

KÜLLERİN DOĞUŞU SERİSİ
2. KİTAP – TENEBRIS
1.BÖLÜM: “YIKIMIN BAŞLANGICI”
Bölüm Şarkısı: Chord Overstreet – Hold On
İnsan sevdiği birini kaybettiğini nasıl anlardı? Basit bir örnek olarak, artık ona ‘günaydın’ ya da ‘iyi geceler’ demediğinde mi? Veya o kişiyi bir daha asla göremeyeceğini fark ettiğinde mi anlardı? İnsan bu yokluk hissinin dayattığı acıyla başa çıkabilir miydi?
Birini kaybettiğinde onun gidişine seyirci kalabilir miydi? Izdırap denilen şey insanı yiyip bitirirdi. Geride kırıntı dahi kalmayacak şekilde hiçbir şey bırakmazdı. Bir tek hatırlanmak istenen anılar kalırdı herhalde, o kadar.
Peki ya o anılar da bir süre sonra bizi terk edip gitmez miydi? Sonsuza kadar kalırlar mıydı bizimle?
Kişi izin verdiği sürece kalırdı. Hatıralar silinmezdi, onları yok edemezdiniz. Sadece artık düşünmeyi bırakırdınız, boş verirdiniz. Hatırlamaktan ve o anılara takılı kalmaktan vazgeçerdiniz. Böyle de basitti işte bazı şeyleri unutup bir kenara fırlatmak.
Belki de unutamazdınız ama artık üzerinde de durmazdınız. Vaktinizi hatıralarla öldürmezdiniz.
Ben birçok şeyi unutmamıştım. Unutamıyordum. Unutmak istediğim şeyler elbette ki çok olmuştu fakat o anılarda yaşıyordum. Yaşamamalıydım belki de. Kimse yaşamamalıydı. Bir gün o anılarda, bizler ölünce uçup gideceklerdi ne de olsa.
Bazen yıpratırlardı, bazen de bizi hayatta tutan şey olurlardı. Bazı insanlar tek bir hatıraya tutunup nefes alırlardı. Yaşama nedenleri geçmiş yaşantıları olurdu.
Fakat şimdi, son 2 haftadır hiçbir şey normal değildi. Eskisinden daha beterdi. Şimdiye kadar geçen süreden, yaşananlardan daha kötü bir şeyle karşılaşabileceğimizi asla tahmin edemezdim sanırım. Zaten hep tahmin edemediğimiz olaylar bizi bulmaz mıydı? Bunun sebebi neydi ki? Hiçbir zaman bilemeyecektim, bilemeyecektik.
Ön göremediklerimiz bizi sırtımızdan vuranlar olmuştur hep. İnsan hiç arkasında bakma zahmetine girmezdi; önüne odaklanırdı. İleriye bakar ve o yönde ilerlerdi ama bazen de arkaya bakmakta fayda vardı. Nelerin bizi takip ettiğini görmemiz, ileride karşımıza çıkacak olan sürprizi önlerdi.
Afrodit gideli tamı tamına 2 hafta olmuştu. Bunu nereden mi biliyordum? Çünkü her gün saymıştım. Onun gidişinden itibaren her gün, bıkmadan usanmadan günleri sayıp durmuştum. Bir yerden sonra kafam karışmış olsa da minik bir taş yardımıyla duvara çizdiğim çizgiler bana hatırlatıyordu geçen zamanı.
2 haftadır bir boşluğun içerisindeydik. Bir tek Afrodit de değil, değer verdiğimiz diğer insanları da kaybetmiştik. Hepsi ölmüş müydü, emin değildim ama onları uzun bir süre daha göremeyeceğimizi biliyordum. Neden gitmişlerdi? Neden geri dönmemişleri bu koca 2 hafta boyunca?
Acaba artık kendileri için çabalamaktan vaz mı geçmişlerdi, yoksa geri dönmek onları çok mu zorlamıştı? Hepsini çok özlemiştim. Hepimiz onları çok özlüyorduk. Olay da bu ya zaten. Sevdiklerinin hayatta olup olmadığını bilememek, onları her gün özlemek ve olur da bir gün belki yeniden kavuşabiliriz diye beklemek insanı öldüren şeydi.
Onlar değil, bizler ölmüştük. Gidene değil de kalana daha zordu, bir kez daha görmüştüm.
Dıştan sağlam gözükebilirdik fakat içten öldüğümüzü görmemeleri imkansızdı. İçinde ölü bir ruh barındıran sahte bedenler… Ruhlar ölmezdi güya ama bizde ne ruh kalmıştı ne de kayda değer bir beden. Günler geçtikte çürüdüğümüzü görebiliyordum.
Bu süreçte Hakan’ı toparlamak çok yıpratıcı olmuştu. Tabii ki onu nasıl teselli edecektim bilmiyordum çünkü ablasının gözleri önünde uçurumdan aşağı denize atılması pek de teselli edilecek, kafasına vurup ‘geçti’ denilecek türden bir durum değildi.
Hem Afrodit’in hem Athena’nın hem Poseidon’un hem de Zahir’in gidişi resmen bir işkenceydi. Bu bir katliamdı. Teker teker katledilmeye başlanmıştık. Haliyle bu da bizi güçsüzleştiriyor, umudumuzu yitirmemize neden oluyordu. Yeniden alevlenmesi içinse yine iş bizlere düşüyordu.
Tüm bu yaşananların yanında bir de 2 hafta boyunca gördüğüm kâbuslar da cabasıydı. Üstelik, bu son 2 haftadır her gün aynı kâbusu her gece görmeye başlamıştım. Saçları tıpkı benim gibi uzun ve bakır renkteki bu küçük kız zihnimi işgal etmişti.
İki yandan örgülü olan saçları, küçüklüğümde yaptığım modelin birebir aynısıydı ve artık başka bir insanı değil, kendi küçüklüğümü görüyormuşum gibi geliyordu.
Kimdi bu kız ve neden her gece kâbuslarımın baş karakteri oluyordu? O ve onun tuhaf gülüşü sürekli gözümün önünde beliriyordu. Rahatız edici bir hâl almıştı ama durmuyordu da. Tekrar ve tekrar. Aynı küçük kız, aynı gülümseme ve aynı anlamsız kâbus…
Kimseyle de doğru düzgün konuşamıyordum çünkü sohbet etmek de çok yersiz geliyordu. 2 haftadır kimsenin ağzını doğru düzgün bıçak açmamıştı. Artemis günlerce ağlarken Atlas onu rahatlatmaya çalışmıştı. Morpheus ise Athena’nın dönmemiş olmasından ötürü sessizliğini korurken Efdal da ona eşlik etmişti. Vulcan, İsis, Fırat ve Aurora da Poseidon’u düşünüyorlardı. Öldü mü acaba, diye düşündüklerine yemin edebilirdim.
Muhtemelen Rabia da hamile olup olmadığından emin olmak istiyordu. Şayet gerçekten de hamileyse Hakan buna nasıl bir tepki verecekti, muallaktaydı. Bir de benim tepkim ne olacaktı, onu da hiç bilmiyordum. Bilmeyi istediğimi de sanmıyordum. Bunu şu anda düşünemezdim.
Ve Hakan… Bir tek o kalmıştı.
Ablasını ikinci kez kaybetmişti. Ondan yine koparılmıştı hem de 17 sene sonra. Onu kurtarabilmek için yaptıklarından sonra sanki bir hiç için uğramış gibi hissediyor olma ihtimali de vardı. Ancak hayır. Bir hiç için olmamıştı. En azından ablasıyla 17 güzel yıl daha yaşayabilmişti.
Ona veda edememişti. Hiçbirimiz sevdiklerimize veda edememiştik. Onlara birer veda borcumuz vardı ama her şeyin bittiğine inanmak istemiyordum. İnanmayacaktım; inanmayı reddediyordum.
İnsanın inançları da tıpkı insanların gittiği gibi giderdi. Benim hep var olan inancım sayesinde gittiğini düşündüğümüz insanların aslında hâlâ bizimle olduklarını düşündürtüyordu. Bir inanca tutunursan o zaman vazgeçmemiş sayılırdın. Ben de vazgeçmemiştim. Diğerleri vazgeçecek olsalar bile.
14 gün önce olanların yanı sıra, şimdi etraf çok sakin ve sessizdi. Bir tek kuşların cıvıltıları ve arada bir esen rüzgârın çıkarttığı uğultu sesleri vardı. Ne olmuştu da birden sakinliğe dönebilmiştik? Sırf biraz daha aksiyon olmadan geçireceğimiz bu zaman için sevdiklerimizin bizden koparılması mı gerekliydi?
Fazlasıyla garipti. Nasıl olurdu da ızdırap gibi gelen koskoca 2 hafta boyunca başımıza hiçbir şey gelmezdi? Bundan şikâyet etmiyordum çünkü haftalar öncesinde hiç yaşamadığımız kadar ızdırap yaşamıştık. Lakin şimdi böyle olması bende şüphe uyandırıyordu. Daha da mı uğursuz günler bizi bekliyordu?
Evet, uğursuz. Şansımız yaver gitmemişti ki uğurlu, parıltılı bir dünyada doğabilseydik…
Uğursuzluk muydu insanı ölüme sürükleyen? Paranoyak olmaya başlıyordum galiba. Ufak bir ayrıntı yakaladığım anda sonuna ölüm ekliyordum. Ölüme bu kadar bağlı veya ölümü bu kadar fazla düşünmemeliydim.
Elimde değildi ki; elimde olmadan birden zihnimde beliriveriyordu. Etrafımda canlı görünen kimselere rastlamıyordum; 14 gündür kimse canlı gibi hissetmiyordu. Ayna olsaydı eğer, kendime baktığımda da bir ölü görebileceğime dair herhangi bir kuşkum yoktu.
Şimdiye kadar yaşıyor olmamıza şaşırıyordum doğrusu. Afrodit’in gidişinden ve diğerlerine olan belirsizliklerden sonra ilk günlerimiz berbat geçmişti. Yine dakikalarla anlaşamamış, tatsızlıklar yaşamıştık. Tenime diken gibi batan dakikalar hiç geçmek bilmemişti. Saat demiyordum, dakika diyordum çünkü o kadar yavaş ilerlemişti.
Bazılarımız kendisine gelmeyi başarabildiğinde gidip yiyecek ve içecek aramıştık. Hayatta var olmadığımızı hissederken hayata devam edebilmek için karnımızı doyurmamız gerekiyordu. Bir ölünün yemek yemesi gibi bir şeydi. Alışılmadık, tuhaf, saçma…
Aramadığımız, gezmediğimiz ve bakmadığımız yer kalmamıştı desem doğru olurdu. Sadece yemek bulabilmek için değil çünkü onları bulmak kolay olmuştu. Diğerlerine dair bir iz var mı veya başka birileri bize yardımda bulunabilir mi diye de bakmıştık çevremize, fakat boşlukla karşılaşmıştık.
Sakinlik istiyordum ama bu kadarı da canıma tak ediyordu. Demek ki neymiş, insan ne dilediğine çok ama çok dikkat etmeliymiş. Yoksa benim gibi yanlış bir ifadeyle istediğinizi sandığınız şeylerin aslında istemediğiniz veyahut eksik olan şeyleri size sunduğunu görebilirdiniz.
Yemekler dışında tek bulabildiğimiz şey kırık dökük bir ev olmuştu. Orada kalmaya karar vermiştik çünkü uyumadan, dinlenmeden olmazdı. Gerçi gördüğüm kâbuslardan sonra hiç uyuyamamıştım ama olsun. Her an tetikteydik ve her an bize ulaşabilecek birileri ya da bir haber bekliyorduk ancak hiçbiri gelmemişti.
Hakan ara sıra evden kaçıp etrafta yürüyor, bir iz bulabilir mi diye bakıyordu ama nafile. Üstelik hemen hemen her gece ağladığını duyar olmuştum. Onun ağlaması beni derinden üzüyordu. Ne için, kim için ağladığını bilmek ise çok daha ağır bir yük oluşturuyordu.
Gözleri yaşlanmayan kalmamıştı.
Sevdiklerinin yolunu gözlemeyen kalmamıştı.
Sevdiği insanları kaybetmeyen kalmamıştı.
Gözlerindeki canlılığa sahip çıkabilmiş ve bundan sonra yaşamak için nedeni kalan hiç kimse yoktu.
“İşte buradasın,” dedi, neredeyse milyon defa duyduğum aynı ses. Yine aynı küçük kızdı. Suratıma bakarak gülümsüyordu. Haftalardır gördüğüm görüntüydü ve hiçbir zaman değişmiyordu.
“Benimle oyun oynamak ister misin?” diye sordu, tekrardan.
Ona “Hayır,” diye cevap vermeyi denedim ama sesim çıkmamıştı. Yeniden. Ona hiçbir zaman cevap verememiştim, veremiyordum çünkü ne ağzımı ne de bedenimi oynatabiliyordum. Yalnızca karşımda dikilip bana tatlı bakması gerektiği yerde rahatsız edici bakıp gülümsemeye devam eden kıza bakmakla yetiniyordum.
Benim küçüklüğüme ne de çok benziyordu. Ya da onu defalarca kez gördüğüm için sanki benim küçüklüğümmüş gibi gelmeye başlıyordu. Halbuki göz rengimiz pek de aynı sayılmazdı. Lakin saç rengimiz birbirine tıpatıp benziyordu.
Masum bir kız çocuğu gibi değildi. Masumluğu vardıysa da eğer, günler geçtikte sanki o masumluk yok oluyor, uçup gidiyordu kızın içinden. Neden benim peşimi bırakmıyordu? Bana bir şey mi anlatmaya çalışıyordu? Konuşabiliyor olsaydım ona bu soruyu sorardım ama bana karşı bir yanıt verip vermeyeceğini bilmiyordum.
Sıkılmıştım. Onu sürekli görmekten çok sıkılmıştım çünkü kâbusumu ezberler olmuştum. Değişik ve yeni hiçbir şey yoktu; hep benzer şeyler vardı.
“Ben seninle bir oyun oynamak istiyorum.”
Ben istemiyordum. Ben bu saçmalıktan kaçmak istiyordum. Bitsin istiyordum.
Ancak bitmiyordu.
Biri beni uyandırsa da kurtulsam keşke. Kendi kendimi uyandırmaya çalıştığımda karşımdaki küçük kız beni daha çok kendisine çekmeyi deniyordu. Ondan kaçmama izin vermediği gibi onunla aptal bir oyun oynamamı isteyip duruyordu.
Karabasan misali üstüme çöküyordu. Nefes almamı zorlaştırıyordu ve sesimin çıkmasını engelliyordu. Ondan hiç hoşlanmamıştım. Onda bilinmeyen bir şeyler gizliydi ve onu neredeyse yüzlerce kez görmeme rağmen onda saklı olan sırrı çözemiyordum. Görünmezdi.
“Eğer bana ayak uydurursan her şey senin için daha kolay olacak. Söz veriyorum.” Bunu söyledikten sonra etrafta gülerek koşuşturmaya başladı. O koştururken bakır rengindeki saçları da ona ayak uydurarak havada sallanıyorlardı. Ben ise yalnızca onu izlemekle meşguldüm çünkü kımıldayamıyordum. Benden ziyade onun rüyasıymışçasına o beni yönetiyordu, ben onu değil.
Kıkırdamalarına katlanacak gücüm kalmamıştı. Minik bedenine yaraşır şekilde çıkan minik kahkahaları kulaklarımı tırmalıyordu; sevimli gelmiyordu. O, sevimli bir kız çocuğundan çok uzaktı.
“Anka!”
Bak işte bu sesi ilk defa duyuyordum. Bir yerlerden tanıdık geliyordu ama çıkartamıyordum. Birisi benim adımı haykırıyordu. Kâbusumun içinde olmayan birisiydi, bunu biliyordum. Tekrar bana seslenmesini diledim. Böylelikle küçük kızın yanından kaçma fırsatı elde edebilirdim.
Lütfen. Adımı son kez daha haykır, bu kez sana geleceğim.
“Anka, kalk hadi. Sana çok önemli bir şey söylemem lazım,” diye fısıldadı aynı ses, kulağımın içine doğru. Onu hissedebiliyordum. Kâbusta yer almayan bu sesi tanımıştım en sonunda.
Morpheus’un narin sesiydi. Yanımdaydı ve benimle gerçek bir iletişime geçmek için uyanmamı bekliyordu.
Rüyadan çıkabilmek için tüm vücudumu kastım. Küçük kız koşmayı bıraktı, bana döndü ve başını yana yatırarak beni izledi. Göz bebekleri büyürken dudaklarındaki gülümseme silindi. Öfkelenmişti. İyi de neden? Niçin şimdi öfkeleniyordu? O da mı duymuş Morpheus’u?
Bu olabilir miydi?
“Seninle yeniden görüşeceğiz Anka. Bu asla bir son değil,” demesiyle Morpheus’un beni iki kolumu birden tutup sarsması bir oldu. Sanki dakikalarca nefes almıyormuşum gibi bir anda doğrularak derin derin nefesler almaya başladım. Başıma ağrılar saplanmıştı. Elimi göğsüme götürüp ihtiyacım olan havayı solumak için mücadele ediyordum.
“Anka iyi misin? Dur sakin ol. Niyetim seni korkutmak değildi, üzgünüm. Şimdi biraz daha iyi hissediyor musun?” Morpheus benim böyle uyanmamı beklemiyordu muhtemelen. O da şok olmuştu bu halime.
Biraz bekledikten ve nefeslerim normal düzeyine indikten sonra “İyiyim, sıkıntı yok,” diye mırıldandım. Yalandı tabii. İyi olunacak bir durum mu vardı? Küçük bir velet gelip bana tekrardan görüşeceğimizi ve bu görüşmemizin bir son olmayacağını söylemişti. Keşke en başından onu hiç görmeseydim.
“Seninle bir şey konuşmalıyım. Hem de acil,” diye fısıldadı çünkü diğerleri hâlâ uyuyordu. Özel olarak beni uyandırmıştı ki bu hareketi meraklanmama neden olmuştu. Bir iz mi bulmuştu? Öyle olmasını umut ettim fakat pek zannetmiyordum.
Bir iz bulmuş olsaydı bir tek beni değil, tüm herkesi uyandırırdı. Benimle birebir, özel olarak konuşmak istediği meseleyi öğrenmek için sabırsızlanmıştım.
“Tamam, konuşalım hemen,” dedim ve yattığım yerden kalktım. Benden önce davranıp kapıya doğru ilerledi ve kapıyı açtıktan sonra beni bekledi. Saçımı başımı gelişigüzel düzelttikten sonra ona eşlik ettim ve ikimizde dışarı çıktığımızda kapıyı sessizce kapattı.
“Athena’yı gördüm,” dedi şak diye. Zaten uyku mahmurluğu üzerimdeyken söylediği şeyi algılamam birkaç saniyemi aldı. Kapıdan biraz daha uzaklaştıktan sonra “Rüyamda,” dedi. En önemli kısmı eklemeyi unuttuğu için ona sinirle baktım. Henüz oluşamamış heyecanım birden yerle bir oldu.
“Onu nasıl gördün? O iyi mi? Yaşıyor mu?” diye sordum hızlıca. En nihayetinde Morpheus’un rüyaları çok kıymetliydi ve onun Athena’yı nasıl gördüğünü öğrenmek için deliriyordum. Uykum anında kaçmıştı.
“Yaşıyordu. Umarım hâlâ nefes alabiliyordur.”
Ona yaklaşıp gözlerinin içine baktım. “Öyle olduğuna inanalım lütfen Morph. Onu kaybetmedik, kaybedemeyiz. Bunun için çok erken,” dedim. Ona seslenişimi duyduğu anda yüzünde hoşnutsuzluk ifadesi belirdi. Athena hep ona ‘Morph’ diye seslenirdi.
“Üzgünüm,” diye mırıldandım. Elini boşlukta sallayıp “Dert etme,” dedi. “Onun söylediği gibi söylemen kısmen hoşuma gitti.”
Onun gözünde Athena gibi olamazdım ama en azından ona o şekilde hitap etmemi sakin karşılamıştı. Kızıp üzülseydi de hakkıydı.
“Sadede geleyim,” dedi konuyu değiştirip. “Rüyamı yoksa kâbus mu bilmiyorum ama rüya olmak için fazla depresif fakat kâbus olmak için de fazla durgundu her şey.”
“Tam olarak ne gördün?”
Gidip evin yakınında duran banklardan birisine oturdu. Pekâlâ. Nasıl bir şey gördüyse, oturmaya ihtiyacı vardı anlaşılan. Endişelenmeli miydim?
Peşine takılıp hemen yanına oturdum. Yüzümü ona çevirdiğimde yeri seyrediyordu. Ona yandan baktığım için yara izini daha net görebiliyordum. Başını kaldırmadan “Tapınağın içindeydi,” dedi yavaşça. Gördüklerini anlatmak için çok da acele etmiyordu. Etkisinden çıkamamış olmalıydı.
Sabırla onu bekledim. Dudakları hareketlendi fakat konuşmadı. En sonunda “Bana sesleniyordu Anka. Onun naif sesini işittim, sanki yanımda yatıyormuş da beni uykumdan uyandırmak için benimle uğraşıyormuş gibi,” dedi. Bunları söylerken hafifçe gülümsedi.
Ben de gülümsemeden edemedim.
“Sana ne söylüyordu?” Başını kaldırdı ve bana döndü. “Benden yardım istiyordu. Onu kurtarmam için adeta bana yalvarıyordu. Bağırmıyordu çünkü sesi çıkmıyordu ama ben onu duydum. Bana hep seslendiği gibi seslendi. Beni özlediğini ve onu bulmamı istediğini tekrarlayıp durdu.”
Ne diyeceğimi o anda bilemedim. “Çok mutsuzdu. Athena mutsuz olmayı hak edecek bir insan değil. Ona gülmek yakışıyor,” dediğinde sesi titremeye başlamıştı. Umarım ağlamazdı çünkü ben de dayanamayıp koyuverebilirdim. Ağlamamak için direndiğim günler epeyce artmıştı.
“Athena gördüğüm en güzel ve parlak dişlere sahip. Onun gülüşünü görmeyi ben de en az senin kadar seviyorum,” dedim. Bir elimi elinin üstüne koydum. Kısa bir an elime baktı ama rahatsız hissetmemişti.
Yüzüme baktığında devam etti. “İşin ilginç veya can yakan kısmı burası değil ne yazık ki,” dediğinde elinin üstündeki elim kasıldı. Başka ne görüp ne duymuştu? Korkunun bana işlemesini istemiyordum.
“Arkasında beliren küçük bir kız vardı. Bulundukları yer çok karanlık ve ürkütücü olduğundan tam net göremedim ama küçük kızın verdiği enerjiden hiç memnun kalmadım.”
Küçük bir kız mı? Bu da ne demekti şimdi? Benim kâbuslarımda yer edinip gitmek bilmeyen küçük kızın aynısı olabilir miydi? Ona nasıl bir soru yansıtabilirdim, bilmiyordum. Ensemden soğuk bir hava dalgası yayıldığında oturduğum yerde irkildim. İçimden bir şey geçer gibi olmuştu.
“Ne oldu? Neden aniden rengin soldu?” Bana, kafasını karıştırdığım için kısık gözlerle baktı.
“Küçük bir kız mı dedin sen?”
“Evet,” dedi, yanlış bir şey söylemiş gibi. “Saçları seninkilere benziyordu.” Gözleri saçlarıma kaydığında kalbim duracak gibi oldu. Sebebi onun bakışları değildi; kızın saçlarının benimkilere benziyor olmasını söylemiş olmasıydı.
Kâbuslarımda gördüğüm küçük kızın saçları da aynı benimki gibiydi. Bakır rengindeydi ama onunkiler bir tık daha koyuydu bana göre.
“Anka,” dedi. “Yoksa sende mi o kızı gördün?” Dağılan dikkatimi yeniden kendisine çekebilmek için elini gözümün önüne getirip salladı. Sağa solan giden parmaklarını takip ettim. Bir şey söylemeye korkuyordum. Ona nasıl izah edebilirdim ki?
“Sen beni siktir et şimdi. Kaldığın yerden devam et lütfen,” dedim hızlıca. Onun anlattıkları şu anda daha çok ilgimi çekiyordu. Kaçtır gördüğüm küçük bir kızın onun da rüyasını işgal etmiş olmasının nedenini aşırı merak ediyordum. Tamam, beni yüzlerce kez rahatsız etmişti fakat neden Morpheus’un rüyasını da ele geçirmişti?
Başta tereddüt etti ama sonra dediğimi yaparak anlatmaya geri koyuldu. “Athena çok renksiz gözüküyordu. Güzel arkadaşımı çok net göremedim ama her zaman ışıl ışıl olan kızıl saçları eski canlılığını kaybetmişti. Onun sesini ezbere bilmiyor olsaydım o olduğunu asla anlamayabilirdim.”
Başımı sallayarak onu dinlediğimi belli ettim. Boğazını temizledikten sonra “Ancak o küçük velet parıldıyordu. Çok belirgindi; yüzü, saçları ve beni uyuz eden o gülümsemesi fazla netti. Athena’nın net olmasını beklerken kim olduğunu bilmediğim kız daha fazla görünür haldeydi,” dedi, tane tane anlatarak.
“Morpheus beni yanlış anlama fakat neden özel olarak beni seçtin bunları anlatmak için?” Benimle de alakalı bir şey gördü mü diye düşünüp duruyordum bütün konuşma boyunca.
“Çünkü aramızda Tapınağın içini en iyi bilen kişi sensin,” dedi, çekinir bir halde. Beni bu yüzden uyandırdığı için pişmanlık duyuyor olmalıydı ancak ben çok sevinmiştim. Bir kere daha o kızı görmeye tahammülüm kalmamıştı. Bir dahaki uykumda yine onu göreceğim diye endişeleniyordum. Beni rahat bırakmasını diliyordum.
“Pekâlâ, mantıklı bir nedenmiş. Söyle bakalım, sana nasıl bir yardımda bulunabilirim?” Onunla konuşurken bir yandan da evi gözetliyordum. Birileri uyanmış mı diye gözüm arada bir eve kayıyordu ama herhangi bir hareketlilik veya ses yoktu.
Bedenini iyice bana döndürüp bir bacağını diğerinin altına yerleştirip oturuşunu değiştirdi. “Athena’nın olduğu odanın duvarlarını seçebildim. Küçük kız benim görüşümü kısıtlamak istercesine dalga geçer gibi sağa sola yalpalandı, fakat birkaç resim ve bir de yazı gördüm.”
Hatırladığım kadarıyla girdiğimiz odaların hiçbirinde böyle bir yere rastlamamıştık. Zahir ile beraber her odayı gezememiştik ama gezmiş olsaydık yine de pek hatırlayacağımı zannetmiyordum. Oradaki anıları yok etmek içimden geçen şey olsa da bunu yapamıyordum.
Bazı anılar yok olmuyordu. O kadar basit değildi işte.
“Ne tarz resimler?”
“Ejderha resimleri vardı. Poster gibi yapıştırılmış olarak düşünme. Birisi tarafından özel olarak çizilmiş, hatta renklendirilmişti. Bazılarının üzerinde çarpı işareti yer alıyordu ve bu bana inanılmaz tuhaf geldi. Ayrıca resimlerin altında da kocaman ‘YIKIM’ yazıyordu. Kırmızı bir renkle yazılmıştı ki umuyorum o kırmızı bir kan kırmızısı değildir.”
“Yıkım mı?” diye sordum. Birisi neden duvara böyle bir yazı yazsın ki? Ayrıyeten Olimpos Tapınağı yeni yapılmamış mıydı? Zeus ve ekibi mi yazmıştı bu yazıyı? Ejderha resimleri de hiç mantığıma uymuyordu.
“Evet, direkt olarak bu yazıyordu. Önce çığır açılacak deniliyor şimdi de yıkım. Bir karar verseler de rahatlasak artık amına koyayım!” Sonlara doğru sesi yükseldi çünkü bağırarak konuşmaya başlamıştı. Şimdiye dek sakin kalarak gördüklerini anlattığına şaşırmıştım. Ben hiçbir türlü kendimi dizginleyemiyordum. Son günlerde de kontrolümü kaybediyor gibi hissediyordum.
“Tekrar düşündüm de kesinlikle o yazı kanla yazılmıştı Anka,” dedi, birazcık soluklandıktan sonra.
“Hakikaten hiçbir şeyi algılayamıyorum artık,” dedim, boşluğa dalgın dalgın bakarak. Gözlerimi kırpıştırdığımda Morpheus’a bakmak için başımı ona döndürdüm. Morpheus boynuma bakıyordu ve kaşları şaşkınlıkla havalandı.
“Anka,” dedi, işaret parmağını kaldırıp boynumu göstererek. “Kolyen yanıp sönüyor. Bak!”
Kolyeme bakmama ihtiyaç duymadan çeneme yansıyan ışığını fark edebildim. Morpheus’un söylediği gibi yanıp sönüyordu. Ya bozulmuştu ya da başka bir şeyler dönüyordu. Gözlerimiz buluştuğunda ikimiz de aynı anda “Mesaj!” diye bağrıştık. Kolyem aracılığıyla bize mesaj mı göndermeye çalışıyorlardı? Belki de Zahir’di çünkü bana kolyeyi veren oydu. Bana bir şey mi anlatmayı deniyordu?
İki haftanın sonunda ilk kez bir hareketlilik yakalamıştık ve haliyle de epey bir heyecanlanmıştık. Heyecanımızın yersiz olduğunu düşünmek istemiyordum çünkü elimizde olan tek şey kolyemin bozulmuşçasına devamlı olarak yanıp sönmesiydi.
“Bize ne anlatmak istiyor olabilir? Ya da direkt olarak sana neyi açıklamak istiyor Zahir? Eğer o yaşıyorsa diğerlerinin yaşama olasılığı da yüksek olabilir!” Morpheus heyecandan yerinden fırladı; yeşil gözleri kocaman açılmış bir vaziyette kolyeme odaklıydı.
Ben de ona ayak uydurup yerimden kalktığımda boynumda aniden bir acı hissettim. Hissettiğim acı hızla yanma hissine dönüştü. Evet, boynum yanıyordu.
Morpheus boynuma baktığında “Kolyen,” diye fısıldadı. Biliyordum kolyem olduğunu! Beni bu denli yakan şeyin o olduğunu anlamıştım çünkü boynumdaki acıya daha fazla katlanamaz kıvama gelmiştim. Kolyeyi çıkartmak için kendimi zorlarken hızlı davrandığım için beceremedim.
“Çıkar şunu! Çıkmıyor! Canım acıyor!” diye bağırmaya başladım. Şimdi bu da neyin nesiydi? Ola ki Zahir bir mesaj veriyor olsaydı da benim canımı yakacağını bildiği bir mesajı bu şekilde iletemezdi. Kolyeyi yönetemezdi. Bir şeyler ters gidiyordu, orası aşikârdı.
Artık katlanılmaz bir acı olmaya başlıyordu. Tenim alev alev yanıyordu. En sonunda kolyeyi kopartıp yere fırlattığımda yanma hissi geçer gibi oldu ama geçmedi. Rüzgâr tam zamanında esti ve bir nebze bile olsa boynumdaki yanmaya ilaç gibi gelmişti. Boynuma baktığımda kıpkırmızıydı ve kolyenin ucundaki simgenin izi tenime yapışıp kalmıştı.
Morpheus benim boynumdaki yanıkla ilgilenmeye başladığı esnada evin köşesinde, arkalarda duran birisini gördüm. Gözlerimi kısıp bizimkilerden biri olup olmadığını anlamaya çalıştığımda yanılmış olduğumu fark ettim. Bizimkilerden birisi değildi. Ağacın arkasından çıkıp bir iki adımla onu daha net görebileceğim şekilde yürüdü.
Bu oydu. Küçük kız. Kâbuslarıma giren ve Morpheus’un da rüyasına uğradığı küçük kızdı.
“Çok feci yanmış Anka. Bu nasıl oldu, cidden hiçbir şey anlamadım,” dedi Morpheus, sesi derinlerden geliyordu. Boynumu boş verip ona arkasını dönmesi için elimi havaya kaldırdım. “Bak, hemen arkanda. Bu muydu gördüğün küçük kız? Morpheus çabuk arkanı dön ve bana delirmediğimi söyle.”
Morpheus hem şaşırmıştı hem de ürkmüştü. Demek ki küçük kız beni huzursuz ettiği kadar onu da etmişti. “Athena’nın arkasında gördüğün küçük kız buysa eğer belki bize bir yardımı dokunabilir. Gidip onunla konuşabiliriz,” diye fısıldadım. Kız bizi duyamayacak kadar uzağımızdaydı ama ben yine de tedbiri elden bırakmamak istemiştim.
Yalnızca başını çevirerek gösterdiğim noktaya baktı ardından hemen bana döndü. “Orada kimse yok. Emin misin birini gördüğüne?” O anda başımdan aşağı kaynar sular dökülür gibi oldu. Ne demek kimse yoktu? Ben onu görüyordum. Birkaç kere gözlerimi kırpıştırıp yeniden aynı noktaya baktım.
Hâlâ oradaydı ve bana bakıyordu. Gözleri sadece bana odaklıydı. Morpheus benim önümü kapatıyor olsa da gözlerime kilitlenmeyi ihmal etmemişti. Onun tek derdi benimle olabilir miydi?
“Nasıl görmüyorsun? Dalga mı geçiyorsun benimle?” Onu kenara itekleyip bir adım attım. Küçük kızın gözleri boynuma kaydığında sinsice güldü. Onun gülüşünü gördüğüm anda vücudum titredi. Boynumdaki sızı tetiklendi ve acıyı daha derinden hissettim. Elimi boynuma götürüp parmaklarımı yanığın üzerinde gezdirdim; küçük kız da bana eşlik ederek yaptığım hareketleri izlemeye koyuldu.
“Anka sen iyi olduğuna emin misin? Söylediğin şey kulağa çok saçma geliyor. Orada kimse yok, ben kimseyi görmüyorum. Nereye bakıyorsun?” Morpheus’u duyuyor olsam dahi ona dönüp bakmadım. Ona cevap da vermedim çünkü tek odağım küçük kızın dudaklarında oluşan gülüşüydü.
Neye gülüyordu be? Komik olan ne vardı? Canımın yanmış olması mı onu eğlendiriyordu?
“Neye gülüyorsun?” diye seslendim. Bana bir yanıtta bulunmadı, şaşırmamıştım. Ne diyecekti ki zaten? Yine de pes etmeyerek bir daha seslendim. “Bana kim olduğunu ve buralarda ne aradığını açıklamak ister misin?”
“Anka orada kimse yok diyorum. Neden ısrarla anlamak istemiyorsun?”
“Küçük kızı görebiliyorum! Sen göremesen de ben görüyorum Morph!” diye yükseldim birden. Ona kızmak istememiştim ama haftalardır içimde tuttuğum öfke en sonunda kaçıvermişti.
“Benimle ne tür bir oyun oynamak istemiştin? Bana bir açıklamada bulun! Neden seni sadece ben görüyorum? Saçların neden benimkilere benziyor? Kimsin ve ismin ne?” Artık çok fazla yüksek sesle bağırıyordum. Bağrışlarımı duymuş olan herkesin yatağından fırlamış olması gerekirdi.
“Neden haftalardır kâbuslarımın içindesin? Neden gitmiyorsun ve beni de yalnız başıma bırakmıyorsun? Senin derdin ne?” Tekrar bağırdım. O kadar çok bağırıyordum ki boğazım acımıştı.
Bu absürtlüklerin içinde kaybolmuş, bıkkınlıkla dolmuştum. Şu an için her şey durağan bir hâldeydi; fakat giderek daha da kötüleşiyorduk. Artık yeter demekten başka çaremiz olmadığında, karşımıza daha fazlası çıkıyordu.
“Anka sen iyice delirdin! Boşluğa bakıp konuşmaya, hatta bağırmaya başladın! Gel de otur bir şöyle, bana ne olduğunu ne gördüğünü en başından anlat.”
“Morpheus,” dedim, dişlerimin arasından. “Yemin ederim onu görebiliyorum. Beni deli biri gibi lanse etmek için sana kendisini göstermekten kaçıyor!”
Küçük kız bana doğru bir adım atarak ağaçların arasından çıktı. Fazla ilerlemeden durdu ve tek söylediği şey “Kendi yıkımınıza hazır olun. Bunlar daha başlangıç. Yıkımın başlangıcı,” oldu. Sesi küçük bir kızınkiyle yakından uzaktan alakalı değildi. Onca sorunun yanıtı bu cümle mi olmalıydı sahiden?
Ardından tekrar ve tekrar aynı cümleleri söyleyip durdu. Özellikle de son cümleyi bastıra bastıra söylemeye başladı. Yıkımın başlangıcı.
Morpheus’un duvarda gördüğü yazının minik bir kısmıydı. O ‘yıkım’ görmüştü fakat bana aktarılan cümle değişerek daha belirgin bir anlam kazanmıştı. Diğer gördüklerinin de ileride netlik kazanıp kazanmayacağını dair şüpheye düşmüştüm.
Pardon da daha ne kadar yıkım görecektik? Elimizdekiler yeter de artardı. Daha fazla ne yıkılacaktı da biz buna şahit edecektik? Gidip kızı boğmamak için bacaklarımı sıktım. Ona doğru konuşup onu kolundan tutarak Morpheus’a doğru sürüklemek ve küçük kızın gerçekten de burada olduğunu ona kanıtlamak istedim. Ancak yapmadım, yapamadım.
Boynum felaket derece yanıyordu. Küçük kız her konuştuğunda boynumdaki yanma hissi artıyordu. Ona sesini kesmesini söylemek istedim ama ona odaklanmaktan sesimi dahi çıkartamıyordum. Böylesine tatlı gözükebilen bir kız nasıl bu lafları söze dökebilirdi ki? Bu evrende hiçbir şey göründüğü gibi işlemiyordu.
Kollarımı havaya kaldırdım. “Daha kötü ne yapabilirsiniz? Söylesene! Konuş! Tek yapacağınız bizi öldürmek olurdu ki onu da yaptınız! Hepimizi öldürdünüz! Daha ne istiyorsunuz?” Kafayı çatlatmak üzereydim. İyi bile dayanıyordum, yemin ederim.
“Bilmiyorsan diyeyim. Ben bir yemin ettim. Bunlara sebep olan her kim varsa hepinizi kendi ateşimde yakıp kavuracağım!” Artık başım dönüyordu; kendimi ayakta durabilmek için zor zapt ediyordum.
Küçük kız güldü. Bu kez dişlerini göstererek güldü ve içime aniden bir ürperti akın etti. Son kez aşina olduğum sözleri tekrarladı. “Kendi yıkımınıza hazır olun. Bunlar daha başlangıç. Yıkımın başlangıcı.” Ardından arkasını döndü ve onu ilk gördüğüm yere doğru ilerleyerek ağaçların arasında ilerlemeye başladı.
Peşinden gitmek için hareketlendiğimde Morpheus önüme geçerek beni engelledi. “Nereye gittiğini sanıyorsun sen?” Elleriyle kollarımı tutup beni sarstı ama bakışlarım hâlâ kızın gittiği yöne takılı kalmıştı. Boynum kadar gözlerim de yanıyordu.
“Anka! Gerçekliğe dön! Bizim içinde bulunduğumuz gerçeklik burası. Beni duyabiliyor musun?”
Morpheus’a bakmadan “O gitti,” diye mırıldandım. Sesim çatallaşmıştı çünkü bağırmaktan ses tellerimi zedelemiş olabilirdim. “Arkasını dönüp hiçbir şey olmamış gibi gitti. Bana ne söylediğini biliyor musun?” Bu kez ona baktım.
“Anka milyon kez söylüyorum ama anladığım kadarıyla senin son bir kere daha duymaya ihtiyacın var. Orada kimse yoktu! Hiç kimse.” Yeşil gözleri büyümüştü; bana, bir deliye bakarcasına bakıyordu. Kafayı en sonunda tırlatmış ve ağzından çıkanların büsbütün mantıksız şeyler olduğunu bildiği bir deli.
“Ama-“ dedim fakat sonrası gelmedi. Delirmiş olma ihtimalim yüzde kaçtı?
“Lütfen,” dedi yalvarırcasına. “Kendine bunu yapma.”
Ağaçların arasına baktığımda küçük kız artık oralarda gözükmüyordu. Bu kadar hızlı gitmiş olabilir miydi? Cidden akıl sağlığımı mı yitirmiştim? Tımarhanelik mi olmuştum? Kendime bu lafları nasıl söyler, nasıl yakıştırırdım?
“Şimdi bana kâbusunda ne gördüğünü anlatmak ister misin?” Ellerini yavaşça kollarımdan çekti.
“Onu görmüştüm. Küçük kızı. Senin, Athena’nın arkasında gördüğün küçük kızı gördüm, hem de defalarca. Saçları benimkilerin hemen hemen kopyasıydı. Benden, bizden ne istiyor Morpheus?”
“Bilmiyorum güzelim. İnan, bilmiyorum,” dedi kısık sesle. Ardından bana sarıldı ve elini kafamın tepesine koyup yavaşça aşağı kaydırarak saçlarımı okşadı. “Nefes alamıyorum Anka,” derken fısıltısı kulağımı delip geçti.
Gözlerim sulandı. Kollarımı ona dolayarak sessizliği seçtim. Nefes alamayan sadece o değildi, ben de son günlerdir nefessiz kalmanın sıkıntılarıyla boğuşuyordum. Birisi beni boğuyordu; boğazıma sarılan elleri göremesem de orada olduklarını sezebiliyordum.
“Burada neler dönüyor?”
Efdal’ın uykulu sesini işitince Morpheus bana sarılmayı bırakarak arkasına döndü. Efdal elini dağılmış saçlarına götürüp kaşıdı. Yarım yamalak açık olan gözleri ilk önce bana sonra da Morpheus’a çevrildi.
“Ne sikime sarılıyordunuz? Siz ne işler karıştırıyorsunuz?” Bunları söylerken hesap sormuyordu, bizi yokluyordu. Kendi kendisine güldüğünde “Şaka yapıyorum. Bana öyle ciddiyetle bakmayın,” dedi.
“Bir işler karıştırmıyoruz. Anka bir şey gör-“
“Yok bir şey Efdal. Belki bir ümit dışarıda birilerine rastlarız diye dolandık ama kimseyi göremedik,” dedim, Morpheus’un lafını keserek.
“Bağrışmalar duyduk,” dedi Vulcan, Efdal’ın arkasında yürürken. Fırat, Aurora ve İsis de onu takip ederek evden çıktı. Hepsinin yüzünde aynı uyku sersemliği yapışır vaziyetteydi. Onları bağrış çağırışlarımla uyandırdığım için üzgündüm çünkü onlar da hiç doğru düzgün uyku çekememişlerdi.
“Yılan gördüğümü zannettim ama yanılmışım. Morpheus da ben korktum diye sarılmıştı. Bir sıkıntı yok yani, sizi uyandırdıysam kusuruma bakmayın,” dedim, hızlı düşünerek. Neden yalan söyleme gereği duymuştum, bilmiyordum fakat Morpheus bana inanmamıştı ve diğerlerinin de inanacağını hiç düşünmüyordum.
Morpheus göz ucuyla bana baktı. Yalanlarımı açığa çıkaracağını sanırken bana ayak uydurarak “Evet, bir yanlış anlaşılma söz konusu oldu,” dedi, kendini gülmeye zorlayarak. Komik bir an yaşamışız gibi güldü, ben de ona eşlik ettim. Gülmeyeli oldukça uzun bir süre geçmişti, mecburiyetten olsa da.
Bize anlamsızca baktılar fakat sorgulamadılar. Onun yerine yanımıza gelip çevreye kısa bir göz attılar. Lakin son haftalarda olduğu gibi çıt çıkmıyordu. Güya yıkımın başlangıcına gelmiştik ancak görünürde dikkat çekici bir unsur bulunmuyordu.
Gün ağarmaya başlamıştı; güneş bizi selamlamak istercesine dağların arkasından çıkıyordu. Aman ne büyük selamlama. Sana da günaydın güneş, tabii gün ne kadar aydınlığa kavuştuysa.
“Yol göstericimiz doğduğuna göre,” dedi Vulcan, başıyla güneşi işaret edip alaya vurduğunda. “Şimdi ne yapıyoruz? Zira bakmadığımız yer kalmadı ama tekrar şansımızı denesek mi?”
“Daha nereye bakacağız Tanrı aşkına?” Artemis evden çıkıp üstüne aldığı şala daha sıkı sarılarak yanımıza yürüdü. Arkasından Atlas geldi; mavi gözleri güneşe yakışır derecede sıcaklığını gösteriyordu.
“Bakmadığımız bir yer altı kaldı herhalde. Oraya da girsek her yere bakmış olacağız!” Artemis’in öfkesini çok iyi anlıyordum. Sevdiği adam gözlerinin önünde bir şimşek yardımıyla vurulmuştu. Üstelik kendi ağabeyi tarafından. Üvey olup olmaması mühim değildi; Zeus, Poseidon’u bile isteye sırtından vurmuştu.
O şimşeği alıp onun bir yerlerine sokmak vardı da neyse.
“İşe yaramıyoruz! Hiçbir işe yaramıyoruz! Poseidon’u ve diğerlerini geri getiremiyoruz! Onu çok özledim ve elimden bir şey gelmiyor,” dedi Artemis, yorgun çıkan sesiyle.
“Diğerleri değil. Onların da bir adı var.” Hakan’ın sesiydi. Sesindeki zayıflığa rağmen, derinlerden gelen tonuyla hâlâ fark edilebilir bir etki bırakan sesi. Ne ara evden çıkıp yanımıza ulaşmıştı, bilmiyordum. Onu uyanıkken gördüğüme sevinmiştim çünkü günlerinin çoğunu uyuyarak geçirmişti.
Her gece ağlayarak uykuya dalmıştı. Duyurmak istemediği hıçkırıklarının sesini duymuştum ama duymamazlıktan gelmiştim. Daha fazla yanında olmalıydım, bunun farkındaydım fakat ben de ne yapacağımı bilemez olmuştum.
Afrodit’in öldüğüne inanamıyordum. Bu düşüncem, sarsılmaz bir inançla bağlı olduğum gerçeği ne kadar sorgulatsa da onun hâlâ hayatta olduğuna dair inancımı yitirmeyecektim.
Diğer dostlarımın yaşadığına olan inancım gibi, Afrodit’in de hayatta olduğuna yürekten inanıyordum. Onun varlığı, inancımın sınırlarını zorlasa dahi hâlâ içimde derin bir yerlerde nefes aldığına dair bir his taşıyordum.
Artemis Hakan’a dönme tenezzülünde bulunmadan “İsimlerini hatırlayamıyorum,” dedi.
“Yalnızca sen kayıp vermedin, o zaman bunu hatırla,” dedi Hakan, yaralayıcı bir sertlikle.
“Hey! Kimse kayıp falan vermedi arkadaşlar, kendinize gelin! Ne bu böyle? Hepiniz birden koyuvermiş gibi konuşup atışıyorsunuz. Kimse ölmedi!” Aurora sesini yükseltip ikisini de azarlar nitelikle konuştu.
Hakan, Aurora’nın söylediklerini önemsemeden Artemis’in yanına geçip durdu. Kulağına doğru eğilerek “Afrodit ve Athena. İsimleri bunlar,” dedi. Ablasının adını söylerken sesi titremiş, çok zorlanmıştı.
Zahir’i es geçmişti ki bu mühim değildi. Onu bir tek ben anıyor ve çoğu zaman düşünüyordum. Bana ve arkadaşlarıma yardım etmesini unutmayacaktım. Onu da unutmayacaktım. Her gün Zahir de aklımın bir köşesinde ortaya çıkıyordu; kendisini hatırlatıyordu.
Hakan başını kaldırdığında göz göze geldik. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Dün gece ağlamış olmalıydı fakat ben ondan önce uyuduğum için hıçkırıklarını duymamıştım. Onu veya kimseyi ağlarken görmek de duymakta istemiyordum. Gözyaşımız bitmişti artık.
Bir süreliğine gözlerimde oyalandıktan sonra kızaran koyu kahverengi gözlerini boynuma indirdi. Gördüğü manzaranın üzerine yanıma koşturdu. “Boynuna ne oldu senin?” Baş parmağını boynumdaki yanmış olan yere değdirdiğinde artık acımadığını fark ettim. Kolay olmuştu; acının hissiyatı çabuk geçmişti.
Ateşin yansıttığı ısı bana zarar vermiyordu; sadece ilk başta canımı acıtıyordu. Ancak bu acı, normal bir insan için olanın çok daha hafif bir versiyonuydu. Avucumdaki yanık izine sahip olduğum gün, şaşırtıcı bir şekilde olması gereken yoğun acıyı hissetmemiştim. O anki sıcaklık, bedenime zarar vermekten çok, benim içimde derin bir sızı oluşturmuştu. Sanki o an, bedenimdeki her hücre, o acıyı hissetmiş ve sessiz sedasız bir feryada karışmıştı.
“Kolyem yüzünden oldu,” dedim. Detaya girmedim; onu kendimle alakalı bir olayla meşgul etmek istememiştim. Benim yandığımdan çok o kat be kat daha fazla yanıyordu. Vücudunun herhangi bir kısmında belirti yoktu fakat kalbinin yandığına emindim.
Bir şey söylemeden eğilip yaranın olduğu noktaya üfledi. Hâlâ sızladığını düşünerek bunu yaptığını biliyordum ama ilk başladığı kadar yakıcı değildi artık. O kadar sık yaşamıştım ki, alışmış olmam da şaşırtıcı değildi.
Üflediği an, yaradaki acı sanki bir uykuya dalıp gitmişti; önceki sancılı feryatları, şimdi huzurlu bir sessizlik içinde yitip gitmişti. Bu, yaraların iyileşme sürecinde belki de en güzel anlardan biriydi: acının yerini hafif bir huzur ve kabullenme duygusu almıştı.
Kabulleniyordum. Bazı şeyleri kabullenmek demek onları artık normal karşılamakla eşdeğerdi. Her kabullenme, sanki içimdeki bir parçanın sessizce yola çıkıp, uzun bir yolculuğa başladığını hissettiriyordu.
Onun dudaklarından çıkan her nefes, içimde yükselen duygusal bir fırtınanın habercisiydi. O an, ona sarılmak, onu sonsuza kadar bağrıma basmak isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Bu duygu, boynumdaki sızının bile ötesinde bir şiddetle içimi kaplıyordu.
Dudakları arasından çıkan her hava dalgası, sanki içimdeki derin denizleri uyandırıyordu. Ona olan hasretim ve sevgim, içimde yükselen bir volkan gibi kabarıyordu. Kalbim, ona duyduğum bu yoğun duygular karşısında adeta yerinden fırlayacak gibiydi.
“Ben iyiyim Hakan,” dedim, sesimi dışa vurmayı becerdiğimde. “Beni boş ver.”
Yaptığı şeyi bırakıp başını kaldırmadan yalnızca gözlerini oynatarak bana baktı. Anında göz kontağı kurmuştuk çünkü bu süre zarfında onu seyrediyordum. “Bir daha asla böyle söyleme,” dedi, fısıltısı yüreğime çarptı; yüreğimi dağladı.
“Olanlardan sonra hiç konuşamadık,” dedim. Artık tamamen benden uzaklaşıp suratıma bakmaya geçti.
“Konuşmak istemediğimden olabilir,” dedi, kibar olmayı deneyerek. “Konuşulacak pek çok şey var, bir sürü söz birikti ama hiçbirini dilimin ucuna getirip sana sunamıyorum.” Pişmanlıkla baktı. Koyu kahverengi gözlerinde pişmanlığın kırıntısı saklıydı.
“Günaydın.” Evden en son Rabia çıkarak karnını tuta tuta yanımıza yanaştı. “Günaydın Hakan,” dedi, mahcup bir ifadeyle. Hakan onu tınlamadı ama bu yaptığı ayıptı. Ardından bana bakarak “Günaydın Anka. Umarım her şeye rağmen bana dargın değilsindir,” dedi. Mahcupluğunu sezebiliyordum; o gerçekten de üzgündü.
“Günaydın Rabia,” dedim, ekstradan başka bir şey söylemeden.
İkisi arasında her ne geçmiş olsa da beni bir yerden sonra alakadar etmiyordu. Hakan ile sevgili olmadığımızdan ötürü ona bir yerden sonra kızıp hesap sorma cesaretini kendimde bulamıyordum; o hakka sahip olduğumu düşünmüyordum. Kızgınlık vardı fakat özellikle Afrodit’e olanlardan sonra ona kızgın kalmak imkânsızlaşıyordu.
“Pekâlâ millet!” diye bağırdı Vulcan. “Şimdiki istikamet neresi? Her yeri didik didik aradığımıza emin miyiz?”
Hakan ile Rabia’nın ilgi odağı Vulcan olduğunda hızlıca gidip yere fırlattığım kolyeyi kapıp cebime attım. Ona hâlâ muhtaç olabilirdim, bunu bilemezdim. Zahir’in benimle kolye aracılığı ile iletişime geçip geçmeyeceğini bilmiyordum fakat riske atıp kolyeyi yerde bırakıp gidemezdim.
“Siz gidin,” dedi Hakan, isteksiz görünüyordu. Ne diyebilirdim ki… Tüm hafta boyunca bacaklarımız kopana, ayak tabanlarımız ağrıyana dek çevremizdeki, bize yakın sayılabilecek her yeri aramıştık. Etraf çok hareketsiz olduğundan bize yardımı dokunabilecek birilerini de bulamamıştık.
Tek. Bir. Tane. Bile. İnsan. Yoktu.
Sanki yer altı dünyasına açılan devasa bir çatlak oluşmuştu ve bizim dışımızdaki her varlık, bu çatlak tarafından yutulmuş gibiydi. Etraf sessizdi, ama bu sessizlik normal bir sessizlik değildi; adeta bir bekleyişin, büyük bir değişimin sessiz çığlığıydı.
Sessiz bir çığlığın illaki sesi çıkacak, kulaklarımızı sağır edecekti. Kim bilir ne zaman bu değişime tanıklık edecektik…
“Sen gelmiyor musun?” diye sordu Rabia.
“Gelsem de ne fayda edecek ki? On kişi gitmenin ne anlamı var?” Umutsuzluğun tınısıydı bu duyduklarım. Terk edişti. Vaz geçiyordu. Daha önceden gidip baktığı yerlerle vaktini harcamak istemiyordu.
Hakan yeniden eve doğru yürüyüp içeri girerek gözden kayboldu. Yaptığım tek şey arkasından adımlarını izlemek olmuştu. Peşinden gidip onun yanında kalmalı mıydım, bilmiyordum. Tek düşünebildiğim gördüğüme yüzde yüz emin olduğum o baş belası küçük kız ve onun endişe aşılayan cümleleriydi.
Ben deli değildim. O küçük veledi kendi gözlerimle görmüştüm. Bana kendisini göstermeyi o seçmişti; beni, o seçmişti. Gözlerim de net görüyordu, uykusuz kaldığım gecelere rağmen. Hayal gücüm bana oyun oynuyor olamazdı, zira bütün yaşadıklarımız gerçekliğin dibini yansıtıyordu.
Kendisini bana gösterdiği ilk an, gökyüzünün karanlığında beliren o solgun yüzü, adeta bir hayaletin ansızın karşıma çıkması gibi ürperticiydi. Gözleri, derinliklerinden korku salan bir boşluk gibi bakıyordu, insan dışı bir soğukluk ve anlamı olmayan bir derinlik vardı gözlerinde. Dudaklarında gizemli bir sır gibi sakladığı o sinsi gülümsemesi vardı, ama bu gülümseme içindeki karanlık ve tehditkâr gerçeği örtbas etmeye yetmemişti.
O an, beni seçerek hayatıma girmiş olan davetsiz bir misafirdi onun ve bu seçimi, beni adeta kendi korkunç dünyasına sürükleyecekti. Bunu sezmiştim. Midemi hassaslaştıran bir dürtü gelişmişti sonrasında.
Morpheus, “Bu konuyu daha sonra konuşacağız,” diyerek sessizce yanıma yaklaştı. “Onlara neden yalan söylediğini bilmiyorum fakat senin durduğun yerde ben de vardım. O kızın kim olduğunu bulma konusunda sana yardımcı olacağım. Athena’nın arkasında dikilmesinden hoşlanmadım; o kızda saklı olan çirkinlikler var.”
Başımı salladım. Morpheus soğuk rüzgârı estirir gibi yanımdan geçip gitti. Güneş doğuyordu fakat ben üşümüştüm. Işıklarıyla gözlerimi kamaştıran güneş, etrafı ısıtsa da içimdeki ürperti kısa süreliğine geçmek bilmedi. Bu tanıdık ürperti, adeta doğanın uyanışının bir parçasıydı; hava soğukluğu ve güneşin verdiği sıcaklık arasındaki çelişki, bedenimi titretmeye devam etti.
“Kimsin sen?” diye fısıldadım, kimsenin duyamayacağı kadar kısık konuşmuştum. “Kimsin ve ne istiyorsun?” Sessizlik. Şok edici.
O gizemli genç kızın adını dahi bilmiyordum. Belki adını bilseydim, ruhumu derin bir yolculuğa çıkaracak daha fazla düşüncenin kapısını aralardım. Korku dolu gecelerde, uykuya dalmaktan kaçınırken zihnime kazınmış olan o genç kızın yüzü, içimi ürpertiyordu.
Rüyalarımdan öteye fırlayarak canlı bir hâlde kendisini bana sunduğu ânı asla unutmayacaktım; çünkü bir gün yolumuzun tekrar kesişeceğine inanıyordum. Her gece, gözlerimi kapattığımda, o yüz hatırası beni rahatsız eden bir hayalet gibi peşimi bırakmıyordu. Bu gece daha huzur dolu bir uyku çekme niyetindeydim.
Keşke, bugün başarılı olabilseydim. Ne de güzel olurdu…
Haftalardır tek bir hareket olmamışken bugün bir anda gelişen şeyler bana fazla gelmişti. Bir yandan seviniyordum, fakat öte yandan vücudumun her bir zerresini endişe kaplamıştı. Şimdi, yeniden mi başlıyorduk?
Yıkımın başlangıcı. Başlamış mıydı cidden?
Belki de başlangıç noktası şu anda, bulunduğumuz bölgeydi. Gözden kaçırdığım bir detay mı vardı? Bilmiyordum.
Bilinmezlik, adeta yeryüzünün kendi içine doğru eğildiği, derinleşen bir çukur gibi karşımda yavaşça şekillendi. Gözlerim, bu muazzam boşluktan yansıyan belirsizliklerde kayboldu ve sanki sonsuzluğa açılan bir kapıyı aralıyormuşum gibi bir his kapladı her bir zerremi.
“Çocuklar,” dedi İsis. “Siz geliyor musunuz?” Düşüncelerimden beni çekip çıkardığı için ona içimden teşekkürlerimi sundum.
“Ona söyleyelim,” diye mırıldandı Morpheus. Önce bana ardından İsis’e kısa bir bakış attı. “Onun büyücü özellikleri var. Sana ve bana yardımcı olabilir.”
İsis yanıma yaklaşıp fısıldayarak “Neyi söyleyeceksiniz?” diye sordu. Morpheus uzakta kaldığı ve yanında da Efdal ve Fırat olduğu için çaktırmadan yanımıza yanaşmasını işaret ettim. Haklı olduğu bir kısımdan tutmuştu. Farklı birisiyle bu durumu paylaşmak daha iyi hissetmeme vesile olabilirdi.
“Kimseye söylemeyeceğine dair söz ver,” dedim. Heyecanlanmıştım.
“Söz veriyorum Anka. Biz gelmeden önce neler oldu burada?”
Biz fısır fısır konuşup gizli saklı bir iş çevirir gibi gözükürken bu, Atlas’ın gözünden kaçmamıştı. Tek kaşını kaldırarak bana bakıyordu. Mavi gözleri sorgularcasına üzerimde geziniyordu ve her gözlerini bana değdirmeyi sürdürdüğünde adeta tenim karıncalanıyordu.
Olabildiğince daha sessiz olmaya gayret ederek “Kâbuslarımda gördüğüm biri vardı. Durmadan küçük bir kız görüyordum ve bugün öğrendim ki aynı kızı Morpheus da görmüş. Athena’nın etrafında dolanıyormuş, ayrıca kız bana bir şeyler de söyledi,” dedim.
Morpheus bozguna uğradı. “Sana bir şey mi dedi? Bana bundan söz etmedin.”
“Çünkü bana inanmıyordun,” dedim, sinirle. Ardından öfkemi dizginleyerek sesimi alçalttım. “Sana söylememe fırsat vermedin çünkü delirdiğimi sandın.”
“Ben böyle bir kelime kullanmadım. Kullanmadım, değil mi?”
İsis ellerini kaldırıp bizi susturdu. “Bir dakika, hop. Yavaş gelin lütfen. Teker teker, tane tane anlatın. Kafamı siktiniz.” Gözleri fal taşı gibi açıldı ve kulaklarını kabartarak daha fazla ne söyleyebilirim diye beklemeye başladı.
Kimsenin bizi duymadığından emin olmak istediğimden ötürü ikisini de kenara çekiştirdim. Diğerlerine ufaktan bir göz attığımda kendi aralarında ne yapacaklarını konuştuklarını fark ettim. Tek bir kişi dışında. O da Atlas idi. Bize bakmakla daha çok ilgileniyor gibi bir havası vardı fakat daha çok bana odaklıydı.
Yutkundum çünkü buna ihtiyacım vardı.
“Bekle. Senin boynuna ne oldu Anka?” Harika. Şimdi de boynuma ne olduğunu açıklamamı bekleyecekti benden.
“Kolyem ısındı ve boynumu yaktı. Burasını boş ver şimdi,” dedim, elimi sallayıp önemsiz olduğunu işaret ederek. “Büyü gücün sayesinde o küçük kızın kim olduğunu bulmamızda bize yardım eder misin? Bunu başarabilir misin?”
“Eskisi kadar güçlü değilim,” dedi, omuzları düşmüştü.
“Athena’nın tehlikede olduğunu düşünüyoruz İsis. En azından deneyemez misin?” Morpheus’un yeşil hareleri güneş ışınlarının gözlerine çarpmasıyla iyice belirginleşti. Athena’nın hayatının risk altında olma ihtimali gözlerinde oluşan yaşları açığa çıkardı.
Mahvolmuştuk. Haftalardır bir ölüden farkımız kalmamıştı.
Belli etmeden göz ucuyla Atlas’a baktım. Artemis yeniden ağlamaya başladığı için ikizinin başını kendi omzuna yaslamış, saçlarını okşuyordu. Vulcan, Aurora ve Fırat da kendi aralarında ortak bir noktaya varabilmek adına bir sohbet içindeydiler.
Bakacak daha neresi kalmıştı, onlar da bilmiyordu.
“Tamam, gece çöktüğünde yanıma gelin. Uyumayacağım ve sizi bekleyeceğim. Umarım onu bulabilirim,” dedi İsis.
“Eee, gidiyor muyuz şimdi?” Efdal hepimize birden seslendiğinde hızlıca İsis’e “Teşekkür ederim,” dedim. Morpheus ile göz göze geldiğimizde bana gülümsedi. “Senin şu arkadaşın, Zahir,” dedi.
“Ne olmuş ona?”
“Bana Athena’mı geri getirecekti. Sence hâlâ yaşıyor mu? Athena’yı onun koruduğunu düşünebilir miyiz?”
“Umutlarımızı tüketmeyelim, canlı tutalım Morph. Kalbim diyor ki, bugün her şeyin tekrardan başladığı bir gün ve onları bulmamıza çok az bir zaman kaldı,” dedim, samimi olmaya çalışarak. Samimiyetimi görmesi şimdilik kafiydi.
Gülümsemesi durmadı, genişledi. Bu da benim için kafiydi.
“Biz gidiyoruz,” dedi Vulcan, hemen arkasında ise Aurora ve Fırat vardı. “Gelen gelsin. Her gün gidip çevreyi dolaşacağım. Bıkmadım, yorulmadım ve usanmadım. Bize katılmak isteyen varsa minnettar olurum.”
Güneş tenimi gıdıkladı. Bana iyi gelmediğini biliyordum, bu nedenle bugün ki gezi işini es geçecektim sanırım. Gidip Hakan’ın yanında oturmayı planlıyordum. Ona biraz destek olmayı, birkaç tatlı söz sarf etmeyi düşünüyordum.
Hepimizin güzel şeyler duymaya dair içinde koca bir açlık meydana gelmişti.
“Ben pas geçmek zorundayım,” dedim. Diğerleri kendi aralarında konuşurken eve doğru yürümeye başladım. Bedenim tükenmişti. Zihnim ve sağlığım da öyle.
Rabia koşar adımlarla evden fırladığında gözlerinde korku vardı. Bana çarpmaması için onu omuzlarından tuttuğumda “Ne oldu?” diye sordum. İçeri bakmayı denedim fakat her şey dün ki gibi, normal görünüyordu. Olağandışı bir görüntüye rastlamamıştım.
“Hakan,” dedi. “Hakan içeride yok. Gitmiş.”
“Ne demek gitmiş? Kaşla göz arasında nereye kaybolmuş olabilir ki?”
Kimseye, gideceği yeri haber vermeden nasıl olur da tüyerdi? Zaten berbat ötesi gözüküyordu ve şimdi bu haliyle tek başına nereye gidebileceğini zannediyordu? Delirtecekti beni.
“Bilmiyorum, fakat bir not bırakmış. Okudum ama hiçbir bok anlamadım,” dedi. Ardından kıpırdandı ve omuzlarını bırakmam için yüzüme baktı. Çabucak ellerimi çektim. Cebine sıkıştırdığı eski püskü bir kâğıt parçasını bana uzattı.
Kâğıdı elime aldığımda hemen açtım ve okumaya koyuldum. Yazılanlar kanımın çekilmesine neden oldu. Ne yaptığını anında kavramıştım ve bu deliliği yapmasına asla izin veremezdim. Ne onu ne de bir başkasını daha kaybetmeye gücüm kalmamıştı.
Notu içimden tekrar okudum. Mürekkebi bitmeye yüz tutmuş bir kalemle yazılanlar ise şunlardı:
“Böylece bekleyip duramam. Çiçek toplamaya gidiyorum. Özellikle de papatyalar çünkü onlara ihtiyacım var. Yeniden.”
“Çok anlamsız değil mi yazdıkları? Çiçek toplamak da neyin nesi? Hakan ablasını kaybettiğinden beri iyice kafayı sıyırdı.”
“Onun hakkında böyle konuşma. Ben onun sadece, masum bir çiçek toplamaya gitmediğini çok iyi biliyorum. Hakan’ın aklında başka planlar dönüyor. Onu acilen bulmalıyız,” dedim, notu cebime sıkıştırıp.
“Ne yani? Sen yazdığı şeyden ne yapmak istediğini anlayabildin mi?” Bana delirmişim gibi baktı çünkü belki de artık delirmiştim. Lakin Hakan’ı tanıyordum. Çiçek toplamanın altında çok büyük ve farklı bir neden yatıyordu.
Papatya yazmıştı. Papatya, Afrodit’in en sevdiği çiçekti ve onlara ihtiyacı olduğunu söylerken papatyayı kastetmemişti. Ablasından bahsediyordu. Afrodit’e ihtiyacı olduğunu, bunu açıklamak istediğini hemen idrak etmiştim.
Yazdığı bu notun da illaki benim elime ulaşacağını biliyordu. Bilerek bu şekilde yazmıştı; onu anlayacağımı biliyordu. Onu hep anlamaya çalışmıştım. Bir kere daha onu anladım, o burada olmasa bile. Yazdıkları şifreli olsa bile onun sözlerini, niyetini ve kalbinden geçenleri kavramayı başarmıştım.
“Burada nerede çiçek tarlası var? Hiç gördük mü daha önce? Hatırlayamıyorum!” dedim. Kim bilir Hakan gideli kaç dakika geçmişti… Çiçeklerin bulunduğu bölgeyi biliyor muydu, yoksa o da mı bizim gibi bir ihtimalin peşine düşmüştü?
“Rabia bana yardım et!” Ona baktığımda gözlerini benden ayırdı. Bana bakmaktan hoşnut değildi. Onun canını sıkan başka bir şey daha vardı ve bana söyleyemiyordu.
“Başka ne oldu? Neden yüzüme bakamıyorsun?”
“Anka ben-“ dedi ama sesi o kadar kısılmıştı ki devamını getiremedi. Tanrı aşkına.
“Sen ne Rabia?”
“Ben… hamilelik testi yaptım. Az önce,” dedi, utana sıkıla. Siktir. Kalbim yerinden fırlayacakmışçasına hızlı hızlı çarpmaya geçmişti. Neden bana sonucu hemen söyleyemiyordu?
“Ben üzgünüm,” dediğinde sesi titredi. Bal rengi gözleri benimkilere ulaştığında gözünden bir damla yaş aktı. “Ne yapacağım bilmiyorum. Ben…” Gözyaşları arttı; yanaklarından aşağı dökülen gözyaşlarının peşinden gözlerindeki kızarıklar eşlik etti.
Konuşmadım. Konuşamadım. Sesim bana ulaşmadı, sessizliğe gömüldüm.
Hâlâ akmakta olan gözyaşlarını elinin tersiyle tiksinircesine sildi. Bana söylediği o cümleden sonra yok olmak istedim. Hiç doğmamış olmak, hiç nefes almamış olmak…
“Hamileyim Anka.”
Dünyam tepetaklak oldu. Dünyam başıma yıkıldı.
Altında kaldığımı hissettiğim ağırlık göğsüme göğsüme çarptı. Nefesimi daralttı, etrafımı karattı.
Ben ölmüştüm.
Küllerimden yeniden doğacak mıydım, bilmiyordum.
Giderken arkamda bir kül bıraktığımdan da emin değildim.
Ne de olsa artık bir ölüydüm. Küllerimin bir değerinin kaldığını zannetmiyordum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 276 Okunma |
64 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |