

KÜLLERİN DOĞUŞU SERİSİ
İKİNCİ KİTAP – TENEBRIS
3. BÖLÜM: “TİTANLAR”
Bölüm Şarkıları: Imagine Dragons – Warriors,
Billie Eilish – Six Feet Under
^^^
Bizlerin ve bizim gibi birçok insanın bildiğini sandığı, var olduğuna inandığı veya inanmayı reddedebildiği mitoloji hikayeleri… En çok bilinen, duyulan ve ilgi çekenlerden biri olan Titanlar ve Olimposlular arasındaki akıl almaz mücadele, yırtıcı savaş…
Peki bu savaş nasıl başlamıştı? Titanlar nasıl oldu da Olimposlular tarafından güpegündüz alt edilmişti?
Çok destansı bir hikayedir bu. Belki biliyorsunuz belki bilmiyorsunuz ama illaki bir yerlerden kulak aşinalığınız vardır. Yok mu? Öyleyse yeniden bu savaşın içinde bulunmaya, onlara ortak olmaya bir adım daha yaklaştınız.
Kozmosun başlangıcından beri var olan Titanlar ve Olimposlular arasındaki destansı savaş, tanrıların dünyasının en karanlık ve en parlak günlerinden biriydi. Olimpos Dağı'nın zirvesinde, gökyüzünün ve yerin arasında bir köprü olan bu eşsiz yerde, tanrıların ve titanların kaderi belirlendi.
Titanlar, eski ve derin bilgeliğiyle bilinen varlıklar olarak, Olimposlulara karşı korkutucu bir güç sergilemişlerdi. Ancak genç ve cesur Olimposlular, Titanların kötü yönetimine son vermek ve kendi egemenliklerini kurmak için kararlı bir şekilde savaştılar.
Mitolojiye göre, Kronos'un tahtından indirilmesiyle başlayan bu epik mücadele, Zeus'un liderliğindeki Olimposluların son zaferiyle sonuçlandı. Titanlar, Tartarus'un karanlık derinliklerine hapsedildi ve Olimpos Dağı, tanrıların kalıcı tahtı haline geldi.
Peki bunların hepsi ne kadar doğruydu? Öyle değil mi? Titanlar bu kadar çabuk pes edip kendi Tapınaklarını Olimposlulara kolayca devretmişler miydi?
Titanlar. Hep söz edilen, Olimposluların azılı düşmanı olan Titanlar…
Onlar da birer aldatmaca mıydı? Peki ya Olimposlular? Tanrılar ve Tanrıçalar?
Hepsinin gerçeklik payı var mıydı, yoksa hepsi birer kitaplara konu olan masallardan mı oluşuyordu?
Epik bir savaş vardı ortada. Kitaplarda bulabileceğiniz veya internete baktığınızda karşınıza çıkabilecek hikayelerden bir tanesi de bu savaştı. Ya da yansıtılan bu bilgi tümden yalandı. Yazılan birçok şeyin yalan olduğu gibi…
Titanlar ve Olimposlular arasındaki soğuk savaş… Tam 11 sene süren bu savaşın en büyük nedeni olarak görülen, asıl dikkat edilmesi gereken kısım Olimposlular’ın Titanlar’ı tahtlarından indirmek istemeleriydi. Söylenilene göre büyük bir başarı elde etmeyi de layıkıyla başarmışlardı.
Ancak işin aslı şuydu ki, bunlar birer hikâyeden ibaretti; fazlası yoktu. Gerçeklikle alakasının olmadığı gibi bu hikâyeyi okuyanlar, bu savaşın hikayesine ortak olarak her şeyi bir bir hayata geçirmek adına bir karara varmışlardı. Olimposlular’ın başı olan tanrı Zeus’un isteği buydu.
Titanları yok etmek. Tıpkı hikâyede gerçekleştiği şekilde…
Evet, bakıldığında bu kanlı ve yıkıcı savaşın sonunda Olimposlular galip gelmişlerdi. 12 tanrı olarak bilinen Olimposlular, yine kendileri gibi 12 kişi olan Titanlar’ı alt etmeyi başararak tahtın yeni sahibi olmuşlardı ancak ne uğruna?
Zafer, Olimposluların olurken galibiyeti kaybeden Titanlar’ın öfkesi ise paha biçilemezdi. Anlatılanların aksine Titanlar çok öfkelilerdi; intikam duygusu yüzünden yeniden Tapınağın sahibi olmak, tahta tekrardan hükmetmekten başka bir dilekleri yoktu.
Lakin bunu nasıl yerine getirebilirlerdi? Diyelim ki getirmek çok kolaydı, peki ya bu planı kim uygulayacaktı? Gerçek dahi olmayan Titanlar mı? Pek de olası bir durum değildi. Gerçek olmadığına inanılan Titanlar ve Olimposlular nasıl bir araya gelip eski günlerini tekrardan canlandıracaktı?
Madem onlar gerçek değildi, o hâlde geriye yaratılan yeni evrendeki insanlar kalıyordu. Titanlar’ın isimlerine sahip olan insanlar kendi intikam planlarını devreye sokarak Olimposlular’ın kuyusunu kazacaklardı. Böyle yapmak istemelerinin nedeni ise yine Zeus idi.
Çünkü her şeyin başı Zeus’tu.
O ve onun sinsi planları.
Hem mitolojide hem de bu dünyada…
Olimposluları yöneten tanrı olan Zeus hikayelerde de şimdiki dünyada da anlatıldığı gibiydi. Onun gerçek bir tanrı olmadığı doğruydu fakat tanrı Zeus’un güçlerinin bir kısmına ve anlatılan kişiliğiyle bütünleşen insan Zeus’un yaptığı şey de hikayelerde anlatılanın aynısı olmuştu.
Zeus, Titanlar’ı kendi yöntemleriyle ezip geçmişti çünkü henüz Olimpos tanrı ve tanrıçalarını bu hayatta yansıtmakta olan herkesi toplayıp bir araya getirememişti. Olimposluların buluşup bir arada olmaları için bütün hepsinin hayatta olmasına ihtiyaç vardı.
İnsan formundaki Titanlar’ı yok etmenin eşiğine geldiği inanılan yine insan formunda olan Zeus ise şimdi, geri dönen 12 kardeş olan Titanların ilk hedefiydi. Onu yok etme planı işe yararsa Titanlar yeniden eski güçlerine kavuşacaklardı. Zeus’un yaptırdığı büyüler ancak Zeus öldükten sonra veya büyüyü bozmayı başarabilirlerse işte o zaman Titanlar huzura ereceklerdi.
Hurafe olarak bilinen Titanlar ve Olimposlular savaşı şimdiki dünyada gerçekliğe dönecekti. Hikayedekine benzer mi olacaktı yoksa daha mı sürükleyici, yorucu ve kan dolu geçecekti? Orası muallaktaydı.
Tarihte yazdığı gibi oluşturulan, sancılı geçen bu hayatta da Titanlar ve Olimposlular karşı karşıya geleceklerdi ve Titanlar da en büyük, can alıcı darbeyi Zeus’un yiyeceğine emin olacaklardı.
Başka türlü kendi intikamlarını alamayacaklardı.
Zeus’un ölmesi şarttı.
Ya da bütün Olimposluların.
Titanlar’ın ilk hedefi Zeus olsa da onu öldürmeyi başarabildikten sonra diğer Olimposluları serbest bırakacakları anlamına gelmiyordu.
Başta Zeus olmak üzere Olimposluların hepsi arkalarını kollamalıydı çünkü Titanların öfkesi göğü inletecek, yer yüzünü kasıp kavuracak kadar büyümüştü.
^^^
Başım çatlıyordu.
Başımın her tarafında minik ama buna rağmen etkisini gösteren iğneler batıyordu sanki. Kafa derime değecek kadar derinlere inen minik iğneler… Hiç hoş değildi. Hele ki aniden giren sancıları pek hoş karşılamıyordum.
Titanlar’ın kaldıkları, yaşam alanları olan yere gitmiştik hep birlikte. Onları takip etmeye mecbur bırakılmıştık çünkü bizleri öldürmekle tehdit etmişlerdi. Evet, konuşmanın devamında bunlar yaşanmıştı. Pek içten bir tehdit gibi gelmese de canımızı riske atamazdık.
Zeus ile ilk önce bizim hesaplaşacağımızı söylediğimizde tatmin olmamışlardı. Onlar Zeus’u her şeyden çok istiyorlardı ve sebebini bize net bir şekilde aktarmamışlardı; bizi boşlukla baş başa bırakmışlardı.
Yolda giderken Hakan’ı ve İsis’i tamamen iyileştirmeyi onca baskıya rağmen başarmıştım. Bunu başarabildiğime inanamıyordum çünkü yaptığım en zorlu işlem olmuştu. Dakikalarımı harcamıştım ki yeni yeni keşfetmemi göz önünde bulundurursak gücümü ilk kullandığım zamanlarda bu daha kolay gerçekleşmişti.
Sahi, nasıl bu kadar kolay adapte olabilmiştim? Normal şartlarda ilk denemelerim başarısızlıkla sonuçlanmamalı mıydı?
Şimdi ise imgelemekle zorlandığım açıktı. Gözlerimi her kapattığımda o küçük velet gözlerimin önünde ortaya çıkıverdiği için iyileşmeye odaklanmak bir hayli güç olmuştu. Birilerinin yarasını iyileştirmemi dahi kısıtlamaya başlamıştı.
Başımın çatlamasındaki en büyük sebep de kendisiydi. O ve onun ufak ama can alıcı oyunlarıydı. Oyunlarını götüne sokmak için can atıyordum, gerçekten.
Birden karşıma çıkması, zihnimi meşgul etmesi, kendi sesini bana duyurması… Bütün hepsinin sonucunda başıma ağrılar girip durmuştu. Onun yol açtığı ağrılardı.
“Bu taraftan,” diye komut verdi Kronos. Zaten deminden beri onların gittiği yönden gidiyorduk. İki de bir durup bizi yönlendirmesine ihtiyacımız yoktu. Aptal muamelesi görmek sinirlerimi çok bozuyordu.
“Daha ne kadar yürüyeceğiz?”
“Geldik sayılır,” diye cevap verdi, içlerinden bir tanesi. Sesi adeta buz gibiydi. Şimdiye dek bizden bıkmış olduğu belliydi ama elden bir şey gelmezdi. Onlar bizi sürüklemişlerdi ve biz de istemeye istemeye onları takip etmekle yükümlüydük.
“Bizi öldürmezler, değil mi?” diye sordu Rabia, fısıltıyla. Bu soruyu aslında ortaya atmıştı çünkü kimden cevap gelirse kabulü olurdu. Elini durup durup karnına koyuyordu ve endişeli gözleriyle yürüdüğümüz yolu izliyordu.
“Bize muhtaç olduklarını belli ettiler. Sırf bu nedenden ötürü bizi öldürmezler,” dedi Morpheus. Sesini alçalttı ki önden yürüyen Titan kardeşler bizi duymasın diye.
Aralarından bir tanesi yürüdüğümüzden beri bana tuhaf bakışlar atıyordu. Az önce yine aynı bakışını yakaladım ama sessiz kaldım. Neden bana o şekilde, rahatsız edici bakışlarla baktığını bilmiyordum. Bilerek yapıyor gibi durmuyordu fakat bir tek bana öyle bakıyordu. Bana dair merak ettiği ya da benim hakkımda bildiği bir şeyler olup olmadığını merak ettim.
“Şu çocuk neden durup durup sana bakıyor?” diye sordu Aurora, bana dönüp bakarak.
Önümüzdekiler yürümeyi bıraktıklarında bizde durduk çünkü artık varmamız gereken noktaya gelmiş bulunuyorduk. Böylelikle Aurora’nın sorusunu es geçtim, zaten cevabını da bilmediğim bir soruydu. Ancak sadece ben fark etmemiştim, Aurora da fark etmişti.
“İşte geldik.”
“Titanlar’ın bölgesine hoş geldiniz,” dedi Kronos.
Bizim daha önceden kaldığımız kamp alanını andırıyordu. Ona benzer tasarlanmıştı fakat burası biraz daha küçük kalıyordu. Yalnızca 12 kişinin burada yaşadığını düşünürsek normaldi. Peki biz de burada mı kalacaktık?
“Sizi kısa bir süreliğine burada ağırlayacağız. Zeus’u bulmamızda bize yardım edeceğiniz için planlarımızı buradayken hazırlayacağız,” dedi Okeanos. Ardından eliyle içeri geçmemiz için bize yolu gösterdi ve kenara çekildi.
“Biz buradayken bizi bulamayacakları ne malum?” dedi İsis, şüpheli bir bakışla.
“Az da olsa gücümüz olduğundan dolayı buraya koruma büyüsü yaptık. Bizden bir kişi bile sizin burayı görmenizi isterse ancak o zaman görebilirsiniz. Hiçbirimiz istemezse, o halde burayı hiç kimse bulamaz,” diyerek İsis’in sorusunu yanıtladı Okeanos.
“Yani sizden tek bir kişinin istemesi yeterli olacak, öyle mi? Burayı görebilmek için?”
“Evet. Tek bir kişi yeterli olacaktır.”
“O zaman hepiniz Zeus’tan baya nefret ediyor olmalısınız.”
İsis ve Okeanos konuşurlarken bizler de çoktan alana girişimizi yapmıştık. İtiraf etmeliydim, tatlı ve sıcak bir yerdi. 12 kardeş için uygun bir alandı. İnsanın gözünü yormayacak derecede düzgün ve itinayla tasarlanmıştı.
“Aramızda Zeus’u sevecek tek bir kişi bulamazsın,” dedi, içlerinden kaba olan biri.
İsis kaşlarını hafifçe çattı. “Orası açıkça ortada zaten.”
“Peki neden ondan bu kadar çok nefret ediyorsunuz?” dedi Fırat. Az önceki çocuğun ses tonundan hoşlanmadığını anlayabilmiştim. İsis’in onunla muhatap olmak istememesinden dolayı kendisi sözü devralmıştı.
“Siz hepiniz birden bu kadar çok soru mu sorarsınız?” Yine aynı çocuktu. Bu defa kabalığının yanı sıra bir de alay edercesine gülmüştü. Ukala.
“Sen hep böyle kaba mısın peki?” İsis de ona aynı şekilde tepki verdiğinde Fırat kendi kendisine güldü.
Kronos öne geçip az önceki çocuğun omzuna elini koyarak ona doğru bir şeyler fısıldadı. Artık ne dediyse çocuk ukala bakışlarını İsis’e son kez gönderdikten sonra gitti. Ortamı terk etmesi onun açısından da bizim açımızdan da iyi olmuştu.
“Hyperion adına özür dilerim sizden. Kendisinin fazla gergin bir kişiliği var ve bir de güven problemleri tabii,” dedi Okeanos, yarı gülümsemeyle. Kardeşi adına mahcup olduğu yüz ifadesinden okunuyordu.
“Yanlış anlama ama biz de ona bayılmıyoruz,” dedi İsis.
“Bunu anlayabilirim,” dedi Okeanos ardından ortamı yumuşatabilmek amacıyla bize oturma yerlerini gösterdi. “Lütfen oturun.”
Okeanos birazcık bana Poseidon’un hal ve hareketlerini andırmıştı. Diğerlerine nazaran daha aklı başında, kibar ve olgundu. İlk kez kamp alanına gittiğimiz gün bizi tanımamasına rağmen Poseidon bize çok candan ve sıcak yaklaşmıştı. Onun bu denli iyi kalpli biri olup üvey ağabeylerinin ihanetine uğramış olmasını kabullenmek çok zordu.
Hepimiz sırasıyla tahtadan yapılma sandalyelere oturduk. Ortada kocaman tahta bir masa vardı -muhtemelen yemek masasıydı- ve üstünde de tam 12 tane isim kazınmıştı. Muhtemelen 12 kardeş olan Titanlar’ın isimleriydi. Kendilerince böyle bir sembol tarzında bir şey yapmışlardı ve bana kalırsa tatlı bir davranıştı.
Yine tamı tamına 12 tane sandalye vardı, bu nedenle ilk önce bizler oturduk ve boş kalan yerlere de sadece Okeanos ile Kronos oturdular. İki kardeş karşı karşıya duracak şekilde yerleşmişlerdi; ikisi de masanın en ucunda olacak şekilde baş kısımlarda oturuyorlardı. Sanırım onların hep oturdukları yerdi, kendimce öyle bir izlenime kapılmıştım.
Tam tepemizde, iple aşağıya sarkan değişik boyutlarda ve keskinlikte farklı bıçaklar yer alıyordu. Neden böyle bir tasarıma gerek duymuşlardı, anlamamıştım ama alışagelmedik olduğu ortadaydı. İlk defa bu tarz bir tasarım görmüştüm ve ister istemez bıçaklardan biri kafama düşecek diye hafiften ürkmüştüm.
Efdal da benim gibi tavana odaklanmıştı. Güçlükle yutkunduktan sonra “Bıçaklar,” dedi ve kendisini gülümsemeye zorladı. “Değişik.”
Okeanos güldüğünde Kronos, “Biz hep bu masada otururuz. Oldu da biri bir şekilde tatsız bir ziyarette bulunursa diye elimizin altında ihtiyaç duyacağımız aletler olsun istedik,” diye açıkladı.
“Bu durumda elinizin altında değil de üstünde oluyor gibi,” dedi Efdal, tekrardan tavandan sallanan bıçaklara bakıp rahatsızca güldüğünde. Bu sözler üzerine Okeanos kahkaha attı. “Mizah anlayışın çok enteresan küçük dostum.”
“Gergin olduğum zamanlarda saçmalayabiliyorum,” dedi Efdal, ardından Okeanos’a baktı. Gerçekten de çok gerilmişti çünkü git gide sandalyeden aşağı kayıp düşecekmiş gibi duruyordu. Çok uzun boylu değildi ama yine de bir sandalyede nasıl oturulması gerektiğini göz önüne alırsak Efdal sandalyeden her an düşebilirdi. Kendisini saklamak istiyordu, onu anlayabiliyordum.
“Pekâlâ neden buradayız şimdi?” Hakan’ın sesini duyduğum gibi ona döndüm. Suratından düşen bin parçaydı. Sesi bile çok ruhsuz çıkmıştı, bu yüzden içinde neler yaşadığını tahmin edemiyordum. Az çok bilebilirdim çünkü ben de şahit olmuştum fakat asla tamamen bilemezdim.
“Bizi esir mi tutacaksınız? Lütfen bizi öldürmeyin, bakın ben hamileyim,” dedi Rabia, hızlı hızlı. Tüm gözler onun üzerinde toplandığında gözlerini kaçırdı. Utanmış mıydı yoksa korkmuş muydu, bilmiyordum.
Sürekli olarak hamile olduğunu dile getirmesi beni parçalıyordu ancak ona kızamıyordum. En nihayetinde karnında bir çocuk taşıyordu, korkması çok ama çok doğaldı. Endişelenmesi gereken bir kişi değil, artık iki kişi vardı.
Buraya gelmeden önce bizi tehdit etmemişler gibi, “Hayır tabii ki. Sizi öldürmeyeceğiz,” dedi Okeanos. Hemen ardından “Şimdilik,” diye ekledi Hyperion, masaya doğru yürürken. Az önce ortamı terk etmişti fakat şimdi geri gelmişti. Üstelik yine aynı sinir bozucu tavrıyla birlikte dönmüştü ve lafını yine esirgememişti.
“Misafirlerimize karşı daha kibar davranman konusunda anlaştığımızı sanıyordum,” dedi Kronos, uyarıcı bir tonda.
“Benden küçük olduğun gerçeğini unutuyorsun sanırım Kronos. Büyüklerinle nasıl konuşman gerektiğini sana bir daha hatırlatmayayım istersen,” dedi Hyperion. İkisinin arasındaki gerilim bizi de etkiliyordu.
“İkinizde kesin sesinizi!” diye bağırdı Okeanos, masaya yumruğunu sertçe vurarak. Masa titrediğinde ellerimi kendime doğru çektim. O esnada Atlas ile göz göze geldik ve o da benim gibi kendisini huzursuz hissetmişti, mavi gözlerinden okunabiliyordu.
Ortam sessizleştiğinde Okeanos soğuk kanlılığıyla kaldığı yerden devam etti. “Zeus’un bize yaptıklarından sonra onunla ödeşmek zorundayız. Tarihi, kitaplarda yazılı olan tüm o saçmalıkları gerçek hayata geçirmeyi amaçlıyor. Titanlar olarak bizleri yerle bir etmeyi ve tüm hakimiyeti kendisi kurmayı planladığı için bizi ortadan kaldırmayı düşünüyor. Ancak bu asla gerçekleşmeyecek.”
“Size yerini sorduğumuz Olimpos Tapınağı vardı ya?” dedi bir süre sonra.
“Evet. Ne olmuş ona?” dedi Morpheus.
“İşte orası önceden bizimdi.”
“Nasıl yani?” dedi Vulcan. “Sizindi derken ne demek istiyorsun?”
Kronos ve Okeanos aynı anda iç çektiler. Hüzünlü bir iç çekişti bu. İkisi kendi aralarında bakıştıktan sonra Kronos bizlere dönerek Okeanos’un kaldığı yerden “Önceden orası bizim tapınağımız olan Othrys Tapınağıydı,” diyerek geride kalan kafa karışıklığımıza açıklık getirdi.
“Sonrasında ne oldu?” diye sordu Artemis. Sesini duyduğum için sevinmiştim çünkü bayadır ölü taklidi yapıyordu. Benim gibi Atlas da sevinmiş olacak ki bir elini ikizinin elinin üstüne koyarak yavaşça sıktı. Bu hareketi ‘ben buradayım’ demekti. Kayıplar olsa da en azından ikisi hâlâ birbirlerine sahiplerdi.
“Sonrasında ne oldu… Çok güzel bir soru,” dedi Hyperion, dalga geçerek. Yalnızca bizi değil, kardeşlerinin söylediklerini de tiye alıyor gibi bir hâli vardı. Sanırım o her şeyle alay eden ve herkese kaba davranan birisiydi. Tam olarak öyle bir kişiliği olmasa bile sergilediği imaj o yöndeydi.
“Ne oldu sahiden? Bizi aydınlatsana Kronos.” Kronos’a doğru kaşlarını çatarak sert bir bakış attı. Tıpkı diğer Titanlar gibi Hyperion da Okeanos’un yakınlarında duracak şekilde ayakta dikiliyordu. Bir elini beline atarak kızgınlık dolu bir nefes verdi. Olanlar için sanki Kronos’u suçluyor gibiydi.
“Şunu yapma Hyperion,” diye uyardı onu Okeanos. Ardından başını kaldırıp yanında duran, öfkeyle dolup taşan kardeşine baktı. Onu kaçıncı uyarışıydı bilmiyordum artık, fakat Hyperion uyarılara kulak asmıyordu. Canı nasıl isterse öyle davranıyordu. Kardeşler arasında en asi olan oydu çünkü diğerlerinden hiç ses çıkmamıştı.
“Neyi yapmayayım ağabey, ha? Sen de biliyorsun ki şu anda bu göt kadar yerde olmamızın tek sebebi çok değerli küçük kardeşimiz Kronos.”
“Ona haksızlık ediyorsun,” dedi, kızlardan bir tanesi. Hyperion’a karşı sesini yükselttikten sonra buna pişman oldu çünkü tekrardan susup bakışlarını başka yöne çevirdi.
Tüm bu atışma boyunca Kronos’un bakışları ellerindeydi. Ne Hyperion’a ne Okeanos’a ne de diğer kardeşlerine bakamayacak vaziyetteydi. Pişmanlık duyuyordu çünkü bu duygunun nasıl hissettirdiğini ve nasıl göründüğünü biliyordum. Neyden ötürü pişmandı, orasını Titanlar dışında henüz hiçbirimiz bilmiyorduk.
Hyperion yalandan bir kahkaha attı. “Haksızlık ediyorum, öyle mi Phoebe?” Az önce sesini çıkarıp Kronos’u korumayı deneyen kız kardeşi olan Phoebe’ye doğru yürüdü. Kendisine bakmaktan kaçınan kardeşine doğru yaklaşarak “Zeus piçine âşık olmamış olsaydı bunların hiçbirini yaşamıyor olurduk şimdi,” dedi sertçe.
“Ne?” dedi Vulcan yüksek sesle. Onun gibi biz de şaşırmıştık fakat onun sesini yükselterek şaşkınlığını göstermesi üzerine herkes sessizleşti.
Kronos oturduğu yerden fırlayarak Hyperion’ın karşısına geçti. Hızla kalktığı için sandalyesi yere devrilerek tok bir ses çıkardı. Okeanos da yerinden kalkacak gibi oldu ama son anda vazgeçti. Oturduğu yerden iki kardeşinin tartışmasını izlemeye karar verdi. Aralarına girmek istememişti.
“Bunun için üzgün olduğumu defalarca kez dile getirdim ağabey,” dedi Kronos. Sesi cılızlaşmıştı.
“Üzgün olman yaptığın hatanın pisliğini örtmeye yetmiyor. Zeus’un seni kandırmasına izin vermemeliydin ama sen ne yaptın? Aptal bir beyinsiz gibi onun seni gerçekten sevdiğine inandın! Zeus eşcinsel bile değil Kronos! Senin ona karşı olan zaafını fark ettiği anda bunu bizi kapı dışarı etmek için kullandı ve sen de buna göz yumdun! Evimizden olduk! Güçlerimiz eskisi gibi kullanışlı değil!”
Kronos bir iki adım geri çekildi. “Zeus eşcinsel olmayabilir ağabey ama ben öyleyim. Sen de yıllarca bu gerçeği görmezden geldin. İnsan çoğu zaman kimi seveceğini seçemiyor ve ben de kalbimin yanlış kişiyi seçmesine mâni olamadım. Sevmek bir hata değil, bunu anlayamadığın gibi beni de hiçbir zaman anlayamadın,” dedi, hayal kırıklığıyla.
Kronos adına kendimi çok kötü hissettim. Söyledikleri ne yazık ki doğruydu. İnsan seveceği kişiyi seçemezdi çünkü kalbimizin kime ait olup olmadığına ya da ait olup olamayacağına bizler karar veremiyor, bu konuda söz sahibi olamıyorduk.
Kronos da Zeus’a inanıp ona âşık olduğunda kalbine söz geçirememişti demek ki.
Yanlış kişiyi sevmiş de olsa Kronos’un tek yaptığı yalnızca sevmek olmuştu. Hepimizin bir kereliğine bile olsa yaptığı gibi…
“Hey! Sakın bir delilik yapma!” diye bağırdı biri. Kafamı çevirdiğimde Hakan’ın elinde bir bıçak tutarak Titanlardan birini boynundan yakaladığını gördüm. Az önce sessizliğini koruyarak yanımda oturan Hakan şimdi birinin boynuna bıçağı dayıyordu. Hızlıca tavana baktığımda sallanan bıçaklardan birinin orada olmadığını fark ettim.
Ne diye böyle bir tasarım yaptırmayı seçerdi ki aklı başında olan bir insan?
Kronos ve Hyperion konuşurlarken kimsenin dikkatini çekmeden, kaşla göz arasında bıçağı kaparak Titanlardan birisini yakalamıştı. Bunu yapmasaydı daha iyi olurdu fakat uzun süredir kendisinde değildi. Hele ki çiçek tarlasında yaşananlardan sonra iyice akli dengesini kaybetmişti.
“Hakan ne yapıyorsun!” diye bağırdım, yerimden fırladığım sırada.
Koluyla kapana kıstırdığı çocuğun boynuna bıçağı yaklaştırdığında “Sakın yaklaşmayın yoksa keserim boğazını!” diye bağırdı. “Bıktım Zeus’tan! Bıktım her şeyden! Ben sadece ablamı geri istiyorum! Sikmişim bu evreni de Olimpos’u da sizi de!”
“Bırak lan beni manyak herif!” diye bağırdı çocuk, bir taraftan da yardım için ellerini havaya kaldırmıştı. Hakan onu iyice zapt etmek için geriye doğru çekiştirdi.
“Hakan,” dedim ama yüzüme bakmıyordu. Ona sesimi duyurmaya çalıştıkça geriye doğru adım atarak daha da uzaklaşıyordu. “Yapma!” Ona doğru adım atmak isterken bir el beni kolumdan tutarak durdurdu.
“Eğer ona yaklaşırsan kardeşimin boğazını kesecek. Bunu yapacak olursa hepinizi öldürürüm,” dedi Okeanos, tehditkâr bir sesle. Buraya gelmeden önce ölümle tehdit edildiğimiz yetmezmiş gibi şimdi yeniden aynı tehdidi işittik.
“O kimseye zarar vermez, veremez. Onu tanıyorum. O sadece ablasını kaybettiği için böyle davranıyor,” dedim çünkü başka nasıl bir açıklama yapacağımı bilemedim. Dediklerime artık ben de eskisi kadar inanamıyordum fakat her şeye rağmen Hakan’ın birisine zarar verme, birisini öldürme eyleminde bulunmayacağına da inanmak istiyordum.
“Kardeşini kaybeden bir insan her şeyi göze alabilir bence, turuncu. Eğer Koios’u kaybedecek olursam ben de hepinizi teker teker gebertirim. Beni sakın sınamayın!” dedi Okeanos, kolumu iyice sıkıp göz dağı vermeye çalışarak.
“Kısassa kısas,” dediğini duydum Hyperion’un. Ardından beni Okeanos’un elinden kurtarıp kendi kolunun altına aldı ve Hakan’ın yaptığı gibi elinde bir bıçak tutarak bıçağın metal, soğuk tarafını kolumdan yukarı, boynuma doğru çıkardı.
Şu anda Hakan’ın tuttuğu çocukla aynı konumdaydım. Tek sıkıntı Hakan’ın yapacağına inanmadığım hareketi Hyperion’un yapacağından emindim. Yani her an benim boğazımı kesip deşebilirdi çünkü hiçbir şeyden korkmadığı gibi kimseden de çekinmiyordu.
Kendi kardeşini dahi gözden çıkarabilecek kadar kindar bir insanın bana merhamet göstereceğini zannetmiyordum. Kendisini tanımıyor olsam da bunun bir önemi yoktu çünkü en başından nasıl bir kişiliği olduğunu göstermişti.
İlk izlenimler önemlidir, derdi babam. Hyperion’ın verdiği ilk izlenim de herhangi bir şakası olmayacağına dairdi.
“Ya kardeşimi bırakırsın ya da bu güzel kızı gözümü bile kırpmadan şuracıkta öldürürüm.” Nefesi kulağımı gıdıklıyordu. Nefes alışverişlerimi kontrol altına alarak panik atak geçirmemek için uğraşıyordum. Böyle bir durumda sakin kalmak pek de kolay olmuyordu.
“Hyperion,” dedi Okeanos, baskın bir ses tonuyla. “Kıza zarar vermeyi aklından bile geçirme.”
“Öyle mi ağabey? Peki ya Koios? Onu da bu kız kadar düşünüyor musun? Ya da dur, sen değil. Cesur çocuk düşünüyor mu acaba? Şimdi boğazını kessem ne yapacaksın?”
Hakan boynuma yakın duran bıçağa baktı ardından da bana çevirdi gözlerini. “Ablamı geri getirmemde bana yardım edeceksiniz,” dedi. Hem Okeanos’a hem de beni koluyla sıkan Hyperion’a baktı sırayla.
“Sana yardım etmezsek ne yapacaksın? Kardeşimi mi öldüreceksin?”
“Her şeyi yapmaya hazırım,” diye yanıt verdi Hakan. Bana bakmaktan kaçınıyordu çünkü şu anda onun gözünde önemli olan kişi ben değildim. Ablasını kurtarmak için her şeyi göze alabilecek kadar kafayı yemiş bir çocuk vardı karşımda.
“Bu turuncu kafalının ölümünü de kendi ellerinle vereceksin o hâlde,” dedi Hyperion, dişlerinin arasından. “Kardeşime zarar verdiğin anda bu güzelliğe bay bay de.”
“Hakan! Delirdin mi sen, ne yapıyorsun!” Morpheus’un bağrışını işittiğimde içimden aynı soruyu sordum. Sahiden de ölmeme göz yumacak mıydı? O kadar çok mu istiyordu Afrodit’i? Tamam, ablasını yeniden görmeyi istiyordu fakat bu şekilde hiçbir şeyi elde edemezdi. Aksine her şeyi kaybetme olasılığı vardı, hem de ebediyen.
“Anka’nın değeri bu kadar mı!” diye bağırdı Morpheus, yeniden.
Hakan’ın çenesi kasıldı, cevap vermedi. Evet ya da hayır diyebileceğini o da düşünmüyordu. Bu sorunun cevabını ölümümle öğrenmek istemiyordum. Kendimi ihanete uğramış gibi hissediyordum ve işin can alıcı tarafı bunun bir ilk olmadığıydı.
“Söyle bakalım koca oğlan. Sevgilinin değeri gözünde bu kadar aşağılarda mı?” Hyperion bıçağın sivri ucunu boynuma değdirdi ama kesmedi. Yalnızca onun gözünü korkutmak istediğini umuyordum.
“Yapma!” diye bağırdı Hakan. Sesi ağlamaklı çıkmıştı. Elleri titriyordu fakat hâlâ pes etmiyordu. Bunu daha ne kadar sürdürecekti? İçimizden biri yara almadan bir önce bitse iyi olurdu.
Koios denen çocuk sabit durarak hareket etmeyi bıraktı. Cesaret edemediğini anlıyordum çünkü ben de cesaret edemiyordum. Göz göze geldiğimizde, onun gözlerindeki korkunun adeta benim gözlerime de ulaşmış olabileceğini sezmiştim.
“Kardeşimi. Bırak. Hemen.”
“Ablanı hep birlikte kurtaracağız Hakan! Eğer senin yaptığın bir delilik yüzünden Anka’ya bir şey olursa işte o zaman sen de ablan gibi ölmeyi dileyeceksin!” Bu kez konuşan Atlas’tı. Benim için, Hakan için ve Afrodit için onu vazgeçirmeye çalışmalarını duymak şu anda hissedebileceğim tek güzel gelen duygu olabilirdi.
“Kurtaracak mıyız?” diye sordu Hakan, yaşlarla dolmuş gözleriyle çaresizce bana bakarak.
“Sana söz veriyorum,” dedim. “Lütfen bunu yapma. Kendini kaybetme, aklının yitip gitmesine izin verme. Savaşını sürdürmekten bir saniye için bile olsa sakın vazgeçme Hakan.”
“Yanımda olacak mısın? Yaptığım tüm pisliklere rağmen yanımda durup bana yardım edecek misin?” Bıçak bana çok yakın durduğu için boğazıma darbe almamaya özen göstererek yavaşça başımı olumlu anlamda salladım.
Gözleri olduğundan daha fazla dolmuştu. Kısa bir süre sonra göz yaşı yanaklarından aşağıya doğru süzüldü. Ardından elindeki bıçak yere düştü ve Koios serbest kaldığında ondan koşarak uzaklaştı. Hakan geriye doğru sendeleyerek kıçının üstüne düştü.
Göz yaşlarını serbest bıraktı ve onlar da sel misali akmaya başladılar. Bu denli basitti. Bazı şeyleri salıvermek ve oluruna bırakmak bu kadar kolayken bir çoğumuz kendimizi fazlasıyla kasıyorduk. Gün sonunda bunun ne kadar yanlış olduğunu da fark ediyorduk.
Kendini yıpratmaktan uzaklaştığın anda sana açılan bir sürü güzel kapıyı görebilmeye başlıyordun. Son zamanlarda bizim yaptığımız da hiçbir kapıyı bulamamış olmamızdı çünkü her birimizin içinde yer edinen bir şeyler vardı. Ne olduğunu direkt anlayamazdık fakat hiçbir zaman kendi kendimize kalıp bu sıkıntının ne olabileceğini kendimizle konuşmamıştık.
Hakan’ın gözyaşlarında ise bunlar vardı. Kendi kendisiyle konuşamadığı anlar saklıydı. Tüm o sözler ve düşünceler… Bütün o bıkkınlık ve boş vermişlik hissiyatı. O ağlarken aslında ablasından ziyade kendisine ağlıyordu. Kendi yalnızlığına, çaresizliğine, hatalarına ve pişmanlıklarına…
Daha da önemlisi, kendisine söyleyemediği sözlere ağlıyordu çünkü işin aslı bizlerde bilmeden, çoğunlukla söylenmemiş sözlere ağlayabiliyorduk.
“Alın götürün onu,” diye emretti Okeanos.
Hyperion beni serbest bıraktığında derin bir nefes alma ihtiyacı duydum. Ben nefes almak için cebelleşirken Hyperion ve az önce Hakan’ın esir aldığı Koios, Hakan’ın kollarından tutarak oturduğu yerden kaldırdılar.
Hakan kılını kıpırdatmadı, itiraz etmedi çünkü o da buradan uzaklaşmak, kendisiyle baş başa kalmak istiyordu. Bunu biliyordum, anlayabiliyordum ve hissedebiliyordum.
“Nereye?” diye sordu Hyperion. Bunun üzerine, Okeanos, “Herhangi bir odaya götürün ve kapısını kilitleyin. Bugün için daha fazla delilik istemiyorum,” dedi tok sesiyle.
“Bunu ona yapamazsınız,” diye karşı çıktı Aurora. “Onu bir odaya kapatamazsınız. Görmüyor musunuz psikolojisi yerinde değil!”
Okeanos arkasına dönüp Aurora’ya bir bakış attı. “Tam da bu sebepten ötürü ona odaya kapatıyoruz zaten. Başka birisine zarar verme ihtimalini göze alamam. Yatıp dinlensin ve benim canımı sıkmasın,” dedi sertçe.
Okeanos, Aurora ile konuşurken Hakan’ı çoktan içerideki odalardan birine götürmek için bulunduğumuz ortamı terk etmişlerdi ve Hakan yeniden karşı çıkmayarak sessiz kaldı. Giderken yaşlarla dolu olan gözleri yere bakıyordu. Harap olmuştu.
“Bizim niyetimiz sizleri burada, bizim mekanımızda olabilecek en düzgün şekilde ağırlamak fakat kardeşlerimden herhangi birinin kılına zarar gelecek olursa bu iyiliğimi suistimal etmiş olursunuz ve ben artık insanlara güvenememekten çok yoruldum,” dedi daha sonra. Ardından bakışlarını bana çevirdi.
Bir adım atarak elini çeneme koyup başımı kaldırdı ve boynumu inceledi. “Neyse ki bir şey olmamış. Kendini bir halt zanneden deli kardeşim Hyperion adına senden özür dilerim,” dedi, az öncekine nazaran daha naif bir tonda.
Daha sonra elini hemen geri çekti ve arkasına dönerek diğerlerine baktı. Ben de o esnada birkaç kez daha derin nefesler aldım çünkü anca kendime gelebiliyordum. Şaşkınlıktan mı demeliydim yoksa tedirginlikten mi bilinmez, fakat son birkaç haftadır bu denli garip bir hisse kapılmamıştım.
Rüyalarımda beni rahatsız eden küçük kızı saymıyordum çünkü o haftalardır benim peşimi bırakmıyordu. Gerçek olup olmadığından emin olamadığım bir varlığın her fırsatta beni taciz etmesinden gına gelmişti ama artık onu gördüğümde eskisi kadar şaşırmıyordum.
“Şimdi lütfen elinize kolunuza hâkim olacak şekilde şu masaya geri oturun ve bana Olimpos’tan, eski evimizden bahsedin. Orada bulunduğunuzu biliyoruz elbette çünkü sizin karşınıza çıkmak için aylarca doğru zamanı kolluyorduk.” Al sana rahatsız edici başka bir itiraf daha.
İtirafın üzerinde durmayıp dediklerine uyarak masaya geri oturduk ve herhangi bir baş kaldırıda bulunmadık. Olimpos’tan ve orada yaşadıklarımı en ince ayrıntısına kadar olmasa da anlatmaya başladım çünkü çoğunlukla orada bulunan kişi ben olmuştum. Diğerleri de yeri geldiğinde kendi yaşadıklarından söz etmişlerdi fakat odak noktası bendim.
Hemen ardından hem Zeus’tan hem Hades’ten hem de bize ihanet eden iki kişiden bahsettik. Ares ve Hermes. Onlardan da uzun süredir haber alamamıştık. Geçirdiğimiz birkaç hafta hepimiz için tamamen bir zulümdü. Umarım onlar için de zulüm gibi geçmiştir, zira bu hiç adil olmazdı.
Ayrıyeten onlara Trivia ve Venüs cadılardan da söz ettik çünkü onların da önemli rolleri olmuştu, o yüzden onların bahsini geçirmemek olmazdı. Her konuştuğumuzda, yaşananları her anlattığımızda her birimizin suratında aynı ifade yer almıştı: tiksinti.
Hepsinden, her şeyden tiksiniyorduk. Buna en çok bizim hakkımız vardı. Titanlar kendi aralarında neler yaşamışlardı bilmiyorduk fakat onlar da bizi dinledikten sonra bence bizimle aynı kanıya varmışlardı. Bizim Zeus’tan neden daha çok intikam almak istediğimizi anlamışlardı ve bize hak vermişlerdi. Bizim gibi düşünen insanların olması bana birazcık daha cesaret aşılamıştı.
Üstelik bu defa yalnız da değildik. Titanlar da bizimleydi, yani ben öyle olduğuna inanmak istemiştim. Onlar da bizim gibi intikam ateşiyle harmanlanmışlardı fakat bizim ateşimiz kadar yakıcı olacaklarını sanmıyordum. Kaybettiğimiz çok fazla şey vardı ve bu kayıplar öyle kolayca unutulabilecek şeyler değillerdi.
Ne yazık ki değildi.
Biz anlattıktan sonra elbette ki sıra onlara gelmişti. Okeanos ve Kronos başta olmak üzere her bir kardeşten farklı olaylar dinlemiştik. Aslında hepsi birbirini tamamlıyordu çünkü onların yaşadıkları aynıydı; bizimkiler ise farklıydı. Bizde herkes farklı acılar yaşamışken onların yaşadıkları hepsini, bir bütün olarak ilgilendiriyordu.
Tabii ki acılar kıyaslanamazdı ama işin sonunda onlar sevdikleri insanları kaybetmemişlerdi. Ya da henüz kaybetmemişlerdi diyebilirdim. Ola ki Zeus ile gerçek bir savaşa girecek olurlarsa ki niyetleri bu yöndeydi, o zaman kaybedecekleri değerli kişiler olabilirdi. Bunu bizzat yaşadığımız için bir başkası adına bu tarifi olmayan acıyı tatmalarını istemezdim.
Hakan’ın ablasını tekrardan kaybetmesine de değinmiştim ve bunu özellikle yapmıştım. Az önceki davranışını asla savunmuyordum fakat 12 kardeş olan Titanlar’ın Hakan’ın acısını az çok anlayabileceklerini ummuştum. Hemen hemen Hyperion dışında diğer kardeşlerin hepsi bu duruma fazlasıyla içerlenmişlerdi. İçten içe empati kurduklarına emindim.
Kardeş acısının ne demek olduğunu az çok kavramışlardı ve belki de bunu yaşamamak adına Zeus’un bir an önce ortadan kalkmasını istiyorlardı. Onlara güvenmiyordum, güvenmek için çok erkendi ancak onlara kızamıyordum da.
“İşte bizim hikayemiz de böyle,” dedi Okeanos, son yaşananları anlattıktan sonra.
“Yani işin özü gay kardeşimiz Kronos gay olmasaydı biz bu sikik olayları yaşamayacaktık,” dedi Hyperion, öfkeli bir tonda. Öfkesine bir şey diyemezdim fakat kardeşinin eşcinsel olmasından ötürü onu suçlamasını kaldıramazdım.
“Gay olmasaydı değil,” dedim bastırarak. “Yanlış kişiye âşık olmasaydı bunları yaşamazdınız. Sorun, kardeşinin eşcinsel olması değil çünkü bu bir sorun teşkil edemez. Asıl sorun Zeus’un Kronos’u kendisine duyduğu sevgi yüzünden kandırmış olması ve ne yazık ki insanlar âşık olacakları kişileri seçemiyorlar.”
“Sonuç olarak Zeus’a âşık olmayı seçti.”
“Hâlâ seçim diye diretiyorsun. Hayır, bu bir seçim değildi. Az önce de dediğim gibi insanlar sevecekleri kişileri seçemezler. Manavdan elma, armut seçer gibi âşık olacağımız insanları bizler seçmiyoruz!” Dayanamayıp sesimi yükseltmiştim. Söylediklerini kulakları duymuyordu anlaşılan, zira duyuyor olsaydı ne kadar salakça olduğunu idrak edebilirdi.
Hyperion bana öfkeyle bakıyordu fakat zerre umurumda değildi. Öfkelenmesi gereken kişinin ben veya kardeşi Kronos olmaması gerektiğini bir türlü anlayamıyordu, bu konuda ısrarcıydı. Bir de çok bilmiş bir edayla konuşuyordu, sanki Kronos bile isteye Zeus’a âşık olmayı tercih etmişçesine.
Masadaki herkes bir süreliğine susup kaldı. Kronos ise bu sessizlikte bakışlarını bana çevirmiş, dudaklarında mahcup olduğunu gösteren bir gülümsemeyle beni izliyordu. Söylediklerimin sonuna kadar arkasındaydım ve Kronos’un aynı kararlığı korumasını diliyordum. Evet, yanlış kişiyi sevmişti ama sevmişti ne de olsa.
Bu onu suçlu veya hatalı biri yapmazdı. Hele ki utanması gereken bir insan asla yapmazdı. Sonuçta kim olursa olsun birini sevmek utanılacak bir eylem olmamalıydı. Kötü kalpli, vicdansız, manipülatif bir insanı sevmişti, ancak bu onun elinden gelen bir şey değildi. Aşkın bir tarifi yoktu ve kime âşık olacağımızın da bir kuralı bulunmuyordu.
Aşk, aşktı. Öyle ya da böyle. Kadın veya erkek. Bunların hiçbirinin bir mühimmatı yoktu. Gerçekten de tek mühim olan kısım bizim için doğru olan insanı bulabilmekti. Kronos bulamamış olabilirdi ancak burada yargılanması gereken o olmuyordu.
Onu kandıran Zeus’tu, bundan dolayı yargılanacak kişi de yine Zeus olmalıydı.
“Her neyse,” diye geçiştirdi beni Hyperion. Söylenecek mantıklı bir söz bulamayınca kaçtı tabii. O ve onun gibiler zaten mantıklı düşünen insanlardan olmadıkları için kendilerine yöneltilen konudan kolayca sıyrılabilmek için neyse deyip geçiyorlar. Cidden komik.
“Hyperion! Gidip şu delikanlıyı kontrol et. Eğer ayağa kalkabilecek kadar kendisini iyi hissedecek haldeyse al onu buraya getir.” Okeanos, az önceki konuşmaları hiç olmamış gibi yok sayarak Hyperion’un kafasını başka tarafla meşgul etmesini sağladı.
Hyperion ve yanında bir iki kişi daha olmak üzere Okeanos’un sözünü dinleyerek Hakan’ı dakikalar önce götürdükleri yere doğru gitmek için harekete geçtiler. Onlar gitmeden önce, Hakan’ın buraya getirirken onun canını acıtmaması için ona uyarı içeren bir bakış attım. Bakışıma gülüp geçti, takmadı bile.
“Bizi Olimpos’a götür Anka,” dedi Kronos, Hyperion ve diğer kardeşleri ortadan tamamen kaybolduğuna emin olduktan sonra.
“Bunu neden yapmayı kabul etsin?” Morpheus ayağa kalkıp yanıma geldi.
“Bizi Olimpos’a götürüp Zeus’u bulmamıza yardım ettiğiniz takdirde bizler de sizin için bir şey yapabiliriz,” diye yanıtladı Okeanos.
“Mesela? Ne gibi bir şey?” Bu Atlas’ın sesiydi. O da yerinden kalkıp diğer tarafıma geçip durdu. İkisi dışında diğerleri oturdukları yerden bizi seyredip dinliyorlardı. Aynı şekilde tüm Titanların gözleri de bizim üzerimizdeydi.
“Ben biliyorum,” dedim. “Daha önce de söylediğim gibi arkadaşlarımızı bulmamızda yardım edeceksiniz bize. Teklifim bu yönde, kabul edip etmemek size kalmış. Ola ki kabul etmezseniz, sizi Olimpos’a götürme konusunda yardımımızı alamazsınız.”
Halbuki eski evleri diye adlandırdıkları şimdiki Olimpos Tapınağı’nın yerini biliyor olmaları gerekirdi. Neden benden veya bizden Tapınağı bulmak için yardım istiyorlardı, anlamamıştım. Ya bir terslik vardı ya da Zeus yine başka bir plan sayesinde Titanları sınır dışı bırakmıştı.
“Zeus neredeyse arkadaşlarınız da oradadır. O yüzden Zeus’u bulmamıza yardım ettiğiniz anda arkadaşlarınızı kurtarmanıza elbette ki yardım ederiz. Anlaşma anlaşmadır,” dedi Okeanos, teklifime karşılık olarak. Ardından elini bana doğru uzattı ve ona katıldığımı göstermemi istercesine onunla tokalaşmamı bekledi.
Başımı kaldırıp ilk önce Morpheus’a sonra da Atlas’a dönüp baktım. Teyit etme amacıyla ikisine de bakma gereksinimi duymuştum ve ikisinin surat ifadesinden anladığım kadarıyla teklife sıcak bakıyorlardı. Bu yüzden içim rahat etmişti ve Okeanos’un bana uzattığı eli tutup sıkmıştım. Teklifini kabul etmiştim fakat bizi yarı yolda bırakırlarsa ne yaparız diye yedek bir plan düşünmemiştim.
Öyle çaresiz bir hâldeydik ki daha yeni tanıştığımız Titanlar’a güvenmeyi tercih etmiştik. Onlarla birlik olursak hiç değilse Zeus’u bu dünyadan silip atabilirdik. Bu da şimdilik bizim lehimize olurdu.
Hyperion ve diğerleri Hakan’ı geri getirdikten sonra Okeanos onlara da plandan bahsetti. Ancak bizim arkadaşlarımıza yardım etme kısmını bilerek atlamıştı çünkü plandan bahsederken bir gözü de bendeydi. Onu bozmamı istemiyordu ve ben de istediğini yere getirerek teklifimizden söz etmedim.
Söz etmemesinin nedenini ise Hyperion’un karşı geleceğini biliyor olmasından kaynaklı olduğunu düşünmüştüm. Zira kesin olarak teklifi kabul etmezdi, bunu biliyordum.
“O zaman önden buyurun,” dedi Okeanos, eliyle yolu göstererek.
Daha sonra hepimiz ayağa kalktık ve Olimpos’a ne şekilde gideceğimizi konuşup planlamadan bizi yönlendirdikleri tarafa doğru hep beraber yürümeye başladık.
^^^
Tapınağın yerini hayal meyal hatırlıyordum.
Hafızama kazdığım şeylerden bir tanesi de başımıza bela olan siktiğimin Tapınağıydı. Titanların Zeus ile uğruna savaş verdiği bu Tapınağın özelliği neydi bilmiyordum ve bilmediğim için kendimi eksik görmüyordum. Bu, Titanlar ve Zeus arasındaki bir meseleydi.
Buraya gelmek için Titan kardeşlerin kendilerine ait olan atlarına binerek gelmiştik. Kırk yıl düşünsem bir ata binerek yolculuk edeceğim aklımın ucundan geçmezdi ama şikâyet etmiyordum. 12 kardeşe ait 12 tane at vardı ve her birimiz Titanların arkasına yerleşerek benim tarifim üzerine Olimpos’un olduğu bölgeye ulaşmıştık.
En önde Okeanos ve ben gitmiştik, diğerleri de bizi arkamızdan takip etmişlerdi. Okeanos’a yolu tarif ederken kendimden çok emindim ama bulunduğumuz yerde Tapınak falan göremiyorduk. İşte bu çok ilginçti.
Attan indikten sonra çevrede kısa bir göz gezdirdim ve her noktaya baktığımda doğru yerde olduğumuzdan iyice emin oluyordum. Ağaçlar aynı ağaçlardı. Kulağa garip gelebilirdi belki fakat ağaçlardan bile doğru yere geldiğimiz anlaşılıyordu. Üstelik burada önceden yaşadığımız köprüden atılma hikayemiz de vardı. İşte o lanet meşhur köprüyü de görebiliyordum.
Normalde Tapınağın önünde, Tapınağı koruyan muhafızlar da olurdu. Hatta onlar yüzünden köprüden aşağı atılmıştık ama muhafızlardan da eser yoktu. Doğru yerde olduğumuzu bilmeme karşın doğru yerdeymişizcesine bir his kaplamıyordu beni.
O hâlde Olimpos Tapınağı ve diğer herkes neredeydi? Neden olması gereken yerde değildi? Gözlerime inanamıyordum çünkü gerçek olamazdı. Şu anda durduğumuz yerin hemen ilerisinde Tapınağın bulunması lazımdı ama orada yoktu işte. Nasıl olur da Tapınak yok olurdu?
“Anlamıyorum,” diye mırıldandım. “Burası olduğuna oldukça eminim.”
“Evet, burası. Poseidon’u burada katletmişti orospu çocuğu!” diye bağırdı Artemis, ellerini yukarı kaldırarak isyan edercesine.
“Madem burası, o hâlde sıçtığımın Tapınağı nerede? Ben mi körüm yoksa gerçekten siz bize yalan mı söylüyorsunuz?” diyerek sesini yükseltti Hyperion. “Bizi kandıracağınızı mı sanıyorsunuz siz?”
“Ne yalanından ne kandırmasından söz ediyorsun sen? Size yalan söyleyecek halim mi var benim?” diye yükseldim. İşim gücüm yoktu, bir de bu gerzeklere yalan mı söylemekle uğraşacaktım? Sanki başka mühim bir işim yoktu da bilerek onlarla oyun oynuyordum!
Benim derdim arkadaşlarımdı. Zahir’di. Onları bulup yaşadıkları işkence dolu haftaların son bulmasını, onları yeniden kurtararak nefes almalarını kolaylaştırmaktı benim tek derdim. Kendini beğenmiş Titan kardeşlerle kafa bularak eğlenmeye çalışıyordum sanki!
“Nerede o zaman? Hani bak, ortada yok!” Hyperion üzerime doğru yürüdüğünde Hakan önüme geçerek onun bana yaklaşmasını engelledi.
“Geri bas,” dedi sert tonda. “Anka’nın size yalan borcu yok. Hiçbirimizin yok. Bile bile neden sizi buraya getirip size yalan söyleme ihtiyacı duyalım ki?” Sırtını dikleştirdi ve kendinden emin çıkan sesini ne kadar özlediğimi o ânda fark ettim.
O, kendisinden emin olduğu sürece daha aklı başında davranmaya ve o yönde adımlar atmaya başlıyordu çünkü. Titanlar’ın bizi misafir ettikleri yerde yaptıklarından çok daha farklı, olması gerektiği kişi oluyordu.
“Çok korktum,” diyerek dalga geçti Hyperion. Aptal saptal hareketlerde bulunuyordu, ancak onun dışında gülen hiç kimse yoktu çünkü ortada gülünecek bir şey yoktu. Hyperion’un kafası çok değişik işliyordu ve şu kadarını söyleyebilirdim ki, gerçekten çok ezikçe davranıyordu.
Okeanos, “Çocukça davranmayı kes Hyperion!” diyerek kızdı ona. Daha sonra Hyperion’un kolundan tutup onu geriye çektiğinde “Daha önce buradaydı yani Tapınak? Bunu mu söylemeye çalışıyorsun?” diye sordu bana.
Hakan önümde durmayı bırakarak yan tarafıma geçti. Tapınağın olması gerektiği noktaya baktım ve sonra yeniden Okeanos’a döndüm. “Evet,” derken ki şaşkınlığımı fark etmişti. Ona yalan söylemediğimi anlamıştı sonunda.
“Ne yaptılar? Büyü falan mı? O ve onların büyüleri yok mu! Sırf o büyüler yüzünden gücümüzün çoğunu kaybettik!”
“Zeus çok sağlam bir büyücüyü kendi tarafına çekmeyi başardı. Yanındaki herkesi kendi çıkarları uğruna kullanıyor, daha sonra da onları ortadan kaldırıyor. O kadar rezil ama ne yazık ki bir o kadar da zeki bir insan ki buraya geleceğimizi de önceden düşünmüş olabilir.”
“Onun zekâsı ancak kendi hinliklerine yetecek kadar var. Daha fazlası yok o kuş beyinlide! İş, hırsa bindiğinde göze alamayacağı hiçbir şey yok ki onun. Kalpsiz, ruhsuz, iğrenç pisliğin teki! Ona kalsa kardeşlerini de yakın bir zaman sonra ortadan kaldıracak, demedi demeyin,” dedi Okeanos, büyük bir hiddetle.
“Bize bilmediğimiz bir şey söyle. Zeus çoktan bir kardeşini vahşice öldürdü zaten,” dedi Artemis, en az Okeanos kadar öfkeli bir biçimde.
“İşte bu yüzden onun ebediyen ortadan kalkması lazım. Bu konuda hemfikir olduğumuza seviniyorum.”
“Zeus’u öldürme şerefine layık olmak istiyorum. Onu tek kalemde bu dünyadan silip atmak ve sonsuz bir azap çekmesini istiyorum,” dedi Artemis, cümlelerinden nefret akıyordu.
“Bizim de tek derdimiz bu, fakat Olimpos burada değil. Olimpos’u bulamamışken Zeus’u nasıl bulacağız? Zeus’un kendisini tek güvende hissedebileceği, koruma altında olacağını bildiği yer Olimpos. Bunu ilk keşfettiği ân da bizi kibar tabirle kapı dışarı etti.”
“Isis,” dedi Vulcan. “Sen büyü yapabiliyorsun. Burada bir büyü yapıldıysa bunu hissederdin, değil mi?” Bunun üzerine hepimiz Isis’e döndük, lakin o bizi dinliyor gibi durmuyordu. Hatta bizi duyduğundan bile şüpheliydim. Onda bir gariplikler dönüyordu.
Bizden uzakta, izole olmuş bir biçimde kendi kendisine bir şeyler mırıldanıyordu. Dediklerinin hepsini duyamamış olsam da art arda “Tamam. Yapacağım,” dediğini işittim. Halbuki bizimle konuşmuyordu; bizimle alakası yoktu. Başka birisine cevaplar yetiştirmekle meşguldü ama ortada biz ve Titanlar dışında kimsecikler görünmüyordu.
“Hey. Sen iyi misin?” diye sordu Aurora, Isis’in omzunu sakin bir edayla okşayarak. Isis aniden irkilerek Aurora’ya ardından da bize döndü. Herkesin onu izlediğini fark ettiğinde ise boğazını hızlıca temizleyerek “Bana mı seslenmiştiniz?” diye sordu, az önce olanları bir kenara atarak.
“Burada bir büyü yapılıp yapılmadığını sezebiliyor musun diye sormuştum,” dedi Vulcan, sabırla.
“Bir bakayım,” dedi Isis ve birkaç adım öteye giderek Tapınağın olması gerektiği yöne doğru baktı. Başını omzuna doğru düşürdü ve gözlerini kısarak herhangi bir büyünün yapılıp yapılmadığını anlamaya koyuldu.
“Önceki davranışlarım için kusura bakma.” Hakan kulağıma eğilerek fısıldadığında gözlerimi Isis’ten ayırmamaya gayret ettim. “Kendimi kaybettim, farkındayım. Aklım yerimde değildi.”
“Ablanı kaybettiğin için bu hallerini bir yere kadar anlayabilir, tolere edebilirim Hakan, ancak Afrodit hayattayken de aklın hiçbir zaman yerinde olmadı. Lütfen artık aklını başına topla çünkü bir çocuğun olacak. Bir baba olacaksın ve doğacak olan çocuğunun kafayı sıyırmış bir babası olmasını istemem,” dedim, ona karşı olan kırgınlığımı saklamaya çalışarak.
Saklasam da saklamasam da ne fayda ederdi ki zaten? O hiçbir zaman ona kırıldığımı göremeyecek kadar kördü. Defalarca kez onun tarafından yaralandığımı görse ne olurdu, görmese ne olurdu… Özellikle de konumuz artık biz değilken. Mevzu bizden çıkıp başka yönlere sapalı çok olmuştu. Bu süre zarfında her ikimiz de yollarımızdan şaşmış, kendi yolumuzu bulamaz olmuştuk.
“Büyü olup olmadığı konusunda kesin bir yargıya varamam ama kesinlikle bir şeylerin döndüğü hissedilebiliyor,” dedi Isis, yeniden arkasına dönüp ondan cevap bekleyen bizlere bakarak.
“Pekâlâ,” dedi Kronos. “Böyle bir durumda ne yapacağız? Geri mi döneceğiz yoksa bir B planın var mı ağabey?” Okeanos kendi derin düşüncelerine dalmışken Kronos’un onunla irtibata geçmesi üzerine biraz bekledi. Bir B planı var mıydı bilmiyordum çünkü bize bundan hiç söz etmemişti.
Apar topar yola çıkmıştık ve içimizden bir kişi bile Tapınağa vardığımızda ne yapacağımızı sorgulamamıştı. O kadar nefret ediyorduk ki Zeus’tan, ona olan nefretimiz yüzünden mantık çerçevesi içinde düşünememiştik.
Titanlar kendi aralarında düşünüp taşınırlarken biz de kenarda kendi aramızda başka bir seçenek olabilir mi diye tartışmaya geçmiştik. Kimisi geri dönmemizi teklif ederken bir kısım da bu işi bugün, burada halledip açıklığa kavuşturmadan yerimizden kımıldamamız gerektiğini vurguluyordu.
Boynuma geri takmış olduğum kolye aniden titreşmeye başlayınca olduğum yerde sıçradım. Bir süredir kolyemden herhangi bir şekilde tepki gelmiyordu. Şimdi, şu anda kolyemin yanıp sönmeye başlaması üzerine hafiften bir tedirgin olmuştum. Bu bir uyarı, bir mesaj mıydı yoksa Zahir bana ulaşmayı mı deniyordu?
İki haftadır ondan haber alamamıştım. Kolyem sayesinde onunla tekrardan iletişime geçebileceğimi umarak her günümü kolyemi avcumun içine alıp ona seslenerek geçirmiştim. Zahir o zamanlar bana bir yanıt vermeyi reddetmişti, ancak şimdi haftalardır umduğum şey başıma geliyordu.
“Anka! Kolyen yanıp sönüyor! Çıkar onu boynundan! Geçen sefer ki gibi boynunu yakmasına müsaade etmeyeceğim! Çıkar çabuk!” diye bağırdı Morpheus, ne olduğunu anlayınca. Yaklaşık iki gün önce tatsız bir olay yaşanmıştı ama o zamanki farklıydı. O zaman, o küçük veledi gördüğüm sıralarda olmuştu ve etrafıma baktığımda küçük kızı hiçbir yerde göremiyordum.
Zahir olmalıydı. Onun olmasına ihtiyacım vardı. Ölmediğine inanmaya ihtiyacım vardı. Hem belki bize bir yardımı dokunabilirdi. Lütfen… Lütfen Zahir olsun.
İki haftadır beni, bizi unutmadığına dair içimde besleyip büyüttüğüm inancımın duman olup havaya karışmasını, benden uzaklaşmasını istemiyordum. Umutlar yeşerse de solup gitse de bir şekilde tekrardan kalbimizde belirmeyi becerebiliyordu. Yine öyle olmasını niyet etmiştim.
“Hayır, bu o değil. Boynumu acıtmıyor Morph. Bu kez, bana ulaşmak isteyen kişi Zahir olabilir!”
“Zahir mi? Küllerinden doğan katili mi kastediyorsun? Hani Athena’yı kurtaracağını söyleyip ortadan kaybolup bilinmezliğe karışan katil mi? Dalga mı geçiyorsun Anka?” Morpheus sesini yükselttiğinde onu duymazdan geldim.
Kolyemin devamlı olarak ısrarla yanıp sönmesinin altında yatan anlamı çözmeye adamıştım kendimi. Bir şey mi anlatmaya çalışıyordu? Doğru yerdeydik ve tahminlerimiz de yanılmadığımızı mı söylemeye çalışıyordu?
“Bir dakika,” dedim çabucak. Yaşadığım aydınlanma sonucunda içim kıpır kıpır olmuştu. “Kolyem bu kadar fazla belirgin yanıp söndüğüne göre o zaman Tapınak sahiden de burada. Onu göremiyoruz olmamız hâlâ burada olmadığı anlamını taşımıyor. Belli ki Zahir burada, Tapınağın içerisinde bir yerde gizleniyor. Öbür türlü kolyem bu denli parlamazdı!”
“Bundan nasıl bu kadar çabuk emin olabiliyorsun? O küçük kızı gördüğün zaman da kolyen böyle parıldıyordu. Şimdi canını yakmıyor demek sonrasında da yakmayacağı göstermiyor.” Morpheus, küçük bir kızı gördüğümü sesli bir şekilde itiraf ettiğinde yaptığı hatanın farkına vararak hemen sustu.
İş işten geçmişti gerçi; herkes onun dediklerini harfiyen duymuştu.
“Küçük kız da neyin nesi? Morpheus senden neyden bahsediyorsun? Bakın, bu bir Efdal’ı korkutalım oyunu falansa harbi harbi işe yarıyor, benden söylemesi,” dedi Efdal, kocaman açtığı gözleriyle önce Morpheus’a sonra bana bakarak.
“O değil, Morpheus. Biliyorum,” dedim, üstüne basa basa.
Pes edermişçesine ellerini havaya kaldırarak teslim oldu. Münakaşaya girmek istemiyordu ki bunu ben de istemiyordum zaten. Olayı birebir yaşayan kişi olarak bu defa kolyenin yanıp sönüyor olması küçük kız ile alakalı değildi. Şayet öyle olmuş olsaydı içim bu kadar huzurla veya rahatlama hissiyle dolmazdı.
“Anka,” dediğini işittim Okeanos’un. “Bizim bir fikrimiz var ama kararsız kaldık. Tapınağı taşlamayı denersek büyünün bozulma ihtimali yüzde kaç olur sence?”
Dönüp Isis’e baktığımda yine bizimle olmadığını gördüm. Bedenen bizimleydi fakat aklı çok başka yerlere kayıp gitmişti. Gözlerini kırpmadan yere bakıyordu ve birden hissizleştiği izlenimine kapıldım. Onu etkileyen şey yapılan büyünün gücü müydü acaba? Veya bilmediğimiz farklı, absürt olabilecek bir mevzunun içerisine dalmıştı.
“Bu bir işe yarar mı Isis?” diyerek bir soru yöneltti Fırat. Isis yeniden silkelenerek bize geri döndüğünde gözlerini kırpıştırarak soruyu idrak etmeye çalıştı. Boğazını birkaç kere temizledikten sonra “Daha önce böyle bir şey yaşanıp işe yaradı mı bilmiyorum. Hiç duymadım aslında. Ancak denemeden bilemeyiz,” dedi.
Atlas, “Büyülü taşlar peki? Taşlara büyü yapıp fırlatırsak bir işe yarayabilir belki bir yarar sağlayabilir,” diyerek başka güzel bir fikir attı ortaya. Göz göze geldiğimizde bir müddet gözlerimin içine bakıp benden bir cevap bekledi. Soruyu bana da yönelttiğini ise o zaman anlamıştım.
“Size diyorum, hepinize. Herkesin düşüncesi önemli arkadaşlar. Tek bir beyinle hareket edemeyiz ya,” dedi Atlas, bana uzun süre baktığı için utancını gizleme ihtiyacı hissederek. Diğerlerine döndü ve soruyu tekrardan yöneltti. Bu defalığına Titanlar’a da sorma zahmetinde bulundu.
“Bence işe yarayabilir. Büyüye karşılık büyüyle cevap verebiliriz. Sevdim bu fikri,” dedi, daha önce sesini dahi duymadığımız bir kız. Özel olarak Atlas’a attığı bakışlardan anlıyordum ki sevdiği tek şey onun fikri değildi. Aynı zamanda Atlas’ı da beğenmişti.
“Büyüyü kim yapacak? Yarım aklıyla aramızda olmak için gayret bile göstermeyen arkadaşınız mı?” dedi Hyperion, Isis’i kastederek.
“Doğru konuş!” diye bağırdı Vulcan, ters ters.
“Hyperion,” dedi Okeanos, ismini bastırarak söyledi. “Kes şunu.”
Üstlerine binerek geldiğimiz 12 tane at aynı anda homurdandılar. Anlaşılan onlar da Hyperion’dan pek hazzetmiyorlardı. Ne komik. Hayvanlar da bizim gibi onu sevimsiz buluyordu.
“Benim aklıma laf etmek sana düşmez. Tek bir büyüyle seni alaşağı edebilirim,” dedi Isis, tehditvari konuşarak.
“Bunu görmeyi gerçekten çok isterdim,” dedi Hyperion, keyifle gülerek.
“Kes dedim sana Hyperion!” diye bağırdı Okeanos. “Fenalık geldi senin bu çocuksu tavırlarından. Birazcık olgunlaşmaya başlayıp insanları aşağılamanın sana herhangi bir katkısı olmadığını kavramayı öğren.”
“Bir daha tanımadığımız insanların içinde beni böyle rencide etmeye kalkışacak olursan işler hiç istediğin gibi gitmeyecek Okeanos,” dedi Hyperion, sesini yükseltmemişti ama Okeanos’un sözlerini ezip geçecek kadar baskındı.
“İkiniz de bir süre konuşmayın bence,” dedi Kronos. Hemen sonrasında Isis’e bakıp “Lütfen büyü gücünü kullanabilir misin? Bu işi ne kadar hızlı ve acısız bitirirsek o kadar iyi,” dedi.
Isis yerde ne kadar miktarda taş bulduysa hepsini bir arada toplayarak sahip olduğu gücün yoğun bir kısmını taşların üzerine akıttı. O bunları yaparken biz de durgunlaşmıştık. Isis’in işini komple halletmesini bekliyorduk ki büyü tamamlandıktan sonra görünmez olan Olimpos Tapınağı’nı taşlama işlemine geçebilirdik.
Ara sıra hepimiz etrafı kolaçan ediyorduk. Tetikte olmalıydık çünkü Zeus’un sinsiliğini unutmamıştık. Arkamızdan bir yerlerden ortaya çıkabilecek her türlü yaratığa veya insana karşı gözlerimiz her daim açık olmalıydı. Böyle ürkütücü bir sessizliğin olması bir acayipti.
Kolyem tekrardan yanıp söndü. Sonra tekrar ve tekrar. Çok kısa bir süreliğine sönmeden yandı fakat hemen ardından yeniden parlak ışığını yitirdi. Işık gittikten sonra kolyenin ucunu avucumun içine alıp gözlerimi kapattım. Zahir’e ulaşmanın yollarını arıyordum ve umuyordum ki ben bu hareketi yaparken Zahir’in varlığını hissedebilirdim.
“Anka.”
Bu Zahir’in sesiydi. Çok uzaklardan geliyordu, her şeye rağmen onu duymayı başarabilmiştim. Gözlerim kapalı olsa da bir sürü farklı renklerde ışıklar görüyordum. En yoğun ve en ön planda olanı siyah renkteki parlayan ışıktı. Siyahlar beyazlarla karışıyordu ama hep siyah renk galip geliyordu.
“Beni engelliyor. Sana ulaşmamı engelliyor.”
Kim? Kim engelliyordu?
“Biz buradayız. Her ne yapıyorsanız yapmaya devam edin. Tapınak – “
Ses kesildi. Onu artık duyamaz olmuştum. Siyah renkler daha çok yoğunlaşmaya, artmaya başladı. Beyaz ışıktan eser yoktu; aniden ortadan yok olup gitmişti. Zahir gitmişti. Sesini tekrardan duyabilmek için kulak kabartmıştım ama minik bir fısıltıya dahi ulaşamamıştım. Hemen sonrasında yüksek bir ses duyuldu.
“İşte oradalar! Kaçıyorlar!”
Gözlerimi açtım. Kolyenin ucunu tutmayı bıraktım çünkü artık bana verebileceği bir şeyi kalmamıştı.
“Yakalayın!” Resmen ışık hızıyla kendimi bir hengamenin içinde buldum. Başta Okeanos olmak üzere Titanların hepsi oradan oraya koşuşturmaya başlamışlardı. Gözlerimi kapattığım süre boyunca neler kaçırdığıma baktım.
Onları gördüm. Zeus’u, Hades’i… Şeytan kılığındaki iki kardeş. Çoğunlukla Zeus olsa da Titanlar’ın intikamını almak istediği iki kişi en önden koşmaya devam ediyorlardı. Bunlar ne ara ortaya çıkmışlardı?
Ve Athena.
Hermes onun vücudunu kendininkine yaslamış vaziyetteydi. Athena’nın halsizleşen bedenini ayakta tutabilmek adına Athena’yı belinden tutarak zorla hızlı adımlarla yürütmek için çaba sarf ediyordu.
Ares de oradaydı. İleride, bizden çok ileride ağaçların arasına girip bizden saklanmak için kaçmaya başlıyorlardı. Hemen arkalarında Trivia ve Venüs cadıları vardı. En sonunda ise Zahir’in sırtı dikkatimi çekti. O da onlarla birlikte ormanın içine doğru koşturuyordu. Onların peşinden gidiyordu; bizim olduğumuz tarafa doğru gelmiyordu.
Neden onlarla gidiyordu? Şimdiye dek bizim yanımıza gelmiş olmalıydı. Athena’yı da yanına alıp bizim bulunduğumuz yöne doğru koşmalıydı ama bunu yapmıyordu. Bizden gittikçe daha çok uzağa gidiyorlardı.
İyi de neden? Asla anlayamıyordum.
“Neler oluyor? Nasıl ortaya çıktılar?” diyerek ortaya bir soru attım. Kafamı çevirdiğimde Olimpos Tapınağı’nın somut bir biçimde olduğunu gördüm. Doğruyu söylemiştik. Hakikaten de en başından beri buradaydı ve onlar bütün bu süre zarfında Tapınağı bizden gizlemişlerdi.
Tapınağın yeniden belirmesi bu kadar kolay gerçekleşmemeliydi halbuki. Daha kuvvetli, bozulması çok zor olan bir büyü yapacaklarını düşünürdüm ama öyle olmamıştı. Bilerek mi böyle yapmışlardı?
“Atlara binin! Çabuk! Yine elimizden kaçmalarına izin veremeyiz! Hadi Titanlar! Olimposluları alt etmenin vakti geldi!” diye bağırdı Okeanos, kardeşlerine dönüp bakarak. Zeus yerine Olimposlular demesi gözümden kaçmamıştı.
Kargaşa ortamı yaşanmaya başladı. Titanların hepsi atlarına binmek için acele ettiler. Bizi burada tek başımıza bırakacak olmalarına inanamıyordum. Anlaşmamız böyle değildi. Anlaşmayı şimdiden bozmaya başlamışlardı.
“Hepiniz gidemezsiniz! Bir kısmınız burada bizimle kalacak! Anlaşmayı bozduğunuz takdirde peşinize düşeriz,” dedi Atlas, sinirli bir tonda.
Titanlardan üç kişi atlarını komuta vererek hızlandılar ve Zeusların peşine takıldılar. Atlar çok hızlı koşuyordu fakat Zeus ve diğerleri çoktan ormanın içine girip gözden kaybolmuşlardı. Hemen arkalarından isimlerini henüz bilmediğimiz iki kız daha atlarını aynı yöne doğru hareket ettirmeye zorlamıştı.
Okeanos atın üstündeyken Kronos’a baktı. “Tethys, Phoebe ve Kriyus seninle kalsınlar. Diğerleri benimle gelecek. Birbirinize göz kulak olun. Anladın mı beni Kronos?”
Kronos yalnızca başını sallayarak ağabeyine onu anladığını ve söylediklerini uyacağını belli etti. Okeanos ondan beklediği sözsüz onayı alınca yanında, atın üzerinde çatık kaşlarla onu bekleyen Hyperion’a döndü.
“Bugün bu işi halletmek zorundayız, kardeşim.”
“Merak etme Okeanos, o iş bende,” dedi Hyperion, keskin bir dille.
Daha sonra diğerlerinin yaptığı gibi onlar da atlarının üzerinde ilerleyerek ormana doğru yol aldılar. Atlardan çıkan hırıltı dolu kişneme seslerinin yanında koşarken toynaklarından yükselen sesler birbirine karıştı. Tozu dumana kattılar ve ormanın derinliklerinde ortadan yok oldular.
“Sence onları yakalayabilirler mi?” diye sordu Rabia, çekingen bir tavırla. Kronos ona ümitsizce baktı. “Öyle ummaktan başka bir şansım yok. Ağabeylerim hemen hemen yıllardır Zeus’a karşı büyük bir nefret ve kin besledikleri için onu yakalamak adına her şeyi göze alabilirler.”
“Peki ya diğerleri? Sadece Zeus’u mu istiyorlar?”
Kronos hemen cevap vermeyerek bir müddet sessizliğini korudu. Bakışlarını yere indirirken ayağıyla yerdeki taşları itekledi. Yeniden başını kaldırdığında “En çok istedikleri kişi Zeus ama eğer diğerlerini de yakalarlarsa onlara merhamet gösterirler mi, emin değilim,” dedi.
“Ne demek şimdi bu? Orada benim dostum da vardı! Athena’nın kılına zarar gelmeyecek. Arkadaşlarımızı kurtarma sözü verdi Okeanos,” diyerek öne atıldı Morpheus.
“Okeanos verdiği sözleri tutar. Şerefli bir adamdır, size yamuk yapmaz. Ancak Hyperion konusunda size bir güvence ya da bir söz veremem. Athena’yı veya diğer arkadaşlarınızı öldürmemesi için iyi bir modda olması gerekiyor. Bu tamamen onun inisiyatifine kalmış.”
“Hyperion bize söz vermedi zaten. Sikmişim onu da onun inisiyatifini de! Okeanos söz verdi ve eğer Okeanos dediğin gibi sözünü tutan şerefli bir adamsa o zaman aksi bir durumda kendi kardeşini karşısına alacak kadar da şerefine sahip çıkmalı,” dedi Morpheus.
Kronos sadece omzunu indirip kaldırdı. “Umalım da işler o raddeye gelmeden önce Zeus’un ızdırap yaşayacağı bir ölümle sonuçlanır.”
“Ağabeyim arkadaşlarınızı geri getirecektir,” dedi kızlardan biri. “Pardon, kendimi tanıtmadım. Adım Tethys.” Zoraki, çekingen bir gülümsemeyle baktı. Hemen ardından diğer kız, Phoebe, “Zeus öldükten sonra eski güçlerimize tamamen kavuşacağız. Bize ettiğiniz yardım için sizi yüz üstü bırakmayız. Okeanos olmasa bile ben sizleri yüz üstü bırakamam,” dedi.
“Ben de öyle,” dedi, ismi Kriyus olduğunu bildiğim çocuk.
Kısa bir sürenin sonunda, “Sizce Zeus tek başına mı çalışıyor?” diye sordu Hakan, dört Titan’a birden.
Onlar kendi aralarında konuşurlarken gözlerim Isis’i buldu. Aurora, Isis’in koluna girmiş, ona sessizce bir şeyler söylüyordu. Yanları gidip gitmeme arasında gidip geldim çünkü beni ilgilendirmeyecek bir mevzu hakkında konuşuyor olabilirlerdi.
Isis dengesini kaybedip Aurora’ya daha çok sokulunca refleks olarak yanlarına koşturdum. “Isis, iyi olduğuna emin misin? Geldiğimizden beri çok kötü haldesin,” dedim, endişeyle.
Isis, Aurora’dan önce davranarak “İyiyim. Başım döndü, o kadar,” dedi. Aurora ile göz göze geldiğimizde Isis adına çok endişelendiğini anladım. Isis görmeden yavaşça başını iki yana salladı. Bu hareket, Isis’in aslında iyi olmadığını ve yalan söyleyerek işin içinden sıyrılmaya çalıştığını düşündürttü bana.
“Büyüyü yaparken fazla efor sarf ettim sanırım. O yüzden de başım döndü ama gerçekten iyiyim ben,” dedi Isis. İyi olmaktan çok bizi ikna etmek için daha çok uğraşıyor gibiydi, fakat şu anlık ona inanmayı tercih ettim.
“Ben anlamıyorum,” diyerek yanımıza geldi Artemis. “Tapınağı gizlemek için bu kadar basit bozulacak bir büyüyü neden yapmış olabilirler ki? Daha korunaklı yapmaları gerekmiyor muydu?”
Vulcan da Artemis’in yanına gelip durdu ve ikisi birden Isis’e baktı. Sanki cevap Isis de varmışçasına ikisi de meraklı ve şaşkın ifadelerle ona bakıyorlardı. Bunu ben de aklımdan geçirmiştim ama Artemis söyleyene dek sormak aklıma gelmemişti.
Büyünün ne ara bozulduğunu bile anlamamıştım. Gözlerimin kapalı olduğu esnada bozulan bu büyü, Zahir ile olan kesik ve yetersiz iletişimim sırasında gerçekleşmişti. Bana ulaşmasına izin vermediğini söylemişti. Tabii ki aklımda birisi vardı, ancak neden Zahir ile arama girmeye çalışıyordu, bir türlü anlam veremiyordum.
“Onları bulmamızı sahiden de istemiyor olsalardı büyüyü çok kuvvetli yaparlardı. Benim yaptığım basit denilecek bir büyü, onların büyüsünü bozmak için fazla eksik kalırdı. Bilerek böyle yaptılar bence çünkü dertleri bulunmamak değildi. Zaman kazanmaktı,” dedi Isis, kendi fikirlerini ortaya sererek.
“Zaman kazanmak mı? Bizden kaçmak için mi? İyi de zaten görünmezlik büyüsüyle yaptıkları Tapınağın içinde onlara ulaşamazdık. Bu, bu… çok mantıksız,” dedi Vulcan.
“Beni özledin mi?”
“Görüşmeyeli uzun zaman olmuştu.”
Sinirlerimi zıplatan o kahkaha sesi. Ona bağırıp çağırmak ve artık siktir olup gitmesi gerektiğini söylemek istedim ama bana delirmişim gibi bakacak bir sürü insan olduğu için dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırdım.
“Küllerinden doğan katile ulaşmaya çalışıyordun, öyle mi?”
“Bundan sonra ne o sana yardım edebilir ne de bir başkası.”
Kelimelerinden zehir akıtıyordu adeta. Panzehri bulunmayan, ölümcül bir zehri benim zihnimin derinliklerine doğru gönderiyordu. Asla geri adım atmıyordu, atmayacaktı.
“Anka? Benim, Zahir.”
“Beni duyabiliyor musun?”
“Sana ulaşmamı engelliyor Anka. Zihnine giriyor ve beni kapı dışarı etmeye, zihninden kovmaya çalışıyor.”
Bu konuşan ise Zahir’di. İki farklı ses aynı anda benim zihnimin içinde birbirleriyle kavga ediyorlardı. Başım ölümcül bir ağrıyla zonklamaya başladı. Diğer herkes ayrı taraflarda, kendi aralarında konuşmaya dalmışken onlardan uzaklaştım. Attığım adımlar beni çok zorlamıştı; yürümeyi denemek meşakkatli bir göreve dönüşür oldu.
Bedenim sıcaklamaya, alnım terlemeye ve vücudum baştan aşağı uyuşmaya başlamıştı. Kendimi çimlerin üzerine zar zor atmayı başardıktan sonra alnımdaki teri elimin tersiyle sildim. Hiçbir faydası olmamıştı; terlemeye ve yanmaya devam ediyordum. Kafamın içindeki sesler birbirine karışarak bütün gerçeklik algımı yitirmeme yol açıyordu.
Saç diplerim de dahil olmak üzere her tarafım yakıcı alevlerin tutsağı olmuştum. Bu mide bulandırıcı ve baş döndürücü histen kurtulmayı ummakla beraber bunların başıma geliyor olmasına katlanamıyordum. Gözlerimin içi de alnımdaki terlerin yüzüme doğru akması üzerine yanmaya ve görüşümü bulandırmaya sebep oluyordu.
Neden bir anda bedenim alevlenmişti? Uyuşmaya ve terlemeye çok hızlı bir giriş yapmıştım.
Onlara, geride kalan gücümle “Susun!” diye haykırmak, ikisinin de zihnimin içinde birbirleriyle atışmasını ve bana ulaşarak üzerimde baskı kurmaya çalışmalarını durdurmak istiyordum. Tek yapabildiğim çimlerin üzerine uzanmak, gökyüzüne bakarak içimden her şeye lanetler okumaktı.
Bir yağmur yağsa da vücudumdaki sıcaklığın tümünü yok etse… Serinlik, ferahlık ve buz gibi bir soğukluk bahşetse bana. Lakin bunların hiçbiri olmuyordu.
Benim dileklerimin tam tersi olarak bedenim, inadıma inadıma daha çok ısınmaya ve beni sıcaklığıyla boğmaya ant içmişti sanki. Nefes almakta zorlanmaya, sesimi çıkartıp bana yardım etmelerini istemek için bile âciz bir kıza dönüşmüştüm.
“Yeter,” diye mırıldandım kendi kendime. “Yeter, susun artık.”
Dudaklarım kupkuru olmuştu. Dilim damağım kurumuştu ve yanaklarımda hissettiğim sıcaklık yüzünden ateşimin çıktığına, biraz sonra da bu ateşin beni yakacağına emin olmuştum. Diğer türlüsünü imgelemekle uğraşırken bana verilen, eziyetten başka bir şeye benzemiyordu.
Parmaklarım çimleri tutup sıktığında üzerime ağırlık yapan boğucu histen kurtulacağımı sanmıştım ama bu çok aptalca bir fikirdi. Ufacık da olsa rahatlarım diye düşünerek yapmıştım fakat hiçbir şey değişmemişti. Daha da fazla alev almaya başlıyordum adeta, bu sanki mümkünmüşçesine…
Belirli bir zaman sonra seslerin her biri kesildi; herkes suspus oldu. Bundan böyle çimleri tutup sıkan parmaklarım da rahatlar olmuştu ama ben ne hissedip ne hissetmediğimi anlayamaz oluvermiştim.
Karışıktı. Anlaşılmaz ve anlatılmaz.
Hep kafayı yediğimden veya kafayı yemiş olduğumdan bahsedip dururdum. Belki de şimdi bu ânı yaşıyordum. Gerçekten de aklım başımdan gitmişti ve benim bedenimin içinde olması gereken ruh, bana ait değil gibiydi.
Çok uzaklardan gelen uğultular, bağırışlar tamamen sessizleşmişti. Sessiz haykırışlardı ve ben tek bir tanesini bile algılayamaz kıvama bürünmüştüm. Kendimi, bedenimi ve zihnimin kuytu köşelerini hissedemez olmuştum çünkü şu anda hiçbir şeye vakıf olamıyordum.
Neler dönüyordu, bilmiyordum. Göremiyordum, hissedemiyordum ve tadını alamıyordum.
Ben kimdim? Kime dönüşüyordum? Burada mıydım yoksa bir kuş misali uçup gitmiş miydim?
Göz kapaklarım ağırlaşmıştı; gözlerimi kapatalı çok oluyordu. Çok zaman geçmiş miydi, onu bile kavrayamıyordum. Birdenbire başıma neler gelmişti? Hakikaten de takip edemiyordum. Sadece ama sadece kendi sesimi kendime duyurmayı ve ne olursa olsun kendimi, benliğimi, ruhumu kaybetmemek için içimdeki harmanlanan ateşle savaşıyordum.
Kendi sınırlarımın ötesine geçmeyi, bariyerleri yıkmayı çok istiyordum ama benim bedenime hükmeden, benden daha güçlü biri vardı. Anka ateşinin yol açtığı bu hissiyatının yalnızca tek bir sebebi olamazdı.
“Anka! Dur artık! Her yeri alevler içinde bıraktın!” diye bağırdığını duydum birinin. Kim olduğunu anlamadım, göremedim. Bana sesleniyorlardı, ancak ben ne yaptığımı bilmiyorken ne yaptığımı göremiyorken ve bunların hiçbirini algılayamıyorken onların sesine nasıl kulak verebilirdim ki?
“Kendinde değil! Daha önce onun böyle yaptığını hiç görmemiştim!”
“Ne yapacağız? Onu nasıl aşağı indirip engelleyeceğiz?”
“Etrafta yanmayan tek bir ağaç bile bırakmayacak! Hepimiz bu yangının içinde yitip gideceğiz!”
“Biri bir şeyler yapsın!”
“Ona taş fırlatsak işe yarar mı dersiniz?”
“Isis! Büyü yaparak Anka’yı aşağı indirebilir misin?”
Bir sürü ses farklı ağızlardan çıkarak kulaklarıma kadar ulaşmayı başarıyordu. Bana göre, ben hâlâ çimlerin üzerinde uzanıyor, ateşler içinde kıvranıyordum. Onlara göre ise ben yukarıdaydım; ben bütün ormanı ateşe vermiştim ve ben, durdurulamazdım.
Ben değil. Bana, bedenime, aklıma ve ruhuma sahip olmak isteyen kişiydi. O küçük kızdı bunları yapan. Beni alaşağı etmeye çalışarak beni etkisiz hâle getirip Anka Özçelik’in bedeninde yer edinmeye çalışan…
İzin veremezdim, yapamazdım. Karşı çıkmalıydım ve kendim için savaşmalı, kendimi savunmalıydım. Pençelerimi çıkartıp ondan korkmadığımı, ondan ve onun gücünden kaçmayacağımı göstermeliydim. Halbuki ben daha ne yaptığımın bile farkına varamıyordum. Bilincim açıktı fakat sadece o kadarla sınırlıydı.
Komada gibiydim. Bilincim açıktı ama ben burada değildim. Bu dünyada bulunmuyordum çünkü beni burada istemeyen tehlikeli bir varlık vardı. Ona karşı koymak için uyanmalıydım, kendimi bulmalıydım ve potansiyelimi ortaya sermeliydim.
Kendimi zorladım. Hem de çok zorladım. Gözlerimi açmaya ve hareket edebilmek için çabalamaya başladım fakat her seferinde beni geriye doğru itiyordu. Gözlerimi açmamı, gerçekleri görmemi ve kendimi yeniden bulmamı öyle güzel engelliyordu ki bir saniyeliğine bunu başaramayacağıma inandırmıştı beni.
İnançların canı cehenneme.
Bana dayatılan yanlışlara, hatalara ve aksaklıklara inanmamı bekliyorsa eğer avcunu yalardı. Benim inançlarım sadece ben istediğim için varlardı; bir başkası bana empoze etmeye çalışırsa bütün o sahte inançları yakar geçerdim.
“Anka, ben yanındayım. Fiziken olamasam da zihnindeyim. Aç gözlerini ve nelere sebebiyet verdiğine bak. Kendini kaybettiğin müddetçe çok daha fazla zarar vereceksin. Gözlerini aç!”
Zahir… Yeniden bana ulaşmayı, benimle iletişime geçmeyi denemişti ve başarılı da olmuştu. Hiç vazgeçmiyordu; sürekli olarak beni ayakta tutmanın derdindeydi. Ben ise…
Sanki en ufak değişiklikte kendimi hiçe sayıyordum. Ben bir hiç değildim. Onun bana hükmetmesine izin vermeyecektim. Onu kafamdan söküp atmalıydım ve benimle iletişime geçmesi acilen kesmeliydim.
Gözlerimi yavaş yavaş açmayı denedim. En başta beceremedim; gözlerimi açtığımı sandım ama yapamamıştım. Tekrar denedim. Yine olmadı çünkü öyle bir ağırlık vardı ki üzerimde kendimi toparlamak yerine ilk önce onu alt etmeliydim.
“Beni rahat bırak,” diye fısıldadım boşluğa doğru.
“Bir gün bu bedene ben sahip olacağım. Bana karşı gelemeyeceksin Anka.”
“Bunu yapamayacaksın. Sana teslim olmayacağım. Beni kollarının arasında tutup kıstırmana müsaade etmeyeceğim,” dedim ve bu defa sesim biraz daha yüksek çıkmıştı.
“Ben sana izin verdiğim sürece bana karşı koyabilirsin. Şimdi aç bakalım gözlerini, gör sebebiyet verdiğin felaketini.”
Ve bu kez zorlanmadan, kendimi kasmadan gözlerimi açtım. Yanmakta olan ağaçları gördüm ve tuhaf bir şekilde tam karşımda duruyorlardı; başımı kaldırmak zorunda kalmamıştım. Çok net görebiliyordum.
“Anka! Durdur şu yangını!”
Ses aşağıdan gelmişti. Başımı yavaşça eğdiğimde ayaklarımın yerden kesildiğini, havada süzüldüğümü fark ettim. Ağzım açık kalmıştı çünkü ben uçmayı falan bilmiyordum. Kanatlarım yoktu, böyle bir gücüm yoktu. Nasıl olur da havada, kollarım ve bacaklarım iki yana açık dümdüz bir vaziyette bulunabilirdim?
Bunu bana o yapmıştı.
Aşağıdakiler bana büyük bir şokla ve kafa karışıklığıyla bakıyorlardı. Benim ise onlardan bir farkım yoktu. Bir iki dakika önce çimlerin üzerindeyken şimdi bir boşlukta asılı kalmıştım. Nasıl yere ineceğimi, yangını nasıl söndüreceğimi ve herkes dahil olmak üzere kendimi nasıl bu kaosun içinden çekip çıkartacağımı bilmiyordum.
Alevler büyümüştü. Uzaktaki ağaçlar yavaş yavaş devrilmeye başlarken aşağıdakiler bana boğazlarını yırtarcasına bağırmaya devam ediyorlardı. Sağıma ve soluma baktığımda kollarımın alev alev olduklarını yeni fark edebilmiştim.
Ben de yanıyordum. Yangınım sadece ağaçları değil, beni de yakıyordu.
Durmalıydım, durdurmalıydım. Bilmeden başlattığım, bilmeden yapmakta olduğum hatayla başa çıkmalıydım, ancak bu hatayı nasıl yapmaya başladığımı dahi bilemezsek şimdi nasıl pat diye durduracaktım her şeyi?
“Kendini serbest bırak Anka! Aşağı düştüğünde biz seni tutarız!”
Serbest bırakmak… Bir işe yarar mıydı sahi? Peki ya yangın? Onu nasıl önleyecektim?
“Yapabilirsin Anka. Kendini rahat bırakmadan yangını söndüremezsin.”
Gözlerim yaşarmıştı. Zahir bıkmadan usanmadan bana yardımcı olmak için canını her seferinde ortaya koyuyordu. Biliyordu ki, benimle konuştuğu her ânında, bana cehennemi yaşatmak için yemin etmiş olan kişi onun da hayatını cehenneme çeviriyordu.
Uzaklardan gelen atların acı dolu haykırışlarını işittiğimde aşağıdaki atlar da kendi dostlarına eşlik ettiler. Herkes, hayvan veya insan fark etmeksizin, birbirlerine destek olmak için seferber olmuşlardı. Benim arkadaşlarım bana, atlar da kendi arkadaşlarına seslerini duyurabilmek adına haykırıyorlardı.
Ağlayacaktım. Neredeyse. Çok az kalmıştı.
Yanan ağaçların arasından süzülerek benimle aynı konuma geldi. Artık küçük bir kız çocuğu değildi. Benim yaşlarımda, saçları benimkilere benzeyen genç bir kız ta karşıdan sinsi gülümsemesiyle benim acizliğime, çaresizliğime ve acılarıma bakıyordu. Benim cehennemim ona sevimli gelmiş olacak ki bundan büyük bir mutluluk duyuyordu.
“Kimsin sen?” diye sordum, güçlükle.
“Striga,” dedi, sert bir dille.
“Ne istiyorsun benden?”
“Sen olmak.” Güldü. Bu öyle bir gülmeydi ki ben de deprem etkisi yaratmıştı. Bedenim sarsıldı, kollarım ve bacaklarım titredi ve ben tüm gücümü kaybettim.
“Aferin, turuncu. Gücüne iyi bak, onu senden almak için çok kısa bir zamanda yeniden doğacağım. Bu sefer farklı bir bedende. Senin bedeninde.” Kahkaha sesleri boşlukta yankılandı.
En son hatırladığım şey Striga’nın son sözleriydi ve yere düşerken diğerlerinin bağıra çağıra beni yakalamaya çalışmasıydı. Yangın yok oluverdi; Striga da öyle.
Artık küçük değildi, benimle yarışabilir bir konuma ve bedene sahipti.
Lakin kendi bedenini değil, benim bedenimin peşindeydi. Ben olmak istediğini açıklamıştı bana. Beni ve bana ait olan her şeyi alana kadar da duracak gibi gözükmüyordu.
Bağrışmalar…
Ağlamalar…
Acı dolu iniltiler…
Gözlerim tekrardan kapandı ve bütün hissettiğim o sıcaklık sanki hiç var olmamışçasına son buldu.
İstediğim serinliğe ulaşmıştım fakat gözlerim kapandığı sırada soğukluğun beni karanlığa hapsettiğini o saniyeye kadar anlayamamıştım.
Striga’nın bana verdiği, benim önceden dilediğim buz gibi soğukluktu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 276 Okunma |
64 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |