KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP)
4.BÖLÜM: “VADİ”
Hellooo! Nasılsınız? Umarım iyisinizdir. Kitaba ısındınız mı? Bence ısındınız... Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin, düşüncelerinizi çok merak ediyorum.
Oy vermeyi unutmayın. Biliyorsunuz ki benim için çok önemli. Seviliyorsunuz.
Not: Burada bahsettiğim vadi bir yerin adı olarak geçiyor, yanlış anlaşılma olursa diye açıklamak istedim :)
Keyifli okumalar!
Bölüm şarkıları: Tove Lo- Thousand Miles,
^^^
Kapının önünde duran, iç karartıcı görüntüye kilitlenmiştim. Toparlanamıyordum. Tanık olduğum manzaradan sonra kendime gelemiyordum. Midem bulanmaya başlamıştı. Çömeldiğim yerde sabit bir şekilde durmaya devam ederken Hakan'ın yanımdan ayrıldığını anladım.
Salonun olduğu tarafta gürültü çıkartıyordu. Saniyeler sonra, nefes nefese "Silahı bulamıyorum," dedi. Gölgesinden arkamda dikildiğini anladım ama hiçbir tepkide bulunmadım. Tehdit dolu kâğıt parçasını avucumun içinde ezdim. Gözlerim Ertuğrul Bolat'tan bir an bile olsun ayrılmıyordu. "Anka, ayağa kalk. Dediğimi duymuyor musun? Silahı bulamıyorum!" dediğinde sesindeki volümü dizginlemeye çalışıyordu. Ellerini omuzlarıma yerleştirdi ve sıktı.
Yeniden tepkisiz kaldım. Bacaklarım, dizlerim, hatta ellerim bile ağrıyordu fakat istifimi bozmuyordum. Bok gibi hissettim, kusacak gibi oldum. Belki de bu yaşanan benim yüzümdendi çünkü ne de olsa ben herkesi burada kalmak için zorlamıştım ve sonuç açıkça gözlerimin önünde duruyordu. Biri, büyük bir zarar görmüştü ve geri dönüşü yoktu. Ertuğrul Bolat, nefes almadan yerde yatıyordu ve bunu kimin yaptığını bilmiyorduk.
Dizlerinin üzerine çöktü, yanımda durdu. Yumruk yaptığım elimi tutmaya çalışmasından avucumu sıkmayı sürdürdüğümü fark edememiştim. Tırnaklarım derime işlemişti, yeni yeni idrak ediyordum. İki elini birden parmaklarıma sürttü, kibarca tuttu ve yavaşça elimi açmamı sağladı. Buruşuk kâğıt parçası avucumdan zemine düştü, parmaklarım serbest kaldı. Ürkek bakışlarımı ona çevirdim, tutmakta olduğu elime bakıyordu. Tenimde oluşturduğum tırnak izlerine; izlerin bıraktığı derinliğe kilitlenmişti.
Elimi ondan kurtardıktan sonra dizlerimi düzeltip çömeldiğim yerden ayağa kalktım. "Artık kaçmak ve saklanmak yok," dedim net bir şekilde. Sesim net çıkmıştı evet, ama söylediklerime tam olarak inanmış mıydım ki? Onunla kendimi de telkin etmeye çalışıyordum. Dediklerim doğruydu bir bakıma. Farkında olup ya da olmadan içimde biriktirdiğim onca hisler ve düşünceler fazlasıyla dolup taşmıştı. Artık hiçbirine yer yoktu, hepsini zihnimden ve bedenimden atıp kurtulmam gerekiyordu. Önceki kişiliğime tekrardan bürünmem, ona sımsıkı bağlanıp iyice kenetlenmem gerekiyordu.
Korksam bile bunu, gözler önüne sermekten kaçınacaktım. En başından beri yapmam gerektiği şekilde.
"Silahı görmedim çünkü artık onu her nereye koyduysan, birinin sen farkında olmadan aldığını düşünüyorum." Omzuna dokundum ve böylelikle bakışları bana döndü. O da bana katıldığını belli ederek başıyla onayladı. Yerden kalkmadan önce zemindeki buruşuk kâğıdı aldı, cebine sıkıştırdı. Bakışlarını benden kaçırmış, arkama doğru bakıyordu. Onunla aynı yöne döndüğümde gözlerini ovalayan Ares'in, bir bir merdivenin basamaklarını indiğini gördüm.
"Yine neler oluyor? O çığlıkta neyin nesiydi?" Elini gözlerinin önünden çekti. Ona dikkatli baktığımda, kapı hala açık olduğundan, dışarıdan yansıyan ışık sayesinde gözlerinin koyu mavi renkte olduğunu şimdi fark edebilmiştim. Gözlerini ovaladığı esnada, parmaklarındaki kurumuş kanı gördüm gibi oldu veya göz yanılması yaşamıştım. O an sessiz kalmayı tercih edip lafını etmedim çünkü daha sonra, onu dikkatle gözlemleyecektim. Hiçbir şeyden emin olmadan hareket etmek istemiyordum.
Hakan sesli bir şekilde sorusuna cevap vermek yerine, yerde yatan cesedi göstermek adına durduğu yerden çekildi. Ares, gözlerini kocaman açtı, birkaç kez kırpıştırdı. Görmekte olduğu manzaranın gerçek olup olmadığını idrak etmek için gayret gösteriyordu.
"Bu, bu- "sustu, dudaklarını ıslattı. Elini alnına götürüp acı bir nefes verdi. "Nasıl olabilir?" Sorduğu soru o kadar manasız gelmişti ki. Odaklanması gereken, nasıl olduğu değil, kimin bunu yapmış olmasıydı. Renk vermeden hiçbir fikrimin olmadığını belli edercesine ellerimi kaldırdım, bileklerimi dışa doğru büktüm. İnanılmaz bir manzaraydı ama bu inanılmaz, iyiyi tasvir etmiyordu.
"Bunu kim yapmış olabilir?" İşte şimdi sorulması gereken soruyu yöneltmişti fakat fark ettim ki, Ares o anda kendi kendine konuşmaya başlamıştı. Her ne kadar sesinde tedirginliği sezmiş olsam da bakışlarında bir türlü onu yakalayamıyordum. Hatta hiçbir ifade geçmiyordu gözlerinden. Boş boş Ertuğrul Bolat'ın cesedine bakıyordu. "Hiçbir fikrimiz yok. İşin bir diğer kötü yanı da Hakan'ın yanına aldığı silah yok." Hızla bakışları bana kaydı. "Ne yani? Benim aldığımı mı düşünüyorsunuz?" diye sordu.
"En başında yanına almaman gereken o lanet silahı görmedim Hakan."
Böyle bir şeyi ima ettiğimi düşünmesinden dolayı şaşırarak "Bunu da nereden çıkardın?" diye sordum. Bu seferde dönüp Hakan'a baktı. "Silahı kim, neden almış olabilir ki? Mantıksız konuşuyorsunuz." Onu suçladığımızı düşünmesinden rahatsızlık duydum. Rahatsızlığın yanına sinir de eklenmişti çünkü gerçekten dile getirdikleri o kadar saçmaydı ki. Hakan'ın da aynı benim gibi rahatsız olduğunu anladım. Benim aksime, bakışlarında şaşkınlık dolaşmıyordu. Şu an, ne düşündüğünü kestiremiyordum. Bu konuda gerçekten çok iyi olabiliyordu.
"Diğerleri hala uyuyorlar mı?" diye sordu Hakan, konuyu dağıtmak istediği belliydi. Ares emin olmamakla birlikte başını salladı. "Ya onlara da kötü bir şey olduysa?" diye sordum tedirginlikle. Ares'in yanından geçip merdivenlere yöneldim, ikişer ikişer çıktım. Yeni yeni dank ediyordu. Herkesi kontrol edip iyi olduklarından emin olmam gerekiyordu. Hızlı hızlı odaları dolaşmaya başlarken aşağıdan Ares ve Hakan'ın konuştuklarını duydum. Hakan, bulduğumuz kâğıttan bahsediyordu. Ares, bir küfür savurdu. "Siktir."
Hızlıca odalara göz gezdirirken herkesin çok rahat ve huzurlu bir şekilde uyuduklarını fark ettim. Ne yani, yalnızca Ares mi çığlığımı duyup uyanmıştı? Fazlasıyla abes bir durumdu ama gel gör ki yaşadıklarımızın elle tutulur bir yanı da yoktu. En sonunda karar vererek parmak uçlarımda Efdal'ın yattığı odaya girerken etrafa göz attım. Çok fazla detaylı inceleyemiyordum çünkü oda karanlıktı. Yalnızca dışarıdan vuran loş ışık sayesinde odanın derli toplu, sade bir oda olduğunun farkına varmıştım. Çok fazla eşyası bulunmuyordu.
Efdal, çift kişilik yatakta çok dağınık bir şekilde yatıyordu. Ona doğru yaklaşırken onu uyandırmamak için gayret gösterdim. Görünürde herhangi bir yara izi veya kan yoktu. Görünüşe bakılırsa, hiç zarar görmemişti. İçim rahatlamıştı çünkü ona da kötü bir şey olduğunu düşünmüştüm. Gidip diğer dört kişinin de yattığı odaları kontrol etmek istemiştim.
Yatakta kıpırdandığı zaman, en azından iyi olup yaşamakta olduğunu anladım. Diğerlerinin odalarını kontrol etmeyi planlayarak arkamı dönüp odadan çıkacakken dağınık topuzuyla kapıda Morpheus'un dikilmesi engel olmuştu. Gözleri hala uykuluydu, kendi kendine bir şeyler mırıldandı. "Neden Efdal'ın odasındasın?" diye sordu, nelerin döndüğünden bihaberdi. Ona doğru yaklaştım ve onu kolundan tutup kapının dışına doğru sürükledim. Uykulu olmasını göz önünde bulundurarak sindire sindire söyleyeyim dedim ama olmadı. "Ertuğrul Bolat öldürüldü," dedim direkt.
Uykulu gözleri anında açıldı ve bakışlarını gözlerime dikti. "Öldürüldü mü? Bu da ne demek oluyor?" Hepimizin içimizden veya dışımızdan sormuş olduğu o soruyu sorduğunda olabildiğince sesini alçaltmaya çalışıyordu. Yara izini kaşırken ona söyleyeceklerimi düşündüm. Tam olarak bir açıklamamın olmamasına karşın o, benden elle tutulur bir açıklama bekliyordu. Başımla merdivenleri işaret ettim. Onunla aşağıda konuşmak istiyordum çünkü en azından bu belirsizliğe Hakan'da dahil olmalıydı. Ertuğrul Bolat'ı bulduğumuzda o da yanımdaydı. Benim takıldığım yerde, sözü o devralabilirdi.
Beni takip etmeden önce gidip Efdal'ın odasının kapısını kapattı. Onu rahatsız etmek istemediği aşikardı. Ardından merdivenlerden indik ve anlamsızca salonun ortasında dikilmeye başladık. Kapıya baktığımda cesedin orada olmadığını gördüm. Direkt olarak Hakan'a baktım ve ellerinin kanlarla kaplı olduğu fark ettim. "Siz ikiniz," İşaret parmağımı önce Hakan'a sonra da Ares'e yönlendirdim. "Ne yaptınız?" Elim hala havada asılı duruyordu. Hakan, buz gibi gözlerle bana yaklaştı ve ellerimi tuttu. Gözlerim, saniyelik olarak kirlenmiş olan bilekliğine takıldı. Kafamı kaldırıp onu izlemeye başladım.
Gözlerinin aksine, elleri sıcacıktı. Titremekte olduğunu o ana kadar idrak edememiştim. Avuçlarının içinde tutmaya devam ederken sıktı, sıcaklığı bütün bedenimi ısıtmaya yetti.
"Bu işi birlikte çözeceğiz Anka. Sen kendini toparlayamazsan ben asla toparlayamam." Bakışları ısındı, yalvarır gibi bana baktı ve bunu anladığımı o da fark etti. "Ne yaptığımıza gelecek olursam, cesedi arka bahçeye taşıdık çünkü kapının önünde durmasına izin veremezdim. Ares’ten ziyade, beni anladığını düşünüyorum." Gülüp gülmemek arasında kararsız kaldım. Ares'in adını geçirmesinden ziyade, onu anladığımı düşünmek istemesi sinirimi bozmuştu. Onu gerçekten anlıyor muydum ya da anlamak istiyor muydum, bende bilmiyordum. Fakat onun bu kadar emin konuşması, onu anlamam gerektiğinin bir göstergesiydi belki de.
Ellerimize baktığımda ellerine mühürlenmiş kanların benimkilere geçtiği gördüm. Yine midem kasıldı. Çabucak ellerimi onunkilerden ayırdım. "Ellerindeki kanla," dedim yavaşça. "Lütfen bir daha bana dokunma," diyerek cümlemin devamını getirdim. Bakışları donuklaştı, ellerini kendine doğru çekti ve arkasına sakladı. "Haklısın, özür dilerim," dedi mahcup bir şekilde. Kana buladığı ellerimi omuzlarına yerleştirdim ve hafifçe gülümsedim. Göz ucuyla bilekliğime baktı ve bakışları hızlı bir şekilde yeniden benimkileri buldu. "Bu işte birlikteyiz Hakan Mirza Dalkıran. Hiçbir şekilde birbirimizi yalnız bırakmayacağız," dedim. Gözlerini kırpıştırdı, gülümsememe soğuk bir gülümsemeyle karşılık verdi ve başını salladı.
"İyi ki," dedi. "İyi ki yanımdasın Anka Özçelik."
Biz ne yapıyorduk böyle? İyi kiler havada uçuşurken ben ona yeniden çekiliyordum. Hiç sırası değildi.
"Duygusal anınızı bölmek istemezdim fakat artık biri bana burada neler döndüğünü söyleyebilir mi?" Morpheus'un sesiyle kendime geldim, ellerimi Hakan'ın omuzlarından çektim ve ona doğru döndüm. Elimi saçlarımdan geçirdim. "Bunun bir cinayet olduğu aşikâr, yalnız en büyük sorun bu da değil," dedim. Bakışlarım onun yeşil gözlerine kaydı. "Dur tahmin edeyim," dedi Morpheus bana bakmayı sürdürürken. "Cinayeti kimin işlediğini bilmiyoruz!" Ellerini birbirine çarptı. Sesindeki iğneleyici tınıyı anlamıştım fakat bozuntuya vermedim, başımla onayladım.
"Ertuğrul Bey'i tanımıyorduk ve her şeye rağmen evinde kalmayı kabul ettik. Bu hepimizin yaptığı bir hataydı. Lakin," dedi ve durdu. Ondan bahsederken hala bu denli kibar yaklaşması gözümden kaçmamıştı. "Herhangi bir düşmanı olduğundan da haberimiz yoktu Anka. Bu bizi hatadan da ziyade, ölüme sürükleyebilir. Bunun farkındasın değil mi?" Kaşlarını çattığında yara izi gözden kaybolmuştu.
"Az önce de söylediğin gibi, bunun tek sorumlusu Anka değil Morph." Ares'in sesini duydum ama gözlerim hala suçlayıcı bakışlarıyla bana bakmaya devam eden Morpheus'daydı. Ona hitap şeklinden dolayı kaşlarının iyice çatıldığını, tüm vücudunu kastığını gördüm. Başımı iki yana salladım. "O haklı," dedim fısıltıyla. "Kısmen sizi ben zorladım ve bunun için pişman olduğumu söyleyemem." Sırtımı dikleştirdim ve ona yaklaştım. Ellerini tuttum, hala bana bakmaya devam ediyordu. "Kısmen mi?" dedi ve güldü. Dediğini duymazdan gelerek devam ettim. Kimseyi zan altında bırakmak değildi niyetim fakat bunun böyle lanse edilmesi içten içe beni kırmıştı. "Bunun için üzgün değilim, yalnız bir konuda haklısın, evet."
Sonrasında ne diyeceğimi kestirmeye çalışıyordu. Kaşlarını havaya kaldırdı, dikkatle bekledi. "Ertuğrul'un düşmanları olabilme ihtimali konusunda," dediğimde ellerini benden çekti ve bir adım geri attı. Bu sefer alayla gülmeye başlarken "Ve bunun için pişman hissetmiyorsun, öyle mi?" diye sordu. Başımı hayır anlamında salladım. Benden nasıl bir cevap bekliyordu da şimdi bu kadar şaşkın ve sinirli gözüküyordu, bilemiyordum. "Beni anlamıyorsun," dedim yalnızca.
Elini kaldırıp beni durdurdu. "Seni anlamak istediğimden emin değilim, prenses," dediğinde, prensesi vurgulayarak iğneleyici şekilde söylemişti. "Her şey senin istediğin gibi olmalı, herkes seni dinlemeli çünkü bizim minik Anka'mız her şeyin en iyisini biliyor." Dağılmış olan topuzunu bozdu, uzun sarı saçlarını ortaya serdi. Saçlarını karıştırdıktan sonra gelişi güzel toplarken "Bir bok bildiğin yok," dedi sinirle. Kimsenin yüzüne bakma gereği duymadan direkt merdivenlere yöneldi ve hızla gözden kayboldu. Göz ucuyla nereye gittiğine baktım, Efdal'ın odasına girmişti. Burada kalmayı kabul edenleri ben zorlamamıştım. Neredeyse herkes can atıyordu fakat gel gör ki yine günah keçisi ben olmuştum. Hah.
Ona kâğıtta yazılanları geç, elimizde bir kâğıt olduğundan bile bahsedememiştim. Bahsetseydim eğer, sonraki hamlesinin ne olacağı beni endişelendirecekti.
Sıkıntıyla içimde tuttuğum nefesimi verdim. Gözlerimi ayaklarıma diktim çünkü ne tepki vereceğimden emin değildim. Yanlış bir şey yapmak istememiştim ki yaptığımı da düşünmüyordum. Herkesi hayal kırıklığına uğratıp uğratmadığımı bilmiyordum ya da en azından, bana bunu açıkça belli eden Morpheus'u. Kalbim burkuldu, gözlerim doldu fakat hemen toparladım. Her zaman kendimi toparlamanın bir yolunu buluyordum ne de olsa. "Kendini suçlu hissetme. Hepimiz burada kalmayı seçtik." Ares, elini omzuma yerleştirmişti. "Kendimi suçlu hissetmiyorum, beni merak etmeyi bırak." Elinden kurtulmak için omzumu çektim.
Arkama döndüm ve ona baktım. Koyu mavi gözleriyle mahcup bir halde bana bakıyordu. "Niyetim kötü değildi." Tek söylediği buydu. "Biliyorum," dedim sadece. Hakan'ın yanına gittim. İfadesi düzdü, bir tepki vermiyordu. O da mı beni suçluyor acaba diye düşünmeden edemedim. "Hala diğerlerinin uyanmamış olması normal değil. Gidip onları kontrol etmem gerekiyor," dedi Hakan yanımdan ayrılmadan önce. Başımı çevirip gittiği yöne baktım, Afrodit'in kaldığı odaya gidiyordu.
"Hakan'da garip bir şeyler dönüyor," dedi Ares sessizliği bozarak. Bunu, onun da fark etmesi beni hem rahatlatmış hem de tedirgin etmişti. Gözlerim ona kaydı, elleri ceplerinde beni seyrediyordu. "Her zamanki tutarsız davranışları," diye mırıldandım. Beni duyup duymadığından emin değildim ki bu durumda çok da umurumda olduğu söylenemezdi. "Senin de ondan bir farkın yok," dediğinde az önce söylediğimi duyduğunu fark ettim.
"Anlamadım?"
"Anlamayacak ne var?"
Kollarımı göğüsüm de birleştirdim. Onu hala anlamamış olduğumu görünce bana inanamıyormuş gibi baktı. Bıkkınlıkla konuşmaya devam etti.
"İkiniz de sürekli birbirinize karşı tutarsız davranıyorsunuz Anka. Ha hala anlamıyorum diyorsan devam edebilirim." Başımla onayladım, ne demek istediğini anlamıştım az çok fakat yine de ne düşündüğünü merak ediyordum.
"Konu birbiriniz olunca bir öyle, bir böylesiniz. Bir anda iyiyken sonrasında düşman kesiliyorsunuz." Tam itiraz edecektim ki "Bırak da bitireyim," dedi. Hiçbir şey söylemeden bekledim. "Geçmişinizde neler yaşadığınızı bilmiyorum fakat şu anda olduğunuz durumdan çok daha iyi olduğunuza yemin edebilirim." Gözlerimi kırpıştırdım. Söylediklerinin beni bu kadar çok etkileyeceğini düşünmemiştim çünkü ben bile bunun farkına varamamışken bir başkasının, özellikle yeni yeni tanımaya başladığım birinin, bu durumu bu denli fark etmesi beni yaralamıştı. Haklı olmasından nefret etmiştim.
"Az önce kaşların çatık ona kızıyorken sonrasında ona gülümsemeye ve yanında olduğunu söylemeye başlıyorsun. Hakan benim dostum, canım, ciğerim." Başını iki yana salladı. Devamında yanlış bir şey söylemek istemediği belliydi. "Ama gerçekten onun da bu saçma sapan, çocuksu davranışlarından çok sıkıldım." Gözlerini kapattı. Bir iki saniye bekledi.
Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu, ne dediğini duyamadım. Yeniden bakışlarını üzerime diktiğinde yüz ifadesinde üzgün olduğunu gördüm. "Farkında değil misin yoksa farkındasın da bunu görmezden gelmeye mi çalışıyorsun hiçbir zaman emin olamıyorum. Hakan sana karşı iyi davranmıyor. İyi davrandığı zamanlar çok nadir ve kısa sürüyor Anka. Bunu gerçekten göremeyecek kadar ona aşık mısın?" Son cümlesi beni şok etti. Bana yönelttiği sorunun cevabını gerçekten bilmek mi istiyordu yoksa gerçeği bana tekrar ve tekrar hatırlatmaya mı çalışıyordu, kestiremiyordum.
"Buna cevap vermeyeceğim."
"Cevabını vermiş oldun bile."
Sessiz kalmayı tercih ettim. Neyse ki çok süre geçmeden Hakan, Afrodit ve Athena ile odadan çıkıp yanımıza geldi. "Bu negatif enerji ne böyle?" Afrodit uykulu haliyle elini, bahsettiği negatif enerjiden kurtulmak istercesine havada savurmaya başladı. "Siz ikiniz kavga mı ettiniz?"
"Hayır, ne alakası var?" diye sordu Hakan soruyu üstüne alınarak. Afrodit bir Ares'e bir bana bakarken "Senden bahsetmiyorum kardeşim," dedi. İşaret parmağıyla, suçlarcasına bizi göstererek "Onlardan bahsediyordum," dediğinde Hakan hemen bana döndü. Ares'ten bir tepki gelmeyince sözü ben devraldım ve "Hayır, kavga etmiyorduk," dememe karşın omuz silkti.
"Peki öyleyse, dediğiniz gibi olsun."
"Cesedi nereye taşıdınız?" diye sordu Athena. Direkt olarak konuya dalmış olması hayranlık uyandırıcıydı. Hakan'a baktım. Belli ki odada onlara her şeyi anlatmıştı. Yeniden benim açıklama yapmama gerek duymamam biraz da olsa beni rahatlatmıştı.
"Arka bahçeye götürdük."
"O halde hala ne diye burada dikiliyorsunuz? Kürek falan bulun da gidip cesedi gömelim." Athena hem Ares'e hem de Hakan'a baktı. Elleri belinde, kaşları havaya kalkıktı. Onun bu denli soğukkanlı olması, ne yalan söyleyeyim, hoşuma gitmiyor değildi. En azından içimizden birilerinin bu gibi durumlarda kendisini kaybetmemesi güzeldi.
"Bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum Athena." Sesin geldiği yöne baktım, Morpheus, Efdal ve Rabia merdivenin başında dikilmiş aşağıya, bize bakıyorlardı. Efdal, küçük masum bir çocuk gibi Morpheus'un arkasına saklanmıştı, tek gözü üzerimizdeydi. Rabia ise dağılmış saçlarını düzeltme derdine düşmüştü, nedense şaşırmamıştım.
Athena'dan cevap gelmedi. Morpheus, Efdal'ın kolundan tutarak yavaş yavaş merdivenleri iniyor, onu da arkasından sürüklüyordu. Athena'nın çaprazına geçti. "Yanlış hatırlamıyorsam Ertuğrul bey ailesinden söz etmişti. Olur da ailesi buraya dönerse, onu ölü ya da diri görmek isteyeceklerdir ki," dedi ve durdu. Nereye varmaya çalıştığını anladım. Cansız bedenini gömmek bize düşmüyordu.
"Kendisi öldü ve üstelik kalp krizi falan da değildi. Bu bir cinayet." Rabia cinayet lafını duyunca ellerini ağzına götürdü gözleri kocaman açıldı. Bütün olaylardan bu kadar uzak kalması, beni artık şaşırtıyordu. "Cinayet mi?" Ellerini ağzından çekmiş, tek tek bizlere bakıyordu. Afrodit onu başıyla onayladı.
"Bir gece vakti, kaldığımız evin sahibi öldürülüyor ve siz hala ailesinin gelip onu bu halde bulmak isteyeceklerini mi tartışıyorsunuz?" Başını iki yana sallamaya başladı. "Saçmalıyorsunuz." Bu seferde elleriyle başını tuttu, etrafında dönmeye başladı. "Saçmalık, saçma. Bu çok saçma. Ya biri sizi gördüyse? Hayır, hayır, hayır!"
Hakan ona yaklaştı, bileklerinden tuttu ve durmasını sağladı. Kendini kaybetmiş gibiydi, onu suçlayamıyordum. "Rabia," dedi sakince. "Sakin ol, bana bak." Kurumuş kanlı elleriyle yüzünü tuttu, ona bakmasını sağlamaya çalışıyordu.
"Çek ellerini!"
Rabia'nın yanına koştum, kolundan tutup kendime döndürdüm. "Çok haklısın Rabia ancak sakin olman gerek şu anda. Bunun ne kadar zor olduğunu biliyorum." Bunları söyleyeceğimi hiç düşünmezdim ama söylemiştim işte. Kötü bir an yaşıyorsanız ve kendinizi bir boşlukta kapana kısılmış hissediyorsanız, yanınızda kim varsa ona sarılmanız gerekiyordu. Rabia, kendine gelebilmek adına derin derin nefesler almayı sürdürüyordu. Gözlerini kapatıp birkaç saniye bekledi ve geri açtı. Bal rengi gözleriyle, gözlerime bakıyordu.
Kolunu benden yavaşça çekti, bileğindeki siyah ip tokayı alıp kısa saçlarını topladı. Siyah saçlarından bir iki tutamı, bal rengi gözlerine gölge yapmıştı. Zoraki gülümsedi, aynı şekilde karşılık verdim.
"Ne sakinliğinden bahsediyorsunuz?" Efdal dayanamayıp, kimse de cevabı olmayan o soruyu patlattı. Hangi birine yetişeceğimi şaşırmıştım. Bu evde kalmayı benim yüzümden kabul etmeleri, doğal olarak sorumlusunu ben yapıyordu. Ya da ben öyle sanıyordum.
Athena, "Evet Morph. Burada kalmamız için bizi teşvik eden Anka'ydı fakat biliyorsun ki buna hepimiz evet dedik. O yüzden kızı suçlamayı bırak artık," dediğinde düşünceleri okuyabildiğini hatırladım. Morpheus'a baktım ama o bana bakmıyordu.
"Kabul ettik, bu doğru fakat ne olursa olsun bizi Anka zorladı," dedi Efdal, eli Morpheus'un bileğine gitti ve tuttu. Ben, hiç kimseyi zorlamamıştım, fakat gel gör ki suçlanan bendim. Kendisi eve girdiğinde güzelliğinden büyülenmiş, kendinden geçmişti oysaki. Böyle olacağını tahmin etmeliydim. Yanıldığım anlardan birindeydik.
Herhalde yanılmak bana huy edinmişti.
"Yeter!" Ares'in bağırışı bizi kendimize getirdi. İyi de olmuştu çünkü hiçbirimiz doğru düzgün düşünemiyorduk. Bir grup halinde olmamız işleri daha da zorlaştırıyordu. "Hakan ve ben gidip kürek bulacağız. Daha sonra da Ertuğrul Bolat'ı arka bahçesine gömeceğiz çünkü başka yapacağımız bir şey yok. İtirazı olan var mı?" Durup nefesini verdi. O kadar hızlı konuşmuştu ki, bir an takip edemedim.
Morpheus bir şey söyleyip söylememek arasında gidip geldi ve en sonunda sessizce kabullenmeyi seçti. Ya da mecburiyetten vazgeçti. Ares, fırsattan istifade "Hakan, gidip şu lanet olası küreği bulalım da bu işkence bir an önce bitsin," dedi Hakan'a doğru. Hakan onu onaylayınca dışarı çıkıp gözden kayboldular. Bize evini açan, cinayete kurban gitmiş ölü bir adamdan "işkence" adı altında bahsetmesi sanırım yalnızca beni kızdırmıştı.
Ertuğrul'u düşününce adeta bir aydınlanma yaşayıp parmağımı şıklattım, bütün bakışlar bana çevrildi. "Vadi," dedim. Kimse neyden söz ettiğimi anlamamıştı. "Ertuğrul ölmeden önce bize Vadi'den söz etmişti, hatırlasanıza." Yine anlamsız bakışlarla beni inceliyorlardı. Pes ettim ve direkt konuya giriş yaptım.
"Buraya geldiğimizde bir Vadi olduğundan ve aradığımız soruların cevaplarını orada bulabileceğimizden bahsetmişti. Ne çabuk unuttunuz," dedim hayretle. Bahsi geçen Vadi'nin adını tam olarak kafamda netleştiremesem de önemli olan nokta aklımın bir köşesine yer edinmişti. "Yani?" diye sordu Efdal umursamadığını belli edercesine.
"Yanisi," dedim bastıra bastıra. "Oraya gidip en azından bazı sorularımıza mantıklı cevaplar bulabiliriz. Burada, böyle boş boş ne yapacağımızı bilemeden durmaktan iyidir." Sorar gözlerle onlara baktım, tık yoktu.
"İyi güzel de Vadi'nin nerede olduğunu bile bilmiyoruz," dedi Afrodit. Morpheus alaycı gülümsemesini takındı. "Nerede olduğunu da geçtim, gerçek olup olmadığını da bilmiyoruz." Afrodit'in sesi sorgulayıcıydı, bunu sezmiştim.
"Yine Anka ve onun saçma sapan, temkinsiz planları." Temkinsiz derken imalı bir şekilde bastırarak söyledi. Bir anda, benden neden bu kadar nefret etmeye başlamıştı, doğrusu merak ediyordum. Şu anki önemli mevzumuz elbette ki bu olmadığı için sonraya saklayacaktım.
"Daha iyi bir fikrin varsa duymak isterim."
Morpheus'a kaşlarımı çatarak baktım, bakışları benim olduğum yöne bakmıyordu. Omuz silkti. Tam da tahmin ettiğim gibi.
"Vadi iyi bir fikir tabii ama Afrodit'in de dediği gibi hem gerçek olup olmadığını bilmiyoruz hem de gerçekse bile, nerede olduğu hakkında da en ufak bir fikrimiz yok. Bu işleri olduğundan daha zor ve karmakarışık bir hale sokuyor." Athena, Morpheus'un aksine, onun yüzüne bakmıyordu. Aralarında ne geçti acaba, diye geçirdim içimden. İkisi arasında geçen gerginliği, beden dillerinden anlayabiliyordum. Yalnızca sebebini bilmiyordum henüz. Her şey gibi ona da sıra gelecekti.
Daha önceden de kendime söylediğim gibi, hiçbir detayı gözden kaçırmayacaktım. Kendim bile dahil, herkesi yavaş bir şekilde, dikkatle inceleyecek ve herhangi bir hataya yer vermeyecektim.
Athena bana doğru gülümsedi. Bunu neden yaptığını anlayamadım fakat hoşuma gitti ve istemeden de olsa gülümsemesine karşılık verdim. Kızıl saçları o kadar güzel parlıyordu ki, farkına varmamak imkansızdı. O da saçlarına baktığımı anlamış olacak ki, gülümsemesi genişledi. "Teşekkür ederim," dedi mırıldanarak. Düşüncelerimden, saçlarının güzel olduğunu geçirmeme karşın söylemişti bunu. Yalnızca, başımla 'rica ederim' demek için işaret verdim.
"Siz üzerinizi değiştirin, biz de Anka ile çocuklara bakalım," dedi Athena, bana kaş göz işareti yaptı. İtiraz etmeden direkt kapıya yöneldim, peşimden geldi. Diğerleri hala aynı yerlerinde sayarken Athena güçlü bir şekilde boğazını temizledi ve "Hadi!" diye ekledi. Onlar, salına salına odalarına dönerken bizde bahçe kısmına doğru ilerledik.
Arka bahçeye dönerken, bir anda eliyle bileğimi tuttu ve beni olduğum yere sabitledi. "Bana, bize söylemediğin önemli bir şey olmuş. Dökül bakalım," dedi emir verircesine. Normalde bu konuşma tarzı beni sinir eder, inatlaşmamı sağlardı fakat söz konusu Athena olunca işler böyle yürümüyordu. Çünkü o, düşünceleri, her zaman olmasa da okuyabiliyordu ve ona yalan söylersem bunu hemen fark ederdi.
Sesimi çıkarmadım çünkü tereddüt ediyordum. Notu ona söyleseydim belki diğerlerine söylemek isteyecekti ki mantıklı olan da buydu. İşin kötü tarafı, zaten gergin olan onca kişiye bir de nottan bahsetseydim, işler iyice sarpa saracaktı ve bu, ihtiyacımız olan son şey bile değildi.
"Anka," dedi sabırla, yavaşça elini bileğimden çekti.
"Diğerlerine söyleyeceğimden korktuğunu biliyorum, seni suçlayamam çünkü daha beni tanımıyorsun." Derin bir nefes aldı. Tatlı gülümsemesini dudaklarına yerleştirirken, "Kimseye söylemeyeceğim, lütfen. En azından birimizin bunu bilmesi gerekiyor," dedi. Doğru söylüyordu. Hakan ve ben dışında kimsenin nottan haberi yoktu. Öyle de kalmasını amaçlamıştım ancak belli ki Athena, ağzımdan duymak istediklerini almadan rahat etmeyecekti.
Kollarımı göğsümde birleştirdim. "Tamam ama dediğin gibi, kimseye bundan bahsedemezsin. En azından şimdilik." Beni başıyla onayladı, yüzü ciddileşmişti.
"Bir not bulduk," dedim fısıltıyla çünkü her an birinin bizi duyma fikri belirdi kafamda. "Ertuğrul Bolat'ın cesedinin hemen yanına bırakılmıştı. Kimden geldiğini bilmiyoruz ama notta tehdit dolu sözler yer alıyordu." Ben bunları anlatırken yeniden o ana dönmüştüm ve tüylerim diken diken olmuştu; Athena'nın ise kaşları havaya kalkmıştı.
"Notta tam olarak ne yazıyordu?" diye sordu, doğal olarak merak ediyordu. Kâğıtta yazanları gözümün önüne getirmeye çalıştım, bir anda hatırlamak kolay olmuyordu çünkü. Gözlerimi kapattım, birkaç saniye düşündüm ve en sonunda tamamen hatırladığımda gözlerimi yeniden açıp, bana bakmakta olan Athena'ya çevirdim.
""Kaçıp gidecek bir yeriniz,
İmkânınız,
Hiçbir şansınız yok."
Yazılanlar, dudaklarımdan bir bir dökülürken, yeniden o anı yaşıyormuşum hissi ulaştı tümüyle. Kendimi silkeledikten sonra Athena'dan gelecek herhangi bir tepki için gözlerimi kocaman açarak ona baktım. Bahçede durduğumuz için soğuk havanın çarpıp, üzerimde etki yaratmış olması anlık bir titreme getirdi.
Ben daha büyük bir tepki vereceğini düşünürken, "Korkunç," dedi sadece. Kahverengi gözleri dalgın dalgın yere bakıyordu. Bakışları yeniden beni bulduğunda "Başka bir şey daha var," dedi. Bu sefer, dalgınlığı kaybolmuş, yerini şüpheci bakışları ele almıştı. Başka bir şeyin olup olmadığını düşünmeye çalıştım ve ne olduğu, direkt aklıma gelmişti.
"Hakan'ın yanına aldığı silah ortalıklarda yok." Büyük ihtimalle bahsetmek istediği diğer şey, buydu. "Hmm," dedi mırıldanarak. Omuzlarına düşen uzun, kızıl saçlarını geriye attı ve kollarımdan tutup bana, olabildiğinden daha fazla yaklaştı. "Şüphelendiğin biri var mı?" diye sordu fısıltıyla.
"Kimden şüpheleniyorsunuz?" Ares'in sesini, tam arkamda duyduğumda arkamı döndüm ve ona baktım. Koca cüssesiyle, olduğu yerde dikiliyordu. Tek kaşını kaldırmış, sorarcasına bizi izliyordu. Athena'ya dönüp baktım, o da benim gibi şaşkındı çünkü Ares nasıl olmuştu da Athena'yı duyabilmişti, ikimizde anlayamamıştık.
"Hiç kimseden," dedim, konuyu dağıtmaya çalışıyordum. Aslında doğruydu. Şüphelendiğim kimse yoktu. Nasıl olabilirdi ki? Burada olan birinin ya da birilerinin Ertuğrul Bolat'ı öldürmüş olma ihtimali aklımın ucundan bile geçmemişti. Gerçi, silahın kayıp olması, Ertuğrul'un, o silahla kurban edildiği anlamına gelmiyordu. Değil mi?
"Sorun ne Anka?" diye sordu bu sefer Ares. Sesim artık nasıl çıkmışsa, dediğim şey onu ikna etmeye yetmemişti. Her ne kadar, amacım kimseyi bir şey için ikna etmek olmasa da. "Bir sorun yok, koca oğlan," dedi Athena. Ares, duyduklarını umursamadan bana bakmaya devam ediyordu. Başımı iki yana salladım. "Gerçekten. Bir sorun yok," dedim yavaşça. Cümleler arasında yutkunmak zorunda kalmıştım. Boğazım kurumuştu.
"Sen nasıl diyorsan öyle olsun." Bana inanmadığı her halinden belliydi. Sokak lambasından vuran ışık, koyu mavi gözlerini açık maviye çevirmişti. Gözlerini kırpıştırırken gülümsedi. Gözlerimi ellerine indirdiğimde çamur içinde kaldığını gördüm. "Hakan nerede?" Yeniden başımı kaldırmış ona bakarken gülümsemesinin solduğunu fark etmem uzun sürmedi. "Son işleri hallediyor. Gelir birazdan, merak etme Dalkıran'ı." Merak etme derken, sesi çok baskındı.
Athena, durumu anlamış olacaktı ki, hafifçe öksürdü. "Hava da iyice soğumaya başladı." Ares, omuz silkti ve yanımızdan geçerken içeri, eve doğru ilerledi. Athena, önüme geçti. "Bu karanlıkta Vadi'yi nasıl bulmayı planlıyoruz gerçekten?" diye sordu. Bilmiyorum dercesine, omuzlarımı indirip kaldırdım. Her şeyin bana sorulması ve kötü bir olayda benim suçlanmam artık sinirlerimi zıplatıyordu. Neden bilmiyordum, tüm sorumluluk benim üzerimdeydi sanki. Omuzlarım, sırtım ağırlaşıyordu onca yükten.
"Bulduğun kitapta, herhangi bir harita yok mu?"
"Kitaba birçok kez göz gezdirdim ama tam anlamıyla incelemedim. Belki bir harita olabilir, emin değilim, fakat Vadi'nin haritasının olacağını çok zannetmiyorum."
Hakan, Athena'nın arkasında belirirken başımı kaldırdım ve ona baktım. Athena, nereye baktığımı anlamak için kafasını o yöne doğru çevirdi. Saniyeler sonra yeniden bana baktı. "Ben gidip kitaba bir bakayım," dedi. Yanımdan geçerken, elini omzuma koydu ve gülümsedi. Onun bu gülümsemeleri beni rahatlatan tek şeydi şu anda.
Dışarıdan vuran sokak lambalarının loş ışığı yüzünden Hakan yüzünü buruşturdu. Beni, bileğimden tutup ışıktan kaçmak için duvarın kenarına doğru sürükledi. Şimdi tamamen karanlıkta kalmıştık. Hem mecazen hem de gerçek anlamda.
Ellerindeki çamur, bileğime bulaşmıştı ve onun ellerindeki kan, çamurla mühürlenmişti. Umurunda değil gibi gözüküyordu. Zaten ne zaman bir şeyleri doğru düzgün umursar olmuştu ki?
Karşımda dikilirken yüzünü seçmeye çalışıyordum. Elini, bileğimden çekmemişti ve çekecek gibi de durmuyordu. Parmak uçlarını bilekliğimde gezdirdi. İtiraz etmedim, öylece boş gözlerle yüzüne bakmaya devam ettim. Bir şeyler söyleyecek mi acaba, diye geçirdim içimden. Sessizce süren bakışmamız o kadar garipti ki, en sonunda ben ağzımı açıp, ne söyleyeceğimden emin olmadığım birkaç cümle mırıldanacaktım.
"Artık cansız bir beden görmek istemiyorum." Sessizliği bozdu ve söylediği tek bir cümle, içimi sızlattı. Ablasına olanlardan sonra böyle bir cümle kurması çok normaldi. Zaten kim cansız bir beden görmek isterdi ki?
"Ölümden korkuyor musun?" diye sordum nedenini bilmediğim bir şekilde. Kaşlarının çatıldığını anlayabildim, bunun için bulunduğumuz etrafın aydınlık olmasına gerek yoktu. Başını olumsuz anlamda salladı.
"Ölümden değil, ölümün getireceklerinden kaçınıyorum."
Korkma kelimesini kullanmayı tercih etmemişti. Onun bu denli korkusuz olması beni içten içe çok sevindiriyordu. Küçükken büründüğümüz rolleri değişmişiz gibi hissetmiştim. Eskiden o korkar, ben onu sakinleştirirdim. Şimdi ise tam tersi gibi görünüyordu. Bileğimi bıraktı ve onun bırakmasıyla, bileğimde oluşturduğu sıcaklık, soğuk rüzgarla yerle bir oldu.
"Bana neden öyle bakıyorsun?" Böyle bir soru sormayı amaçlamamıştım ama ağzımdan kaçıvermişti bir kere. Bakışları donuklaştı, yüzü kasıldı. Karanlık olmasına karşın, koyu kahverengi gözlerindeki bakışlar bana her zaman parlak geliyordu. Okunuyordu aslında ama o, okunmak istemiyordu ve sebebini bilmiyordum. Belki de hiç söylemeyecekti ve bilemeyecektim.
Bir adım geri attı hiçbir şey söylemeden. Yine aynı şeyi tekrarlıyordu. Ne sorsam kaçıyordu. Hem ruhen hem de bedenen. Canımı sıkıyordu. Hem de fazlasıyla. Gerçekten bunu göremiyor muydu? Ona delicesine ve çaresizce âşık olduğumu? Benden ne kadar kaçarsa kaçsın, onu yalnız bırakamayacağımı?
"Neden her zaman aynı şeyi yapıyorsun?" Ona doğru bir adım attığımda, eski halimize geri dönmüştük. "Şu anda bunun ne yeri ne de zamanı Anka." Sesi sertleşti, derin bir hal aldı. Geriye doğru bir adım atmadı, olduğu yerde dikilmeyi sürdürdü. Elimi uzatıp, çamur lekeleriyle damgalanmış yüzüne yerleştirdim. Elmacık kemikleri, elimin altındayken, avucumu gıdıklıyordu. Bu mümkün müydü ki?
Havanın soğukluğuna rağmen o, hala sıcacıktı. Kendisi bu kadar sıcakken, bakışlarıyla bir anda, bana karşı nasıl bu kadar soğuk olabiliyordu? Ares haklıydı. Bana iyi davranmıyordu, beni önemsemiyordu. Dengesizce davranıyor, benimle, eskiden oynadığımız oyunlardan farklı bir oyun oynuyordu. Oyunundaki ana karakter yalnızca ben ve kendisiydik.
Elimin altında, yüzünün iyice kasıldığını gördüm. Gözleri bir an olsun benimkilerden ayrılmıyordu. Can çekişiyordu, bunu görebiliyordum. Yalnızca her zaman olduğu gibi, sebebini bilmiyordum. Belki de bilmek mi istemiyordum, emin olamıyordum. Bilinmezler silsilesi tekrardan beliriyordu, öncekilerin aksine, kalıcılığını koruyordu.
Yalnızca yüzünü geri çekerek elimden kurtuldu. Elim, havada asılı kaldı. Gözlerim doldu çünkü canımı çok yakıyordu. Yalnızca yakmakta değil, küle çeviriyordu. Boğulduğumu hissettim ve bu his, onun eseriydi.
Bana hala cevap vermemekte ısrarcıydı. Gözlerimin dolduğunu bile fark etmemiş miydi? Halbuki, insan sevdiğine kıyamazdı. Eğer, bilekliği takmaya devam etmeseydi aksini düşünebilirdim ama orada, bileğindeydi. Hala takıyordu, hem de bana karşı böyle tutarsız davranmasına karşın. "Bilekliği hala neden takıyorsun?" Bana bakmayı sürdürdü, gözlerimin içine doğru.
"Hoşuma gidiyor, başka bir nedeni yok." O kadar kararlı çıkmıştı ki sesi, yüzümün düşmesine neden oldu. Ona inanmamayı seçmeme rağmen, sinirle güldüm. "Ares haklıydı," dedim bu sefer, sesli bir şekilde. Kaşlarını çattı, başını yana eğdi ve sertçe nefesini verdi. Burun delikleri genişlemişti ve bu, çok sinirlendiği zamanlarda oluyordu.
"Ne konuda?" Hah, şimdi soru sorma sırası ondaydı. Şu ana kadar, sorduğum hiçbir soruya cevap vermediği için, bu defa ben onu cevapsız bıraktım. Bana doğru bir adım attı, tam olarak dibimdeydi. Sırtım soğuk duvarla bütünleşti. Elini çeneme doğru uzattı, parmaklarının arasına aldı ve yüzümü kaldırarak iyice ona bakmamı sağladı. "Hangi konuda Anka?" Çenemdeki parmakları sıkılaştı. Ondan kaçmak istedim ama yapamadım. Neden bu kadar çok sinirlenmişti ki? Ares, onun arkadaşı değil miydi?
Soğuk rüzgâr tenime vururken, onun parmaklarının sıcaklığı beni soğuktan korumak için yeterli görünüyordu. "Cevap vermeyecek misin?" Başımı olumsuz anlamda sallarken, parmakları benimle hareket etti. Parmaklarındaki çamurlar, şimdi de çenemde yerini alıyordu. Umurumda olan, çamurla beni kirletmiş olması değildi, bana bu şekilde davranması yüzünden kendimi kirlenmiş hissediyordum. Bu, ne kadar mantıklıydı, bir fikrim yoktu.
"Sen söylemezsen, gidip ona soracağım." Tehditkâr bakışları üzerimdeydi. Ne güzel, şimdi de tehdit ediliyordum. Şaka gibi bir gece. “Söylesem ne değişecek?" Çenem ağrımaya başlamıştı, fakat onun gram umurunda değildi. Ruhen beni acıtmanın yanına, fiziksel olanı da eklenmişti. Peki, benim ödülüm neydi? Dalga geçer gibi güldüm, kâle almadı.
"Söyle."
"Israr etme, söylemeyeceğim."
"Söyle dedim Anka, beni delirtme."
Şimdiye kadar beni delirten kendisiydi. Farkında mıydı acaba? Sanmıyordum.
Elini çenemden çektim. Elini o kadar sert itmiştim ki afallamıştı. Üstüme yürüyerek beni duvarla kendi arasına aldı. Sırtım, buz gibi duvara değdiğinde ürperdim. Bu sefer kendisi bile beni ısıtmaya yetmeyecekti. Yüzüme doğru yaklaştı, hem de o kadar yaklaştı ki...
Sıcak nefesi yüzüme değiyordu. O, burnundan solarken, ben resmen karşısında, keyif çatacak hale gelmiştim. Eee, Hakan Mirza Dalkıran, bu işler böyle.
Direkt olarak gözlerinin içine baktım. Koyu kahverengi gözleri daha ne kadar koyulaşabilirse, o kadar koyulaşmışlardı. "Sana sorduğum hiçbir soruya cevap vermediğin için şu anda, karşımda kıvranıyorsun. Bil istedim Hakan."
"Sana daha önce de söyledim başımın belası."
Neyi? Der gibi ona baktım. Bakışlarını bakışlarımdan kaçırdı, dudaklarıma indirdi. Keşke şu an, burada, bu haldeyken beni öpseydi de her şeyi unutsaydım, dedim içimden. Bu ihtimal, o kadar çok imkansızlığı barındırıyordu ki, ağlamak istedim.
"Bana," dedi bastırarak. Dudaklarından dökülen her sözcükte nefesi dudaklarıma çarpıyor, dudaklarımı ısıtıyordu. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Gözlerim hala onun üzerindeyken o, dudaklarıma bakmayı sürdürüyordu ve benim kalbim tekliyordu. Acaba onu da hissediyor muydu? Kesin hissediyordur, kesin. Hakan Mirza Dalkıran'dan bahsediyorduk. O, her şeyi hisseder ama hiçbir şeyden haberi yokmuşçasına bombok davranmayı sürdürürdü. Şaşırtıcı değildi sanki artık. Alışıyordum ki bu en korkuncuydu.
İstemediğin bir duruma alışmak. Berbattı.
İçeridekiler uyuya mı kalmıştı? Neden kimse bizi merak edip gelmiyordu ki sanki? Şikâyet ettiğimden değildi, fakat sonrasında, neler olacağını ben bile kestiremiyordum.
"Cevabını veremeyeceğim soruları sormaktan vazgeç." Vermeyeceğim dememişti, 'veremeyeceğim' demişti. Kilit nokta burasıydı. Birinden mi korkuyordu? Ya da çekiniyor? Aslında çok da fark etmezdi. Her türlü bana, istediğim cevapları bahşetmeyecekti.
"Eski Hakan'ı, oyun arkadaşımı özledim," dedim yorgunluğun verdiği bir tınıyla. Ciddi anlamda yorulmuştum. Bakışları tekrardan gözlerime kilitlendi. Ellerini arkasında birleştirdi, yüzümün önünden çekildi. Hala karşımda, yakınımda duruyordu.
"Gördüğün gibi, eski oyun arkadaşın yok Anka."
Farkına varmadığımı mı sanıyordu? Neredeyse kahkaha atacaktım.
"Çocuklar! Hey! Anka ve Hakan, buraya bakın!" Athena, içeriden bize sesleniyordu. Tam zamanında diye düşündüm çünkü bundan sonra, Hakan'a ne söyleyeceğimi bilemez bir haldeydim. Bir süre daha dibimde durmayı sürdürürken, "O sorumun cevabını er ya da geç bana vereceksin," dedi keskin bir şekilde. Gülümsedim, samimiyetten uzak bir halde.
Geriye doğru adım attı ve duvarın kenarından dönerek gözden kayboldu. O gittikten sonra, içeriye geçmek için kendimi toparlamam gerekiyordu. Çok başarılı olacağımı sanmıyordum fakat yine de derin derin nefesler almaya başladım. Gözümden bir damla yaş, yanaklarımdan çeneme doğru yol çizerken, parmaklarının çenemdeki dokunuşu aklıma geldi. Bana dokunmasını o kadar özlemiştim ki, kalbim, adeta parçalanıyordu ve ben, bu durumdan sıyrılmak için hiçbir şey yapamıyordum.
Elim kolum bağlanmıştı ve ipler, artık eski oyun arkadaşım olmadığını söyleyen Hakan Mirza Dalkıran'ın avuçlarındaydı. Sımsıkı tutuyor, hareket etmemi engelliyordu.
Elimin tersiyle yanağımdaki gözyaşını sildim. Yapışıp kaldığım duvardan sıyrılarak içeri geçmek için ilerledim. İsteksiz olsam da mecburdum.
İçeriye, salonun olduğu tarafa geçtim. Afrodit beni gördüğü gibi kaşlarını çattı. Kardeşine baktı, şaşırılmayacak bir halde, Hakan, az önce yaşananlara aldırış etmiyordu. Dümdüz bakışlarıyla Athena'yı inceliyordu.
Sesimi çıkarmadan, dudaklarımı oynatarak "Önemli değil," dedim Afrodit'e bakarken. Anladığını ama inanmadığını belli edercesine, yalnızca başını sallamakla yetindi. Şimdi, üstüme düşmüyordu çünkü daha sonra gelip tonlarca soru soracaktı. Hakan'ın bana söylediği şekilde, cevaplarını veremeyeceğim soruları. Veya farklı olarak, cevaplarını vermekten kaçınacağım sorular. Her zaman böyle olmaz mıydı zaten? Sürekli kaçar dururduk, nereye kadar kaçacağımızı bilemeden.
"Lütfen güzel bir şey bulduğunu söyle." Efdal, Athena'dan çıkacak herhangi güzel bir söze gebe kalmışçasına büyük bir umutla ona bakıyordu. Kızıl saçların sahibine döndüğümde elinde bir kitap olduğunu, kitabı parmakları arasında sımsıkı tuttuğunu gördüm. Lakin, bu kitap, bulduğu küllerin doğuşu ve Epochal ile ilgili olan kitap değildi, başka bir kitabı tutuyordu ellerinde.
Elindeki kitabı bize doğru salladı. "Doğal olarak merak ediyorsunuz. Elimde tutmuş olduğum bu kitapta Ertuğrul Bolat'ın bize bahsetmiş olduğu Nefis Vadisi'nin haritası bulunuyor." Güldü. Nedense buna sevinemiyordum, halbuki çok güzel bir haberle gelmişti. Sanırım, az önce Hakan ile olan gergin anlarımızdan dolayıydı. Veya Nefis Vadisi'nde ne bulacağımızdan çekiniyor, kaçınıyordum. Sonuçta, nasıl bir yer olduğunu bilmiyorduk. Ertuğrul Bolat, ölmeden önce, orada dikkatli olmamızı bize söylemişti. Her adımımızda dikkatli olmamız gerekiyordu, bunun bilincindeydik artık.
"Kitabı nasıl buldun?" Soru Rabia'dan gelmişti. Athena dikkat kesilerek, "İşin doğrusu, o beni buldu," dedi. Nasıl yani? Kitap mı onu bulmuştu? Bu nasıl olabilirdi? Aklıma yatmayan bazı tuhaf olaylar dönüyordu.
"Ne demek o seni buldu? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?" Ares, Athena'ya inanamayarak baktı. Bana da tuhaf gelmedi desem yalan olurdu. Gözlerim tek tek, diğerleri üzerinde gezinip tepkilerini ölçerken, bir tek Hakan'a değmiyordu. Ondan kaçıyordum çünkü ona ulaşmama bir an bile müsaade etmiyordu. İstediği gibi olsun o zaman. Hodri meydan.
"Kitabımı arıyordum. Belki, bir ümit, içinde Vadi'nin haritasını bulurum diye. Kitaplığa doğru yürürken gözlerim kamaştı ve bir an, anlam veremedim. Tutup elime aldım ve içini açtım. Vadi'nin haritası tam karşımda duruyordu. Bu çok, çok acayipti." Athena, bize açıklama yaptığında nefes nefese kalmıştı adeta. Yanına gittim ve kitabı elinden aldım.
Kitabı açtığımda bahsettiği harita tam karşımda duruyordu. Çok anlıyormuşum gibi incelemeye başladım. Sayfanın tepesinde, büyük harflerle "NEFİS VADİSİ HARİTASI" yazıyordu. Alevin renkleriyle yazılmış, apaçık bir şekilde haritanın üzerinde duruyordu. Gösterilen yol, karmaşık görünmüyordu. Kolayca bulabilirdik fakat bana, yol özürlüsü olduğumdan dolayı, imkansızmış gibi geldi.
"Haritayı bulduk, bu harika. Peki şimdiki sorun şu, oraya nasıl gideceğiz? Yürüyerek gidecek halimiz yok herhalde." Uzun bir aradan sonra Morpheus'un sesini duydum. Söylediklerinde haklılık payı vardı. Elbette ki, o kadar kişi, yalın ayak gidemezdik. Aslında, hepimizin gitmesi de çok saçma bir fikirdi. En azından, bir iki kişi, burada kalmalıydı.
"Hepimiz mi gideceğiz?" Rabia, gözlerini açarak bizlere baktı. Oraya gitmekten çekinip korktuğu her halinden kendini ele veriyordu. "Bak bunu hiç düşünmemiştik." Efdal, elini kaldırdı. "Oylama yapalım?" dediğinde aslında soru soruyordu.
"Ertuğrul Bey öldürüldü Efdal. İçimizden kimsenin burada durmak isteyeceğini zannetmiyorum." Efdal dönüp, kendisine bakmakta olan Morpheus'a döndü. Sesini çıkarmadan, bakışlarıyla ona hak verdi. İkisi arasındaki çekim, tümüyle ortadaydı. Acaba onlarda bunu biliyor muydu? Henüz bilmiyorlardıysa da birbirlerine bu kısa sürede ne kadar değer verdikleri çok netti.
"Morpheus doğru söylüyor. Hiçbirimiz tek başımıza hareket etmeyeceğiz. Uzun bir süre, grup halinde olmamız gerekiyor." Afrodit ellerini birbirine çarptı. Athena ile benim yanıma geldi. Arkasına döndüğünde kardeşine seslendi. "Gidip garajda duran arabaların anahtarlarını bul." Arabalar? Birden fazla mıydı? Kaçırdığım bir nokta da burasıydı.
"Kaç tane arabadan söz ediyoruz?"
"Athena haritayı arayacağını söylediği esnada, Ares, aşağı kattan gidip garaja baktı. İki tane araba varmış. Doğru hatırlıyorum, değil mi?" Afrodit, sorusunu Ares'e yönlendirdi ve o da onaylamak için, "Doğru," dedi mırıldanarak. Bunlar ne ara gerçekleşmişti, diye kendi kendime soracakken, Hakan ile yaşadığımız ufak çaplı tartışma sırasında olduğunu anımsadım. Nasıl unutabilirdim ki zaten?
"Anka'da benimle gelsin o halde," dedi Hakan hiç beklemediğim bir anda. Göz ucuyla ona baktım, dikkatle beni inceliyordu. Tek kaşını havaya kaldırdı. Dudakları ise, sevinçten adeta yukarı doğru kıvrılmıştı. Az kalsın, sinsice bana gülüyor, diye düşünecektim. Derdi, benimle arabaların anahtarlarını aramak değildi. Tabii ki, cevapsız bıraktığım sorusunu yenileyecek ve beni delirtecekti.
Tam itiraz edecekken, Afrodit bana doğru eğilip, "Sorun çıkarmadan git Anka. İçeriye girdiği anda, etrafında kapkaranlık, net olmayan aurası dönüp duruyordu. İkinizin arasında ne geçti bilmiyorum ama, Hakan'ı ilk defa bu kadar karanlıkta kalmış gördüm," dedi fısıldayarak. Dedikleri duraklamama vesile oldu. Dediğini yapacaktım, fakat bu demek değildi ki kardeşine cevap verecektim.
"Pekâlâ," dedim sıkıntılı bir nefes vermeden önce. "Aranızda her ne geçtiyse, sonrasına konuşmamız için bana bir söz ver. Artık kardeşimi bu halde görmek istemiyorum." İstemeye istemeye, "Söz," dediğimde rahat bir nefes aldı. "Teşekkür ederim, Simurg." Göz kırptığında, bana tekrardan 'Simurg' diyerek seslenmesi dikkatimden kaçmamıştı. Ona, olanları anlatacağım zaman, Simurg'un anlamını soracaktım çünkü öncesinde, sormak aklımdan çıkmıştı.
İsmimle mi bir bağlantısı vardı acaba?
Ah, soru sormaktan bıkmıştım. Özellikle de cevabını alamadığım soruları sormaktan. İçimden veya dışımdan, bunu kaç kere tekrarlamıştım. Değil mi?
Hakan, dış kapıya yönelirken elini bileğime sardı ve peşinden sürüklenmeme neden oldu. Neyse ki, o beni peşinden götürmeden, elimdeki kitabı Athena'ya geri uzatabilmiş, o da tutmuştu. Kapıdan çıkarken, arkamdan kapıyı kapattım. Nereye gidiyorduk? Anahtarları dışarıda mı arayacaktık?
"Hakan." Onun adını söylediğimde oralı bile olmadı. Bileğimi, sıkıca tutan elinden kurtarmaya çalıştım ama asla bırakacak gibi durmuyordu. İstemeden de olsa, kaşlarım çatıldı. Garaj kapısının olduğu yöne ilerlerken tekrardan seslendim. Onun yüzünden, az kalsın kenarda duran taşa değip düşecektim.
Duymaması imkansızdı. O yüzden, duymamazlıktan geliyordu. Tipik Hakan Mirza Dalkıran.
Tak diye garaj kapısının önünde durduğunda, bedenim sırtına çarptı. Burnum acıdığından, yüzümü buruşturdum. Ne bu? Oyun mu oynuyorduk? "Mirza!" diye bağırdım en sonunda, bana başka seçenek bırakmamıştı. Bildim bileli, ikinci isminin kullanılmasından hoşlanmıyordu.
Yalnızca başını, arkaya, bana doğru çevirdi. Omzunun üstünden bana baktığı sırada, elmacık kemikleri, olduğundan daha belirgindi. "Bana o isimle seslenmenden hoşlanmıyorum." Neden? Diye sorma zahmetinde bile bulunmadım. Bileğime baktım, ne demek istediğimi anlaması adına. Bırakmamakta ısrarcıydı. Bedenini bana doğru döndürdü.
"Gözlerin bırakma diyor ama hareketlerin tam tersini gösteriyor. Bir de bana dengesiz diyorsun Özçelik," dedi tok bir sesle. Şu lafları yok muydu...
"Beni neden peşinden sürüklediğini anlamadığımı mı sanıyorsun?" Meydan okurcasına gözlerimi, gözlerine kenetledim. Sıfır tepki.
"Öyle sanmıyorum."
"Güzel."
"İyi."
"Peki."
Bileğimi bırakmak için yeltenirken, bilekliklerimizin sarkan ipleri birbirine takılmıştı. "Bak görüyorsun. Müsaade edilmiyor," dedi alay eder gibi. Çift karakteri olduğunu düşünmeye başlamıştım artık. Diğer elimle bilekliklerimizi ayırmaya çalıştım. Ne manasızdı ama.
Boşta kalan eliyle, elimi tuttu. "Elin titriyor. Bırak ben halledeyim," dedi sakince. Karşı çıkmadım, izin verdim. Tek eliyle, nazikçe ipleri birbirinden ayırmayı başardığında, "Bir anlaşma yapalım," dedi. Yüzüne baktım. Parmakları, tenimin üzerinde geziniyordu; bakışları ise, benim üzerimde.
"Eğer soruma cevap verirsen, bir sorunu cevaplayacağım. O yüzden, cevap verebileceğim bir soru seçmeni tavsiye ediyorum."
"Oyun mu oynuyoruz burada?" Oyun dediğimde, neredeyse gülecektim. Neredeyse.
"Gördüğün gibi, eski oyun arkadaşın yok Anka."
Elimi ondan çekip yanından geçtim, garaj kapısının yakınındaki düğmeye bastım ama yanlış düğmeydi. Garajın önünü aydınlığa kavuşturan, ufak bir lambaydı sadece. Garajın dışarıdan açılamayacağı son anda kafama dank etti. Güldüğünü duydum. Şimdi de alay mı ediyordu benimle?
Sırtı hala bana dönükken, cebindeki ufak kumandayı çıkardı ve üzerindeki düğmeye bastı. Garaj kapısı, rahatsız edici sesiyle, hızlanarak yukarı doğru açılıyordu. Kumanda ondaydı demek ki. Herhalde, kaşla göz arasında kumandayı bulup cebine atmıştı.
Garajın içi kocamandı. İki tane siyah araba yan yana park edilmişti. Resmen büyülenmiştim. Ares, buraya indiğinde anahtarları bulamamış mıydı? Ya da o da benim gibi büyülenmiş miydi acaba? Diye geçirdim içimden.
Hakan bana doğru dönmeden önce, kumandayı cebine yerleştirdi. Kumral rengi saçları, benim garaj kapısını açan düğme sandığım lambanın verdiği sıcak sarı ışıkla, olduğundan daha açık görünüyordu. Gözlerine girecek olan saç tutamlarını elinin tersiyle itti. "Soracağın soruyu düşündün mü?" Arabaların olduğu tarafa ilerledi, bana da arkasından gitmek düştü.
"Nasıl olsa yine beni cevapsız bırakacaksın. Soru sormamın bir anlamı var mı şu an?" Onunla konuşmaya çalışırken, bir yandan da anahtarları arıyordum. "Zar zor kararımı değiştirmişken, uzatma da sor sorunu." Ona döndüğümde, onun da benim gibi, anahtarları aramakta olduğunu gördüm.
Mevzuyu ben mi uzatıyordum? Komikti.
Arayıştan vazgeçerek sağda duran arabanın arkasına yaslandım ve kollarımı göğsümde birleştirdim. "Neden dengesiz davranıp, eline her fırsat geçtiğinde benden kaçıyorsun?" Ayaklarımın dibine geldi ve durdu. Ayakkabılarımızın ucu, birbirine değiyordu. Güldü. Alaycı gülüşüydü bu, tanıyordum.
"Bir taşla iki kuş vurayım diyorsun yani?" Benim yaptığım gibi kollarını göğsünde birleştirirken, bir soru içerisinde, iki tane barındırdığımı anlamaması ummuştum, fakat işler, istediğim gibi ilerlememişti. Çok çakalsın Dalkıran.
"Çünkü ne zaman sana yaklaşmaya kalksam," dedi tereddütle, devamında söyleyecekleri için kısa bir süre beklemeyi seçti. Derin bakışlarına karşılık verdim. Olduğum yerde rahatsızca kıpırdandım, bakışlarındaki ağırlık altında eziliyordum.
"Hemen arkasından kötü bir olay oluyor." Suratı ciddileşti. Söylediklerinin doğruluk payı neydi ki?
"Bu doğru değil."
"Doğruyu söylediğimi, sende biliyorsun Anka." Kollarını serbest bıraktı, parmaklarını çıtlattı.
"O zaman ispatla." Ağzımdan çıkan cümle karşısında afallamıştı. Benden, ispatlamasını istememi beklemiyordu, emindim. Bilmesi gerekiyordu ki, bir iddia ortaya atıyor ise, devamında gerekçesini de sunmak zorundaydı.
Önce, yüzümü inceledi; sonra, saçlarıma ve gözlerime... En son, bakışları dudaklarıma doğru indi ve orada durdu. Derin bir nefes aldı. "Ne söylememi bekliyorsun?" O, böyle dudaklarıma kilitlenmişken içimden "Öp beni," demek geçiyordu ama bunu, ona söyleyemezdim. İyi ki baş başaydık. Eğer Athena burada olmuş olsaydı, şu anda düşündüğüm hınzır düşünceleri okuyabilmesini istemezdim.
"Basit bir cümleydi. İspatlamanı istiyorum." Dudaklarımı birbirine bastırdım, gözünden kaçmadı. "Pekâlâ," dedi. Kollarımı serbest bıraktım ve birazdan söyleyecekleri için dikkat kesildim.
"Birincisi, çadırda geçirdiğimiz gün," dediğinde, gözleri çoktan benimkilere tırmanmıştı. Hatırlamamı bekliyordu sanırım. Hatırlamıştım da. Başımla devam etmesi için onay verdim, devam etti. "En ufak bir yakınlaşmada aslanlarla karşı karşıya geldik ve kıl payı kurtulduk." Peki, bu kısmen doğru olabilirdi. Ares, sağ olsun, hepimizi kurtarmayı başarmıştı. Peki ya, diğer zamanlar?
"İkincisi?" diye sordum çünkü görüşüne bakılırsa, listelemişti.
"İkincisi," dedi ve yutkundu, âdem elması hareketlendi. Boğazına bir şey takılmış da konuşmakta güçlük çekiyor, zoraki devam ediyordu fakat bana, gerekçeleri sunmadan buradan ayrılamayacağımızı ikimizde biliyorduk.
"Aslında çok da bir şey söylemeye gerek yok. En basit örnek, bugün yaşanan talihsiz olay. Sana yaklaşmaya çalıştığımda, gördük ki Ertuğrul Bolat, öldürüldü." Bunu diyeceğini tahmin ediyordum, beni yanıltmadı.
"Evet, bu saydıklarının hepsi birer facia. Çok kötü, bunun farkındayım." Arabadan çekildiğimde ellerimle ellerini tuttum. Her zaman olduğunun aksine, buz gibiydi. "Anlayacağım kadarıyla, başımıza daha bir sürü felaket gelecek. Bunların hiçbirinin yaşanmamasını ne çok isterdim, bir bilsen..." Ellerini çekmedi ama rahatsız olmaya başladığı gözümden kaçmamıştı.
"Başımıza gelecek her felakette, benden sürekli kaçacak mısın?"
Ellerini, ellerimden çekti ve arkasını dönüp çapraz yöne ilerledi. "Tek bir soru hakkın vardı," dedi, anahtarları aramaya koyulmuştu. Kaygılı bir nefes verdim. Arkasından, "Ares, senin bana kötü davrandığını düşünüyor," dedim. Olduğu yerde durdu. Bana asırlar geçmiş gibi gelen bu zaman diliminde, kısa bekleyişinin ardından, "Buna o mu karar veriyor?" diye sordu, dönüp yüzüme bakmıyordu. Onu göremememe rağmen, kaşlarının çatıldığını kavrayabildim.
"Haksız olduğunu söyleyebilir miyiz Hakan?"
Soruma cevap vermedi. Hah, ne şok ama. "Başka bir şey söyledi mi?" Yeniden anahtarları aramaya koyuldu. Duvarın kenarında duran, anahtarların asıldığı yere yöneldi. İki arabanın anahtarı olduğunu tahmin ettiğim anahtarları aldı ve bana döndü. Yüzüme baktı, cevap bekliyordu. "Hayır," dedim ki bu, doğru değildi. Diğer söylediğini bilmesine gerek yoktu. Değil mi?
Gerçi, aman aman kötü bir söz kullanmamıştı. Sadece, onda bir tuhaflık olduğunu dile getirmişti. Tam olarak neyi kastettiğini kavrayamamış olsam da dediğinin arkasında kötü bir anlam aramıyordum. Sonuçta, onlar arkadaşlardı. Bizim aksimize, onlar aynı bölgedelerdi. Anguis bölgesi. Latince'de 'yılan' anlamını taşıyordu. Benim bölgemin, Anka kuşunu temsil etmesi gibi. İsmimin verildiği Anka kuşu. Teşekkür ederim anne ve baba.
Normal şartlar altında, iki farklı bölgeden olan bizler, bırak yan yana durmayı, birbirimizle konuşmamalıydık bile. Ancak, şartlar normal değil, anormaldi. O yüzden, bu kuralın hiçbir önemi de kalmıyordu doğal olarak. Mantıklı veya mantıksız. Kural bu şekildeydi. Küçükken ceremesini çok çekmiştik, fakat ne olursa olsun, Hakan ile birbirimizden kopamıyorduk. Şu an ise bambaşkaydı. O, benden kaçabilmek için, adeta çaba sarf ediyordu.
Her ne kadar kendime kızıp, ondan uzak duracağımı söylesem de beceremiyordum. Ona karşı, anlamlandıramadığım bir güçle çekiliyordum. O da bende, çekim gücünü sezmiştik.
Ares'in bana, daha bugün söylediğinin aynısını söyledi. "Beni fırçalayacağına dönüp kendine bak, minik. Sende benim gibi değil misin? Dengesiz," dedi anahtarları elinde sallarken. Güldüm, her ne kadar keyifli bir gülme olmasa da. "Beni dengesizleştiren sensin, Dalkıran." Bana karşılık o da güldü. Bir tane anahtarı bana fırlattı, son anda havada yakaladım. O, soldaki siyah Audi'ye yönelirken, bende yanımda duran aynı renkteki Mercedes'in sürücü kapısının yanında dikildim. Ertuğrul Bolat, ne kadar da zenginmiş meğer.
"Sen benim, bende senin dengeni bozuyorum işte. İyi taraftan bak Anka. Bu, çok romantik." Alaycı gülmesiyle anahtarın düğmesine bastı ve Audi'nin ışığı yanarken açılma sesi duyuldu. "Arabaları, kapının önüne çıkartalım ve gidip şu lanet olasıca Nefis Vadisi'ni bulalım. Umalım da aradığımız cevaplar orada saklanıyor olsun." Sürücü kapısını açtı ve içeri geçip kapıyı sertçe kapattı. Çarpma sesi, garajda yankılandı. Gerilmişti ve gerginliği, bana da bulaştı.
Onun yaptığı gibi arabayı açtım ve sürücü koltuğuna geçip oturdum. Ne olur ne olmaz, aynaları kontrol ettim ve anahtarı kontağa yerleştirdim. Sağ ayağım frendeyken el frenini indirmek için tuşa bastım. Arabayı çalıştırdığım sırada, Hakan çoktan garajdan çıkmıştı. Gaza basıp dönüşü sağlayarak onu takip ettim.
Giriş kapısının önünde duran Audi'nin arkasında durdum. Hakan, arabadan çıkmış, benim tarafımdaki camın yanına geldi. Arabayı kapatmadan önce camı açtım. "Geliyorlar mı?" Hakan, elini saçına geçirip karıştırdı. "Onlara haber vermeye gidiyorum. Sen burada bekle." Gidip bahçe kapısını açtı, çimenlere özen göstererek ilerledi. Kapıya ulaştığında, kapıyı açıp içeriye "Arabalar hazır! Acele edin!" diye bağırdı.
Hakan, yeniden benim olduğum yöne doğru yürürken, diğerlerinin yavaş yavaş evden çıktığını gördüm. Athena, elindeki kitabı kaybetmemek istercesine sımsıkı tutuyordu. Efdal, "Evin anahtarını almalı mıyız?" diye sorduğunda, bunu hiç düşünmediğim aklıma geldi. Bin bir türlü şey düşünüp, bunu düşünmemek. Aferin kızım sana.
"Almamız gerekmiyor mu? Başka gidip kalacak bir yerimiz yok." Rabia, Efdal'ın kolunu iterek kapıdan çıktı. Kafasını çalıştırdığında nasıl da mantıklı konuşuyordu ama. "Bu eve geri dönmek isteyen var mı sahiden?" Morpheus, Athena'nın arkasında dikiliyordu. Kaşlarını çatmıştı. Dün geldiğimizde, gayet sakin ve rahat bir tavır takınırken, şimdi neden her şeye yükselip itiraz ediyordu? Anlamış değildim.
"Her ihtimale karşı anahtarı alalım. Vadi'den sonra ne yapacağımız muamma." Afrodit'de mevzuya dahil oldu. Herkesin söz hakkına sahip olması güzeldi. Problem şuydu ki: Grup halinde hareket edince, doğru düzgün bir yere varılamıyordu.
Arabadan inmeden "Anahtarı alın! Daha fazla beklemenin bir manası yok!" diye bağırdım beni daha rahat duyabilmeleri için. Arabada navigasyon var mı yok mu diye kontrol ettim, bulunuyordu. Elektrik kesintilerinde sıkıntılar olduğundan söz etmişti Ertuğrul Bey. Herhalde bir düzeliyor, bir bozuluyordu. Gözüm saate kaydı. Güneşin doğmasına çok az kalmıştı.
Çok geçmeden hava aydınlıkla parlayacaktı, fakat biz, karanlığa çoktan gömülmüştük. Ufak bir aydınlanma, bize ne kadar etki edebilirdi ki?
Hakan'a seslendiğimde hızlı adımlarla gelip olduğum tarafta durdu. Kafasını, açtığım camdan, içeriye doğru eğdi, gözlerini gözlerime kenetledi. "Silahını bulamadın, değil mi?" diye sordum tedirginlikle. Başka birinin eline geçmemiş olmasını umuyordum. Özellikle içimizden birinin eline geçmiş ve Ertuğrul Bey'i öldürmüş olma ihtimalinden kaçınıyordum.
"Hayır," dedi memnuniyetsizlikle. Elbette memnun olamazdı. Eğer hepimiz sapasağlam tekrardan buraya dönebilirsek, silahı aramasında bende ona yardımcı olacaktım. Her ne olursa olsun, artık bu saatten sonra, kararımızdan ve hedeflerimizden dönmek yoktu. Olmamalıydı. Yapmamalıydık. Tam gaz devam etmeli, vazgeçmeyi bir an bile aklımıza getirmemeliydik.
Yürü be kızım. Geri dönüşün muhteşem oluyor.
"Bulduğumuz kâğıttan kimseye bahsetmedin, değil mi?" Tereddüt etmeden, direkt, "Bahsetmedim ve lafını açmayı da kesinlikle düşünmedim, düşünmüyorum," dedi. Elini, arabanın üstüne koydu ve iyice bana doğru yaklaşarak, "Athena'nın her iki mevzuyu da bilme durumu olabilir," dedi. Yüksek ihtimal, gücünden dolayı bunu söylemişti. Yoksa benden şüphelendiğini sanmıyordum. Sesimi çıkarmadım.
"Yan koltuğa geç. Diğer arabayı Ares kullanacak," dediğinde kapıyı açtı. Tuhaf tuhaf ona baktım. Neden ben kullanamıyordum ki sanki?
İstemeye istemeye, arabadan inmeden bacaklarımı sırayla yan koltuğa attım ve yan koltuğa geçtim. "Normal bir şekilde arabadan inip yana geçemiyor musun?" Güldü. Dişleri, sokak lambaları tarafından parlaklığını gösterdi. O gülünce, kendime hâkim olamayarak güldüm. Hakan, güldüğümü görmemişti çünkü sürücü koltuğuna geçmekle meşguldü. Binmeden önce ıslık çaldı, Ares ile bakıştılar ve Audi'nin anahtarını ona fırlattı. Bana diyene bak. Daha kendisi anahtarı doğru düzgün veremiyordu.
Ares'e kaş göz işareti yaptı ama o zaten anlamıştı. Öndeki arabaya geçti ve yanına Athena oturdu. Hiç hız kesmeden, Efdal ve Morpheus'da arka koltuklara yerleşti. Bizim bulunduğumuz arabanında arka kapıları açılınca Afrodit ile Rabia bindiler. Ares, gaza yüklenip geriye dönüş yaparak ana caddeye çıktı. Athena, ona yolu gösterecek, bizde onları takip edecektik. Bir mükemmel plan daha.
Açıkçası, yolun bu kadar uzayacağını akıl etmemiştim. Biz daha Nefis Vadisi'ne varamadan, güneş doğmuştu. Karşı tepemde duran aynadan gördüğüm kadarıyla, Rabia ve Afrodit, arkada uyukluyorlardı. Onlarda haklıydı tabii. Gecenin bir körü, uykularından uyanmışlar ve yine, beni dinleyerek Vadi'nin yolunu tutmuşlardı. "Çığlığımı kimse duymamış mı cidden?" Hakan'a kafamı çevirerek baktığımda, sesimin kısık çıkması için gayret gösterdim.
"Aman aman bir çığlık atmamıştın. Ayrıca, uykuları derinmiş ki kimsenin dikkatini çekmemiş." Gözünü, ileride ilerleyen Audi'den ayırmıyordu. Tekrardan bir düşününce, doğruluk payı vardı. Çığlık atmama rağmen, sesimin tonunu en aza indirgemeye çalışmıştım.
Aynadan kendime baktığımda, dağılıp karman çorman olan saçlarıma vuran güneş ışınları sayesinde, bakır rengi olduğundan daha da açıktı. Gözlerimdeki uykusuzluk, yorgunluğumu çok güzel ele veriyordu. Zombi miydim ben ya? Bu ne hal be Anka.
Karnım ağrımaya başladı. Sanırım regl dönemim yaklaşıyordu. Neyse ki marketten ped almayı akıl etmiştim. Sağ salim eve dönersek, ilk işim bununla ilgilenmek olacaktı. En sevmediğim şey olabilirdi. Hele ki böyle, stresli bir durumdayken, reglinin vermiş olduğu stresle iyice harmanlanıyordu.
Ares'in kullandığı araç, önümüzde lak diye durunca, Hakan son anda frene bastı. Az kalsın çarpacaktık. Emniyet kemerimi takmamış olsaydım, camdan uçabilirdim herhalde. "Ne oldu ya? Neden durduk?" Rabia, uykunun ve sarsılmanın verdiği sersemlikle konuşmaya çalıştı. "Anlamadım," dedi Hakan, bir yandan direksiyonu sertçe tutarken diğer yandan kafasını kaldırarak olan biteni çözmeye çalışıyordu.
Bende onun yaptığı gibi, ne olduğunu anlamaya çalışırken farkına vardım ki, Audi'nin ön camına kendini atan iki kişi vardı. Delirmiş miydi bunlar? Ne ara yola atlamışlardı? Az kalsın kazaya sebebiyet verecek ve kendi canlarına mâl olacaklardı.
Aracın camlarına vurarak yardım istiyorlardı. Her ne kadar onları duyamasam da niyetlerinin bu olduğunu anlamıştım. Gözlerindeki korku ve çaresizlik, oturduğum yerden okunabiliyordu. Biri, ufak boylarda siyah saçlara sahip bir kız; diğeri ise dalgalı, açık kumrala sahip orta boylarda bir erkekti. Yaralanmış görünmüyorlardı çünkü üstlerinde kandan eser yoktu.
Ya da benim görebildiğim kısımlarda bulunmuyordu.
Hakan, arabayı kapatmadı. Kendi camını açarak onlara doğru bağırdı. "Ne yapıyorsunuz siz!" Güneşten gözlerim kamaştı, sulanmaya başladı. Ares'te camını indirerek onlarla konuşuyordu. Aynı Hakan gibi, fakat daha sert bir ses tonuyla, onlara hesap soruyordu.
Sağlı sollu, yolun uzaklarından hızlı hızlı sürünerek bizim bulunduğumuz yola gelen birden fazla, devasa yılanlar gözüme çarptı. Ağzımı açtım, yalnızca kelimeler dökülmüyordu. Sesimi çıkarmaya çalışıyordum ama tek yaptığım, Hakan'ın koluna vurmak oldu. Farkında olmadan, o kadar hızlı ve sert vuruyordum ki Hakan sinirle bana döndü. "Ne var Anka? Ne vuruyorsun koluma!"
Kekeleyerek, "Yılanlar," dedim, parmağımla büyüklüklerine inanamadığım yılanları göstermeye çalışıyordum. Elim titriyordu. Bu yılanların büyüklüğü de neyin nesiydi böyle? İşin aslı, dağın tepesinde ilerlemeye çalıştığımız için bunu, normal karşılayabilirdim. Lakin, bu denli büyük yılanları ilk defa görüyordum. Ağızlarını açsalar, tek hamlede hepimizi yutacak şekilde büyüklerdi. Afrodit, "Hakan, yılanlar!" diye bağırdı. Teşekkür ederim Afrodit, yardımıma yetiştin.
Gittikçe daha fazla yaklaşıyorlardı. Çimenlik alanı nasıl da hızlı geçiyorlardı ama... Şoka girdim ve bir süre çıkamadım, kendime gelemedim. Tek sorun büyüklükleri değildi. Yaklaştıkça kendilerini belli eden kırmızı gözleri ve upuzun dişleri de sorunlardan bir tanesiydi. Tıslama sesleri kulaklarıma doldu. Ağızlarını açarak yola çıkmaya çalıştıklarında bize saldıracaklarını anlamam, elbette ki kısa sürmedi.
Kendimi toparladığımda camımı açarak, "Ares, görmüyor musunuz? Bir sürü kocaman yılan, bize doğru geliyor! Onları arabaya al, yılanlara yem olmadan yola devam etmeliyiz!" İsimlerinden bihaber olduğum iki kişi, camlara o kadar sert vurmayı sürdürüyordu ki neredeyse kıracaklardı. Hakan'ın koluna dokundum. "Biri bizim arabaya gelsin. Arkaya sığmazlar," dedim, bir yandan da dışarıyı kolaçan ediyordum.
"Aptal mısınız ya? Acele etsenize!" Afrodit, kendi olduğu tarafın kapısını açtı. "Hey, koşun hadi! Çabuk!" Elini çıkartıp, kendisine yakın tarafta duran kıza doğru salladı. Bu işaret, gel demekti. Kız, arkasına dönüp baktı. Gözlerinin, şokla kocaman açıldığını gördüm. Yılanların farkına varmıştı ve bu sebeple, olduğu yere çakılı kalmış, hareket edemiyordu. Efdal, sağ taraftaki kapıyı açıp başını uzattı. Çocuğa seslendi ve çocuk, sıfır tereddütle arabaya attı kendisini.
"Afrodit, kapıyı kapat!" Hakan, korkunun verdiği tedirginlikle ablasına seslendi. Ona, yeniden can acıtacak bir şeyin olmasını istemiyordu. "Neyi bekliyorsun! Koşsana kızım!" Afrodit, son ana kadar kızın koşup arabaya binmesini bekliyordu. Kardeşini umursamadan kıza bağırdı tüm gücüyle. Ares, arabanın gazına kökleyerek, beklemeden ilerledi. Etraf bir anda duman altı oldu.
"Kapat şu siktiğimin kapısını! Gitmemiz gerekiyor!" Hakan, sol kolunu arkaya atıp, Afrodit'in kapısını kapatmaya çalışıyordu, fakat başarılı olamadı. Yılanların hepsi simsiyahtı. Derileri parlıyordu ve neredeyse dibimizde biteceklerdi. Çok az bir zaman kalmıştı. Onlar yaklaşırken, zemin sarsılıyordu. Resmen, toprağı delerek geliyorlardı. Kız, geriye doğru adımlar atarken, yalpalanarak yere kapaklandı. Çığlıklar atmaya, kendisini koruyabileceğini ümit ederek kollarını yüzüne kapatmaya başladı. Son dakikalar.
Afrodit, adeta arabadan fırladı. Ne yapacağımı bilemedim. Bacaklarım uyuşmuşlardı sanki. Kendime komut veremiyor, hareket edemiyordum. Beynim, çalışmıyordu. Gözlerim, korkuyla açıldı. Çığlık atıp yapmaması için ona bağırmak istedim.
Afrodit, kızın yanına ulaştığında onu, kollarından tutarak ayağa kaldırmaya çalıştı. Hassiktir. Yılanlar çoğalıyor muydu yoksa bana mı öyle geliyordu? Umarım bu, bir göz yanılmasıdır ve bana öyle geliyordur.
"Bir şey yapın!" Rabia, ağlamaklı sesiyle bize doğru bağırırken koltuklara vurmaya başladı. Kulaklarımın içi acıyordu. Tıslamalar... Çok keskinlerdi.
Gözlerimin önünden bir karartı geçer gibi oldu. Ellerimi, bacaklarımı ve en son, tümden vücudumu oynatmayı başardığımda kapımı açtım. Araçtan inmeden önce Hakan'a baktım. Az önceki durumumdan daha beter bir hali vardı, kaskatı kesilmişti. Ablasına bakıyordu, gözleri yaşlarla dolmuştu ancak orada tutuyor, akmalarına izin vermiyordu.
Ares'in, bizi bu, perişan halde bırakıp gitmiş olması, akıl alır değildi. Bize yardım etmeyi tercih etmemişti. Tek derdi, götünü kurtarmaktı. Afrodit'in yanına koştuğumda içimde barındırdığım öfkeme hâkim olamıyordum.
Afrodit, kızın kollarından çekiştirmeye çalıştığında, sarı saçları yüzünü kapatıyordu. Nefes nefese kalmıştı. Ona yardım etme niyetiyle, kızın omuzlarından tutup ayakları üzerine basmasını sağladım. "Acele et," dediğimde, sesimde öfkenin kırıntıları geziniyordu. Başımızda yeterince bela yokmuşçasına, şimdi de bununla ilgilenmek zorunda kalmıştık.
Kız, kendisine geldi, yeşil gözleri bir bana, bir Afrodit'e ve bir de ağzını kocaman açmış sürünerek bize gelen yılanlarda geziniyordu. "Özür dilerim," dedi güçsüzce. Başımı çevirip arkama doğru baktım. Sürü gibilerdi, sanki yer altından açığa çıkıyorlardı. Dakikalar geçtikçe, onlar artmayı sürdürüyordu. Bir, bilemedin iki tane devasa yılan hadi neyseydi de onlarcasıyla nasıl başa çıkacaktık acaba? Olacak gibi değildi. Gücümüz, hepsine birden yetemezdi. Zaten, yetseydi de kendimizi koruyabileceğimiz herhangi bir kesici alet yanımızda bulunmuyordu.
Kızı, omuzlarından arabaya doğru iteklemeye başladım. Bacakları birbirine dolanıyor, gözlerini bir an olsun yılanlardan ayırmıyordu. Hadi ama kızım! Biraz bize yardımcı ol! Boşu boşuna burada, seni kurtarmak için çabalamayalım. Tıslama sesleri gittikçe yakınlaşıyordu. Araba bize çok uzak değildi, ancak bu konumdayken, yetişebilecek miydik? Asla emin olamıyordum.
"Anka, taşlardan birini al." Afrodit, araca doğru yaklaşmayı denerken bana seslendi. "Çok büyükler, nasıl kaldıracağım?" Eğer Ares gitmemiş olsaydı, bize yardımı dokunabilirdi.
Afrodit, güçlükle, kızı arabanın arka koltuğuna, Rabia'nın yanına yerleştirdi ve kapıyı hızlıca kapattı. Devasa yılanlardan iki tanesi, tam arkasında belirdi ve kendilerini yukarıya doğru kaldırdılar. Afrodit, gölgelerinden anlamıştı arkasında durduklarını. Çığlık attım, Hakan kendine geldi. Gözleri, yana, ablasına doğru kaydı. Yılanları, çok değer verdiği ablasının arkasında gördüğünde, gözleri kocaman açıldı ve kafasını iyice yukarıya doğru kaldırdı. Kapının kulpuna eli gitti. Tam açacakken, nereden geldiğini anlamadığım iki tane büyük aslanlardan bir tanesi, Afrodit'in arkasında duran yılanlardan birini, gövdesinden yakalayıp tek hamlede parçalara ayırdı. Kükremesiyle araç sallandı. Etraf, kan gölüne döndü. Yılanın parçaları etrafa saçıldı.
Bedenim sarsıldı. Kollarımı, yüzüme siper ettim. Aslanlar, nereden çıkmışlardı böyle?
Diğer aslan, yine aynı şekilde, başka bir yılanın kuyruğundan yakaladı. Yılan, onunla boğuşmaya çalışırken tıslamaları, ciddi manada, acı çığlıklara dönüşmüştü. Sol tarafımda duran aslana, kollarımın arasından baktım. Daha önceden karşılaştığımız aslanlar gibi, gözleri kırmızı değildi. Sarı renkte gözlere sahipti. Bunun bir anlamı var mıydı? İyi ve kötü aslanlar, mümkün olabilir miydi?
Tekrardan düşündüğümde, yılanlarında gözlerinin kırmızı olduğunu idrak ettim. Kötülüğün sarıp sarmaladığı kırmızı gözler...
Afrodit, bana seslenip arabaya binmemi söyledikten sonra kendisini arka koltuğa attı ve kapıyı kapattı. Diğer yılanlar, arabanın etrafını sarmaya başlamışken, iki aslan, onları kuyruklarından yakalayarak araçtan uzaklaştırmaya çalıştı. Bize yardım ediyorlardı. Demek ki, sarı gözlüler, iyi olanlardı.
Bir tane yılan, aslana doladı kendisini ve onu sıkmaya başladı. Aslan, yılanın arasında can çekişirken, Hakan, arabadan fırlayıp yanıma geldi ve kolumdan sıkıca tutarak beni, yan koltuğa götürdü. "Bin hemen!" Dediğini yaptım. Kendisi de hemen sürücü koltuğuna geçti ve kapıyı kapatır kapatmaz gaza bastı. Karşımızda, aslanlar, yılanlarla büyük bir mücadele içerisindelerdi. Yılanın boğmaya çalıştığı, ölmüştü. Büyük cüssesiyle, yerde öylece yatıyordu.
Diğeri ise, yılanlarla başa çıkmakta güçlük çekiyordu. Yerde yatan aslana bakıyor, etrafında sinsice sürünen yılanlara doğru kükrüyordu. Kalbim, güm güm atmaya başladı. Elimi, kalbime koydum, yerinden fırlayacak gibiydi. Nefeslerim düzensizleşti. Aralarından geçmeye çalıştığımızda, araba sarsılıyordu. Aslan ise, kırmızı gözleriyle adeta ateş saçan yılanları yolun kenarına itip, bize yol açmak için çaba sarf ediyordu. O da farkındaydı, yılanlar, aynı diğerine yaptıkları gibi, onu da öldürecek, nefessiz bırakacaktı.
"Daha hızlı sür! Aslan daha fazla onları oyalayamaz! Yoksa peşimize takılacaklar ve boku, tümden yiyeceğiz!" Rabia, arkadan, çığlık çığlığa Hakan'a doğru bağırıyordu. Hakan, yüzünü buruşturdu ve daha gaza, bütün gücüyle yüklendi. Araç, adeta uçarak ilerliyordu, bu nedenle kemerimi taktım. Son gazla, aslanı ve yılanları arkamızda bırakmıştık. Her ne kadar, içimi büyük bir rahatlama kaplasa da nefeslerim bir türlü düzene girmiyordu.
"Siktir! Aresleri nasıl bulacağız şimdi?" diye sordu Afrodit, hayıflanarak. "İnan bana, bulduğumuzda, onu öldüreceğim," dedi Hakan dişlerinin arasından. Yüzüne döndüm, kaşları çatıktı. Direksiyonu iki eliyle kavramış, sımsıkı tutmaktan elleri kızarmıştı. Afrodit, Hakan'ın dediğini yok sayarak, ortalarında oturan kıza sakinleşmesini söylüyordu. Derin derin nefesler alması gerektiğini söylerken, diğer yandan da adını sorup duruyordu.
"Teşekkür ederim," dedi kız kekeleyerek. "Çok teşekkür ederim." Sesindeki minnet duygusu, kendini açığa çıkarıyordu. Biz, o yoldan geçmeseydik, ölmüş olacaklardı. Ellerimi, dizlerimin üstüne koymadan önce camımı açtım. İçeriye soğuk hava dalgası yayılırken, havayı içime çektim. Arkamı dönüp kıza baktım, bakışları dizlerindeydi. Hala titremekte olan dizlerinde.
Bir elimi, dizine yerleştirip sıktım. "İyi olacaksın," dedim mırıldanarak. Başını kaldırdı ve yüzüme baktı. Yaşlarla dolan gözleri, bir nebze de olsa rahatlamış görünüyordu. Gülümsedim. "Adın ne?" diye sordum cevap vermesini umarak.
"Eylül." Normal bir adı vardı. Bir tanrıça ismine sahip değildi.
"Pekâlâ Eylül, kimden kaçıyordunuz?"
"Kim olduğunu bilmiyorum."
Kemer, boğazımı kesmeye başladığında önüme döndüm. "Ama," dedi sakince. Onu görebilecek şekilde, dikiz aynasından arkaya baktım. Yeşil gözleri direkt benimkileri buldu. "Ama, yılanları yönetebilen bir kadındı. İsmini hatırlayamıyorum," dedi daha sonra. Yılanları yönetebilen bir kadın mı vardı?
"Biraz daha açıklar mısın?" Soruyu, Afrodit sordu.
"Çok bir bilgim yok aslında. Sadece, yılanları besleyip onları kötülük için kullandığını ve hatta, yeri geldiğinde onlarla konuştuğunu biliyorum o kadar."
Bu kadın da kimdi?
"Angitia," dedi Hakan hiç beklemediğim bir şekilde. Ona döndüm. Yan aynaları kontrol ediyor, daha sonra tekrardan yola odaklanıyordu. "Hah, evet işte o!" Eylül, sevinmişti. Ondan başka birinin de bu kadını biliyor olması, onu sevindirmişti.
"O kim?" Rabia, biraz daha konuşmasaydı, burada olduğunu unutacaktım.
"Yılanlar üzerinde güce sahip olan tanrıça." Açıklamayı Hakan yaptı. Angitia'yı nereden duymuş olabileceğini merak ettim. Daha önce, hiç bu isimde bir tanrıça duymamıştım.
Yola odaklandığımda, sağda, dörtlülerini yakmış siyah bir araba duruyordu. Hakan'ın koluna dokundum. Aresler olabilirdi.
Hakan'da benim gördüğümü görünce, sağa yanaşarak aracın arkasına geçti ve park etti. Evet, onlardı. Siyah Audi. Bizimle aynı yolda giden başka bir siyah Audi olamayacağını düşünerek, bu kanıya varmıştım.
Hakan, kemerini çözdü ve kapısını açıp indi. Hiç beklemeden arkasından indim. Sürücü kapısının yanına gitti ve camı yumrukladı. Kapı açıldı ve Ares'in sol bacağını dışarı attığını gördüm. Athena'da kapısını açtı ve dışarıya attı kendisini. Arkasına döndüğünde beni fark etti. Koşarak yanıma geldi ve sarıldı. "Sizi bırakmak istememiştik, yemin ederim Anka! Çok üzgünüm!" Sesi çok mahcup geliyordu. Sırtına dokundum. "Tamam, sıkıntı yok. Senlik bir durum değil," dedim düz bir ses tonuyla. Sıkıntı vardı tabii ki, ancak sesindeki pişmanlıktan dolayı konuyu onunla değil, bizi orada bırakan Ares ile konuşacaktım.
Ares, araçtan inmişti, hemen yanına koştum. Ellerimle, göğsünden itekledim. "Bizi nasıl orada bırakmayı göze alabildin!" Bir adım bile geriye gitmemişti. Gücüm, onunki karşısında yetersiz kalıyordu tabii. Ne olursa olsun, yine şansımı denedim, daha sert itekledim. "Aptal! Az kalsın ölecektik! Göz göre göre bizi, ölüme attın!"
Hakan, elini koluma doladı ve beni geriye doğru çekti. Fazla tepki verdiğimi söyleyeceğini sandığım sırada, Ares'e bir yumruk geçirdi. "Piç!" Tekrardan bir yumruk daha indirdi. Ares hiçbir tepkide bulunmadı, sadece ağzının kenarındaki kanı, baş parmağıyla sildi.
Morpheus, arabadan çıktı ve Hakan ile Ares'in arasına geçti. Ellerini, Hakan'ın göğsüne koydu.
"Yeter! Durun artık!" Hakan, ona değil, Ares'e bakıyordu. Bakışları, onu delip geçecek kadar keskindi.
"Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz!"
"Sen karışma Morpheus," dedi Hakan dişlerinin arasından. Sinirden, hızlı hızlı nefesler alıp veriyor, omuzları yukarı kalkıp iniyordu. Kolundan tutup çekiştirdim. "Tamam Hakan. Bu kadarı yeterli," diye fısıldadım çünkü daha fazlası olsaydı, mevzu daha çok büyüyecek, rayına oturtamayacaktık.
Afrodit, "Hakan, buraya gel!" diye emretti. Elim, Hakan'ın kolundan eline doğru indiğinde elini sımsıkı tuttum. "Arabaya binelim hadi." Bir süre Ares'i izledi. Geri adım atmak istemiyordu, anlayabiliyordum.
"Seninle daha işim bitmedi," dedi Hakan. Arkasını dönüp araca yürürken elimi bırakmadı, onu takip etmek durumunda kaldım. Ares, tek kelime etmeden sürücü koltuğuna geçtiğinde Morpheus'da arka tarafa bindi. Athena, bana baktı. Yüzündeki üzgün ifadeyi gördüm, özür dilercesine bakıyordu.
Hakan'ın elini bırakıp araçtaki yerimi aldım. Hakan da sürücü koltuğuna geçti ve kemerini bağlayarak aracı çalıştırdı. "Siktiğimin oğlu," dedi kendi kendine. Audi'nin dörtlüleri kapandı ve sola sinyal vererek, yeniden yola çıktığında bizde, onların peşine takıldık. Güneş, tepede belirmişti. Yolumuza aydınlık sağlıyordu. Bugün, hiç bitmeyecek gibi geliyordu.
Üstüne, tüm günü uyku uyumadan geçirmekte eklenince, gözlerim o kadar çok yanıyor ve ağırlaşmaya başlıyordu ki, her şeyden sıyrılıp güzel bir uyku çekmek istiyordum.
________
Nefis Vadisi'nin önüne geldiğimizde, araçları sırayla, arka arkaya park ettik ve arabalardan indik. Neredeyse on katı büyüklüğümüzdeydi. Çok görkemli ama bir o kadar da eski gözüküyordu. Duvarların kenarları yıpranmış, ön tarafta, giriş kısmında duran merdivenlerin kenarları kırılmıştı. Buraya daha önce uğrayan var mıydı acaba?
Güneş, Vadi'nin arkasında durduğu için, bize yansımıyordu. Açıkçası, mutlu olmuştum çünkü kafamı karıştıran bir durumdu bu: Güneş ışınları, bana asla iyi gelmiyordu.
Vadi'nin çevresi, yeşilliklerle donatılmıştı. Merdivenlerin bulunduğu kısmın sağında ise, göl bulunuyordu. Yeniden, timsahların saldırısına uğramayız umarım, diye geçirdim içimden. Geçen sefer, Efdal zarar görmüştü. Onu iyileştirdiğim için kendimi çok mutlu ve gururlu hissetmiştim.
"Ertuğrul Bolat'ın bahsettiği Nefis Vadisi bu olsa gerek," dedi Efdal, içimden onun da adını geçirmemin üstüne. "Öyle görünüyor," dedi Athena, yanına aldığı kitabın sayfalarına bakarak. Yüksek ihtimal, doğru mu geldik diye kontrol ediyordu.
Rabia, "Sahi, o adamı kim öldürdü? Bunu hiç konuşmadık," dediğinde ona baktım. Hakan'ın dibinde duruyor, soruyu da ona bakarak soruyordu. Hakan ise, Vadi'nin etrafını inceliyordu. Gözlerini kısmış, ensesini kaşıyordu.
"Kimin öldürdüğünü bilmiyoruz. Güven bana, sapasağlam eve vardığımızda, üstünde duracak ve bu ani ölümü konuşacağız." Rabia, gülümsedi ve bakışlarını Vadi'ye çevirdi. Onları izlemekten vazgeçip, merdivenlere doğru yürüdüm. Yeterince uzun bir merdivendi ve çıkması bir hayli güç gözüküyordu.
"İçeri gidecek miyiz sahiden? Ya daha ürkütücü yaratıklar varsa içeride?" Efdal, yanımda bitti. Ona bakmasam da onun bana baktığını anlayabilmiştim. "İllaki vardır. Baksana, kocaman burası." Elimle Vadi'yi gösterdim sanki görmemiş gibi.
Mısır'da bulunan yapılara benziyordu. Belki de bu sebeple daha çok dikkatimi çekmişti.
"Kendimizi koruyacak hiçbir sikim yok yanımıza, farkında mısın? Ne yapacağız içeride?"
"Farkındayım Efdal ama bugüne kadar nasıl kurtulduysak yine öyle olacak."
"Fazla emin konuşuyorsun Anka," dedi iğneleyici ses tonuyla. Onu geride bırakarak merdivenin basamağına ilk adımımı attım. Ben, merdivenleri çıkmaya başlarken, arkamdan gelen adım seslerini duydum. Takip ediyorlardı. Sonuç olarak, buraya boşu boşuna gelmemiştik, bir amaç uğruna buradaydık. Değeceğini düşündüğüm bir amaç uğruna. Umarım, yanılmazdım.
Son basamaktan çıktıktan sonra nefes nefese kalmıştım. Girişe bakmadan önce arkama döndüm. Hakan, Afrodit, Ares ve Athena, kenarda dikiliyor, diğerlerinin çıkmalarını bekliyorlardı. Eylül, yeni çocuğun yanından ilerliyordu. Az kalsın ayağı kayıp geriye düşecekti ki, adını henüz öğrenemediğim çocuk, onu bileğinden tutup düşmesine engel oldu. Onların burada, bizimle oldukları unutuyordum neredeyse.
Tepeden bakıldığında her şey ne kadar da ufak gözüküyordu. Göl, görünmüyordu bile. Etraf, uçsuz bucaksızdı ve en kötülerinden biri de buydu. Ne zaman bu kadar sessiz ve sakin bir çevrede bulsak kendimizi, arkasından sıkıntılı bir olay ile karşı karşıya kalıyorduk. Dua ediyordum da bari ilk kez güzel bir olay gelseydi başımıza.
Herkes, tepeye ulaştığında derin bir oh çektim. Eylül, yanında hala kolunu tutmakta olan çocuğa, "Teşekkürler, Bora," dediğinde çocuğun adının Bora olduğunu öğrenmiş oldum. Aynı Eylül'e nasıl tanrıça ismi verilmemişse, ona da tanrılardan bir isim bahşedilmemişti. Bu demek oluyordu ki, bize nazaran normallerdi, herhangi bir güce sahip değillerdi. Hangi bölgeden olduklarını merak etmeden duramamıştım.
"Bakın!" dedi Rabia, işaret parmağıyla Vadi'nin girişini göstererek. Heyecanlı seslenişinden dikkatim dağılmıştı, arkama dönüp gösterdiği yöne baktım. Vadi'nin girişindeki her iki yanda, uzun, Anka kuşu heykelleri duruyordu. İkisi de taş kanatlarını açmıştı ve ikisinin de gözlerinde turuncu parıltılar yer alıyordu. Bir nevi, oraya, turuncu taşlar yerleştirilmişti. Neden burada, Anka kuşu heykellerinin bulunduğunu sorguladım. Bununda bir nedeni vardır elbette, diye aklımdan geçirdim.
Rabia, sol taraftaki heykele dokunurken, "Neden Anka kuşu heykelleri var?" diye sordu merakla.
"Bir rivayete göre, bir gün kuşların hükümdarı olan Anka kuşu, bir diğer adıyla Simurg, ansızın ortadan kayboluyor ve kuşlar tam ümitlerini kesecekken, bir kuş tüyü bulurlar ve hükümdarlarını aramak için seferber olurlar. Görevleri ise, Kaf Dağı'na çıkmak. Fakat, ondan önce zorlu, başka bir görev onları beklemektedir. Hükümdarları Simurg'a ulaşabilmeleri için yedi tane Vadi'yi geçmeleri gerekir ve onlardan ilki ise Nefis Vadisi'dir."
Eylül, bize açıklamada bulunduğunda şoka uğradım. Bu kadar bilgiyi nereden biliyordan ziyade, anlattığı rivayet, tümden Anka kuşu ile bağlantılıydı. Ve Simurg... Afrodit'in bana daha önceden seslendiği isim. Meğer, Anka kuşunun diğer adıymış, sebebini işte şimdi öğrenmiştim. Tüylerim diken diken oldu, hikâyenin beni, bu denli etkileyebileceğini kestirememiştim tabii ki.
Eylül dışında, bende dahil herkes, hikâyeyi sindirmeye çalışıyordu. Demek ki, heykellerin bulunmasının nedeni, bu rivayetti.
Peki ya biz ne bulacaktık bu Vadi'den? Madem, kuşlar, hükümdarlarını aramak adına seferber oldularsa, bizim burada ne işimiz vardı? Sanıyorum ki, içeriye girmeden bunu asla öğrenemeyecektik. İşte şimdi, içeriye girmek için can atıyordum. Zaten meraklıydım, ancak anlatılan rivayet sayesinde, merakım ikiye, hatta üçe katlanmıştı.
Vadi, beklediğimin ötesindeydi. Daha çok dağlık bir mekâna gideceğimizi umarken, karşımızda tapınak olarak adlandıracağım bir güzellikle karşılaşmıştık. Dışarıdan her ne kadar büyüleyici gözükse de içini bilmiyorduk. İçeride nelerle karşılaşacağımızdan da bihaberdik.
Uykusuzluktan gözlerim deli gibi yanıyordu, fakat bu bana engel değildi. İçeriye doğru adımımı attım, diğerleri hala tereddüt içerisindelerdi. Kapısı vardı evet, ancak açıktı. Belki de içeride bizden başka insanlarda olabilirdi. Acaba onlarda, bizim gibi cevaplar aramaya mı gelmişlerdi?
Tahmin ettiğim üzere, arkamdaki adım seslerini işittim. Ayakkabılarımızın altında çatırdayan ufak taş parçaları, içeride yankı yapıyordu. Etrafta dönüp dolaşan, aydınlatmaya yarayan büyüklü ufaklı ışık topları mevcuttu. Hem değişik hem de tuhaftı ve bir o kadar da hoş gözüküyorlardı.
Bize değmiyorlar, tepeden aşağıya doğru hafifçe süzülüp, tekrardan yukarı çıkıyorlardı. Bu ışık toplarını sağlayan gücün kaynağını merak etmiştim doğrusu. "Burada, tam olarak ne bulmayı planlıyoruz, anlamış değilim," dedi Bora, Eylül'ün yanı başında, ışık toplarını süzerken. Gözleri, bir sağa bir sola kayıp duruyordu.
Afrodit, "Sormaktan bıkmadığımız ve aramaktan da vazgeçmeyeceğimiz soruların cevapları," dedi mırıldanarak. Hakan ve Ares'in ortasında ilerliyordu. Ares'in dudağındaki kan, kurumuştu. Hakan ise meraklı gözleriyle tepeden tırnağa, duvarlara bakıyordu. Duvarlarda çizimler yer alıyordu. Tanrı ve tanrıçalar. Var olduğundan bile haberimizin olmadığı değişik hayvanlar ve daha niceleri. Bu çizimlerin kaynağı, mimarisi kimdi acaba? Baya eski bir yerdi. Yüz yıllar önce yapılmış olma ihtimali olabilirdi elbette.
Riske girdiğimiz bu yolculukta, dikkati elden bırakmadan hedefimize ulaşma niyetindeydim. Bilirsiniz, bir şeyi çok kalpten niyet ederseniz, er ya da geç, size gelir.
"Burası tamamen çöplük. Bence burada bir sikim bulamayacağız. Ben çıkıyorum," dedi Efdal, yüzünü buruşturarak. Morpheus onu kolundan yakaladı. "Hiçbir yere gitmiyorsun. Dışarıda tek başına kalırsan ve eğer başına bir şey gelirse kimse senin imdadına koşamaz. O yüzden lütfen, beni, sana bir şey olacak korkusuyla bırakma," dediğinde, Efdal, kahverengi gözleriyle, ona şaşkın şaşkın baktı. Bu tepkiyi beklemediği aşikardı. Morpheus'dan gelen bu sözler sayesinde mutlu olmuştu, yüzünden okunuyordu. Birlikte çok tatlı gözüküyorlardı aslında.
Işık topları, aşağılara doğru inerken, köşelerdeki tozu toprağı görmemek imkansızdı. İleride duran, kafa karıştırıcı güzellikte bir sürü mücevherler bulunuyordu. Parıltıları, gözümü kamaştıracak derecedeydi. Gerçekler miydi acaba? Ve neden burada duruyorlardı? Bu işte, bir bit yeniği vardı. İçimi bir kuşku kapladı. Mücevherler, buraya bilerek konulmuş olmalıydı çünkü bu kadar basit olamazdı.
"Şu mücevherlere de bakın!" Eylül, mücevherlerin bulunduğu kısma doğru koşarak gitmeden hemen önce "Dur!" diye bağırdım, fakat beni duymamıştı bile. Vadi'nin adını yeniden anımsadığımda, taşlar yerine oturmaya başlıyordu. Nefis. Nefsimize yenik düşmemiz için oraya konulmuşlardı. Aslına bakarsak, bizi bekliyorlardı evet, ancak onları elimizi kolumuzu sallayarak alıp buradan kaçamayacağımızda ortada olan bir gerçekti. Tuzak kurulmuştu.
"Sizde duyduğunuz mu?" diye sordu Ares. Tam, neyi duyduk mu diye soracakken yüksek bir ses duyuldu. Adım sesleriydi. Bir insana ait olamayacak kadar kuvvetli ve baskındı. Eylül, mücevherleri, bir bir elinde tutarak incelerken, Bora ona bağırdı. "Eylül, bırak onları!" Ama nafile. Eylül'ün gram umurunda değildi. Gözlerindeki parıltı, mücevherlerin yansıması mıydı, yoksa kapıldığı büyünün etkisi miydi, emin olamıyordum. Belki de her ikisi birdendi.
Yaklaşmakta olan adım seslerini duymamış olamazdı. "Eylül!" Ona seslenmeyi sürdürüyorduk, o ise, göz kamaştıran bir kolyeyi bize doğru kaldırıp "Bunu yanıma alacağım!" dedi ve kolyeyi cebine sıkıştırdı. "Ah, hepsini almak istiyorum! Bana yardım edin!" Gülüyordu. Delirmiş gibiydi.
"Anka."
Derinlerden, ismimi zikreden bir ses işittim. Beklenmedik sesin sahibi yüzünden yerimden sıçradım, olduğum yerde çakılı kaldım. Dönüp etrafımdakilere baktım, hiçbirinden gelmemişti. Nereden gelmişti bu ses? Neden benim adımı söylüyor, bana ulaşmaya çalışıyordu?
"Buradan kaçmanız gerekiyor." Yeniden, kim olduğu hakkında en ufak bir fikrimin olmadığı aynı ses, bizi uyarırcasına dile geliyordu.
"Kimsin sen?" diye sordum sesimi alçaltarak. Cevapsız bırakıldığımda, "Aradığımız cevapları bulmadan bir yere gitmeyeceğim," dedim. Sesimi düzene sokmaya çalışıyordum.
"O, yaklaşıyor," demesiyle birlikte, Eylül'ün arkasından, karanlıkta kalmış bir dev, kendini açığa çıkardı. Göbeği, kocamandı. Alt dişlerinden iki tanesi belirgin bir şekilde, sivriliği ile gözler önündeydi. Ağzını açarak, sinirini belli edecek şekilde kükredi. Aslan kükremesi gibi değildi bu, çok daha vahşi ve kulak tırmalayıcıydı. Dev'in hareketleriyle, köşelerdeki tozlar, havada uçuşmaya başladı.
Rabia, çıkan ses karşın bir çığlık attı. Ellerim, kulaklarıma gitti. Benimle, herkes olduğu yerde durdu. Eylül, sesi duymamıştı sanki, çünkü hala bulduklarını cebine atmaya çalışmakla meşguldü. Trans halindeydi, apaçık ortadaydı. Dev, Eylül'ü yakalayıp avucunun içine aldığında, resmen Eylül görünmez olmuştu. O, kendi gibi, kocaman avucunun içinden Eylül'ü seçemiyordum. Ufak bedenini havaya kaldırdı, yüzüne baktı ve tekrardan aynı sesi çıkardı. Eylül'ün saçları geriye doğru havalanırken, elinde tuttuğu kolyeler yere düştü.
O sırada, Rabia, arkasına bile dönüp bakmadan geldiğimiz yöne doğru koştu. Gözlerim bir Eylül'ü elinde tutan Dev'e bir de giriş kapısından kendini dışarıya atan Rabia'ya kayıp duruyordu.
"Bu Ogre! İnsan eti yiyen dev!" Athena'nın konuşmasıyla, Dev'in, Eylül'ün kafasını kopartıp yemesi bir oldu. O an, zaman durdu. Önceden yaptığı gibi, bana karşı gelmeye çalışıyordu ama hayır. Zamanı, ben kontrol ediyordum; o beni değil.
Bora, çığlığı kastı, başını ellerinin arasına aldı. "Ne yapacağız!" Bağrışmalar sırasında, Ogre'nin sivri kulakları dikleşti. Hala, Eylül'ün bedenini, avucunda sımsıkı tutarken, delip geçen bakışlarını bize çevirdi. Gülüşü, ürkütücüydü.
"Buradan kaçmanız gerekiyor." Demişti bana, kimliğine uzak olduğum ses. Ogre'den mi bahsetmişti acaba? Yoksa, burada durmayı sürdürürsek, başımıza daha fazla mı felaket gelecekti?
"Hakan! Kardeşim!" Afrodit, yere düşüp kriz geçirmekte olan Hakan'a bağırdı. Ona doğru eğildiğinde, Hakan, artık hareket etmiyordu. "Baygınlık geçiriyor!"
Gözlerim karardı. Kalbim, atmıyordu sanki. Nefeslerim birbirine karıştı, düzensizleşti.
İnsan eti yiyen, Ogre ismindeki dev ile karşı karşıyayken, âşık olduğum adam, gözlerimin önünde, yere düşüp bayılmıştı. Ona, en ihtiyacım olduğu zamanlardan birindeydim. Elim kolum bağlanmıştı. Ne yapacaktık şimdi? Gözyaşlarım gözlerimde birikene kadar, ağlamamak için kendimi kastığımın bilincinde değildim.
Düşün Anka, düşün.
^^^
Merhabalar efendim! OFFFF ÇOK HEYECANLIYIM! Yeni bölümü yazmak resmen işkence gibiydi ahahfjdfk
Kitabıma bir şans verirseniz, beni gerçekten çokk mutlu etmiş olursunuz! :)
Fazlasıyla, her detayı kafama taktığım ve mükemmeliyetçi olduğumdan dolayı, bölümleri tekrar tekrar kontrol etmek durumunda kalıyorum...
Okuyan varsa, umarım bölümü sevmiştir! Öpüldünüz! <3
Beni takip edin!
instagram: semina.akaydin
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
262 Okunma |
64 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |