.” Gülümsediğimde o da aynı şekilde gülümsedi.

“Geliyor musunuz?” Efdal omzunun üstünden dönüp bize baktı. “Evet, siz önden gidin,” dedi Athena. Elini yüzümden çektiğinde “Akşam için süslenelim, ne dersin? Bayadır süslenmek için yanıp tutuşuyordum,” dedi. Demek o da benim gibi düşünüyordu, niye bilmiyorum ama aynı noktada buluştuğumuz için sevinmiştim.

“Olur. Bayadır yapmıyorduk,” dediğimde çoktan antrenman alanlarına doğru yürümeye başlamıştık. Yan yana ilerliyorduk, Athena bir an olsun dibimden ayrılmıyordu ve bunu yaparken gözleri etrafta geziniyordu. Bir şey olur da Hermes buraya gelir, onu görür diye korkuyordu. Sonuçta bize bu yeri söyleyen kişi kendisiydi.

Ana girişin önünde durduğumuzda ne tarafa doğru gideceğimizi bilmiyordum. O kadar fazla insan vardı ki, uzun zamandır bu kadar çok insanı bir arada görmemiştim. Hepsinin kendine has bir tarzı, duruşu ve aurası vardı.

Poseidon, Vulcan ile yanımıza geldiğinde “Uyandınız demek,” dedi Poseidon gülerek. Athena suçlu benmişim gibi bana baktı. Elimi enseme koyduktan sonra mahcup bir ifadeyle “Tahmin ettiğimden de çok yorulmuşum. Resmen bayılmışım,” diye açıklama yapma gereği duydum. Poseidon bir elini omzuma koyup sıktı ardından elini geri çekti. “Dinlenmenize sevindim.”

Vulcan Athena’ya yolu göstermek istercesine elini ona doğru uzattı. “Bu taraftan, beni takip et lütfen,” dedi. Athena dönüp bana baktığında yalnız gitmek istemediğini anladım. “Morpheus ve Efdal’ın yanına götüreceğim,” dedi Vulcan, sanırım Athena’nın suratındaki bakışı fark etmiş, içini rahatlatmak istiyordu.

O esnada sol tarafta, okçuların olduğu kısımda duran Artemis’i ve yanındaki iki aslana gözüm çarptı. Artemis bir yandan aslanları besliyor, bir yandan da tüylerini okşuyordu. Aslanların göz renkleri farklı olduğundan ötürü olsa gerek, hiçbir şekilde tehlike teşkil etmiyorlardı. Boyutları yine aynı, kocamandı ama onlar iyi olanlardandı. Kendi kendime gülümsedim.

Dikkatim dağıldığında, “Antrenmandan önce Anka ile baş başa bir sohbet etmek istiyorum,” dedi Poseidon, sanki bir izin almak istermişçesine. Ardından “Kısa sürmez, yani umarım,” dedi sevecen bir tavırla. Athena ne onayladı ne de olumsuz bir şey söyledi, tek kelime etmeden Vulcan ile antrenman alanının oraya gitti.

“Bir şey mi oldu?” diye sordum tedirginlikle. Antrenman sırasında biri yalanmış olsaydı hemen söylerdi diye düşünüyordum, başka bir şey konuşmak istiyor gibi bakıyordu. “Hayır, hayır. Kötü hiçbir şey olmadı. Sadece dün geldiğinizde yeteri kadar sohbet edemediğimizi fark ettim,” dedi.

Şimdi sohbet etmenin sırası mıydı ki?

“Ne hakkında sohbet edeceğiz?”

“Gel,” dedi, kibar bir hareketle elini belime yerleştirdi ve yolu gösterdikten sonra elini hızla geri çekti, yanlış anlaşılmak istemiyordu. Dün oturduğumuz yere doğru ilerlerken antrenman yapan insanları seyrediyordum. Hakan’ı gördüğüm anda adımlarım yavaşladı, üstü çıplaktı, altında ise siyah bir pantolon vardı ve elinde tuttuğu kılıçla karşısındaki rakibini engellemeye çalışıyordu.

Benim olduğum tarafa döndüğünde göğsündeki dövmeyi gördüm. Ağzım açık kalmıştı, doğru mu görüyorum diye durup incelerken gerçekten de doğru olduğunu fark ettim.

Göğsünde, sol memesinin üzerinde anka kuşu dövmesi vardı.

Gözlerimi kırpıştırdım. Dövme siyahtı, renklendirmemişti. Ne çok büyüktü ne de çok küçük. Bir anda kendimi dövmeye dokunmak isterken buldum, başımı iki yana sallayarak bu arzudan sıyrıldım.

Ne zaman yaptırmıştı bu dövmeyi? Neden yapmıştı?

Dövmeyi onun üstünde gördüğüm an kalbimin heyecanla atmasını önleyemedim. Poseidon ne tarafa baktığımı anlamak için bakışlarımı takip etti, Hakan’ı izlediğimi anladı. “Sevgili olmayabilirsiniz ama bu bakışlar ikiniz arasında yoğun bir duygu olduğunu gösteriyor.” Direkt olarak ona döndüm, yanaklarımın kızardığına emindim çünkü cildim yanmaya başlamıştı.

Ona cevap vermek istemediğim için oturma alanına gittim ve dün oturduğum sandalyeye yerleştim, sırtım Hakan’a ve diğerlerine dönüktü. Bu şekilde Poseidon’a daha iyi kanalize olacağımı umuyordum. Ayrıca deniz manzarasını her gördüğümde ruhuma dokunuyor, iyi geliyordu. Derin bir nefes alarak havanın tadını çıkarmaya başladım.

Poseidon parmaklarını şıklattı ve artık arkamda her kim varsa o kişiye doğru seslendi. “Kahvaltılık lezzetli yiyeceklerden getirin ve fazladan da tarçınlı cevizli kurabiyeden.”

Dün kurabiyeyi beğendiğimi fark etmiş olmalıydı. “Teşekkür ederim,” diyebildim nazik olmaya özen göstererek. “Teşekkür etmeni gerektirecek bir durum yok Anka. Karnını doyurmak en doğal hakkın,” dedi, gülümseyerek. Ne kadar çok gülümsüyordu. Ağzı yorulmuyor muydu diye düşünmeden edemedim.

Sandalyenin sırtına yaslandığımda bacak bacak üstüne attım. “Ne konuşacağız?” diye sordum, daha fazla beklemek istemiyordum. Tam karşıma oturmuştu ve aynı benim yaptığım gibi bacak bacak üstüne atmıştı, olabildiğince rahat oturmaya çalışıyordu. Onun bu rahatlığı nedense beni germeye başlıyordu.

“Sana ailemden söz etmek istiyorum,” dediğinde bozguna uğradım. Ailesinden konuşacağımızı bir an olsun bile düşünmemiştim, bu çok garip gelmişti. Tüm dikkatimi ona yönlendirdiğim sırada “Neden diye soruyorsun değil mi?” dedi, sanki içimi okuyordu. “Evet,” diye mırıldandım sadece.

“Çünkü ağabeylerimin neden bu hale geldiklerini bilmeni istiyorum,” diyerek bir itirafta bulundu. Dedikleri beni gittikçe daha meraklı bir hale sokuyordu, şaşkınlığımı da gizleyemiyordum. Zeus ve Hades’in, üvey ağabeylerinin, neden bu hale geldiklerini bana anlatmak istediğini de sorgulayacaktım ki son anda vazgeçtim. Kendi rızasıyla bana anlatmak istediklerini seve seve dinleyecektim.

“Diğerlerine de anlattın mı tüm bunları?”

Yarım yamalak güldü. “Hayır anlatmadım. Dilersen sen kendin onlara anlatabilirsin. Şu anda yalnızca seninle konuşmak istiyorum,” dedi dürüstçe. Pekâlâ, diğerlerine anlatmamıştı ve şimdi tüm sebepleri bana anlatmaya karar vermişti. Peki ya bu kararı şimdi, yeni mi vermişti yoksa uzun süredir bu anı mı bekliyordu?

“Seni dinliyorum,” dedim.

“En başından başlayayım,” dedi samimi bir dille. Arkama iyice yaslanarak yüzüne baktım. Boğazını temizledikten sonra yutkundu ve tane tane anlatmaya başladı.

“Biyolojik ailemi hiç bilmiyorum. Onları bir süre aradım fakat bulamayacağımı anladığımda pes ettim, beni terk eden insanları aramaktan vazgeçtim. Hem neden arıyordum ki zaten? Onlar beni hiç istememişlerdi.” Bir süre boş gözlerle masayı seyretti ardından ela gözleri tekrar bana döndü.

“Babam, yani beni evlat edinen babam beni çok sever, bende onu çok severim, sayarım. Annem de aynı şekilde çok sevgi doludur ve bana karşı ekstradan sevgisini belli ederdi, göstermekten bir an bile çekinmezdi. Çok tatlı, iyi kalpli ve merhametli bir kadındı ancak ben daha on bir yaşındayken öldü.”

Yani Zeus ve Hades’in gerçek anneleri onlar daha küçükken ölmüştü. Poseidon ile aralarında kaç yaş vardı bilmiyordum ancak ondan büyük olduklarını anlamıştım çünkü onlar hakkında ağabeylerim diye söz etmişti.

Gözlerimi irileşirken anlatılanlar şimdiden can sıkmaya başlıyor, huzursuzluğunu gösteriyordu.

“Annem öldükten sonra ağabeylerim tamamen kendilerini kaybettiler. Zaten benden hiç hoşlanmazlardı çünkü onlardan farklı görünüyordum ve annem onlardan çok benimle ilgileniyor, bana vakit ayırıyordu. Daha sonra onun ölümünden beni sorumlu tuttular, babam onları engellemeye çalıştı ama onlar benden hep nefret ettiler.” Suratı bir anda değişti, hüzünlendi ve gözleri dolmaya başladı. Ağabeylerinden her bahsedişinde üvey olduklarını vurgulama ihtiyacı duymuyordu, belli ki onları benimsemişti ve bu daha kırıcıydı.

Neden özellikle bana bu yaşadıklarını anlatıyordu?

“Poseidon ben,” dedim ve durdum. Ardından “Ben çok üzgünüm,” diyerek devam ettim. Kelimeler ağzımın içerisinde birbirine karışıyordu, ne söyleyeceğimi bilemiyordum.

“Ağabeylerimin ne kadar acımasız insanlar olduğunu sana bir de bu haliyle anlatmak istedim,” dedi boğuk bir sesle. Gözünden bir damla yaş süzüldüğünde hızla elinin tersiyle sildi, görmemi istememişti ancak görmüştüm. Gözyaşını gördüğümü ona fark ettirmek istemedim.

“Onları hiç görmedim ve onları tanımıyorum da. Lakin ne kadar gaddar olabileceklerini biliyorum. Nereden bildiğimi sormana lüzum yok, açıkça kendilerini her fırsatta belli ediyorlar,” dedim. Niyetim onu rahatlatmak değildi, sadece onlardan bahsederek daha fazla üzülüp yıpranmasını istememiştim.

Karşımda biri ağlarken ya da en basitinden üzülmeye başladığında otomatik olarak duyguları bana da geçiyordu, içime işliyordu ve onların hissettiklerini bende hissetmeye başlıyordum. Bu durum beni bunaltıyordu ancak yapabileceğim bir şey yoktu, ezelden beri bu şekilde devam ediyordu. Bir bakıma karşımdaki kişiyle de alakalıydı, kötü bir insansa ona üzülmüyordum, acımıyordum hatta hak ettiğini düşünüyordum.

Ama Poseidon’a bakarken bunları düşünmedim. Onun hak edip hak etmediğini bilemezdim tabii fakat içimden bir ses onun bu yaşadıklarını hiçbir zaman hak etmediğini dile getiriyor, vurguluyordu.

“Henüz bunlar hiçbir şey Anka. O ikisinin çok daha derin ve korkutucu planları, amaçları var. Hedeflerine ulaşmak uğruna da önlerine çıkan herkesi katletmeye hazırlar, buna bende dahilim.” Burnunu çekti ve bu sefer iki eliyle birden gözaltlarını, yanaklarını ve burnunun kenarını sildi. Bunu çok hızlı bir şekilde yapmıştı ama ben hâlâ görüyordum.

Artık ona nasıl bakmaya başladıysam hemen lafa giriş yaptı. “Amacım seni korkutmak değildi. Zeus ve Hades’in, özellikle de Zeus’un planlarını biliyorum ve onların içinde gram iyilik barınmıyor. Demek istediğimi, hangi sonuca varmaya çalıştığımı anlayabiliyor musun?” Sesi tedirgin ama bir o kadar da baskın çıkıyordu.

Vulcan ile beraber yanında yeni bir yüz daha geldiğinde ellerinde bir sürü tabak ve bardak tutuyorlardı. Önümüzdeki masaya hepsini tek tek yerleştirdiler. Pancake ve krepler yapılmıştı, hem de çok fazla ve yanında bir sürü meyve vardı, çikolata soslar ve bal. Fincanın içerisinde ise çay olduğunu tahmin ediyordum, kokusu burun deliklerimi doldururken yatıştırıcı bir kokuya sahip olduğunu hissettim.

Tam olarak ne koktuğunu anlayamamıştım ama iştah açıcı bir kokusu olduğunu söyleyebilirdim.

“Ne yemek istediğini bilemedim, pankek ya da krep seversin diye düşündüm, bu yüzden ikisinden de getirmelerini rica etmiştim. Dilersen başka bir şey hazırlatayım,” dedi Poseidon, ben o esnada masadaki tabaklara bakarken.

Pankeklerden birini elime aldığımda “Hayır, hayır. Bunlar yeterli, gerçekten. Teşekkür ederim tekrar,” dedim. Vulcan bana gülümseyerek baktı. “Afiyet, bal,” dedi ve göz ucuyla bala baktığında güldüm. Gözleri yeniden beni bulduğunda “Şeker olsun,” diye ekledi. Ardından yanında getirdiği kişiyle birlikte yanımızdan ayrıldılar, Poseidon ile tekrardan baş başa kalmıştık.

Pankeke hiçbir şey sürmeden bir ısırık aldım, ılıktı ve cidden güzel yapılmıştı. Poseidon masadaki çikolata sosu bana doğru uzatırken “Çikolatayla ye, güç verir,” dedi. Fincanı da masanın üzerinden bana doğru kaydırırken “Bizim bulduğumuz bir tarif üzerine yapıldı. Buradaki otlardan ve çiçeklerden hazırlandı ve antrenmandan önce genelde herkes içer çünkü kuvvet versin diye özenle hazırlanıyor,” dedi.

Lokma hâlâ ağzımdayken fincanı elime aldım ve çaydan bir yudum aldım. Kokusu kadar tadı güzel değildi, yüzümü buruşturdum. Poseidon sesli bir şekilde güldüğünde “Otlar çok baskın,” diye açıklama yaptı. Ardından “Hepsini içmek zorunda değilsin, birazcık yarılasan yeterli olacaktır,” dedi.

Yutkunduktan sonra “Diğerleri de içti mi bu çaydan?” diye sordum. Poseidon antrenman alanlarına doğru baktı ve ardından yine bana döndü. “Hepsine verildi, bizzat kendim talimatı verdim. Ayrıca yemeklerini de oraya götürmeleri için hazırlatmıştım, endişelenme.” Gülümsedi. Her cümlesinden sonra gülümsüyordu.

Onlar için endişelendiğimi bu kadar çok belli ettiğimi bilmiyordum. Gerçi nasıl bilmeyecektim ki, sürekli onlar hakkında soru sorup duruyordum.

Elimdeki pankeki çikolata sosuna batırıp bir ısırık daha aldım, üzerine de masada duran meyve tabağındaki kesilmiş muzlardan birini alıp attım. Enfesti. En son ne zaman böyle lezzetli bir şey yediğimi sorguladım içimden, epey zaman geçmişti.

Lokmalarımın arasından “Planları ne? Tam olarak neyi amaçlıyorlar ve bizden ne istiyorlar?” diye sormayı başardım. Çaydan bir yudum daha aldım.

“Tanrı isimlerine sahip olduklarını için kendilerini birer tanrı zannediyorlar, özellikle de Zeus,” dediğinde başını iki yana salladı, onun da bunu onaylamadığı her halinden belliydi. Ne kadar aptalca bir düşünceydi bu. Tanrı isimlerine sahip olmak onları birer tanrı yapmazdı, bu düpedüz saçmalıktı.

Bu iki süzme geri zekalının düşüncesi üzerine gülmeye başladım, az kalsın ağzıma yeni attığım lokma boğazıma takılacaktı. Öksürdükten sonra boğazımı yumuşatmak için çaydan bir yudum daha aldım. Tadı her yudumda gittikçe daha da kötü oluyordu ama umursamadım, boğulmaktan iyidir sonuçta.

“Evet bende farkındayım, çok gülünç bir durum ama gerçekten böyle düşünüyorlar ve sadece düşünmekle de kalmıyor, ciddi ciddi inanıyorlar,” dedi Poseidon, gülmemin arkasından.

Elimdekini tamamen bitirdikten sonra rahat bir nefes aldım. “Asıl hedefleri ne?” diye sordum çünkü henüz bu konuya giriş yapmamıştık. Poseidon masadan bir çilek alıp ağzına attıktan sonra çabucak çiğnedi, yuttu. Ela gözleri bir anda derinleşti, koyulaştı. Arkasından gelecek kötü sözlere kendimi hazırlamak adına yasladığım yerden doğrularak sırtımı dikleştirdim.

“Herkese hükmetmek, nefes alan insanları kendi taraflarına çekmek ve bir savaş başlatmak. Kendilerine tehdit olarak gördükleri herkesin teker teker nefeslerini kesmek, yok etmek.” Kulağa çok acımasızca geldiği gibi bir o kadar da imkânsız geliyordu. O kadar insanı nasıl öldürecekler ya da seçtikleri kişileri nasıl kendi taraflarına çekecekler, bu tamamen mantık dışındaydı.

“Bizde burada, henüz tam anlamıyla başlamayan savaşın çalışmalarını yürütüyoruz, kendimizi koruyarak ve karşımıza çıkacak tüm engelleri yıkarak bir isyan başlatacağız.” Sesi sertti, ağabeylerinin yapmayı planladıkları işe karşı çıkıyordu ve onların bu tavrı Poseidon’u öfkelendiriyordu. Eğer anlattıkları doğruysa, Zeus ve Hades’ten çok farklıydı ancak bu farklılık içten gelen bir şeydi, Poseidon’un ima ettiği gibi dıştan gelen bir farklılık değildi.

“Peki neden?” diye sorarken bunu neden sorduğumu bilmiyordum. Her şey ortadaydı, Poseidon onların amacını açıklamıştı ama ben hala anlayamıyordum. Böyle bir şeyi neden istiyorlardı? Herkese hükmedip tehdit olarak gördükleri herkesi öldürdüklerinde nasıl bir yaşam sürdüreceklerini umuyorlardı? Güllük gülistanlık bir hayat yaşayacaklarını düşünmüyorlardır umarım.

Çaydan bir yudum daha aldıktan sonra daha fazla içmek istemediğime karar vererek masaya geri koydum ve yutkunurken suratımı buruşturdum. Tanrım, gerçekten git gide daha berbat bir tadı oluyordu. Hangi otlardan yaptıklarını merak ettim ancak bunu daha sonra sorabilirdim.

“Hastalıklı kafa yapıları olan ve kendilerini tanrı olarak adlandıran insanlardan bir neden bekleyemezsin,” dedi Poseidon. Haklıydı, bu sebeple her ne kadar mantıksız gelmeye devam etse de daha fazla eşelemedim. Bu tarz insanlarda mantıkta bulunmuyordu çünkü.

Poseidon arkamda antrenmanlarını yapan insanlara baktı, bir süre gözleri her tarafta gezindi. Arkadan kılıçlardan yükselen sesler, antrenman sırasında nefeslerini düzene sokmaya çalışanlardan çıkan iniltiler ve daha birçok ses geliyor, kulaklarımın içini dolduruyordu. Her taraftan bir uğultu yükselirken ben, Poseidon’un arkasında kalan denizi seyretmeye başladım.

“Burayı nasıl inşa ettiniz? Yer altına girdik ama burada deniz var ve gökyüzünü görebiliyoruz,” dedim, aklım dünden beri algısını yitirmişti. Buraya yeni gelmemize rağmen beklediğimden daha hızlı adapte olmuştum, fakat aklımı kurcalayan, kafamın içini kemirmekten bir an bile vazgeçmeyen anlaşılmazlıklar vardı.

“Burayı biz inşa ettik derken burası zaten daha önceden varmış ve kimse nasıl oluştuğunu, ne şekillerde ortaya çıktığını çözememiş. Bizde geldiğimizde araştırma yapmıştık, anlamaya ve bir açıklık kavuşturmaya, fakat bir sonuca varamadık. Yıllar önce böyle bir yer olduğundan babam söz etmişti, her bahsettiğinde ise çok büyülü bir yer olduğunu söylerdi. Burayı ilk bulduğumda gözlerime inanamadım çünkü gerçek olabileceğini düşünmüyordum ama tam karşımdaydı, tam da babamın söz ettiği şekilde.”

Vay be. Demek ki buranın nasıl bu hale geldiğini kimse bilmiyordu. Görünüşe bakılırsa Poseidon’un babası -ve Zeus ile Hades’in gerçek babası- bu alanı yıllar önce biliyordu, oğullarına bahsettiğinde ise Poseidon hiç zaman kaybetmeden burayı arayıp bulmuş ve kendi zevkine göre inşa etmişti. Etkilenmiştim, etkilenmemek elde değildi.

“Sihre inanır mısın Anka?” diye sordu, bozguna uğradım. Sihir mi? Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Evet, küçükken hep bir peri arkadaşım olsun istemiştim ve şimdi onlardan birkaçını tepede uçarken görmek garip geliyordu ancak sihre hiç inanıp inanmadığımı sorgulamamıştım. Ta ki şu ana, Poseidon’un sorusuna kadar.

“Ben bunu hiç düşünmedim,” dedim dürüst bir yanıt vererek.

Başını tepeye, gökyüzünde kendi aralarında uçuşan minik perilere baktı ve gülümsedi. “Biliyor musun, burayı perilerin o değnekleriyle, kendilerine has sihirleriyle oluşturduğunu düşünüyorum,” dedi, o da en az benim kadar dürüst bir yanıt vermişti. Dudaklarındaki gülümseme genişledi ve ela gözlerinin içi parladı. Hayır, gökyüzünden gelen ışıktan, aydınlıktan değildi bu. Bambaşka bir duyguydu.

Gülümsedim, içten bir gülümsemeydi. Bu şekilde düşünüyor olması çok hoşuma gitmiş, tatlı gelmişti.

Başını indirdiğinde yeniden bana baktı. “Artemis ve Vulcan bana her zaman çok destek oldular. Onlar olmasaydı kafayı yerdim büyük ihtimalle,” dedi, onlara karşı duyduğu minneti görmemek mümkün değildi. “Artemis ile burayı aramaya çıktığımda yolda karşılaşmış, o şekilde tanışmıştık. Tabii o zaman onu tanımaya başladığımda benim her şeyim olacağından bihaberdim,” dediğinde güldü.

Artemis’ten bahsettiğinde çok heyecanlanıyordu, bunu görüyordum. Kalbinde taşıdığı sevgisi yüzüne de yansıyor, âşık olmanın verdiği duygu her tarafında dolanıyordu. Acaba bende Hakan’dan söz ettiğimde dışarıdan böyle mi görünüyordum? Tam bir aptal aşık gibi. Kesin öyle görünüyordum, emindim buna.

“Vulcan ile nasıl tanıştınız?”

Gülümsemesi bir an bile kaybolmadı. “Artemis ile birlikte burası için çalışmaya başladığımızda bir gün dışarı çıkmıştık. Vulcan kayaların önünde, yerde bilinçsiz bir halde yatıyordu. Ya biri onu buraya bırakıp gitmişti ya da kendi isteği ile gelmişti, hâlâ bu sırrı çözemedik. Vulcan’ı aldık, iyileştirdik, buradaki deniz suyu onu anında uyandırmıştı ve bu beklenmedikti. Uyandığında ise hiçbir şey hatırlamıyordu, buraya nasıl geldiğini falan,” dedi ve o kadar hızlı bir şekilde anlattığı için nefessiz kaldığını fark edince nefes aldı.

Denizden söz ettiğinde gözlerim tekrardan denize kaydı. Bir ucu var, bir ucu yoktu. Gün ışığında rengi inanılmaz görünüyordu, Poseidon’un da dediği gibi büyüleyiciydi. Bunu her defasında dile getirmek istiyordum çünkü denizin yansıttığı görüntü, verdiği o hissiyat çok derindi. Bir deniz nasıl bu kadar derin bir anlam yükleyebilirdi ki bir insana?

“O da mı sihirli?” diye sordum, denizi kastediyordum. Omzunun üstünden denize baktı ve bir süre o şekilde kaldı, inceledi ve inceledi. Yeniden bana döndüğünde bende bu kez ona odaklanmıştım. Dudağını büktü ve “Bilemiyorum. Neden olmasın?” dedi.

“Peki ya Vulcan daha sonrasında buraya nasıl geldiğini hatırlayabildi mi?” Bu soruyu sorarken cevabını aslında Poseidon anlatırken önceden dile getirmişti. Sırrı hâlâ çözemediklerini söylemişti ama ben yine de soruma engel olamamıştım.

Başını iki yana salladı, hüzünlenmişti. “Tam çözememiş olsak da bir şekilde bir sonuca vardık. Ortaya bir fikir attık çünkü en mantıklısı o an için bu olmuştu. Vulcan bizim dünyamızdan, evrenimizden ya da nasıl söyleyeyim, bizim geçidimizden değil,” dedi.

Bu da ne demek oluyordu? Başka geçitten mi gelmişti?

Şaşkın şaşkın Poseidon’a bakmaya başladığımda daha açıklayıcı bir şekilde “Vulcan, Roma mitolojisine ait bir isim,” dedi, şaşkınlığımı fark ettiği anda. Trivia ve Venüs gibi, dedi iç sesim. Evet, evet, onlar gibiydi. Buradan değildi.

“Vulcan isminin hangi tanrıya ait olduğunu biliyor musun? Yani onu özel kılan özelliği, gücü ne?”

Bunların çoğunu bilmiyordum. Mesela Artemis’ten de haberim yoktu. Poseidon’u duymuştum ki zaten Poseidon bize kendini tanıtırken denizlerin tanrısının ismine sahip olduğunu açıklamıştı. Keşke zamanında daha çok araştırma yapsaydım. Lakin bilemezdim ki böyle bir hayat yaşayacağımızı…

“Ateşin ve yanardağların tanrısı,” dedi Poseidon. Vulcan’ın özel gücü ne olabilirdi o halde?

Poseidon sanki içimden geçen soruyu duymuş gibi “Avuçlarından alev çıkartabiliyor,” dedi, gücünü açıklamak istercesine. Çok havalıydı, ağzım açık kalmıştı. Avuçlarından alev çıkartabilmek demek istediğin an ortalığı ateşe vermek demekti. Ateşin ve yanardağların tanrısı Vulcan.

O esnada aklıma beni yakmaya çalışan ama başarılı olamayan Sirenler geldi. Refleks olarak avucuma baktığımda yanık izi hâlâ orada duruyordu, sanki gittikçe daha çok avucumun içerisine yayılıyordu ama hayır, ben yanlış görüyordum. Boyutu ve rengi aynı şekilde kalıcılığını koruyordu.

Alevlerin arasından bana kalan tek hatıra. Hatıra dediğime bakmayın, güzel, mutluluk verici bir hatıra değil.

Vulcan’ı avuçlarından alevler çıkartırken hayal ettim. Ensemden aşağıya doğru bir ürperti geçti ama çabucak kayboldu. Acaba Vulcan da her alevlerin sıcaklığını hissettiğinde bir ürperti yaşıyor muydu?

“Düşüncelere daldın gittin,” dedi Poseidon, beni kendime getirebilmek adına. Bunu çok sık yapıyordum, bir anda dalıp gidiyor ve etrafımda olanları kaçırabiliyordum.

Mahcup bir gülümsemeyle “Ara sıra oluyor,” dedim, başka ne diyeceğimi bilemedim.

“Anka,” dedi uyarıcı bir tonda. Efendim der gibi ona baktığımda “İsminin ne anlam taşıdığını biliyor musun?” diye sordu, kaşları havalanmıştı. Ettiğimiz sohbet çok farklı noktalara değiyordu, bir anda ağabeylerinden bahsederken bir anda Vulcan’ı nasıl bulduklarına geçti. Şimdi de ismimin ne anlam taşıdığını bilip bilmediğimi soruyordu.

Aslında kısa ve öz konuşmaya çalışıyordu ve bunları yaparken daldan dala atlarmışçasına konudan konuya atlıyordu, sanki bir acele, telaş içerisindeydi.

“Anka kuşundan yani Simurg’dan geldiğini biliyorum. Bir kuşun ismini taşıyor olmak bana çok değişik bir güç verdi, insanları iyileştirebiliyorum. Yaralarına dokunuyorum ve kendimi iyileştirmenin gücüne yoğunlaşırken bulduğumda bir anda oluveriyor, bum. İnsanlar iyileşiyor ama ben doğru bir yol izleyerek mi yapıyorum, bunu bilmiyorum,” dedim. Sorusuna karşılık olarak beklediği cevap bu değildi ama az da olsa tatmin olmuştu.

“Güzel, güzel, güzel,” dedi, transa geçmiş gibi. Devamlı olarak aynı kelimeyi tekrarladı. Ardından “Bu çok güzel bir güç Anka,” dedi tüm samimiyetiyle. Birini iyileştirebilmek gerçekten çok güzel bir duyguydu, kendimi hiç olmadığım kadar çok özel ve farklı hissediyordum.

Farklı olmak iyidir ancak tek farklı olan kişi sen değilsin, dedi iç sesim. Bunu biliyordum elbette. İçimden geçenlerin sorumlusu ben değildim, fakat iç sesim her kendisini dışa vurduğunda onu yumruklamak istiyordum. Güzel anların katili olabiliyordu veya çok nadiren yaptığı gibi beni silkeliyordu, doğru yolu göstermeye çalışıyordu.

“İlk geldiğinizde sende bir şey fark etmiştim,” dedi, asıl konuya giriş yaparak. Parmaklarını birbirine geçirdi ve hafifçe öne doğru eğildi, direkt olarak gözlerimin içine bakıyordu. “Güneşten pek hoşlanmıyorsun, tenine iyi gelmiyor,” dediğinde şaşırdım. Kaşındığımı veya gözlerimin kızarmış olduğunu hemen nasıl fark edebilmişti? Bunu ben bile zaman zaman fark edemiyordum. Yanımdaki insanlar bile bunca zamandır bunu görememişlerdi, görselerdi söylerlerdi diye düşünüyordum.

Güneşten söz ettiğinde istemsizce kaşınmaya başlamıştım. Tepemizde güneş yoktu ama hava aydınlıktı, bu yüzden kaşıntım başlamamıştı. Her açıdan rahatsız hissettiğim için kendimi sakinleştirmek adına geldiğinden beri yeni görebildiğim tarçınlı, cevizli kurabiyelerden bir tanesini kapıp ağzıma attım.

Cevizler tazeydi, tarçın kokusu daha baskındı ve kurabiye kıtır kıtırdı, dünden kalanları değil de yeni yapılanları getirmişlerdi.

“Bunun nedenini hiç merak ettin mi?”

Ağzımdaki kurabiye gittikçe küçülürken güçlükle yutkundum. Bir tane daha almak istiyordum ama önce Poseidon’un sorusunu yanıtlamaya karar verdim. “Bir nedeni olabileceğini çok düşünmemiştim,” dedim dürüst olmaya çalışarak. Sorgulamadım değil ancak üzerinde çok durmamış, kafa yormamıştım. Neyin, nelerin üzerinde kafa yormam gerektiğini kestiremiyordum.

“Kısmen var,” dedi Poseidon büyük bir ciddiyetle. Ardından “Yandıktan sonra küllerinden yeniden doğduğu için güneşin verdiği his bir yerden sonra rahatsız edici bir hal alıyor,” dedi. Tam olarak ne demek istediğini anlamamıştım. Güneşin sıcaklığı bir ateşte yanarak kavrulmakla aynı şey değildi ki.

Parmaklarıyla oynamaya başlamıştı. O da tam sebebini bilmiyordu, belki de hiçbir zaman öğrenemeyecektik.

“Alevlerin sana zarar vermemesinin bir diğer sebebi de bu,” dediğinde sesi yumuşadı. Alevlerin bana zarar vermediğini nereden biliyordu? Atlas mı anlatmıştı? Hayır, bu mantıksızdı.

“Küllerinden doğduğu için mi alevler bana zarar veremiyor?”

Başını onaylar nitelikte sallayacaktı ki durakladı. Başını omzuna doğru yatırdı ve beni inceledi. “Atlas, Artemis’e yaşadıklarını anlatırken seni nasıl kurtardığını, hatta senin kendini nasıl kurtardığını, kendisinin sadece ufak bir rolü olduğundan bahsetmiş. Artemis de tahmin edersin ki sevgilim olduğu için gelip bana anlattı. Yanlış anlama lütfen, senin arkandan dedikodunu yapmıyoruz. Artemis bu olaydan çok etkilendiğini söyledi bana,” dedi, yeniden aynı gülümsemesiyle bakıyordu.

“Artemis’in anlamı ne? Yani Artemis tanrıçasının özelliği ne?” Gerçekten merak ettiğim için sormuştum, niyetim konuyu saptırmak değildi ama bir yanım da yaşadıklarımı tekrardan hatırlamak istemediği için konunun üstünü örtmek istiyordu.

“Avcılık ve kır tanrıçası,” dedi Poseidon, bunları söylerken bile gözlerinin içindeki ışık yenileniyordu. Sevgilisine ne kadar da aşıktı, bu duyguyu karşılıklı olarak yaşadığı için çok şanslıydı.

Avcılık, avcılık, avcılık.

Ok ve yay gibi. Okçulukta neden bu kadar yetenekli olduğu şimdi anlaşılıyordu.

Atlas ile ikiz olduğundan ötürü bu özelliği Atlas’a da geçmiş olmalıydı. Kendini okçuluğa, bir nevi avcılığa yöneltmesinin nedenlerinden biri de bu olmalıydı.

Çevremizi sarmalayan rengârenk çiçekleri göstererek “Bunların tümü Artemis’in eseri,” dedi hayranlıkla. Ona karşı büyük bir hayranlık besliyordu, bence bu sevgiden de öte, özel ve saf bir duyguydu.

“Hey! Beni mi konuşuyorsunuz?” Artemis yanımıza geldiğinde nefes nefese kalmıştı. Kıvırcık saçları dağılmıştı ve alnında terler birikmişti. Antrenmandan yeni çıkmış, yanımıza uğramak istemiş olmalıydı. Ona gülümseyerek baktığımda aynı sıcaklıkla karşılık verdi. Poseidon’un yanına gidip eğildi ve sevgilisinin dudağına küçük bir öpücük kondurdu. “Çok yoruldum,” dedi yarı sitemli bir şekilde.

Kendisini Poseidon’un yanındaki sandalyeye bıraktığında masadaki kurabiyelerden birini alıp ağzına attı. “Her defasında daha lezzetli oluyorlar. Anka denedin mi bunlardan? Harika bir tadı var!” dedi neşeyle. Başımla onay verdiğimde, “Kesinlikle katılıyorum, çok yoğun bir tadı var, insanın damağında yer ediniyor,” dedim.

Poseidon Artemis’e dönüp “Çalışmalarınız bitti mi?” diye sordu, bir elini Artemis’in yorgunluktan titremekte olan bacaklarını yatıştırmak için sağ bacağına yerleştirdi ve okşamaya başladı. Artemis’e yoğun bakışlarıyla bakarken Artemis’in gözleri benim üzerimdeydi. Atlas’ın anlattığından gerçekten etkilenmiş bir halde beni inceliyordu.

“Evet sevgilim. Aslanları da besledim ve sonra kafeslerine geri yerleştirdim,” dedi Artemis, gururlu bir edayla ardından Poseidon’a döndü ve çenesine dokunup okşadı. Sanırım ikisi de temastan hoşlanıyorlardı. Onlara baktığımda gerçek bir çift olduklarını gördüm.

“Aslanları tamamen unutmuştum. Beslediğini de fark etmemiştim, çok iyi olmuş.” Sevgilisinin dudaklarına minik bir öpücük kondurdu.

Poseidon elini Artemis’in bacağından çektikten sonra ayağa kalktı, üstüne giymiş olduğu tişörtünün kırışıklıklarını eliyle düzeltmeye çalıştı. “Artemis biraz soluklanırken bende sana antrenman alanlarını gezdireyim ve birkaç bilgi vereyim,” dedi. Artemis’e döndü ve “Seni yalnız bırakmak istemezdim hayatım ama Anka’yı o kadar çok lafa tuttum ki antrenmanları kaçırdı,” dedi, bir nevi ondan izin alıyordu.

Artemis elini gelişi güzel sallayıp “Gidin tabii. Atlas birazdan yanımda olur, tek kalmayacağım,” dedi, Poseidon’u onu tek başına bıraktığı için vicdan azabından çekip kurtarmaya çalıştı. Bende ayaklandığımda son kez Artemis’e gülümsedim. “Güzelce soluklan,” dedim, samimi bir sesle.

“İşiniz bitince güzel bir akşam yemeği yeriz ve birbirimizi daha yakından tanırız,” diye bir öneri ortaya attı Artemis. Poseidon çoktan bulunduğumuz alandan çıkmış, beni bekliyordu. “Harika olur,” dediğimde ona el salladım ve Poseidon’un peşine takılmak için Artemis’in yanından ayrıldım.

Poseidon önden ilerlemem için geride durdu, önüne geçtiğimde ise sakin adımlarla arkamdan geldi. Hakan’ı yere oturmuş bir vaziyette gördüm, kullandığı kılıç hemen önündeydi ve nefes nefese kalmıştı. Kumral saçları dağılmıştı ve bir kısmı terden alnına yapışmıştı. Gözlerim tekrardan Anka kuşu dövmesine takıldı ve o anda bana baktığını, nereye odaklandığımı gördü çünkü bir elini dövmenin üzerine koyarak kapatmaya, benden gizlemeye çalıştı.

Olan olmuştu. Dövmesini çoktan görmüştüm zaten, saklamasının hiçbir anlamı kalmamıştı.

Gözlerimiz kesiştiğinde ise yürümemi yavaşlatmıştım. Hızla oturduğu yerden kalktı ve arkaya bir yerlere fırlattığı tişörtünü alarak başından geçirdi ve Anka kuşu dövmesini tamamen gizledi. Karşısındaki adamla bir tokalaşma yaptıktan sonra antrenman alanından ayrıldı.

“Burası kılıçlarla dövüş alanı,” dedi Poseidon, Hakan’ın çıktığı yeri gösteriyordu. Az önce tokalaştığı adamı gösterirken de “Bu da eğitmenimiz Fırat,” dedi. Fırat’a baktım, Ares gibi yapılı bir vücuda sahipti ancak Ares’ten daha kısaydı. Aklıma Ares’in gelmesi üzerine kendimi kötü hissettim. Hermes ile kaçıp gitmişlerdi ve tek bir kelime dahi etmemiş, karşı çıktığını gösterecek bir şey söylememişti.

Poseidon Fırat’a el salladığında eğitmen bize döndü ve aynı şekilde geri el salladı. Ayıp olmasın diye bende elimi kaldırdım ve gülümsedim, bu seferki zoraki bir gülümseme olmuştu. Kılıç dövüşlerinin olduğu alanda çok fazla bir şey yoktu, büyük ihtimalle kılıçların bir yere denk gelmemesi içindi. Oldukça keskin oluyorlardı.

Biraz daha ileriye gittiğimizde Atlas’ı gördüm, sırtı bize dönüktü ama onu tanımıştım. Oku yaydan geçiriyor ve atışını sağlamak için kendine zaman kazandırıyordu. Yanındaki insanlar ise onu hayretle izliyorlardı. “Burası ise biricik sevgilim Artemis’in alanı. Okçuluk eğitimini o veriyor,” dedi gururlu bir şekilde. Resmen ona duyduğu gururdan dolayı göğsü kabarıyordu, duruşu anında değişiveriyordu.

“Şimdi Atlas da geldiğine göre bu alanı birlikte idare edecekler,” dedi, Atlas’ın gelmesinden ötürü büyük bir mutluluk duyuyordu. Hem sevgilisi ikizine kavuştu diye hem de Artemis tek başına onca kişiyi eğitmekle kalmayacaktı diye. Yine, her koşulda Artemis’i, kendi tabiri ile biricik sevgilisini düşünüyordu.

Gözlerimin dolduğunu o ana kadar fark edememiştim. Poseidon benim bu halimi görmeden çabucak gözlerimin altındaki ıslaklığı sildim ve sahte gülüşümü dudaklarıma yerleştirdim. “Seneler sonra birbirlerine kavuşmuş olmaları harika,” dedim, sesim kısık çıkmıştı ama Poseidon beni duymuştu.

Okçuluk alanı biraz daha genişti ve tam atış yapacakları yerlere tahtalar dizilmişti. Sırasıyla herkes yerine geçerek atışlarını isabet ettirmeyi amaçlıyorlardı, bir kısım başarılı olurken bir kısımda okları benim ilk denememde yaptığım gibi toprağa, çimlerin arasına atıyorlardı. İlk ok atma maceram bir fiyasko olmuş olsa da çok eğlenmiştim, aklıma gelince kendi kendime güldüm. Komikti.

Okçuluk kısmını da geçip daha da ileriye gittiğimizde Athena ve Morpheus’u gördüm. İkisi karşı karşıyaydı ve biraz gerilerinde ellerini arkasında birleştirmiş ikisini izleyen uzun saçlarının bir tarafı pembe bir tarafı da lila renkte olan bir kadın duruyordu. Saçları çok canlı ve hoş görünüyordu, iki yandan at kuyruğu yapmıştı.

“Arkadaşların özel olarak bu kısmı seçtiler,” dedi Poseidon, Athena ve Morpheus’u izlediğimi gördü. Dönüp ona baktığımda “Bu kısımda ne öğretiliyor?” diye sordum merakıma yenik düşerek.

“Çıplak elle dövüş. Üç tip dövüş sanatı vardır ve bunlar sırasıyla, Savunma, Saldırma ve Yok Etme,” dedi Poseidon gülerek, anlattıkların etkilenmişe benziyordu. Kendisinin de bu alanda çalıştığını düşünmeye başlamıştım. Eğer öyleyse de eğitmen kendisi değildi.

Yeniden onları izlemek için döndüm. Yanlarındaki kadının talimatlarına uyuyorlar, onu dinleyerek yumruklarını havaya kaldırıyorlardı. Hem çok tatlı hem de çok kafaları karışık görünüyorlardı. Çenemle saçının bir tarafı pembe bir tarafı lila olan kadını gösterdim. “O kim?”

“İsis. Dövüş sanatları eğitmenimiz,” dedi soruma yanıt olarak.

“İsis,” diye tekrarladım, kulağa çok eşsiz geliyordu. Poseidon açıklama olarak, “Büyü tanrıçasından almış ismini. Mısır mitolojisinde geçiyormuş. Gördüğün gibi farklı boyutlardan birçok insan barınıyor bu yerde,” dedi.

Daha fazla meraklanmaya başlamıştım. “Kendine has gücü büyü yapabilmesi mi?”

Poseidon yarım yamalak güldü. “Herkes üzerinde işlemese de evet, asıl gücü büyü yapabilmesi,” diye mırıldandı. Birine büyü yapmak nasıl olurdu acaba diye düşündüm. Büyü dediğin sadece kötülük için yapılmazdı değil mi?

“Bir dakika,” dedim bir aydınlanma yaşayarak. Kafam gittikçe daha fazla allak bullak oluyordu.

Poseidon bir şey demeden sorar gözlerle bana baktı. “Büyüyü yalnızca İsis yapmıyor. Bu nasıl mümkün olabilir?” Aklıma küllerinden doğan katil, Trivia ve Venüs geldi, onlarda büyü yapabiliyordu.

“Başkalarının da büyü yaptığını mı ima ediyorsun?” Hemen başımı salladım. Bana bir açıklama sunabilecek miydi, heyecanla beklemeye başladım.

“İsis dışında büyü yapabilenler olabilir, bu imkânsız ya da olmaması gereken bir durum değil. İsis’in yaptığı büyüler karşı taraftaki insanların büyülerini bir bıçak gibi kesebilir, o derece kuvvetli büyüler.”

Vay be. Demek İsis istese o kendini bilmez Trivia ve Venüs’ün büyülerine karşı bir büyü yapabilir. Bu bilgi beni iyice keyiflendirdi. Sırıttığımda Poseidon’un kaşları havalandı, bana deliymişim gibi bakıyordu. “Büyü yapan başka kimi gördün Anka?”

Tam ona bir cevap sunacakken Vulcan yanımıza geldi ve konuşmamız yarıda kesildi. “Poseidon,” dedi. Ardından bana döndü ve başıyla ufak bir selam verdi. “Bir sorun mu var?” Poseidon’un kaşları çatıldığında onu ilk kez bu haliyle görüyordum. Dünden beri hep gülümseyen adam bir anda öfkesine yenik düşmüştü. “Kayra nerede?” diye sordu bu kez.

Vulcan ellerine bakarak “Bilmiyorum. Onu bulamıyorum,” dedi. Başını eğmiş, Poseidon’un öfkeyle bakan ela gözlerinden kaçınıyordu. Belli ki Vulcan daha önce Poseidon’un bu yanını keşfedip tatmıştı ve hiç hoşuna gitmemişti.

“Ne demek bulamıyorum? Her yere baktığından emin misin?”

Vulcan yalnızca başını sallamakla yetindi. Poseidon adeta burnundan soluyordu. Kayra’nın onun üzerindeki etkisini ya da ona vermiş olduğu değeri o an gördüm. Bizden yaşça küçük bir kız olduğu aşikardı, muhtemelen Poseidon onu küçük kız kardeşi gibi benimsiyor, koruyup kolluyordu. Şimdi ise Kayra’ya bir zarar gelmiş olma düşüncesi onu yiyip bitiriyordu.

“O konuşmaktan kaçındığı için her yerde deli gibi ismini haykırdım ama bir ses gelmedi. Belki sen ona seslensen, onu çağırsan ortaya çıkar. Buraya her defasında yeni insanlar gelince kendi köşesine çekiliyor. Nadir de olsa sadece seninle konuşuyor, ona ulaşabilecek olan tek kişi sensin,” dedi Vulcan, elleri titremeye başlamıştı. Üzüntüden miydi yoksa korkudan mı bilmiyordum ama kendisini hiç iyi hissetmediği ortadaydı.

“Bir an bile olsun ondan gözünü ayırmaman gerektiğini sana daha kaç defa söyleyeceğim! Siktir Vulcan!” diye haykırdı Poseidon. İrkilerek birkaç adım geriye kaçtım. Yüzümdeki şaşkınlığı saklamadım, saklayamadım. Poseidon bana baktıktan sonra suratımdaki ifadeyi gördü. “Beni bu şekilde gördüğün için çok üzgünüm Anka. Halletmem gereken önemli bir mesele var,” dedi, sesi daha kibar çıkıyordu bu kez.

Artemis, Poseidon’un haykırışını duyacak oldu ki hemen yanımıza geldi. “Ne oldu?” Poseidon öfke içeren gözleriyle Vulcan’a baktı. Ardından “Kayra ortalıklarda yok,” dedi. Artemis de Vulcan’a suçlayıcı bakışlarını gönderdi. “Gel arayalım birlikte,” dedi, Poseidon’un koluna girerken. Sevgilisini yatıştırmak için ona nazaran soğukkanlı olmaya gayret ediyordu.

Poseidon ve Artemis yanımızdan ayrılırken Poseidon yüksek sesle antrenmanların yapıldığı alanlara doğru bağırdı. “Biraz ara verin! Soluklandıktan sonra eğitimleri daha sıkı bir programla tekrardan düzenleyin.” Onun dudaklarından dökülen emir cümleleri üzerine eğitmenler her ne yapıyorlarsa yapmaktan vazgeçtiler ve Poseidon’a itaat ederek sözünü es geçmediler.

Hızla gözden kaybolup Kayra’yı aramaya gittiklerinde Vulcan’a baktım. Başını kaldırmamıştı, az önce azar işittiği ve benim yanımda yaşandığı için bana bakmaya cesareti kendinde bulamıyordu. “Her insan hata yapar Vulcan,” dedim, amacım onu rahatlatmaya çalışmaktı. Vulcan yavaşça başını kaldırıp bana baktığında gözlerinin dolduğunu gördüm. “Böyle bir hata yapmamam gerekiyordu Anka,” dedi, ilk defa bana ismimle hitap etmişti.

Pişmanlığı koyu yeşil gözlerinden net bir şekilde okunuyordu. Yaptığının aslında bir hata değil de bir dalgınlık sonucu oluştuğunun farkındaydı. Dalgınlığı sebebiyle Kayra’yı takip edememiş, onu gözden kaçırmıştı.

Athena ve Morpheus yanımıza geldiklerinde Vulcan “Yarın görüşürüz,” dedi ve başıyla bana selam verdikten sonra sırtını dönüp gitti. Poseidon ve Artemis’e katılacağını sanmıyorum çünkü yüzü yoktu, Poseidon’dan epeyce çekiniyordu. Poseidon’un sağ kolu olmasına rağmen onu bir patron olarak benimsemişti, biliyordum.

Henüz görmediğim birkaç eğitimci ve çalışma alanları daha vardı. Üç taneyle sınırlı bir yer değildi burası, çok daha fazlasıydı.

“Neler dönüyor? Poseidon baya gergin görünüyordu,” dedi Athena, birbirine geçen kızıl saçlarını düzeltmeyi deneyerek. “Dün yanımıza gelen, hiç konuşmayan çekingen bir kız vardı ya hani, Kayra. Onu bulamıyorlarmış,” dedim olanları özet geçerek.

Morpheus çok ilgilenmemişti, gözleri kamp alanında geziniyordu. “Efdal’ı gördün mü?”

“Hayır. Neden? O sizinle birlikte çalışmıyor muydu?”

“Evet, bir süre çalıştı ama sonra yanağına bir yumruk yiyince canı çok yandı. Yüzü kızardı ve bir anda kaçıp gitti. Muhtemelen eve geçmiştir, gidip iyi mi diye bir kontrol edeyim.” Morpheus da yanımızdan ayrılınca Athena ile bir başımıza kalmıştık.

“Afrodit ve Rabia nerede?” diye sordum çünkü onları da görmemiştim. Poseidon ile sohbete öyle bir dalmıştım ki Efdal da dahil olmak üzere ikisinin de yokluğunu fark edememiştim.

“Rabia her zamanki gibi korkaklık etti, bugün çalışmalara hazır olmadığını, gidip mutfak bölümüne bakacağını, çevreyi gezeceğini söyledi,” dedi Athena umursamaz bir tavırla, omuz silkti.

“Afrodit’e gelince de insanların auralarının birbirine çok karıştığını ve bu nedenle gözlerinin çok yorulduğunu söyledi. En son Atlasların yanında çalışıyordu, o da evine geçmiş olmalı,” dedi, Rabia’dan söz etmesinin aksine daha umursar bir tavırdaydı.

“Yanına gitsem mi acaba?” İkilemde kalmıştım. Sürekli birbirimizi kontrol etme gereği duyuyordum, bu tuhaftı belki ama yine de içim rahat etmiyordu. Athena tekrardan omuz silkti. “Sana kalmış ama bence şu an yorgunluktan bayılmıştır.”

Bir süre durdu ve boynuma doğru baktı, suratını buruşturdu. “Şu aptal kolyeyi neden inatla takıyorsun?” Kolye… Ah, kolye. Küllerinden doğan katilin bana verdiği kolyeyi kastediyordu.

Onu taktığımı unutuyordum neredeyse. Elim refleks olarak kolyeye gitti, ucunu tuttum, parmaklarım kısa bir anlığına kolyenin üzerinde gezindi. “Bilmiyorum, açıklayamayacağım nedenlerden ötürü iyi hissettiriyor,” dedim yalana başvurmayarak.

Athena gözlerini devirdi. Tamamen inadımdan ötürü taktığımı düşünüyordu, fakat zihnime ulaşabildiği durumlarda biliyordu ki tek sebebi inat değildi.

“Ben biraz fazla ara vermeyi düşünüyorum. Zar zor ayakta durabiliyorum şu an. Şu seksi eğitmen bizi haşladı desem yeridir,” dedi Athena, yarım ağız gülerek. İris’i kastediyordu ve onun için seksi kelimesini kullanması gülmeme neden oldu.

“Birileri etkilenmişe benziyor,” dedim alayla.

“Uf, hem de nasıl,” dedi Athena, yarı ciddi yarı alayla. Sonrasında, “Şu güzel içeceklerden içmeye kaçıyorum. Olur da eve geçersen yedek anahtar bende var,” dedi. Göz kırptıktan sonra “Maazallah yine güzellik uykuna falan yatarsın, kapının önünde kalıveririm,” dediğinde tekrardan güldüm.

“Eve geçeceğim ama bu sefer duşa gireceğim. Bugün çalışmaların hiçbirine katılamadım, antrenman yarına kaldı,” dedim. Antrenmanları kaçırmış olmama üzülmüştüm, fakat bir yanım çok hazır hissetmediğinden dert etmedim. Yarın demek yeni bir güne uyanmak demekti. Yarın olabildiğince çok çalışacaktım, tek sıkıntım hangi alana dahil olmak istediğimi kestirememiş olmamdı.

Poseidon ile verimli bir konuşma gerçekleştirdiğimizi düşünüyordum. Konuşulacak, üstünde durulacak birçok konu daha vardı biliyordum, onlarda yarını beklerdi.

Athena ile kısa bir vedalaşmanın ardından eve geçmek için hareketlendim. İçimden geçenleri bastırmaya çalışıyordum çünkü içimdeki ses bana Kayra’nın bulunmayacağını haykırıyordu. Bulunmamak demeyelim de sağ bulunmayacağını diyelim. Bunu düşündüğüm için bile kendimden tiksinmiştim ancak sezgilerime karşı koyamamıştım.

Boşuna aramayın, diyordu iç sesim. O çoktan gitti.

Taşlı yoldan sola dönüp evlerin olduğu kısma geldiğimde biraz ileride yürüyen kişinin Hakan olduğunu gördüm. Tam ona seslenecektim ki Atlas’ın benden önce davranarak bana seslendiğini duydum. Sesin geldiğini yöne dönmeme vakit kalmadan Atlas yanımda bitmişti.

Yanımızdan geçip giden farklı yüzler bizlere selam veriyordu, özellikle de Atlas’a. Artemis’in ikizini bulduğunu duymuş olmalılardı çünkü bir tane çıtı pıtı bir kız Atlas’ı görünce kocaman gülümseyerek, “Artemis ve senin adına çok sevindim,” dedi. Ne kadar da çabuk duyulmuştu. Atlas ise kibarlık göstererek yalnızca gülümseyerek yetinmişti.

“Bugün hiç çalışmadın. Hemen eve mi kapanacaksın?”

“Yarın çalışırım,” deyip geçiştirdim.

Önüme geçip geri geri yürürken “Madem öyle, o zaman yarın yanımıza gelsene. Afrodit az çalışmasına rağmen baya yol kat etti,” dedi. Deniz mavisi gözlerinin içi gülüyordu. İkizine kavuştuğundan beri enerjisi, keyfi ve gülüşü yerindeydi. “Uğrarım,” diye mırıldandım. Cevabımdan pek tatmin olmamıştı ancak çok sallamadı.

Yürümeyi bıraktığında bende ona eşlik ederek durdum. Bakışlarım eve girmek için anahtarını arayan Hakan’a kaydı. Tesadüfen kafasını çevirdiğinde bizi gördü. Atlas’ın sırtı ona dönüktü ama bakışlarının donukluğundan yanımdaki kişinin Atlas olduğunu uzak mesafeden de olsa anladığını biliyordum.

O anda fark ettiğim şey karşısında şaşkınlığımı saklayamadım. Hakan’ın kolunda beyaz bir sargı bezi vardı.

“Gitmem gerekiyor,” dedim, Atlas’ın yüzüne bile bakmıyordum, tek odağım Hakan’ın kolundaki sargı bezi olmuştu. Yanından geçip giderken Atlas’ın soğuk bir sesle “Görüşürüz,” dediğini işittim. Neyse ki benimle aynı yöne doğru yürümüyordu, ya arka taraflarda kalıyordu ya da evine geçmeyecekti. Onu nereye yerleştirdiklerini bilmiyordum ama yüksek ihtimalle Artemis’in kaldığı evin yakınlarında bir yerdeydi.

Hakan’a yetişebilmek adına adımlarımı hızlandırdım. Anahtarı deliğe sokup kapıyı açmaya yeltendiğinde onu durdurdum. “Afrodit çok yorgunmuş, dinleniyordur şu an. Onun rahatını bölme,” dedim, başka nasıl eve girmesini engelleyebilirdim bilmiyordum.

Gözleri bana dokunmuyordu, anahtara bakıyordu. Dediğimi yaparak kapıyı açmadı, öylece bekledi. “Yaralandın mı?” diye sorarken gözlerim koluna kaydı. “Önemli bir şey değil. Kılıçla çalışırken ufak bir çizik oldu sadece o kadar,” diye geçiştirmeye çalıştı.

“Hakan,” dediğimde diretiyordum. “Gel yarana bakayım, iyileştireyim,” dediğimde sesim kısık çıkıyordu. Bu defa koyu kahverengi gözlerini yüzüme çevirdi. Göz ucuyla ona baktım, bir taraftan da kolundaki sargı bezine bakıyordum. Yarası çok mu derindi?

Aptalsın kızım sen, aptal. O seni Sirenlere teslim ederken düşünmemişti. Sen onun kendine yaptığı ufak yarasını neden önemsiyorsun? Hatırla, senin yanık izinin sebebi sen değildin.

“Rabia baktı zaten yarama. Bezi de o sardı,” dedi, buz gibi bir sesle. Onun yerine benim sesimin buz gibi soğuk çıkması gerekiyordu. O gece olanlardan sonra ikimizde bir şekilde değişmiştik. İyi miydi kötü müydü, orası muamma.

“Yaranı iyileştirebileceğimi bilmene rağmen neden bana gelmedin de ona gittin? Onun tek yapabildiği özensizce bağladığı bu sargı bezi,” dedim, anlık hissettiğim öfkeme yenik düşerek. Tercihini ondan yana kullanmış olmasına karşı kızgın hissediyordum.

Ama hissetmemeliydim, değil mi? Neden kızıyordum ki zaten. Kaç defa ne hali varsa görsün dememiş miydim kendime? Şimdi neden onu bu halde görünce hem sinirlenmiş hem de içim acımıştı?

Aptalsın kızım sen, aptal.

“Sus artık!” diye haykırdım. İç sesime kızıyordum ve Hakan bunu bilmediği için gözlerini kocaman açmış beni izliyordu. “Bir şey dememiştim,” diye mırıldandı.

“Benimle gel,” dedim, volümümü indirmeye çalıştım.

Boş boş yüzüme bakmayı sürdüğünde “Benimle gel,” dedim, yeniden. Anahtarı soktuğu delikten çıkartırken tereddüt içerisindeydi. “Afrodit’i uyandıracaksın işte. Gel benimle.”

“Annem gibi konuştun,” diye fısıldadı, sesine keder uğramıştı.

Anahtarı takıp kapıyı açtığımda içeri geçmek için bekledim. Tam arkamda duruyordu, nefesi enseme değiyordu. Ani bir titremenin ardından içeri girdim ve onun da geçmesi için kenara çekildim. Annesi gibi konuştuğumu söylemesi yüreğimi yakmıştı. Annesine düşkün bir çocuk olmuşken ondan beklediği şefkati alamamıştı. Şimdi ise benim ağzımdan çıkanlar ona annesini hatırlatmıştı.

Hakan içeriye geçtiğinde kapıyı kapattım. Koltuklardan birini işaret ederek “Otur,” dedim. Emri vaki konuşmayı planlamamıştım ancak sesim sert çıkmıştı. Söylediğimi ikiletmeden koltuğa geçti ve otururken gözleri benim üzerimde geziniyordu.

Anka kuşu dövmesini gördüğümü, benden saklayamadığını kelimelere dökmek için doğru bir zaman mıydı bilmiyordum ama sormayı seçtim. “Neden yaptırdın?” Gözlerimi onunkilere kilitlemiştim. Gözleri iyice açılırken neyden söz ettiğimi çok iyi bildiğini gördüm. Lakin bozuntuya vermeyerek “Neyi?” diye sordu.

“Salağa yatma Hakan,” dedim, sert bir sesle. Tam önünde, tepesinde dikiliyordum, yanına oturmamıştım ya da herhangi bir koltuğa geçmemiştim. “Neyi neden yaptırdım?” diye diretti, onun da sesi sert çıkmaya başlamıştı.

“Dövmeyi,” diyebildim en sonunda.

Yarım ağız güldü. “Hoşuma gitmişti, yaptırmıştım. Bunun ne önemi var? İstediğim dövmeyi yaptıramaz mıyım?” Resmen alaya vuruyordu, bilerek yaptığını biliyordum. Elbette ki beklediğim itirafı bana sunmayacaktı, hep yaptığı gibi kaçıyordu.

Peki ben neden kovalıyordum?

Sana nasıl hissettirdiğini hatırla.

Benden bir yanıt alamadığında “Yaraya bakacağını söylediğin için gelmiştim,” dedi. Ardından “Eğer beni sorguya çekeceksen gidiyorum,” dedi tehditvari.

“Üstünü çıkar,” dedim.

Afallayarak bana baktı. “Yaram göğsümde değil Anka,” dedi, soğuk bir sesle. Sanki ben bunu göremiyordum.

“Ne zaman yaptırdın? Benden vazgeçmeyi o kalın kafana soktuktan sonra mı? Söylesene Hakan, ne zaman ve neden yaptırdın?” Artık volümüme karşı gelemiyordum, bir anda yükseliyordu. Karşı koymakta istememiştim, ne kadar sinirlendiğimi görmesini istiyordum.

Dilediği başka bir dövmeyi yaptırabilirdi ancak Anka kuşu dövmesi birçok anlam taşıyordu. Ben öyle falan sanmıyordum, bu sefer gerçekten bir sebebi vardı o dövmeyi yaptırmak istemesinin. Sadece hoşuma gitti yalanına kanmıyordum, kanmayacaktım.

“Kolum acıyor. Çıkartamam üstümü,” dediğinde gözlerini benden kaçırdı ve kolundaki sargı bezine baktı. O sargı bezine bakarken ben inatla ona bakmaya devam ediyordum. Önünde sonunda bana bir açıklama sunacaktı.

“Yaptırdığın dövme Anka kuşu Hakan,” dedim, ses tonum daha sakin çıkıyordu. Anka kuşu derken bilerek bastırarak söylemiştim.

Güldü ancak bu sahte bir gülmeydi, keyif almıyordu.

Koyu kahverengi gözleri yeniden beni bulduğunda ifadesi değişmişti. “Canım istedi, yaptırdım Anka. Bu kadar basit,” diye diretti ardından hiç beklemediğim bir hareketle beni belimden tuttu ve kucağına oturmama neden oldu. Elimi nereye koyacağımı bilememiştim, ilk önüme gelen yere, omuzlarının üzerine yerleştirdim.

Yan oturur vaziyetteydim, bacaklarım sarkıyordu.

Yüzüne baktığımda çoktan beni izliyor olduğunu gördüm. Kalbim neredeyse kulaklarımda atıyordu, bu nasıl bir heyecandı böyle?

“Nefes al, Anka,” dedi. Nefesimi mi tutuyordum?

“Yarana bakayım,” diye fısıldadım güçlükle. Art arda yutkunuyordum, boğazım yanıyordu ama acıdan değildi, heyecanın verdiği adrenalinden ne yapacağımı bilemez bir hale gelmiştim. Bu çok, çok saçmaydı.

Kucağı tahmin ettiğim gibi sıcaktı. Vücuduma verdiği elektrik ise çok farklıydı, hayal edemeyeceğim bir enerjiydi. Ne çok iyiydi ne de çok kötü. Ortalarda bir yerdeydi ama ben yine de her şeye rağmen olduğum konumdan mutluluk duyuyordum. Bu çok, çok saçmaydı.

“Nasıl nefes alacağını biliyorsun değil- “

“Sus Hakan,” dedim. “Konuşma.” Çünkü o her ağzını açtığında dudaklarından dökülen sözler bana değiyordu, içimi hoş bir sıcaklık kaplıyordu.

Omuzlarındaki ellerim kasılmaya başladı, bunu o da fark etti. Bu yüzden başını çevirerek omzundaki elime baktı. Sıkı tutmuyordum, adeta bir yabancı gibi parmaklarım tişörtünün uçlarına dokunuyordu. Ona bu koşullarda dokunmak istemiyordum, gerçek bir aşkı tadarken ona dokunmayı, onu hissetmeyi istiyordum, hem de tüm kalbimle, tüm benliğimle.

Bu saçma mıydı? Belki evet belki de hayır.

Ama sanırım evet, bu çok saçmaydı.

“Yaran,” dedim, sesimi çıkarmayı başardığımda. Yarasına bakıyordum, yüzüne bakamıyordum çünkü ona baksam o derin koyu kahverengi gözlerinde kaybolacaktım ve bunu istemiyordum. Hayır, şimdi değil. Şu anda değil. Biz tüm gerçekleri yaşamadan olmazdı.

Daha sonra ne yaptığının farkına vararak beni yanına oturttu, bunu yaparken dikkatli davranmıştı. Kıçıma değmemek için ekstra çaba sarf etmişti ama ben onun ellerinin bana değmesini istemiştim. Kalbimin çarpıntısı yavaşlamaya başladı çünkü ondan uzaklaşmıştım, her ne kadar yanında, dibinde otursam da.

“Madem o kadar çok ısrar ediyorsun. Bak bakalım,” dedi, bu defa ses tonu soğuk değildi.

Sargı bezini titremekte olan ellerimle çözmeye başladım. Bu işlemi yaparken ona bakmamaya özen gösteriyordum ama onun benim her adımımı izlediğini biliyordum. Ona bakmasam bile onun gözlerinin üzerimde gezindiğini her nasıl oluyorsa hissediyordum.

“Ah,” diye inlediğinde bakışlarım direkt onunkileri buldu. Gülüyordu, keyfi yerindeydi. Bilerek yapmıştı, canı aslında acımamıştı. Omzuna bir tane geçirmek istedim ama bu isteğimi dizginlemeyi başardım. Kaşlarımı çatarak ona bakmayı sürdürdüğümde gülüşü genişledi.

“Komik mi? Neye gülüyorsun?”

“Tepkini ölçmek istemiştim,” dedi, çok basit bir tabirle. İkimizde yıllar önceki halimiz gibiydik. Yani birer çocuk gibi davranıyorduk. Geçmişe perde çekemediğimiz için hâlâ o zamanlara dönüyor, çocukken yaşadıklarımızı yeniden alevlendiriyorduk.

Bu yüzden bu kadar salakça davranıyordum. Geçmişten bir türlü arınamadığım için sanki hâlâ 6 yaşındaymışım gibi geliyordu. Hakan’ın yanında hep 6 yaşındaki o halim gibi davranıp duruyordum. Ciddi olmak için ne kadar efor sarf ettiğimi bir tek ben biliyordum ama maalesef bu her zaman mümkün olamıyordu.

Çocukluğuma geri dönüyordum çünkü o zamanları çok özlüyordum. Elimde olmayan bir şeydi.

Omuz silktim. Hem geçmişi düşünmekten kaçmak için hem de Hakan’ın şimdiki komik olmayan saçma oyunuyla şu an uğraşamayacağım için. Bezi koltuğun tepesine koyduktan sonra kanı kuruyan yarasına baktım, çok derin değildi. Bir çizik gibiydi ama bilirsiniz, ufak çizikler kanamalara en çok neden olanlardır.

Kan veya yara görmek beni her zaman huzursuz etmiştir. Öyle ki, Hakan ile oyun oynadığımız zamanlarda düşüp dizimi kanattığımda bayılacak gibi oluyordum. Olayları dramatize etmeyi seviyordum o zamanlar, ya da Hakan benimle ilgilensin, yarama baksın ve canım yanmasın diye dizime üflesin istiyordum. Keza öyle de yapıyordu.

“Sana önemli olmadığını söylemiştim,” derken yarasıyla dalga geçiyordu. Derin bir kesik olmamış olması onun yaralanmadığı gerçeğini değiştirmiyordu. Gözlerimi devirdiğimde ellerimi koluna, yaranın etrafına koydum. Başka minik dokunuşlarla hareket etsem de sonrasında parmaklarım yaranın tam üzerinde gezindi.

“Ben sana bir iz bırakmışken sen neden benim yaramı iyileştirmek istiyorsun?” diye sordu, pat diye.

Parmaklarım durakladı ama geri çekmedim. “Biraz sesini kes de odaklanabileyim,” dedim, sert olmaya çalışmıştım ancak sesim cılız çıkmıştı.

“Benden nefret ettiğini sanıyordum,” dedi, bu kez de.

Her ne kadar ondan nefret edebilmeyi istesem de bunu yapamayacağımı hâlâ nasıl kavrayamamıştı?

“Birçok sebebim olmasına rağmen senden nefret etmediğimi bilmen gerekirdi,” diye fısıldadım. Benimle her konuştuğunda, sesini her işittiğimde dikkatim dağılıyor, bir türlü odaklanamıyordum. Yarayı iyileştirmek için odaklanmam gerekirdi, gözlerimi kapatarak yaranın acısıyla birlikte yok olduğunu imgelemem lazımdı.

“Liste fazla kabarık sanırım,” dedi, soru sorar gibi. Tanrım, o güzel çeneni kapa artık.

“Hakan susacak mısın?” diye sordum, bakışlarımı ona çevirdim. Bir an bile olsun beni izlemekten vazgeçmiyordu. Başını olumsuz anlamda iki yana salladı ardından dudaklarını ıslattı. “Çok istiyorsan susturmayı kendin dene,” dedi, meydan okurcasına.

Aslında ne alay ediyordu ne de ciddiydi. O da ne yapacağını bilmeyen, çaresizce çırpınan küçük bir çocuk gibiydi. Aramızda olanlar çok karmaşıktı, her türlü duyguyu barındırıyordu.

Bir anda gözlerim irileşince dudaklarını birbirine bastırdı, uzun zamandır takınmadığı ifadeyi takındı, maskesini indirdi ve suratı bir anda ciddileşti. O da karşı koyamıyordu işte. Bunun farkında olması onu daha çok öfkelendiriyor, kendisine kızmasını sağlıyordu.

Ani bir hareketle kolunu benden kurtardı, koluna baktığımda ise yarasının bir kısmının geçtiğini gördüm. Sadece yarısına kadar iyileşmişti, bunu da onunla konuşurken yapmış olmalıydım. Eğer kolunu çekip kurtarmasaydı yara tamamen iyileşecekti.

Koluna baktıktan sonra “Böyle de oldu. Sağ ol,” dedi, büyük bir soğuklukla.

Yerinden kalktığında bende kalktım. Kapıya ilerlemeden önce dönüp bir kez daha bana baktı. Bu kez beni baştan aşağı iyice inceledi. Siyah tulumu fark ettiğinde ağzı şaşkınlıkla açıldı ardından geri kapattı. Bakışları yavaşça yüzüme doğru ilerlerken boynumda takılı kaldı. Sırtını dikleştirdikten sonra “O kolyeyi takmaya devam mı edeceksin?” diye sorarken daha çok hesap soruyor gibiydi.

“Sen ne zaman bir göt gibi davranmayı bırakırsan kolyeyi o zaman çıkaracağım.”

Koyu kahverengi gözleri direkt benimkileri buldu, bakışlarıyla adeta ezip geçiyordu. “Artı olarak o Anka kuşu dövmesinin asıl sebebini söylemeye karar verdiğinde,” diye ekledim.

“Sebebini bildiğin bir soruyu sorma,” dedi, dişlerinin arasından.

“Bana olan o muhteşem aşkından mı?” diye sorarken alayla güldüm. Sonrasında “Bana hissettirmeyi beceremediğin aşkın götüne girsin Hakan,” dedim, gülmeyi kesip ciddileştim.

“Nedenini biliyorsun Anka,” diye açıklama yapmaya başlayacaktı ki elimi kaldırarak onu durdurdum. “Bu bir neden değil,” dedim, öfkeyle. Başlamıştık yine atışmaya. Söz konusu biz olunca hiç olgun davranamıyorduk. Yetişkin insanlar gibi değil de yine çocuk halimiz gibi didinip duruyorduk.

“Bu konuyu bir daha açmayız sanıyordum,” dediğinde gerçekten de şaşırmıştı.

“Canım istedi,” dedim, onun bana aynı şekilde söylediği gibi. Dövmeyi neden yaptırdığını sorduğumda bana bu şekilde geçiştirici bir yanıt vermişti.

“Bende senin beni görmek dahi istemediğini sanıyordum,” dedi, aynı tavırla bana üstünlük taslamaya çalışıyordu. Lafları ile beni susturmayı başarıyordu, bundan hoşlanmıyordum.

Dışarıdan, antrenman alanlarının oradan sesler yükseldiğinde ikimizde kapıya doğru baktık. Bağırışlar, çağırışlar ve kaçışlar. Neler oluyordu? Gözlerimi kısa bir süreliğine kapattım ve derin nefesler aldım, ardından gözlerimi geri açtığımda Hakan çoktan kapıyı açmış, başının bir kısmını dışarıya çıkarmış sağına bakıyordu.

Vücudu titrediğinde “Hermes,” diye mırıldandı.

Ne? Ne dedi o? Kim?

Yanına gittiğimde onun yaptığını yaparak sadece başımı çıkarttım. Hermes, yanında Ares, Trivia ve Venüs ile birlikte kamp alanının girişinde duruyordu, hepsi yan yana dizilmişti. Hermes’in dudaklarındaki korkutucu gülümsemesini buradan bile görebiliyordum. Kucağında birini tutuyordu, kim olduğunu seçememiştim.

Hani bu alana onlar giremezdi? Nasıl buraya ayak basmışlardı? Bu denli çabuk ve basit olmamalıydı.

Hermes’in gözleri etrafta gezinirken bir anda bizi gördü. Başıyla birlikte bedenini de bizim durduğumuz tarafa çevirdiğinde kucağında yatan kişiyi gördüm, Kayra idi.

Ve Hermes’in kucağında hareketsiz bir şekilde duruyordu.

Pis sırıtışı genişlediğinde gözlerindeki anlamda derinleşti. Kin, heyecan, nefret, öfke… Hepsi birbirine karışmıştı ama en belirgini ise zaferdi. Zafer kazanmış gibi duruyordu, ona bakınca midem bulandı.

Hepimizin arkasından kuyumuzu kazmaya çalışmasını geçmiştim artık, tek düşündüğüm Athena’ya yaptığıydı. Ona olan nefretimden midem bulanıyordu, ondan korktuğumdan falan değildi.

Poseidon ve Vulcan koşarak onların önünde durdu, Poseidon’un korkarak bakan gözleri bir an bile olsun Kayra’dan ayrılmıyordu. Artemis ve Atlas da yanlarına geçip durduğunda Hermes sadece bana odaklanmıştı. Trivia ve Venüs aynı anda kahkaha atmaya başladı, ikisi de elinde zincir tutuyorlardı ve zincire baktığımda ise Atlas ile karşılaştığımız iki başlı köpekleri gördüm.

Hazırlıksız gelmemişlerdi, yanlarında kendilerini koruyabilecekleri yaratıkları getirmişlerdi. Evet, iki başlı köpekler benim gözümde masum değil, birer yaratıklardı.

Gözlerim hepsinin üzerinden geçerken Ares’i gördüm, o da elinde zincir tutuyordu. Tam yanında üçüncü bir iki başlı köpek vardı. Trivia ve Venüs’ün yanında duruyordu ve tek yaptığı Atlas ile bakışmaktı. Atlas’ın kaşları çatıldığında bir küfür savurdu, ne dediğini tam duyamamış olsam da sağlam bir küfür olduğuna emindim. Trivia daha fazla keyiflendi, Venüs ise alt dudağını büzdü.

“Anka kuşu ve Mirza!” diye seslendi Hermes bize doğru. Buz gibi kahkahası yankılandı. Poseidon, Hermes’in üzerine doğru yürüyecekken Trivia’nın tuttuğu iki başlı köpek öyle bir kükredi ki sesi kulaklarımı doldurdu, suratımı buruşturmama neden oldu.

“Rahat durmazsan üstüne salarım,” diye tehdit etti Trivia. Venüs ise “Yapsana, çok eğleniriz,” dedi gülerek. Birbirlerine baktılar ardından aynı tizlikte bir kahkaha koyuverdiler. “Orospu çocuğu!” diye bağırdı Hermes’e doğru, fakat Hermes onu kâle almadı.

Benim ise odaklandığım tek kişi Hermes idi, onun da bendim. Çevremizde şu an neler dönüyordu hâkim olamıyordum. İnsanların kaçışmalarını duyabiliyordum ama bir tek buydu, gerisi yoktu.

“Orada saklanmayın da buraya gelin hadi.” Açıkça bize meydan okuyor, bizden üstün olduğunu göstermeye çalışıyordu.

Hakan’ın bedeni kasıldı, ellerini yumruk haline getirmişti ve burnundan soluyordu. Bir adım atarak evden tamamen çıkmıştım. Hakan da arkamdan geldi ve hemen yanımda durdu. “O kadar uzaktan olmaz ama hadi. Biraz daha yaklaşsanıza, ne o yoksa? Korkuyor musunuz?” Güldü ve o her güldüğünde kusmak istedim.

Sanki bir kıyametin ortasına düşmüştük. Hayır, hayır.

Kıyametten önceki son duraktı. Birazdan kıyamet kopacaktı ve o esnada ne yapacağımı bilmiyordum.

Trivia bize döndüğünde kırmızı gözleriyle karşılaştım. Gözlerinde hiçbir anlam olmamasına karşın bana hissettirdiği duygu yoğun bir anlam içeriyordu. Korkutucu bir şekilde gülümsedi ardından ise dudaklarından hiç duymak istemeyeceğim bir cümle döküldü.

“Sizi tekrardan görmek büyük bir şeref, minik fareler.”


^^^


Selamlar tekrardan. Kitapla, karakterlerle veya gidişatla alakalı fikirlerinizi çok merak ediyorum. Lütfen yorumlarda benimle birlikte paylaşmayı unutmayın :')

Keyif alarak okuduğunuzu umuyorum. Oy verirseniz beni çok mutlu edersiniz <3

Beni takip edebilirsiniz:

instagram: semina.akaydin

Bölüm : 29.07.2024 21:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...