

KÜLLERİN DOĞUŞU SERİSİ
2.KİTAP – TENEBRIS
2.BÖLÜM: “ÇİÇEK TARLASINDAKİ ÖLÜ PAPATYA”
Bölüm Şarkıları: The Fray – How to Save a Life,
NF- Paralyzed
^^^
GEÇMİŞTEN BİR KESİT:
“Hakan! Biraz yavaş koş! Sana yetişemiyorum,” diye bağırdı küçük kız. Nefes nefese kalmıştı fakat koşmaya devam ediyordu. Arkadaşına yetişebilmek için koşmaya ara vermemeliydi çünkü çocuk gerçekten de çok hızlıydı.
“Senin bacaklarının benimkilerden kısa olması benim suçum değil!” diye seslendi Hakan. Kızın kendisini göremediğini bildiğinden kendi kendisine güldü. Onunla atışmaya bayılıyordu. Kız, onun en iyi arkadaşı olmuştu.
“Çok pisliksin!”
Hakan kahkaha attı. Koşuşunu bilerek yavaşlatmıştı çünkü kızın ona yetişmesini istiyordu. Yan yana koşarlarken ona bakıp kızaran yanaklarını seyretmek çok hoşuna gidiyordu. Hele şu tatlı suratında olan çilleri yok muydu… Hakan o çillere hayrandı.
Kız, nefes nefese “Nerede bu çiçek tarlası? Çok yoruldum!” diye hayıflandı. Artık koşmayı bırakmıştı; Hakan’a yetişmeyi de. Aralarında çok mesafe kalmadığından Hakan da durdu ve dönüp arkadaşına baktı.
“Az kaldı Anka. Hadi! Ablama papatyalar götüreceğim! Çok sevinecek!”
“Peki ya ben? Bana da çiçek çalacak mıyız oradan?”
Hakan gülmeye devam etti. “Çiçek çalmayacağız Anka. Sadece ödünç alacağız,” dedi ama ödünç almayacaklarını ikisi de biliyordu. Ayrıca çiçek tarlasından bir iki tane çiçek koparsalar, bunu kim fark edebilirdi ki? Koskocaman bir yerdi orası. Büyülü bir yer gibiydi adeta.
Rengârenk çiçeklerin olduğu, insanın içini açan çiçeklerle dolu geniş bir tarlaydı. Sahibini de birkaç kere görmüşlerdi. Yaşlı, kısa boylarda sevimli bir teyzeydi. İki arkadaşın, kendi tarlasından masumane bir amaçla çiçek koparmaları görse de bir şey demezdi herhalde.
“Ödünç almayacağımızı biliyorum! Altı yaşında olabilirim Hakan ama salak bir kız çocuğu değilim ben!” dedi Anka, sanki hakarete uğramışçasına. Kızdığında ne de sevimli oluyordu. Yanakları al al olmuştu ve burnunun ucu da hafiften kızarmıştı.
“Özür dilerim, haklısın. Sana salak demedim zaten. Seni kırdıysam üzgünüm, miniğim.”
“Beni kırmadın. Şaka yapmıştım!” diye şakıdı Anka. İşaret parmağını Hakan’ı gösterecek şekilde doğrulttu. “Bu kadar kolay kanma her söylediğime şapşal çocuk.” Güldü. Gülüşü kahkahaya dönüştüğünde koyu kahverengi gözlü arkadaşı da ona katıldı.
Keyifleri pek yerindeydi. Bundan sonraki yıllarda hiç bu kadar fazla kahkaha atamayacaklarını bilmeden gülmeyi sürdürüyorlardı. Bir bilselerdi, aralarındaki o güçlü gördükleri bağın çok kısa bir zaman sonra kopacağını… İşte o zaman, şu anda oldukları kadar keyifli olmayacaklardı.
“Söz konusu sen olunca,” dedi Hakan, gözlerine samimi duygular yüklenmişti. “Söylediğin her şeye inanıyorum.”
O sırada Anka gülmeyi kesti. İçinden bir şeyler koptu, kırılan bir şeyler oldu. Küçük olduğu için bu duygunun tarifini, nedenini bilmiyordu. Onu rahatsız eden bir his doğdu içine ama başını iki yana sallayarak aniden bulaşan negatifliği kovdu.
Halbuki Hakan ona hoş bir söz söylemişti. Anka neden kötü olmuştu birden? Şimdilik sebebini bilmiyordu fakat ileride öğrenecekti. Er ya da geç ortaya çıkacaktı.
“Anka? Yanlış bir şey mi dedim?”
Hakan, onca yolu kat etmesine rağmen Anka’nın yanına gitti. Kız ilk önce ona baktı ardından bakışlarını yere indirdi. Onun kömürü andıran koyu kahverengi gözlerine bakmak istememişti, çekinmişti. Utanmıştı belki de.
“Hayır. Yanlış bir şey demedin. Ben sadece ne olduğunu anlamadım ama içimde bir his beni durdurdu.”
“His mi? Ne hissi?” Hakan, Anka’nın kafasını kaldırıp kendisine bakması için içinden yalvarıyordu.
“Bilmiyorum,” dedi çünkü sahiden de bilmiyordu. “Beni engelleyen farklı bir his. Söylediğin şey hoşuma gitmişti ancak sonra o güzel his engellendi. Kayıp gitti.” Başını kaldırıp kendisini izleyen arkadaşına baktı.
“Neyse ne. Hem ben ne anlarım ki? Yalnızca altı yaşında bir çocuğum.” Omuz silkti. Önemsiz sandığı şeylerin aslında çok da ciddi olan bir gerekçesi vardı. Her şeyin bir zamanı vardı. Asıl zamanı gelmediği gibi küçük kız için hislerinin önemi yoktu.
“Kaç yaşında olduğunu biliyorum. Sürekli yaşını tekrarlayıp durma. Sen diğer çocuklara nazaran çok akıllısın. Hiç de yaşın gibi davranmıyorsun ve bence bu çok iyi bir şey.” Hakan ona gülümsedi. Gülümsemesi çok sevimliydi. Anka onun gülümsemesini hep çok sevmişti, şu anda da olduğu haliyle.
“O yüzden mi hep bana minik diye hitap ediyorsun? Minik olduğumu sende biliyorsun işte!” Anka şakadan küsüyormuş gibi yaptı. Kollarını göğsünde bağladı ve alt dudağını sarkıtarak Hakan’a kısa bir şov yaptı.
“Birazcık,” dedi Hakan, baş parmağı ve işaret parmağını birbirine yaklaştırıp bahsettiği miktarı gösterdi. “Ama sırf ondan değil.”
“Neydenmiş?” Hâlâ tatlı tatlı trip atmaya devam etti. Kendisini gülmemek için çok zor tutuyordu.
Anka’ya biraz daha yaklaşıp kollarını tutarak serbest bıraktı. Kızın minik ellerini tuttuğunda havaya kaldırıp Anka’nın görebileceği şekilde gösterdi. “Çünkü sen ciddi anlamda çok miniksin. Bak ellerine, mini minnacık.”
Anka ikisinin birleşen ellerine baktı. Trip atmaktan vazgeçmişti ki zaten gerçek bir trip de değildi. “Biraz daha büyüdüğümde artık minik olmayacağım. Bana yine öyle mi sesleneceksin?” Sarı harelerinin olduğu ela gözlerini çocuğun koyu gözlerine dikti.
Hakan sırayla Anka’nın ellerini öptü. Öpücükleri çok kibar ve sevgi doluydu. Küçük kızın midesinde adeta kelebekler uçuşuyordu. “Sen her zaman benim miniğim olarak kalacaksın Anka. Tamam mı?”
“Söz veriyor musun?” Minik bir köpek yavrusu gibi gözlerini kırpıştırdı.
“Söz veriyorum, miniğim.”
Daha sonra Anka ellerini Hakan’ınkilerden çekip onu arkasında bırakacak şekilde koşmaya başladı. Koşarken kahkahalar atıyordu. “Şimdi sıra bende! Yetiş yetişebilirsen!” Topukları kalçasına değecek şekilde hızlandı. Hakan’ın ona yetişmesini bırak, onu yeniden geride bırakarak onu geçeceğine emindi ama yine de pes etmedi.
“Sessiz ol küçük cadı! Birileri bizi duyarsa kulaklarımızdan tutup çekiştirerek ailelerimize götürür! Biliyorsun, birlikte vakit geçirmemiz yasak!” Hakan ona çoktan yaklaşmıştı fakat Anka onu geçsin diye yavaş koşmaya özen gösteriyordu.
Farklı bölgelerde yaşadıkları için ikisinin bir araya gelmesi sorun arz ediyordu. İkisine göre, bu sorun tamamen bir saçmalıktı. Neden illa aynı bölgeden olan insanlar görüşmek zorundaydı ki? Çok manasızdı.
Bu kuralı kim koyduğuysa defolup gidebilirdi. Zira, Anka ve Hakan bu kurala uymadıklarını çok net bir şekilde belli ediyorlardı. O yüzden, onların neslinde kurallar çiğnenmek içindi; uymak için değildi.
“Buradan sağa dön!” diye seslendi Hakan. Anka da onu dinleyerek sağdan döndü ve hemen ilerisinde devasa çiçek tarlasını gördüğünde koşmayı bıraktı. Durdu ve biraz soluklandı. Nefes nefese kalmıştı; ciğerlerine yeteri kadar hava ulaşamıyordu henüz.
Amma da uzun yoldu. Buralardaki tek çiçek tarlası ileride gördüğü yer miydi? Öyleyse gidebilecekleri başka bir çiçek tarlası, farklı bir seçenekleri yoktu. En sonunda, bu muhteşem manzaraya ulaşabildikleri için kendisini çok şanslı hissetmişti.
Hakan da geldiğine göre iki kişilik kadro tamamlanmıştı. İkisinin de saçları koşuşturmaktan karman çorman olmuş, birbirine girmişti. Lakin öyle güzel bir manzaraya tanıklık ediyorlardı ki, saçlarının dağılmış olması ikisinin de umurunda değildi. Bir an önce oraya gidip abartmadan bir- iki tane çiçek toplamak istiyorlardı.
“Kimse bizi görmeden nasıl çiçek alacağız?”
“Etrafta kimseler yok,” dedi Hakan, tarlanın çevresini hızlıca gözleriyle tararken. Ardından Anka’nın minik elini tutarak onu tarlanın içine doğru sürüklemeye başladı. “Sen ne olur ne olmaz, yine de sessiz ol.”
Anka başını sallamakla yetindi. Hakan’ın sözünden çıkmamaya özen gösterecekti. Sesini çıkarmazsa buradaki işleri daha kolay ve hızlı biterdi. Böylelikle kimseye yakalanmadan çiçek toplayıp geldikleri yönden geri dönebilirlerdi.
El ele tutuşarak tarlanın içerisinde yol almaya başladılar. Aslında dışarıdan bakıldığında ikisi de ilk görüşte fark edilmezdi. Hele ki Anka hiç görünmüyordu çünkü boyu kısa olduğu için büyük çiçeklerin arasında kaybolmuştu. Hakan ondan biraz daha uzundu; onun da yalnızca dağılmış saçları görünüyordu.
“Nasıl her tür çiçeği bir arada toplamışlar? Böyle bir şey yapılabilir mi?” Anka öyle büyülenmişti ki sağına soluna bakarak her renkte bulunan farklı çiçeklerde gözlerini gezdiriyordu. Önüne bakamadığından arada bir ayağı takılıyordu ama Hakan onun önünde ilerlediği için hiç düşmüyordu.
Zaten düşecek gibi olsaydı Hakan onu tutardı, bunu biliyordu.
“Demek ki olabiliyormuş,” diye cevap verdi çocuk. “Bende böylesine hiç rastlamamıştım. Hepsi birbirinden güzel. Sence de öyle değil mi miniğim?”
“Evet,” dedi kız, çiçeklerin güzelliğine öyle kapılmıştı ki sesi çok kısık çıkmıştı. “Hepsi çok güzel.”
Hakan biraz daha yürüdükten sonra durdu ve Anka’nın elini bırakıp ona döndü. Kollarını iki yanında açarak “En çok hangisini beğendin? Sana onu getireyim,” dedi, gülerek.
Tarlaya ilk girdikleri anda onun dikkatini çeken bir çiçek olmuştu. Hemen, heyecanlı bir şekilde onu gösterdi. En çok o çiçeği beğenmişti.
Dudaklarındaki gülümsemeyle gösterdiği çiçeğe bakıyordu. Batmaya yakın güneşin vurduğu turuncu ışıklar tam da o çiçeğin üzerine yansıyarak çiçeğin rengini değiştiriyordu. Tarladaki bütün çiçekler güneşin sıcak ışıkları sayesinde göz kamaştıracak derece mükemmellerdi.
“Zambak mı?” diye sordu çocuk şaşkınlıkla. “Burada o kadar çiçek varken onları mı seçtin? Bir de beyazlar Anka. Diğerlerine baksana! Hepsi rengârenk!”
“Evet, onları da gördüm sersem! Fakat en çok beyaz zambakları beğendim! Bana onları getirir misin?” Gözlerini kırpıştırıp Hakan’a sevimli gözükmeye başladı. Bunun için çabalamasına gerek yoktu, Hakan onu zaten çok tatlı buluyordu.
“Anlamını biliyor musun onların?”
“Hayır. Çiçeklerin anlamları mı var?” Anka’nın içini heyecan ve merak duygusu kapladı. Vay be. Her bir çiçeğin kendine has özel anlamları mı vardı yani? Bak işte bu çok acayipti. Anka’nın düşünceleri hızlı hızlı kafasının içinden geçerken Hakan çoktan gidip ona istediği çiçekleri kopartıp getirmişti.
Bir adet beyaz zambağı gördüğünde Anka somurttu. “Tek bir tane mi getirdin?” Çiçeği Hakan’ın elinden aldı. Parmakları birbirine değince gözlerini kaçırdı. Onun için çok romantik bir andı bu, o yüzden utanmıştı.
“Çiçekler çok özel oldukları kadar kötü de bir huyları vardır. Onlara iyi bakmazsan, sevgi vermezsen çabuk soluyorlar. Bu çiçeğe yoğun bir sevgi ve ilgi vereceğini biliyorum ama bir yerden sonra ölüp gidecek.”
Anka sessiz kalarak elindeki zambağa baktı. Ölecek miydi yani şimdi? Halbuki küçük kız ona gözü gibi bakacaktı. Neden ölüyordu ki? Sevgi güzel bir histen ibaretti. Neden öldürsün ki bu değerli çiçeği?
“Hemen endişelenme minik. Sen bu çiçeğe çok iyi bakarsan uzun ömürlü olur ama zamanı geldiğinde solup gidecek ve ben sana o zaman yeniden bir çiçek armağan edeceğim,” dedi çocuk, arkadaşının yüzündeki üzüntüye tanıklık ederken. Onu üzgün görmekten nefret ediyordu.
Konuyu hemen değiştirerek “Bak sana bu çiçeğin anlamını söyleyeyim,” dedi.
Anka’nın gözleri çiçekten ayrılıp Hakan’ınkilere çevrildi. Merakla ona bakarken elinde tuttuğu çiçeğin anlamını öğrenmek için can atıyordu. Kendisi kadar güzel bir anlamı olduğuna emindi. Çiçekleri yansıtan hoş anlamlar olurdu, değil mi?
“Beyaz zambak masumiyeti, saflığı ve yeniden doğuşu simgelermiş. Yani senin o çok sevdiğim masumluğun ve saflığın sayesinde seçtiğin çiçek tam da sana uyuyor.” Gülümsedi. Ne kadar da sevimli bir gülümsemeydi. Anka bu çocuğa gün geçtikçe daha fazla sevgi besliyordu.
Arkadaşlıktan da öte.
“Peki ya yeniden doğuş? O ne anlama geliyor? Yani bu çiçek öldükten sonra yeniden mi doğacak?”
“Hayır, öyle bir şey değil. Çiçeğin özellikleri değil bunlar. Çiçeğin simgelerinden bahsediyorum. Mesela ben sana bu çiçeği hediye ettim diyelim, böylelikle aramızdaki masumiyeti, saf duyguları yansıttığını söyleyebiliriz sanırım.”
“O zaman papatya ne anlama geliyor? Afrodit’in en sevdiği çiçek onlar! Neden onları seviyor?”
Hakan’ın yüzü düşer gibi olduğunda Anka’ya belli etmemek için suratını hemencecik toparladı. Ablasının hastalığından Anka’ya söz etmişti ama üstü kapalı bir şeyler anlatmıştı. Halbuki ablası, küçük kızın tahmin ettiğinden daha çok hastaydı.
Kendisiyle ilgilenmeyen bir çiçeğin kısa bir sürede solup daha sonrasında ölmesini andırıyordu. Böyle bir hastalıktı işte ve Hakan’ın neslinde ablası tüm çiçeklerden daha özel ve büyüleyiciydi. Onun ölümüyle bir çiçeğin ölümü onun gözünde eşit sayılamazdı.
“Ablam güzel görünen her şeyi sever. Papatyalar onun favorisi çünkü papatyalar güzelliği simgeledikleri kadar mutluluğu da simgeliyor. Ablam mutlu olmak istiyor, hayatını en iyi şekilde yaşayarak iyileşmek istiyor.” Son cümlesinden sonra artık yüzündeki ifadeyi saklayamadı.
Anka onun üzgün suratını görünce sorduğu sorudan dolayı pişmanlık duydu. Keşke sormasaydı da Hakan ablasının hastalığını hatırlamasaydı. Bütün bu güzel anı mahvettiği düşündü.
“Ablan iyileşecek Hakan. O çok güçlü bir kız,” dedi arkadaşı, tüm içtenliğiyle.
“Öyle mi dersin? Çünkü annem ablamı daha çok hasta ettiğimi söylüyor. Ona papatya götürdüğüm için beni çok azarlıyor. Beni hiç doğurmamış olmayı diliyor, biliyor musun? Bana sürekli ikinci adımla sesleniyor çünkü diğer herkes bana Hakan dediği için beni öyle görmek istemiyor. Ben annem için hiçbir zaman Hakan olamadım; ben hep Mirza’ydım. Dışlanan çocuk Mirza.”
Anka’nın gözleri dolduğunda Hakan’ın kendisine acıdığını zannetmemesi için başka tarafa baktı. “Sen benim için çok şey ifade ediyorsun Hakan,” dedi, çatallaşan sesiyle. “Bir oyun arkadaşından çok daha fazlasını hem de.”
Hakan’ın ellerini küçük omuzlarının tepesinde hissedince konuşmayı bıraktı. Ona az önce neyi itiraf etmişti? Aşkını mı? Doğru bir zaman mıydı, bilmiyordu ama uzun zamandır dile getirmek istediklerini üstü kapalı ifade edebildiği için mutluydu.
“Beni seviyor musun miniğim? Beni, Hakan olarak gerçekten de seviyor musun?”
Anka yavaşça arkasına döndü. Hakan’ın gözlerine bakmaktan hâlâ kaçınıyordu fakat bir yerden sonra pes etti. Güneşin sıcak ışıkları çocuğun arkasına vurduğu için koyu kahverengi olan gözleri iyice koyulaşmış gibi duruyordu. Sanki siyahtı. Simsiyah gözlerde bile anlam yüklüydü.
“Seviyorum,” dedi küçük kız. “Hem de fazlasıyla. Her şeyinle seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum minik Anka’m.” İkisi de gülümsedi.
Anka şu an olduğundan daha fazla utangaç hissetmemek için çabucak konuyu dağıttı. “Hadi gidip Afrodit’e sevdiği papatyalardan bulalım. Emin ol, ona götürdüğün papatyaları gördüğünde sevinçten çığlık atacak! Annen de ablanın mutluluğuna şahit olduğunda seni Hakan olarak benimseyecek ve papatyaların sahiden de mutluluğu simgelediği kesinleşmiş olacak!”
Gülmeye başladı. Hakan’ın yanından geçip elinde beyaz zambağı yukarı kaldırarak koşturmayı denedi. Çiçeklerin arasında, böyle bir havada ve böyle bir günde koşuşturmak ne de iyi gelmişti. Tüm vücudu mutlulukla kaplıydı.
Sanırım papatyalar gerçekten de mutluluk getiriyordu.
Afrodit’e de hak ettiği mutluluğu getirecekti çünkü o yaşayacaktı.
Anka’nın zambağı ise ona yeniden doğuşu bahşetmişti. Henüz bilmiyordu fakat ileride anlayacaktı. Yeniden doğuşun ne demek olduğunu er ya da geç fark edecekti.
Beyaz zambakları seven başka birisi daha vardı. Yeniden doğuşu ve Anka kuşunu takıntı hâline getirmiş birisi. Onun kim olduğu ise şimdilik bir perde arkasında gizli saklı bekliyordu.
En iyisi bugünün tadını doya doya çıkarmaktı çünkü pek de uzun sürmeyecek bir zamandan sonra hiçbir şey bugün ki kadar iyi gelmeyecekti. Her şey tepetaklak olacaktı, bozulacaktı ve denge sarsılacaktı.
Çiçek tarlasındaki ölü papatya ise bu kez farklı bir şeyi simgeliyordu.
İlk defa bir papatya, mutluluktan ve güzellikten uzaktı.
GÜNÜMÜZ:
Çiçekler. Binbir türlü değişik, güzel çiçekler… Onları herkes sever miydi?
Ben eskiden çok severdim ama şimdi, bu yaşımda tekrar bir düşünüyordum da… Galiba artık çiçeklerle pek aram yoktu. Hep güzel olan simgelere sahip olduklarına inanmıştım fakat hiç de öyle değillerdi. Hepsi farklı anlamlar taşıyordu ve bazılarına ise kötü duygular içeren simgeler yapıştırılmıştı.
Hepsinin anlamını bilmiyordum; o kadar derinlemesine bir araştırma yapmamıştım tabii.
Benim bildiklerim bana yeter de artardı.
O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı. Çiçekleri gördüğüm, farklı farklı duygular tattığım günden beri küçükken hissettiğim o mutluluğun bırakın yanından geçmeyi, kapısının önünden dahi geçememiştim.
Mutluluğumuz baki kalmamıştı; çabuk bitmişti. Bir balon gibi hemen sönmüş, hatta büyük bir darbeyle birden patlayıvermişti. Halbuki baki kalmasını çok dilemiştim fakat olmamıştı.
Her şeyin bir başı olduğu gibi bir sonu da vardı. Tek problem beklenilen sonun çok çabuk gelmesiydi. Göz açıp kapayıncaya kadar her şey değişmişti.
Çiçek tarlasında olduğum zamanı özlüyordum. Ailemi, evimi ve eski yaşantımı özlüyordum. Ben buraya ait değildim, olamazdım. Ne uğruna savaş verdiğimiz bile belli değilken aniden çatışmanın içinde gözlerimi açmıştım. Kiminle, ne uğruna yapılmıştı?
Kayıp vermek için miydi? Ya da ders almak? Neyden ders alacaktık, onu da bilmiyordum.
“Anka beni duydun mu?”
Nasıl duymazdım ki? Sevdiğim adamın, başka bir kadından olacak çocuğu gerçeği, üzerime ağırlıklarla yüklü bir dağ gibi çöktü. Bu yük, beni adeta yerle bir etti, nefes alışımı daralttı. Yaşamamı sağlayacak kadar yeterli oksijen bitmiş, tükenmişti.
“Ne yapacağımı bilmiyorum,” dedi bu kez.
“Onunla yatmayabilirdin,” dedim sakince. Lakin ses tonumun sakin çıkması, sakin olduğum anlamına gelmiyordu. Çıngar çıkartmak şu anda yapılacak doğru hamle olmayacaktı. İlk önce Hakan’ı bulmalıydım ve nerede olabileceğine dair bir teoriye sahip değildim.
Rabia’nın donuk bakışlarını yok sayarak diğerlerine döndüm. “Buralarda çiçek tarlası veya ona benzer bir yere denk gelen oldu mu?”
“Çiçek tarlası mı? Ne alaka?”
“Gördünüz mü görmediniz mi?” diye sordum, sesimi yükselterek. Öfkemi dizginlemek gittikçe imkânsız bir hâle geliyordu.
“Ben hiç dikkat etmedim, gözüme çarpmadı,” dedi Fırat. Ardından “Çiçek tarlasını ne yapacaksın Anka? Nedenini bize söyle de hep birlikte sana bir katkımız olsun,” dedi Atlas.
Bir yanar dağ misali patlamamak için ellerimi yumruk yaparak kendimi sıktım. “Hakan gitmiş, yok. Arkasında bir not bırakmış ve yapmakta üzere olduğu şey her neyse iyi bir amaç uğruna olmayacak,” dedim en son.
“Hemen harekete geçelim,” dedi Morpheus. Yüzüme yapıştırdığım ifademi fark etmiş olsa gerekti.
Aurora, “Hepimiz aynı yeri aramayalım. İki ya da üç grup şeklinde dağılalım,” diye bir öneri attı ortaya.
“Morpheus, Vulcan ve İsis benimle gelsin,” dedim hızlıca. Ardından nereye gittiğimi bilmeyerek yürümeye başladım. Nefes almalıydım, hem de acilen. Yoksa her an nefessizlikten bayılıp düşebilirdim. Ağzıma tek bir lokma dahi atmamıştım ama zaten hiçbir zaman iştahım kalmıyordu.
“Anka biraz yavaş ol!” Morpheus arkamdan seslendiğinde daha hızlı yürümeye başladım. Her an ağlayabilirdim ve beni ağlarken görmesini istemiyordum. Günlerdir gözyaşlarımı tutmaktan bedenim uyuşmuştu.
“Anka!” diye bağırdı yeniden. Bacaklarım çok hızlı hareket ediyordu; kimse bana yetişemesin diye hızımı iyice arttırmıştım. Kaçmak istiyordum. Kimsenin olmadığı bir yere gitmek ve günlerimi orada öldürmek istiyordum.
“Bekleyin! Kimse kimseyi kaybetmesin diye herkese bağlama büyüsü yapmalıyım!” diye bağırdı İsis, arkalardan. Bu lafın üzerine ne yazık ki durmak zorunda kaldım. Hâlâ sırtım onlara dönükken bekledim; arkamı dönersem ne durumda olduğumu görebilirlerdi ve ben bunu istemiyordum.
Arkamdan yaklaşan ayak seslerini işittiğimde hızlı davranarak gözlerimi kapattım. Islaklığı sezdiğim gibi gözlerimin dolduğunu idrak etmem uzun zamanımı almamıştı. Yaşların birikmesinden memnun değildim. O yaşlar hiçbir zaman gözlerime uğramamalıydı.
“Senin derdin ne? Neden sana seslendiğim hâlde durup beklemiyorsun?”
“Şimdi sırası değil Morpheus,” dedim. Çenemi o kadar çok sıkıyordum ki diş etlerim sızlanmaya başlıyordu.
“Hayır,” diye üsteledi. “Sebebini öğrenmek istiyorum.”
Ağzımı açarsam arkasından hemen gözyaşlarım sel olabilirdi. Susmayı tercih ettiğimde “Anka,” dedi Morpheus. Şimdi. Sırası. Değil.
Kolumdan tutarak beni kendisine çevirdiğinde gözlerim aralandı ve birkaç damla yaş yanaklarımı ıslattı. Yeşil gözleri yanaklarıma bakıyordu; gözyaşlarımı görmüştü artık. Ondan saklamak istediğim gözyaşlarımı görmüştü çünkü gizlenmek konusunda hiç başarılı olamıyordum.
“Neden ağlıyorsun?” Gözlerini gözlerimle buluşturdu.
“Hakan’ın bir çocuğu olacak,” dediğimde boğazım acıdı, adeta parçalandı. Sesimi zar zor işittim çünkü sesim öyle bir titremişti ki kulağa karmaşık birkaç söz gibi gelmişti. Ancak Morpheus cümlelerimi algılamıştı; suratında beliren ifade bunu kanıtlar nitelikteydi.
“Çocuğu mu olacak?”
“Rabia hamile,” dedim tek kalemde. Sanki yüreğimin dibine dibine özenle yerleştirilmiş bir taş vardı ve o taş yüzünden yüreğim eziliyordu. Akciğerlerime dolması gereken hava uğramıyordu.
Geberiyordum. Ciddi anlamda.
Haftalardır boğazımı sıkan eller şimdi göğsümü yarıp geçerek kalbime ulaşmayı başarmıştı. Eninde sonunda beni öldüreceğini bildiğim o eller şu an tam da yüreğimin sızısını deşen eller ile aynıydı.
Ciğerim alev alevdi ve bu defa yakıyordu. Yandığını, ateşin içinde kavrulduğunu sezebiliyordum.
Morpheus başta bir dondu kaldı çünkü kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir zaman dilimindeydik. Hemen hemen beş – on dakika önce öğrendiğim bu şaşırtıcı bilginin üzerine Morpheus’un aynı şeyi iki saniye önce öğrendiğini düşünürsen onun da bana ayak uydurarak hâlâ söylenenleri idrak edememiş olmasını çok normal karşılıyordum.
“Anka ben ne diyeceğimi bilemiyorum.”
“Söylenecek söz olmadığındandır,” dedim titreyen sesimle. Gözyaşlarımın akmasını önleyip ellerimle yaşları sildim.
“Tamamdır! Büyümüz hazır dostlar! Artık yola koyulabiliriz,” dedi İsis, içinde barındırdığı yersiz heyecanıyla. Ne diye heyecanlanıyordu? Burada heyecanlanacak herhangi bir aksiyon yaratacak unsur falan da yoktu.
Morpheus ile bulunduğum kısma geldiğinde “Ne oldu sizi gidi asık suratlılar? Merak etmeyin, Hakan’ı da diğer arkadaşlarımızı da bulacağız çünkü henüz hiçbir şey bitmedi. Son sözü biz söyleriz,” dedi, ikimize birden sırayla bakarken.
“Şahane” diye mırıldandım yalandan. Ardından sırtımı onlara çevirerek dümdüz yolda yürümeye başladım. Arkamdan geldiklerini adım seslerinden anlıyordum ve bana fazla yaklaşmadan yürüyorlardı; mesafelerini bilmeden de olsa benim istediğim ölçüde ayarlamışlardı. Belki de Morpheus, İsis’e olanlardan ufak bir çıtlatmıştır.
Tek başıma yürürken havanın serinliğini hissetmek birazcık da olsa iyi gelmişti. Başımı kaldırıp ağaçlara baktım; ağaçların tepesine konmuş kuşlar ve yalnızca bizim adım seslerimize karışan kuşların cıvıltıları vardı.
Zihnimden gün yüzüne çıkan ve sanki tap taze bir hâlde yeniden yaşanıyormuş gibi gözüken anılarımızı izledim. Yürüyordum ve yürürken de gözlerimin önünde küçüklüğümüz vardı. Masumiyetimiz, sevgimiz, eski mutlu yaşantımız… Hepsi tam karşımdaydı; onları yeniymişçesine tekrardan izleme fırsatım olmuştu.
Çiçek tarlasına kahkahalar eşliğinde koşuşturmamız, hiçbir şeyin farklı olmadığı ve her şeyin de bir o kadar eski gözüktüğü zamanlardı. Hakan ile Afrodit için çiçek toplamaya gittiğimizden beri ne biz eski bizdik ne de yaşadığımız dünya eski dünyadan ibaretti.
Başımıza her ne geldiyse o günden sonra gerçekleşmişti. Daha öncesinde ufak çaplı belirtiler vardıysa da ben görememiştim çünkü tek gördüğüm, tek hissettiğim şey çocuk olmaktı. Gülmek, eğlenmek, oyunlar oynamak…
İlk kez o zaman Hakan’a itiraf etmiştim onu sevdiğimi ve ilk kez Hakan da benimle aynı duyguları paylaştığını, beni sonsuza kadar ‘miniğim’ diye sevmeye devam ettireceğini söylemişti. Bize dayatılan evrenin bir yalan olmasının yanı sıra o günden çok kısa bir süre sonra aslında her bir hatıranın yalan olma ihtimalini de değerlendirmek zorunda kalmıştım.
Daha önceden girip girmediğimden kesin olarak emin olmadığım yollara sapmıştım. Beni tam arkamda takip eden iki insan daha varken onların sessizliğiyle iyice yalnızlığıma gömülmüştüm. Derdimi anlatmak, saatlerce konuşup omzunda haykırışlarımı dışa vuracak şekilde ağlamak istediğim annem dahi yakınımda değildi.
Bir insan nasıl kendisini yalnız hissetmezdi ki?
“Anka,” dedi Morpheus, uzun süren sessizliğimizi bozarak.
“Sanırım onu bulduk,” dedi İsis, hemen arkasından. Onu bulduk. Demek ki Hakan’ı görmüşlerdi.
Hemen sonra, İsis “Ne yapıyor o? Çiçek mi topluyor?” dedi kendi kendisine. Altında yatan derin anlamı ve anıları bilmediğinden İsis’in Hakan’ın çiçek toplamasını sorgulaması çok doğaldı. Hiç bilmemiş olsaydım büyük ihtimalle ben de onun yerinde olur, aynı cümleyi kurardım.
Yürümeyi bıraktım ve öylece, boş boş yolun ortasında durup bekledim. Yanaklarımda kurumuş olan gözyaşları rüzgârın esintisiyle suratıma soğuk hava çarptı. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi davranacak ve Hakan’a çocuğu olacağına dair tek bir kelime dahi söylemeden onun yanında olmayı tercih edecektim.
“Anka eğer sen gitmek istemezsen ben yanına gidip onunla konuşurum,” dedi Morpheus. Ses tonundaki şefkati bırak hissetmeyi, resmen duyar gibi olmuştum.
“Buraya daha önce uğramamıştık,” dedi İsis, sesli düşünerek. Konudan tamamen bağımsızdı, o yüzden Morpheus’un ne demek istediğini anlamamıştı. Benim için ne kadar az kişi bilirse o kadar iyiydi. Bana kalsa ben de asla öğrenmek, işitmek istemezdim.
O yöne doğru bakmak için kendime zaman tanıdım. Hakan’ı ne hâlde göreceğimden habersizdim fakat şartlar ne olursa olsun onu yine de görecek olmak Rabia’nın itirafını tetikleyecekti. Ben tetiklenecektim ve kalbimin atışı ya duracaktı ya da gittikçe artarak göğsümü deliverecekti.
Eninde sonunda o tarlaya girecektim, bu nedenle başımı Hakan’ın olduğu tarafa doğru çevirdim ve tek gördüğüm manzara Hakan’ın bir elinde fazlasıyla bulunan papatyalardı. Birden fazla toplamıştı fakat hâlâ yenilerini bulmak için debelleşiyordu.
Gözleri fıldır fıldırdı. Sağına solun bakıyor, başını aşağı yukarı sallayarak dudaklarını oynatıyordu. Kendi kendisine konuştuğu aşikardı; anlamak için yanında durmama ihtiyaç yoktu. Yalnız dikkatimi çekmeyi başaran bir mevzu daha vardı ki o da Hakan’ın teninin kızarmaya başlamış olmasıydı.
Güneşe veya çiçeklere alerjisi olmadığını bildiğimden onun ellerini ve kollarını neyin bu denli kızartmış olabileceğini düşündüm. Zihnim, bir labirent gibi karmaşık düşüncelerle dolup taşıyordu ve bu karmaşıklık içinde kaybolmuş bir gezgin gibi hissetmeme vesile oluyordu.
Düşüncelerim adeta sessizliğin derin sularında kaybolmuş bir denizaltı gibi ilerliyordu; zihnim, keşfedilmeyi bekleyen gizemli diyarlara kapı aralayan bir harita gibi değil, adeta boş bir sayfa gibiydi; üzerine hiçbir şey yazılmamıştı.
Herhangi bir fikir belirmiyordu zihnimin derinliklerinde. En ufak, basit bir ayrıntıyı dahi çözemez kıvama erişmiştim. Aptallaşmaya başlamak buydu sanırım.
Ayaklarımı harekete geçirip birçok farklı renge ve çiçeğe ev sahipliği eden tarlaya doğru yürüdüm. Morpheus ve İsis de sessizlik eşliğinde bana ayak uydurmaya başlayarak arkamdan takip ettiler. Hakan’a yaklaşmaya başladıkça tenindeki kızarıklıklar ve kabarmaların normal olmadığına kanaat getirdim. Benim tahminimle kıyasladığımda alerji gibi durmuyordu.
Çiçeklerin arasında yürüyüp Hakan ile şimdiki yaşımızda olmamız küçükken yaptığımız kaçamakları hatırlattı. Afrodit için çiçekler toplamaya gittiğimizde şimdikinden daha ümitli gözüküyordu. Daha çok mutluydu ve kendisi de içinde olmak üzere yaşantısını daha çok sevdiğine emindim.
“Hakan,” diye fısıldadım. Ona yavaşça yaklaşmaya çalıştığım için ani bir hareketle veya yüksek bir sesle onu irkiltmek istememiştim. Çiçeklere odaklanmamıştım ki seneler öncesinde tek yaptığım şey çiçeklerin arasında kayıplara karışmak olmuştu. O zaman büyülendiğim kadar şu anı yaşarken ki duygular bana ait değillerdi.
“Hakan,” dedim yeniden. Ellerinde tuttuğu papatyalara bakarak kendi kendisine konuştu.
İşittiklerim sanki bir fırtına gibi yüreğimi sarsarak onun ruhunu derinden yaralayan bir melodiye dönüştü. Dudaklarından süzülen sözler ise sanki kırık bir aynanın parçaları gibi etrafımı sarmış, içinde yansıyan gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalmıştım.
“Sana geliyorum abla. Seni yine kurtaracağım.”
Söyledikleri bunlardı. Art arda, bozuk plak misali tekrarladığı cümleler bu iki cümleydi. Afrodit’e gitmesinin bir yolu olmadığını henüz idrak edememiş olması beni sarsan asıl şeydi. Ona doğru gidebileceği bir yönü bulunmuyordu, zira Afrodit denizin derinliklerine bırakılmıştı.
Bırakılmak doğru gelmiyordu; o direkt aşağı atılmıştı. Zalimliği simgeleyen kötü ruhlar tarafından hem de.
“Ellerin,” dedim. Ardından “Ellerin, kolların kızarmışlar,” dedim bu defa. Ancak beni duyup duymadığından şüpheliydim çünkü tek yapmakta olduğu şey başka papatyalar aramaktı. Ellerinde tutuklarını göremez olmuştu; nicelerini bulmanın derdine düşmüştü.
İçinde bulunduğumuz çiçek tarlasını bu kadar hızlı bulmamız bir tesadüf müydü, diye düşünmeden edemedim. Haftalardır olabilecek her noktayı ziyaret etmişken şimdi birden ortaya çıkan çiçeklerin dolup taştığı bu tarlanın gerçekliğinden emin olamadım.
Arkamdan gelen bir inilti yüzünden dikkatim dağıldı. Buna rağmen Hakan’a yaklaşma fikrinden uzaklaşmadım; yanına vardığımda onu bileklerin tutup bana bakmasını sağladım. Beni bir hayal ürünü olarak benimsedi çünkü koyu kahverengi gözlerinde anlamlar yüklü değildi.
Boşluktu ve benim gözlerim onun gözlerindeki boşluğa bakmaktaydı.
“Anka! Buradaki çiçekler zehirli!”
Hakan’ı bırakmadan yalnızca başımı çevirip arkama baktım. Morpheus, İsis’in elini tutup bana göstermeye çalıştı. İsis’in eli de tıpkı Hakan’ın elleri ve kolları gibi kızarmıştı. Hakan’ınkiler daha belirgindi, üstelik kabarcıklar meydana gelmişti.
“Siktir,” dedim. “Hay sikeyim!” dedim, sesimi yükselterek.
Çiçekler zehirliydi. Tarlada bulunan her bir çiçek ta köklerinden zehirlenmişlerdi ve buraya girecek olan herkesin tenini kızartıp kabarcıklar çıkmasına neden oluyordu. Burayı bulmanın bir tesadüften ibaret olmadığını da anlamış olmuştum.
“Çıkın buradan!” diye bağırdım. İsis ile Morpheus geri geri koşturmaya başlarken ani bir kararla durakladılar. Hayır, onların kararı üzerine gerçekleşmemişti. Üzerine bastığımız toprak sallanmıştı. Yer yerinden oynarken Hakan’ı bileklerinden iyice sıkarak çekiştirmeye başladım.
“Çıkmamız lazım Hakan,” dedim fakat beni hâlâ duymuyordu.
“Hatırlıyor musun?” diye sordu yavaşça. “Seninle ablam için çiçek toplamaya gitmiştik. Bu öyle bir özlem ki benim kalbimi parçalara ayırıyor.”
“Bunu şu anda yapamayız,” dedim. “Çiçekler zehirli. Bırak onları!”
“Hayır! Bırakmayacağım! Onları ablam için özenle seçtim, daha önceden yaptığım gibi,” dedi, bana kızgın bir ifadeyle bakarak. Sanki ona ablasını unutturmaya çalışıyormuşum gibi bana öfkeli gözlerle bakmaya başladığında ellerindeki papatyaları çek çekişte avuçlarından koparıp yere fırlattım.
“Bunları ablana götüremezsin! Ablana zarar verir bu çiçekler!” Onu tekrar çekiştirdim ama kımıldamamakta ısrarcıydı. Zeminin sallanmasının yanında kükreme seslerini de işittiğimde donup kaldım. Kükreme seslerinin sahibi her neyse, pek yakınlardan gelmemesi demek birazdan bize ulaşamayacağı anlamını taşımıyordu.
Etrafımızdaki çiçekler anında soldular. Hepsi saniyelik bir hareket ile hızla solup öldüler. Tarlada sadece ölü çiçekler duruyordu. İki saniye önce canlı olan çiçekler şimdi yoklardı; renkli renkli çiçeklerin her biri rengini ve canlılığını kaybederek resmen çürüdüler. Saniyeler önce yere fırlattığım papatyaları aradım. Bulduğumda ise onların da diğerlerinden altta kalır bir yanı yoktu: ölmüşlerdi.
Çiçek tarlasındaki ölü papatya.
“Sen geldikten sonra öldü hepsi! Onları zehirleyen sensin!” Hakan hâlâ inadından kurtulamazken şimdi de suçu bana yüklüyordu. Gerçek duygularının bunlar olmadığını bilecek kadar zekiydim, bundan ötürü söylediklerini kulak arkası ederek onu çekiştirmeye devam ettim.
“İsis diğerlerini buraya getir! Birbirimizi bulmamız için yaptığın büyüyü aktifleştir! Hep birlikte olduğumuzda daha güçlü oluyoruz!” diye seslendim, çoktan tarladan çıkmış olan İsis’e bakarak. Morpheus da onun yanında durup sağını solunu kontrol etmekteydi. Sesin hangi yönden geldiğini bilmiyorduk.
“Haftalardır her yer sessizdi! Adeta ölü bir şehir gibiydi! Bu kükreme ve sallantı da nereden çıktı şimdi?” diye söylendi Morpheus.
“Papatyalarım öldü,” dedi Hakan, yavaşça. Adım atmaya başlamıştı fakat benimkilere ayak uyduramıyordu. Çok yavaş ilerliyorduk ve altımızdaki toprak giderek şiddetini arttırarak bizi sağa sola sürüklüyordu. Yalpalandığım için doğal olarak Hakan’ı da kontrol edemiyordum çünkü adımlarını mecburiyetten atıyordu, biliyordum.
“Anka, ablamın öldüğü gibi şimdi papatyalarım da öldü,” diye fısıldadı. Fısıltısı kulaklarıma ulaştığı anda delip geçti.
“Çiçek tarlasındaki ölü papatya,” dedi içimdeki ses, arsızca. Onu siktir ederek kendi sesimi bulmayı denedim, fakat orada değildi.
Ses tellerimi yutmuştum sanki çünkü hiçbir şekilde sesimi ulaştıramıyordum. Hakan’ın cümlesinden sonra her bir tel kopmuştu; kelimeleri toparlayarak bir cümle oluşturamamıştım. Arkamdan ağlama seslerini işittiğimde ise durma kararı aldım. Yürümeyi bıraktım çünkü onun ağlamasını duyuyor olmak ilerlememe engel olmuştu.
“Seneler önce ablan için nasıl çiçekler toplayıp yeni bir yaşantının umudu olduysak bunu şimdi de yapabiliriz,” demeyi başardım, uzun bekleyişler sonrasında. Sesler birbirine karışıyordu. Benim kendi sesimle içimde, kuytu köşelerde umarsızca kahkahalar atan diğer bir ses birbiriyle çok zıtlaşıyordu.
“Ne kadar da dokunaklı bir manzara,” dedi içimdeki ses. Sesin bana ait olmadığını anlayacak kadar aklım başımdaydı. Evet, tıpatıp benimkine benziyordu ama konuşan ben olamazdım. Sesin asıl sahibi her kimse bir an önce siktir olup gitmeliydi.
Odağımı içimden yükselen sesten sıyırıp tekrardan Hakan’a ve onun akmakta olan gözyaşlarına çevirdim. Hıçkırıkları hem kulaklarıma hem de yüreğime bir hançer misali saplanarak beni tümden delik deşik ediyordu. Fazlaydı. Katlanamıyordum.
“Hakan,” dedim çünkü bana ses vermiyordu. “Afrodit’i bulman için elimden geleni yapacağım, söz veriyorum.”
Yeniden kükreme sesleri duyuldu. Yakından geliyordu ve üstelik aslan kükremelerinden farklılardı. Çok daha baskın ve yoğundu. Üstelik her saniye geçtikçe bize daha fazla yaklaşarak zemini şimdikinden daha büyük bir hiddetle titretiyorlardı. Tek bir tane olmadığı belliydi; birden fazlaydı ve bizi bulması an meselesiydi.
“Anka! Hakan’ı da alıp çıkın o tarladan!” Morpheus çığlık atarcasına bana bağırıyordu. O sırada da İsis kendisini büyüye kaptırmış bir vaziyette diğerlerine ulaşmanın derdine düşmüştü. Ellerinde oluşan yanıkları, teninde meydana gelen kızarıklıklardan anlamam için ona yakın olmama gerek yoktu.
Son çare olarak Hakan’ı kolundan tuttuğum gibi tarlanın dışına sürükledim. Bunu tam zamanında yapmıştım çünkü arkamı döndüğüm gibi tarlanın diğer ucunda beliren devasa dinozorlarla karşılaştım. Bir tanesi diğerine göre daha kısa olan iki tane, yan yana duran dinozorun gözleri bizim üzerimizdeydi. Şahane.
İlk gözüme çarpan şey onların koca ayakları olmuştu. Git gide başımı yukarı kaldırarak ikisine birden sırayla baktım ve bir dinozor ne kadar öfkeli görünebilirse o kadar öfkeli görünüyorlardı. Tarlanın tamamı ve orada, saniyesinde çürüyüp giden çiçeklerin hiçbiri gözükmüyordu çünkü dört tane ayak her bir kısmı kaplamıştı.
Bu çok ürkütücüydü. Önceden karşılaştığımız hiçbir şey ile alakaları yoktu. Ne aslanlar ne Ogre denen dev ne de uçan Sirenler… Adı üstüne dinozordan bahsediyordum! Hayatımda ilk defa karşı karşıya geldiğim bu devasa hayvanların da yalnızca fotoğraflarını görerek büyümüştüm. Bir tanesiyle bile karşılaşabileceğimi kırk yıl düşünmezdim.
Ne vardı ki şimdi iki tanesi birden bize çok yakındı. Çok çok değildi fakat bizi o koca ayaklarının altında rahatça ezebilecek kadar yakın olduklarını söylemek yalan olmazdı. Bir iki adımda bize çok rahat bir şekilde ulaşabilecekleri gün gibi ortadaydı.
“Hay amına koyayım,” dedi Morpheus, kelimeleri tane tane aktarırken.
“Taşak geçiyor olmasın!” diye ekledi İsis.
“Şimdi ölmezsek bir daha hiç ölmeyeceğiz. Buna çok eminim!” diye ciyakladı Efdal. Başımı indirdiğimde boynumun ağrıdığını fark ettim. E normaldi tabii. Sabahtan beri dinozorları görebilmek için kafamı neredeyse arşa çıkarmıştım.
Hızlıca sağıma soluma göz attığımda diğerlerinin de yanımıza ulaştığını görünce ister istemez derin bir oh çektim. Tamam, iki tane dinozorun karşısında birer yemden başka bir halt değildik fakat en azından sayımız daha fazla artmış olduğu için seviniyordum.
Kendimi o kadar da yalnız hissetmemiştim. Son zamanlarda çok yalnız olduğum izlenimine kapılmış olsam dahi.
“Öleceğiz, değil mi? Geberip gideceğiz işte,” dedi Efdal, hiç kimseden çıt çıkmayınca.
“Birazcık susar mısın Efdal?” diye çıkıştı Rabia. “Ben artık iki canlıyım. Ölemem, ölmeyi göze alamam.” Kimse Rabia’nın söylediğini duymamıştı fakat ben duymuştum.
İki canlı. Tam da sırasıydı zaten bunu yeniden hatırlatmak…
Dinozorlardan kısa olanı hafifçe eğilip bütün nefesini bizim suratımıza çarpacak şekilde derinden bir hırlamayla bize doğru kükredi. Nefesi leş gibi olmasının yanı sıra koca ağzından çıkan tamamen bir rüzgâr etkisi yaratarak saçlarımı geriye savurdu.
“Kusacağım,” dedi Aurora, tiksintiyle.
“Öldüğünde kusmana gerek kalmayacak,” diye yeniledi Efdal. Ne kadar da pozitif yaklaşıyordu…
Ah şu ölüm lafını ne de çok kullanmaya başlamıştık.
Çığlık atmamak adına nefesimi tutup kaslarımı sıktım. Nefessizlikten ölmek çok daha kolay ve acısız bir yöntem olabilirdi. Dinozorlar tarafından çiğ çiğ yenme ihtimalimizi göz önüne alırsak bu hiçbir şeydi.
Lakin neden hâlâ atağa geçmediklerini anlamlandıramamıştım. Şimdiye dek çoktan parçalara ayrılmış olmalıydık fakat ikisi de hareket etmeden duruyorlardı. Karşımızdakiler dinozor olmasaydı bir plan yaptıklarını falan düşünecektim, o derece.
“Kimse kımıldamıyor, değil mi?” diye sordu Vulcan. “Kımıldarsanız onlara işaret vermiş olursunuz.”
“Neyin işaretini vereceğiz pardon da? Gelip bizi öldürün işareti mi?” diye karşılık verdi Artemis, alaycı sözleriyle.
“Herhangi bir planınız var mı arkadaşlar? Yoksa burada durup çiğ çiğ yenmeyi mi bekleyeceğiz?” diye söze atladı Fırat. Şu anda her telden bir ses çalarken benim tek odak noktam dinozorlar olmuştu. Asla hareket etmeyip bizi tepeden izleyen dinozorlar…
Kulağa ne kadar da olağan dışı geliyor, değil mi? Bundan böyle bizim dünyamızda olağandışına yer olmadığına karar verdim. Bariz bir şekilde ayan beyan ortadaydı: bizim dünyamız, normal bir evren olmaktan çıkalı belki de yıllar olmuştu.
“Biraz geri çekilmeliyiz,” dedi Aurora. “Tek bir adımla bizi ezebilirler.”
“Çok yavaş hareketlerle,” dedi Vulcan, sesini alçaltarak. Sanki dinozorlar bizi duyup algılayabilirmiş gibi onlara ürkekçe bakarak bize talimat veriyordu.
Dinozorlardan uzun olanı biz yavaşça geriye doğru birkaç adım attığımızda sinirlenerek bize doğru eğildi. Dibimizde olmadığına seviniyordum ancak ağzını açmaya kalkarsa her an içimizden birini kolaylıkla yakalayabilecek potansiyele sahipti.
E dinozordu ne de olsa. Hayatımda hiç görmediğim, varlığına dahi inanmakta güçlük çektiğim dinozor.
“Hassiktir,” dedi Atlas. “Onu kızdırdık.”
“Hadi ya,” dedi Artemis, ikizini tiye alarak.
Dinozorlardan kısa olanı da uzun olanın yanına yaklaşırken adımlarından ötürü yer iyice sallandı. Küçük olan yoğun bir kükreme sesi çıkardığında ağaçların yaprakları titredi. Daha fazla adım atmamak ve kaçmaktan sakınmak için ayaklarımı olduğum yere zımbaladım neredeyse.
Bize doğru eğilmiş olan dinozorun büyük, altın rengindeki gözleri her birimizin üstünde gezindi. Ardından burun delikleri genişleyerek hepimizin kokusunu içine çekti ve kafasını çevirip küçük olan dinozora baktı. Yavrusu desem değildi çünkü diğeri de öyle çok minik durmuyordu. Üstelik gözlerinin renkleri de farklıydı.
Sanki ikisi birbirine bakıp sözsüz bir şekilde kendi aralarında anlaşabilecekleri bir işaret ile aynı fikre varmışlardı. Kulağa çok acayip geldiğinin farkındaydım ama nedense böyle hissetmiştim. Kendi aralarında anlaşmışlardı.
İkisi aynı anda bize bakıp atağa geçecekleri esnada “Olabildiğince hızlı kaçın!” diye bağırdım. Bunu demem doğru muydu bilmiyordum fakat o anda ikisinin saldırgan ifadelerini fark ettiğim gibi söyleyebilecek başka bir söz bulamamıştım. Kaçmak onları daha çok kızdıracaktı ama bizim de yem olmaya niyetimiz yoktu.
Biz kaçmak için hareketlenmişken ağaçların tepesinden bizim peşimize düşmekte olan dinozorların tepelerine beş altı tane bilmediğimiz insanlar indi. Ellerinde ne tuttuklarını görmek zordu ama benim tahminimce kesici aletler vardı.
“Bunlar da kim böyle?” dedi Artemis, adımlarını yavaşlatıp az önce olan biteni görmeye çalışarak.
Hepimiz onun yaptığını yapıyor, onun düşündüğü şeyin aynısını düşünerek aynı yöne doğru bakıyorduk. Kimdi bu gelenler ve neden bu kadar fazlalardı? Sayabildiğim kadarıyla altı kişilerdi ve üç üç olmak üzere iki dinozorun tepesinde eşit şekilde dağılmış bir vaziyette duruyorlardı.
Neden şimdi çıkıp gelmişlerdi? Haftalardır sessizliğin içinde yalpalanırken aniden gerçekleşen olaylar silsilesi yüzünden midem garipleşti. Ya hiçbir şey olmuyordu ya da her şey aynı sırada gerçekleşerek üst üste biniyordu.
“Durun ve izleyin!” dedi Atlas, şaşkınlıkla. “Bakın neler yapıyorlar!”
İzlemeye koyulmuştuk zaten ve hakikaten de altı kişinin çıkardığı iş inanılır gibi değildi. Her biri tek tek dinozorların sırtına ellerinde tuttukları mızrakları -öyle olduğunu düşünmeye başlamıştım- geçiriyorlardı. Dinozorlardan yükselen acı dolu feryatların karşısında altı kişi daha fazla şiddetlendi.
Fark ediyordum da hep bir şekilde kurtulmayı başarıyorduk. Yani çoğumuz…
Buna sevinmeli miydim, bilmiyordum ama üzülebileceğim bir nokta da değildi elbette. Kim bir dinozorla burun buruna gelirken kurtarılmaktan ötürü üzüntü duyabilirdi ki? Hiç kimsenin üzüleceğini falan sanmıyordum. Hele ki bizim durumumuzda yer alan herkesin bu sürpriz karşılamayı heyecanla seyredeceği açıktı.
Dinozorlar sağa sola sallanıp dururken üstünde mini minnacık gözüken insanlar da onların arkasından sağa sola yalpalanıyorlardı. Lakin dinozorlara geçirilmiş mızrakların ucunu tutarak kendi düşüşlerini engellemenin mantıklı bir yolunu bulmuşlardı.
Gördüklerimi nasıl tasvir edebilirdim, inanın ben de bilmiyorum çünkü her şey epey hızlı gelişmekteydi. Saniyeler içinde başlayan bu kargaşa bir zafer ile sonuçlanmıştı ki böyle olmasını hem bekliyor hem de pek öngörememiştim.
“Hazır onlar dinozorları parça pinçik etmeyi başarmışken biz de yavaştan sıvışalım,” diye bir fikir attı Efdal.
“Efdal’a katılıyorum,” dedi Fırat.
Ancak bizi yine bozguna uğratacak bir şeyle karşılaştık. Asla beklemediğim bir şeydi.
Biz kaçmak için yola koyulmaya başlamışken fazladan altı kişi yolumuzu kesmek adına tam önümüzde dikilmeye başladılar. Bu altı kişi az önceki altı kişi olamazdı çünkü dinozorların sırtından bu denli kolay ve hızlı bir hamleyle aşağı inip karşımıza geçmeleri imkansızdı.
Eğer flash değilseniz. Yani çok ama çok hızlı hareket eden bir süper kahraman değilseniz bunu yapmanız mümkün değildi.
“Siz de kimsiniz?” diyerek ilk soruyu sordu Morpheus. Omuzlarını dikleştirmişti ve bu hareketi onlardan çekinmediğimizi göstermek adına yapılmıştı. Tabii ki de onlardan çekinmeyecektik çünkü biz de en az onlar kadar sayıca fazlaydık.
Çok yüksek bir sesin yeri titreterek bizim irkilmemize sebep olması üzerine Morpheus’un sorusu askıda kaldı. Çıkan ses o kadar gürültülüydü ki yerimden sıçradım çünkü zaten ayak bastığım yer fena şekilde titremişti.
Kısa bir bakış atma ümidiyle arkamı döndüğümde iki dinozorun da kanlar içinde, yan yana duracak vaziyette yere yığıldıklarını gördüm. Az önce bizim peşimize düşecek olan dinozorlar şimdi birkaç adım ötemizde yerde nefes almadan yatıyorlardı. Ölmüşlerdi ve onların ölmesi demek büyük bir başarı demekti. Onları öldürenler ise şimdi bize doğru yürüyorlardı.
Diğer altı kişi…
Şimdi toplamda 12 kişi olmuşlardı ve doğruyu söylemek gerekirse hepsi birbirine hafif de olsa benziyordu. İçlerinde kahverengi göze sahip birisi yoktu. Ya yeşildi ya da mavi. Bunu anlamam uzun zamanı almamıştı çünkü yansıyan güneş ışınlarından ötürü her birinin gözü parlıyordu. Onları fark etmemek güçtü.
“Az önce olanlar gerçek miydi? Film falan izliyormuşum gibi geldi,” dedi Rabia.
“Hepsi gerçekti,” dedi, en önde duran orta boylarda olan bir adam. Evet, adam diyordum çünkü bizden yaşça büyük olduğu aşikardı. Kocaman bir gövdesi ve ona yakışır kaslı kolları vardı. Yıllarca spor yaptığı anlaşılıyordu çünkü bu kaslar kolayca elde edilemezdi.
“İki tane dinozor ben ve kardeşlerimin karşısında hiçbir şey,” dedi ardından. Kendini beğenmiş gülüşünü de eksik etmedi. Çok özgüvenli ve kendisine güvenen birisi olduğunu anladım. Kendisine güvenmesi iyi hoştu da neden bizim karşımıza çıkmışlardı? Havasını atmak için olduğunu zannetmiyordum.
“Siz kimsiniz?” diye sordu Hakan. Uzun süredir sesi çıkmıyordu. Konuşmaya başlamaya karar verdiğine göre onun da dikkatini çekmeyi başarmışlardı. Üzüntüsünü bir kenara atıp şimdilik ablasını düşünmüyor olmasına sevinecek hâle gelmiştim.
Halbuki şimdi başka bir mevzunun odak noktası olmuştuk. Bizi bir çember haline gelip saran 12 kişinin bizden ne istediğini çok merak etmeye başlamıştım. Bazılarının bakışları insancıl gözükse de birkaçının bakışları çok donuk ve şüpheciydi.
Aralarından en uzun boylu olan erkek bir adım öne atarak “Biz Titanlar,” dedi. Hemen arkasından bizimle ilk konuşan adam “Ben ve kardeşlerim Zeus ve Hades’i arıyoruz,” dedi. Bunu söylerken her birimizin yüzüne baktı ve en son Hakan’ın yüzünde durdu.
Hakan duygudan yoksun bir yüz ifadesiyle ona bakan kişiye bakmayı sürdürüyordu. Ben ise o esnada başımı çevirerek bizi çemberin içinde tutan diğer insanlara baktım. Bunların hepsi kardeşti yani, öyle mi? 12 kişi de kardeşti ve kendilerine Titanlar diyorlardı.
Titanlar da kimin nesiydi?
“Bizden ne istiyorsunuz tam olarak?” Vulcan da bir adım atarak Morpheus gibi sırtını dikleştirdi.
“Bizi Zeus’a götürmenizi istiyoruz.”
“Zeus’un nerede olduğunu bilmiyoruz. Size yardımcı olamayız,” diye lafa atladı Fırat.
“Onları bulmanız için el ele verebiliriz. Zeus piçini arayan yalnızca siz değilsiniz. Onu gördüğüm yerde öldüreceğim. Okumu onun derisine saplayarak yavaşça ve acı dolu bir şekilde öldüğüne emin olacağım,” dedi Artemis. Konuşurken sesi titrer gibi oldu. Aklına Poseidon’un geldiğine emindim.
“Anlaşılan Zeus hepimize zarar verdi,” dedi uzun boylu olan. Başını aşağı yukarı salladı ve ardından diğer adama döndü. “Peki şimdi ne yapmamızı istiyorsun Okeanos?”
Okeanos? Bu ismi bir yerlerde daha önceden duyduğuma yemin edebilirdim. Lakin bu ismin bir Titan’a ait olduğunu bilmiyordum. Titanların kim olduklarından bihaberdim. Bunlar birer grup muydu? Yani kardeşler arasında oluşturdukları bir grubun adı falan mıydı?
“Okyanusların tanrısı olarak bilinen Okeanos mu? Tam hâkim değilim fakat böyle bir şey okumuştum sanırım,” dedi Aurora.
“Tanrı sayılır mıyız bilmiyorum güzellik. Dediğim gibi bizler Titanlarız.”
Uzun boylu olan elini Hakan’a uzatarak “Ben Kronos,” dedi. Hakan ilk başta tereddütte düştü fakat sonra elini uzatıp Kronos denilen gencin elini sıktı. Aralarında en küçük o duruyordu ama en uzunları olduğu için bu çok da belli olmuyordu.
“Hakan.”
“Kronos? Bildiğimiz Kronos mu? Zaman tanrısı olarak anılan kişi mi?” dedi Morpheus. Gözleri kocaman açılmış vaziyette Kronos’a bakıyordu. İlgisini çekmiş olduğu büyüyen yeşil gözlerinden kolaylıkla görülebiliyordu.
Zaman tanrısının görevi neydi peki? Zamanı mı değiştiriyordu? Bak işte bu çok ilginç olabilirdi…
“Ta kendisi,” dedi Kronos, böbürlenerek.
“Siz Titanlar neden Zeus’u bu kadar çok bulmak istiyorsunuz? Bizim sebebimiz var. Peki ya sizinki ne?” dedi Atlas. Herkes olaya dahil olmak isterken ben uzaktan sessizce onları dinliyor ve her söylenileni algılamaya çalışıyordum.
Bir anda çok fazla bilgi edinmiştik ve kafam daha fazlasını kaldıramayacak gibiydi. Peş peşe bir sürü şey yaşanmıştı ve en ilginci de 12 kardeşin Titanlar olarak kendilerini tanıtmalarıydı. E tabii bir de dinozorları alt etmeleri de cabasıydı.
“Biz Titanların Zeus ile hesaplaşacakları var. Bu dünyayı o ve onun ağabeyi Hades için birer cehenneme çevireceğiz. Özellikle de Zeus’u istiyorum çünkü o orospu çocuğu fazla olmaya başladı,” dedi Okeanos. Sanırım en büyükleri oydu çünkü o ne söylerse geride kalanların hepsi sessizce onu onaylıyordu.
“O zaman sıraya geçin. İlk önce biz hesabımı soracağız,” dedi Artemis, kararlığını göstermek için Okeanos’un dibine kadar girip önünde durarak. Atlas onu kolundan çekiştirmek isterken Artemis hızlı davranmıştı. Onun Zeus’a olan nefreti çok güçlüydü ve sebebi de çok anlaşılırdı.
Lakin Titanların sebebi neydi, gerçekten çok merak etmiştim. Neden onlar da bizim gibi Zeus ile hesaplaşmak istiyordu? Umarım bir gün bunu öğrenebilirdim.
12 Titan’a güvenmeli miydik yoksa onları es mi geçmeliydik, orası muallaktaydı fakat bunun için henüz çok erkendi.
“Çiçek tarlasındaki ölü papatya,” dedi içimdeki yabancı ses. Şimdi sırası değildi ama yeniden gelmiş ve benimle konuşmuştu işte. Zihnimin içinde aynı cümleyi arka arkaya tekrar etti. Onu susturmak istediğim sırada tam karşıma baktığımda o küçük kızı gördüm.
Çöplüğe dönmüş çiçek tarlasının ilerisinde elinde beyaz papatyalar tutarak sırıtıyordu. Onunla göz göze geldiğimizde içim ürperdi ve başımı iki yana salladım. Ne alakaydı şimdi?
“Çiçek tarlasındaki ölü papatya,” dediğinde elindeki papatyalar sararıp soldu. Ardından papatyaları yere atıp ayaklarıyla ezdi. Yeniden bana baktığında ise “Afrodit gibi bunlar da öldü,” dedi. Daha sonra kahkaha atmaya başladığında onu yakalama isteğiyle yanıp tutuştum.
Ancak küçük kız yine ortadan aniden kaybolduğunda başka birinin sesini ve cümlesini işittim. Yeniden diğerlerine baktım ama yüzümün kireç gibi olduğundan sonuna kadar emindim. Kronos’un mavi gözleri benimkilere baktığında cümlesini yeniledi.
“Zeus’u bulmamıza yardım edene kadar sizi esir olarak tutuyoruz. Hiçbir yere kaçamazsınız çünkü artık bize borçlusunuz. Sizin için dinozorları alt ettik ve şimdi sizler bize yardımcı olacaksınız.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 276 Okunma |
64 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |