
Merhabalar! Bir hafta aradan sonra kavuştuk 💖Bu bölüm için tepkilerinizi merak ediyorum. Beni lütfen oy ve yorumlarınızdan mahrum bırakmayın 🥹 Bir yazarı motive eden en önemli şeyler sizin yorumlarınız💖 Umarım beğenirsiniz. Haydi, başlayalım! 💖🫧
Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.
Instagram/Twitter/Tiktok:monsoleil777
Hayat, hissettiklerimiz kadardı. Yaşadıklarımızdan çok, onları yaşarken ne hissettiğimizdi bizi biz yapan. Duygular olmasaydı, o anların içinde gerçekten var olabilir miydik? Yıllar sonra bile bir anı hatırladığımızda içimizi kıpır kıpır eden, boğazımıza oturan ya da dudaklarımıza bir tebessüm konduran o şey hislerimizdi. Hissetmek, insan olmaktı.
Ben her zaman duygularını yoğun yaşayan biri olmuştum. Kimi zaman bu yüzden çok pişmanlık duydum, evet. Ama çoğu zaman kendimle barışmayı tercih etmiştim. Herkes aynı olmak zorundaysa, farklılıklarımızı neye borçluyduk ki zaten?
Evde geçirdiğim bu iki gün, kendimle baş başa kalmamı sağlamıştı. Sessizlik, insanı en çok kendisiyle konuşturan şeydi. Operasyonda yaptığım şeyi defalarca düşündüm. Bir yanım yaptığımın bencilce olduğunu fısıldıyordu kulağıma: "Timini riske attın." Diğer yanım ise, içimdeki küçük kızı savunuyordu: "Bunu yapmasaydın, o çocuğu kurtarmasaydın, kendi çocukluğuna ihanet etmiş olurdun."
İçimdeki bu iki ses, susmadan konuştu durdu. Her çark dönüşünde bir kez daha yüreğimi ezdi. Bu sabah uyandığımda, yeniden karargaha dönecek olmanın verdiği tuhaf bir huzur vardı içimde. Evet, hâlâ içim tam olarak rahat değildi ama en azından bir şeyler yapabilecek olmak, beni dinlenmekten daha çok iyileştiriyordu. Evde kalmak beni boğmuştu.
Timdeki arkadaşlarım WhatsApp üzerinden ara ara yazsalar da dinlenmem gerektiğini bildikleri için fazla detaya girmemişlerdi. Ama ben operasyonun son durumu ne oldu, her şey yolunda mı, neler değişti hepsini merak ediyordum. Kamuflajlarımı titizlikle giydiğimde botlarımı ayağıma geçirirken, ayağımdaki çiziklerin üzerinden geçerken canım acımıştı. O anları düşünmemeye çalışarak saçlarımı toplayıp aynadaki yansımama kısa bir bakış atmıştım. Hazırdım.
Evler ayarlanırken karargaha olan mesafe düşünülerek yerleştirilmiştik. Bu yüzden yürüyerek beş dakika gibi kısa bir sürede karargahın kapısına ulaştım. Nöbet tutan askerler beni görünce toparlanıp selam vermişlerdi. Ben de başımla karşılık verdiğimde yüzümde mesafeli bir tebessüm vardı. Toplantı salonuna doğru ilerledim. Sabah telefonuma gelen mesajda bugün brifing yapılacağı yazıyordu. Operasyon hakkında detaylı bilgi verilecek ve muhtemelen sonraki adımlar konuşulacaktı. Kapıdan içeri girdiğimde, ilk fark ettiğim şey yüzbaşının henüz gelmemiş olduğuydu. Ama diğer herkes oradaydı. Aybars, masanın başında dosyaları inceliyor, ekibin geri kalanı da kendi aralarında alçak sesle konuşuyordu. Kapının yanında durup birkaç saniye nefes aldım. Sonra adımımı attım.
"Aybars Komutanım," diyerek net bir sesle selam verdim. Başını kaldırdı, bakışları üzerimde gezindi.
"Hoş geldin Birce.'' dedi, başını hafifçe eğerek.
"Hoş geldiniz komutanım." Selin'in yüzü gülüyordu. Ben de ona içten bir tebessümle karşılık verdim.
"Hoş buldum Selin. Mutlu gördüm seni." dedim. Yüzündeki gülümseme daha da genişledi ama cevap vermedi. Diğer arkadaşlarım da sırayla hoş geldin dileklerini iletti. Tam o sırada kapı açıldı ve yüzbaşı içeri girdi. Her birimiz bir refleksle ayağa kalkıp asker selamına geçtik.
"Otur asker." dedi. Komutu duymamızla birlikte tekrar yerlerimize dönmüştük.
"İyi misin?" yüzbaşının sorusuyla bakışlarım ona kaydı.
"Sağ ol." dedim, gözlerimi kaçırmadan. Bu adam insanın dengesini altüst ederdi. Kafanı karıştırır, seni kendinden uzaklaştırır ama sonra bir şekilde yine sana seni buldururdu. Yavaşça konuşmaya başladı:
"Operasyon sekteye uğradı. Başarısız diyemeyiz. Şahsın fiziksel özellikleri elimizde. Onu almaya gelen arabanın plakası sorgulandı. Araç çalıntı çıktı." şaşırmadım. Zaten içten içe bunu biliyordum.
"Süreç nasıl ilerleyecek, komutanım?" sözüm biter bitmez bakışlarını tekrar bana çevirdi. Bir an durdu.
"Albayın bir planı var." dedi ve sustu. Detaylar gelecek gibiydi. Sessizce bekledim.
"Yetimhaneye gidip, kimliklerini öğreneceğiz." zaman bir anlığına durdu sanki. Sözleri tam anlamıyla içime oturmuştu. Ne dediğini anlamamış gibi bakmış olmalıyım ki dudaklarımdan kendi kendine dökülen bir kelime çıktı:
"Anlamadım?" derin bir nefes alarak açıklamaya devam etti:
"Sen ve ben Birce. Tek başına değil. Beraber o yetimhaneye gideceğiz. Hangi aileye evlatlık verildiklerini ve kimliklerini öğreneceğiz." tek başına değil vurgusu, gözlerimin içine baka baka söylenmişti. Beni yalnız bırakmayacağını ifade ediyordu. Ben de görev bilinciyle başımı sallamıştım. Bencillik yapıp görevi riske atacak değildim.
"Ne zaman gidiyoruz?" diye sordum. Yüzünde kısa, neredeyse görünmez bir tebessüm belirdi ve hızla kayboldu.
"Bu gece yola çıkacağız." Oğuzhan'ın sesi araya girdiğinde dikkatleri üzerine çekti:
"Biz ne yapacağız?" bu çocuk gerçekten inanılmazdı. Bazen ciddi mi, şaka mı yapıyor anlayamıyordum. Yer ve zaman kavramı onda galiba eksik kodlanmıştı. Yüzbaşının iç geçirdiğini görmüştüm. Derin, sabır isteyen bir nefes almıştı. İçinden büyük ihtimalle bol harfli küfürler geçirmişti.
"Sen, ben gelene kadar odamı temizleyeceksin." dedi net bir şekilde. Alperen'in kahkahası salona yayıldı. Yüzbaşının bakışlar ona dönünce, yüzü direkt düşmüştü. Oğuzhan'ın ise ağzı bir karış açık, yüzbaşına bakışı kalmıştı.
"Anlamadım komutanım?" dediğinde, yüzbaşı oturduğu yerde dikleşti.
"Neyi anlamadın tam olarak, asker?" Oğuzhan hemen ciddileşti.
"Odanızı bal dök yala yapacağımı çok iyi anladım komutanım. Foşur foşur her yeri sileceğimden yana şüpheniz olmasın." dedi. Gülmemek elde değildi. Ben de gülümsedim ama yüzbaşının bana dönmesiyle, gülümsemem usulca silindi.
"Şimdi hepiniz odalarınıza. Bir ton evrak işi var. Kastamonu dönüşü, gidişata göre yeniden görev çıkabilir." herkes toparlandı. Tam kapıya yaklaşmıştım ki:
"Sen kal Birce." sanırım yolculuk detayları konuşulacaktı.
"Buyurun komutanım." dedim ve geri döndüm. Eliyle karşısındaki sandalyeyi işaret etti.
"Ayakta kalma, otur." oturduktan sonra ses tonu yumuşadı.
"Uçak sabaha karşı 05.00'te." başımı sallayarak onayladım.
"Bu adamın yüzünü hiç görmemiştin, değil mi?"
"Hayır, görmedim." dedim tereddütsüz.
"Gözlerini görsen tanır mısın?" bakışlarım onun yüzünde gezinirken, netti:
"Evet.'' başını yavaşça salladı.
"Önce yetimhaneye gidip kimliklerini öğreneceğiz. Sonra hangi aileye verildiklerini. Seninle gitmemin sebebi, onu teşhis edebilecek tek kişinin sen olman." oraya gitmenin beni nasıl etkileyeceğini biliyordum. Ama bu, görevdi. Ve ben hiçbir zaman duygularımı vatanın önüne koymazdım.
"Tamam komutanım." cevabımı verince kısa bir duraksamayla sordu:
"Bu kadar mı?"
"Olması gereken bu. Benim isteğimden daha önemli." yüzü ciddiyetini korurken başını usulca salladı.
"Sabah seni arabayla almaya geleceğim. Eve yaklaşınca ararım." asker selamına geçtim.
"Emredersiniz komutanım."
"Çıkabilirsin." toplantı odasından çıkarken, kafamın içinde birbiriyle yarışan düşünceler vardı. Hepsi sesli, hepsi karışıktı. Odama ulaştığımda, masa üstü evraklarla doluydu. Yüzbaşının dediği gibi önüme yüzer sayfalık kağıtlar serilmişti. Bugünüm onlarla geçecekti. Hem görev hem kendimle baş etme mesaim başlamıştı.
Karargahtaki gün, evraklarla boğuşarak geçmişti. Kalem elimdeyken bile düşüncelerim zihnimin kuytu köşelerinde cirit atıyordu. Paragraflar, raporlar, formlar hepsi aynı dille yazılmış ama bana aynı şeyi hissettirmiyordu. Saatler sonra başımı evraklardan kaldırdığımda omuzlarımın ağrıdığını fark etmiştim. Gözlerim yorgundu ama zihnim hâlâ tetikteydi. Masanın üstünü toparladıktan sonra ağır adımlarla karargâhın dış kapısına doğru yöneldim. Gün kararmıştı, koridorlarda yankılanan adımlarımın sesi bile bana fazla geliyordu. Tam dışarı adım atacakken tanıdık iki gölge beliriverdi karşımda, yapışık ikizler.
"Çıkıyor musunuz komutanım?" sesiyle dikkatimi çeken Oğuzhan'dı.
"Evet." dedim. Bu sefer Alperen devreye girdiğinde yüzünde alaycı ama dostane bir gülümsemeyle:
"Kendinize dikkat edin. Bir şey olursa yüzbaşımın sizi Hulk misali koruyacağından hiç şüphem yok." bakışlarım hemen ona kaydı. Bedenimi tamamen ona çevirdiğimde kaşım hafifçe kalktı:
"Oradan bakınca birinin korumasına ihtiyaç duyan birine mi benziyorum, asker?" sözüm biter bitmez ikisi de adeta refleksle dikleşti. Küçük bir meydan okumaydı bu ve onların da bunu anladığını görmek hoşuma gitti. Oğuzhan yine dayanamadı:
"Estağfurullah komutanım! Black Widow'un Türk versiyonu olsaydı o siz olurdunuz." bir süre aramızda sessizlik olduğunda o da o an saçmaladığını o da fark etmişti. Gözleri hafifçe büyüdüğünde dudakları küçük bir titremeyle kapandı. Ben başımı iki yana salladığımda dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm vardı ama onların gördükleri bile meçhuldü.
"İyi dilekleriniz için sağ olun. İyi akşamlar." cümlemi noktalarken sesimdeki resmiyet son derece netti. Aramızda sevgiyle örülü bir duvar vardı ama ben o duvarın incelmesini değil, sağlam kalmasını tercih ediyordum. Samimiyet güzeldi ama her şeyde olduğu gibi onun da bir sınırı olmalıydı.
Karargâhtan çıktığımda hava serinlemişti. Eve vardığımda üzerimdeki yorgunluğu bir an önce atmak istedim. Ayakkabılarımı çıkardığımda montumu askıya astım ve doğruca banyoya yöneldim.
Duşun altında gözlerimi kapattım. Ilık su vücuduma değdiği anda, zihnimdeki yorgunluk yavaş yavaş çözülmeye başlamıştı. Damlalar saçlarımdan süzülürken düşündüm. Kastamonu yolculuğu, yetimhane, geçmiş, her biri ayrı bir yük gibiydi. Ama bu yükü taşımaya hazırdım. Çünkü görev bunu gerektiriyordu. Duştan çıktığımda aynaya göz ucuyla baktım. Saçlarım omuzlarımı çoktan geçmişti. Normalde evde kendim kısaltırdım ama bu ara öyle bir yoğunluk vardı ki, saçla uğraşmak bile lüks olmuştu. Üzerime rahat pijamalarımı geçirdiğimde yumuşacık pamuklu kumaş, tenime iyi geldi.
Ufak bir sırt çantası hazırladım. Ne kadar kalacağımız net değildi ama içimden bir ses iki günü geçmeyeceğini söylüyordu. Gereksiz ağırlık istemiyordum. Çantamı yatağın kenarına bırakıp, saatin alarmını sabaha karşı 04.00'e kurdum. Yüzbaşı beni almadan kısa bir süre önce uyanmam gerekiyordu. Yatağa uzandığımda battaniyeyi üzerime çekerken yavaşça gözlerimi kapatmıştım. İçimde, sabaha dair karmaşık duygular vardı. Görev bilinciyle çarpan bir kalp ama aynı zamanda geçmişin kapısını çalacak olmanın gerginliği fazlaydı. Uykuya dalarken, içimde bir dua vardı. Hem kendim için hem görev için hem de çocukluğunu asla yaşayamamış unutamadığım o çocuk içindi.
Zihnimin en kuytularında bir odanın kapısı sessizce aralandı. Her şey bir anda karardı. Farkında olmadan o odaya çekildiğimi hissettim. Kapısı olmayan, kaçışı olmayan bir odaydı. Yurdun karşısındaki parkta, yine tek başımaydım. Kimsenin adım atmadığı, hatta varlığından bile haberdar olmadığı bu küçük parkın tek müdavimi bendim.
Hava önce açıktı. Kuş cıvıltıları, rüzgarın usulca ağaç yapraklarına çarpışıyla her şey sıradandı. Sonra bir anda, sanki biri tüm gökyüzünün fişini çekmiş gibi her yer karardı. Güneş yok oldu. Gölgeler büyüdü. Park bir hapishaneye döndü. Korkuyla etrafıma baktım. Kalbim göğüs kafesime sığmıyor gibiydi. Nefeslerim hızlandı. Tüm benliğimi ürperten o sesi duydum.
"Uğur böceği." donakaldım. Yine buradaydı. Peşimi hiç bırakmayan o karanlık, hayatım boyunca hep ensemde hissettiğim ama bir türlü kurtulamadığım o karanlık adam buradaydı. O hep beni buluyordu. Ne kadar kaçarsam kaçayım, ne kadar uzaklara gidersem gideyim, bir şekilde yolumun üstüne çıkmayı başarıyordu.
Kulaklarımı sıkıca kapattığımda parmaklarımı neredeyse kulak zarlarımı patlatacak kadar bastırdım. Artık onu duymak istemiyordum. O sesi unutmak istiyordum. Ama ne kadar bastırırsam bastırayım, o sesi zihnimin en derin dehlizlerinden söküp atamıyordum.
"Benden kaçamayacağını artık öğrenmen gerekiyor." Hayır! Hayır, benim hayatım onun gölgesinden ibaret olmayacaktı. Ona izin vermeyecektim. O an, omzumda sıcak bir nefes hissettim. Tüylerim diken diken oldu. Sanki kilometrelerce öteden gelen o karanlık, şimdi tam yanımdaydı. Ve ben, nefes almayı unutmuştum.
"Sen ne kadar benden kaçarsan kaç, ben hep senin birkaç adım gerinde olacağım."
Bip... Bip... Bip... Telefonun çalan sesiyle yerimden sıçrayarak uyanmıştım. Terden sırılsıklam olmuştum. Göz bebeklerim karanlığa alışmaya çalışırken derin nefesler alıyordum. Kabustu. Yıllardır görmediğim o karanlık rüya tekrar geri dönmüştü. Elim titreyerek telefonu aldığımda ekranda beliren isimle içimdeki buz bir nebze çözüldü:
"Onat Aktan Kara." hiç bekletmeden açtım.
"Aşağıdayım." kendime şaşırıyordum. Toplasan on kere bile yüz yüze gelmediğim bu adam, adını duyduğumda neden içimdeki fırtınaları dindirebiliyordu?
"İki dakikaya iniyorum komutanım." telefonu kapatıp hemen harekete geçtim. Çantamı kaptığım gibi kapıya yöneldiğimde içimde tarifsiz bir his vardı. Bu evden çıkarken ki benle, bu eve dönecek olan benin aynı kişi olmayacağını biliyordum. Öğrenecek çok şey vardı. Biliyordum; geçmiş bana öyle hafifçe dokunmayacak, suratımda kezzap etkisi yaratacaktı. Ama yine de boynum kıldan inceydi. Vatan söz konusuysa, gerisi detaydı. Arabanın önüne geldiğimde kapıyı açıp ön koltuğa oturdum.
"İyi geceler." dedim. Yüzüne döndüğümde, gözlerine ilk kez bu kadar net bakabilmiştim.. Arabanın iç tavanındaki loş ışık, gözlerinin kırmızılığını ele veriyordu. Uykusuzdu. Belki de bir şey canını sıkmıştı.
"İyi misiniz komutanım?" diye sordum. Bakışlarını hızla camdan yola çevirdi.
"İyiyim." hayır, iyi değildi. Ama haddim değildi daha fazlasını sormak.
"İsterseniz aracı ben kullanabilirim. Siz havaalanına kadar uyuyabilirsiniz." cümlem bitmeden bakışları kısa bir süreliğine tekrar bana döndü.
"Buna gerek yok. Sen uyumak istersen uyuyabilirsin. Geldiğimizde uyandırırım." ses tonunda ciddiyet vardı. Bu, sohbeti uzatmamam anlamına geliyordu. Yine de içimdeki merakı susturamadım.
"Operasyonla ilgili mi bir durum var?"
"Öyle bir durum olsa seni bilgilendiririm, Birce." soğuk değildi ama netti. Bu netlik, bana susmam gerektiğini söylüyordu. Ağzının payını almıştın Birce. Daha fazlasını kurcalamak yersizdi. Sonraki bir buçuk saat boyunca, arabada ölüm sessizliği hakimdi. Sadece motorun sesi ve radyodan gelen cızırtılar vardı. Onun bakışları hep yolda, benimkiler ise karanlık camda yansıyan siluetimizdeydi. Arabayı öyle hızlı sürüyordu ki zamanı da sanki hızlandırıyordu. Yol bitmek bilmedi.
Yaklaşık kırk dakikalık daha sessiz bir yolculuğun ardından havaalanına varmıştık. Araba pistin kenarına süzülürken, soğuk sabah havası camdan içeri sızıyordu. Onat yüzbaşı kapıyı açıp indiğinde ben de hemen ardından çıktım. Çantamı omzuma atarken gözüm karşıdan gelen bir adama takılmıştı. Sivil giysiler içindeydi ama yüzbaşıyı görür görmez asker selamına geçtiğinde onun da bir asker olduğunu anlamak zor olmadı.
"Araba sana emanet Onur. Gelmeden önce arayacağım seni, burada buluşuruz." Onat'ın tok sesiyle adamın başı hemen öne eğildi:
"Emredersiniz komutanım." ikisi arasında daha fazla konuşma geçmedi. Adımlarımız havaalanının içine doğru yöneldiğinde sessizce ilerliyorduk. Yan yana yürüyorduk ama aramızda hâlâ bir konuşma geçmemişti. Uçağa geçiş kapısından ilerlediğimizde zamanın daraldığını fark ettim. Saatime göz gezdirdiğimde kalkışa birkaç dakika kalmıştı. Kabine girdiğimizde, yüzbaşı önden ilerledi ve durduğumuz sırayı eliyle işaret etti. Cam kenarına geçmemi istediğini fark ettiğimde başımı hafifçe sallayıp oturdum. Dakikalar sonra o da yanıma oturdu. Emniyet kemerlerimizi taktığımızda ilginç bir şekilde kemerlerimiz aynı anda kilitlenmişti. Konuşmak istemediği, etrafına yaydığı havadan anlaşılıyordu. Ben de susmayı seçmiştim.
Uçak havalanırken gözüm onun telefonuna takıldı. Hızla birine mesajlar yazıyordu. Parmakları ekranda dans ederken yüz ifadesi değişmiyordu. İçimdeki düşünceler susturulamayan bir uğultuya dönüştü. "Acaba kız arkadaşı mı vardı? Onunla mı bir tartışma yaşadı?" Bu düşünceler bile canımı sıkmıştı. Kendi kendime kızdım. Olmazdı. Onunla ilgili böyle şeyler düşünmek bana yakışmazdı. O benim yüzbaşımdı. Okuldan bir arkadaşım değildi. Aynı timde görev alacaktık; belki aylar belki yıllar boyunca. Kendime gelmeliydim. Bakışlarımı cama çevirdiğimde karadan gitgide uzaklaşıyorduk. Bulutların üzerine çıktığımızda, gökyüzü bana her zamanki o özgürlüğü hatırlattı. Sanki dünyanın tüm yükü birkaç dakika boyunca sırtımdan kalkmış gibiydi.
"Yüksekten korkar mısın?" birden sesini duyduğumda, hafifçe irkildim ama belli etmedim. Gözlerimi ondan yana çevirdim.
"Korkmam." dedim. Kaşları kalktı.
"Neden havacılığı seçmedin o zaman?" sessizce yutkundum. Bu soruya verecek net bir cevabım yoktu. Gökyüzü bana özgürlük veriyordu, evet ama savaş, benim için her zaman yerdeydi.
"Kendimi karada daha iyi ifade edeceğimi düşündüm. Hoş, ülkenin neresinde olursa olsun görevimi gururla yapardım. Ama kara bana daha uygun." gözlerindeki kırmızılık biraz azalmış gibiydi.
"Siz asker olmasaydınız ne olurdunuz?" diye sordum.
"Kenarda köşede geberip giderdim." duyduğum cevap karşısında yutkundum. Böyle bir yanıt beklememiştim.
"Başka bir meslek düşünmüyor muydunuz?" bakışlarını kaçırmadan sordu:
"Sen düşünüyor muydun ki?" sustum. Haklıydı. Çocukluğumdan beri aklımda tek bir yol vardı. Başka bir seçenek hiç olmamıştı. Kafamı hayır dercesine salladım.
"Düşünmedin. Çünkü böyledir. Bu sevda insanın içine bir kere düşünce, ötesi olmaz. Seçenek diye bir şey kalmaz. Tek bir yol vardır."
"Haklısınız." telefonuna gelen bildirim sesi sohbeti bölmüştü. Bakışları telefon ekranına kaydığında bu, konuşmanın bittiği anlamına geliyordu. Ben de yüzümü tekrar cama çevirdim ve gözlerimi kapattım. Uçağın inişe geçtiğini gösteren takırtılarla gözlerimi tekrar açmıştım. Yanımdaki koltukta oturan yüzbaşı, gözlerini kırpmadan önüne bakıyordu. Sonra başını bana çevirmeden konuştu:
"Dinlendin mi?"
"Dinlendim." göz göze geldiğimizde, bakışlarındaki boşluk içimi huzursuz etti. Sanki ruhunun bir parçası bir yerde kalmış gibiydi. Uçak tamamen durduğunda insanlar aceleyle yerlerinden kalktı. Yüzbaşı oturmaya devam etti. Ben de bekledim. Herkes indikten sonra ayağa kalktığında ben de arkasından yürümeye başladım. Telefonumdan saate baktım. 07:37. Pistten terminal binasına doğru ilerlerken yüzbaşının sesiyle tekrar ona döndüm.
"Karnımızı doyuralım. Ondan sonra yurda geçelim."
"Tamam komutanım." Kastamonu havaalanı küçüktü. Günde sadece bir ya da iki uçuş olurdu, bu yüzden kalabalık değildi. Şehrin biraz dışında yer aldığından merkeze ulaşmak için özel aracınızın olması şarttı. Kapıdan çıktığımızda bizi karşılayan bir asker hemen selam durdu.
"Ziya Can, Burdur. Emret komutanım." yüzbaşı başıyla selamladı.
"Rahat asker. Araba nerede?" Ziya hemen yol kenarındaki aracı işaret etti:
"Şuradaki araç komutanım. Anahtar içinde." yüzbaşı tek kelime etmeden araca yöneldi. Ben de arkasından ilerledim. Araca bindiğimizde kontak çevrilmeden önce konuştu:
"Bildiğin bir yer var mı? Kahvaltıyı düzgün etmezsem, günün geri kalanında mutlaka iki kişinin burnunu kırıyorum." söyleyiş tarzı o kadar ciddiydi ki bir an neye uğradığımı şaşırdım. Dudaklarımdan bir kıkırtı kaçtığında bakışları hızla bana dönmüştü. Yarım bir gülümsemeyle ona baktım.
"Yani çok fazla seçeneğimiz yok ama bildiğim bir yer var. Tabi hâlâ aynı lezzette midir, bilemem." kontağı çevirdi.
"Denemeden bilemeyiz." motor çalıştı. Araç yavaşça hareket etti.
Yolları hatırladığım kadarıyla yüzbaşına tarif ediyordum. Aradan geçen yıllara rağmen Kastamonu'da pek bir şey değişmemiş gibiydi. Binalar, yollar, tabelalar hepsi aynıydı. Sokağın köşesini döndüğümüzde yıllar önce defalarca geldiğim kafenin önüne ulaştık. Arabadan ilk ben indim. Yüzbaşı ise motoru durdurup aracı kilitlerken etrafa kısa bir bakış atmayı ihmal etmemişti.
Kafeye baktığımda boğazımda tuhaf bir düğüm hissettim. Tam on yıl olmuştu. Burası, lise yıllarında arkadaşlarımla uğrayıp harçlıklarımız yettiği kadar tost yediğimiz, çay içip gülümsediğimiz bir yerdi. İçerinin sıcak atmosferi hafızamda hâlâ canlıydı. Ama şimdi, dışarıdan bakıldığında daha modern, daha düzenli görünüyordu. İçeriye adım attığımızda o değişiklik daha da belirginleşti. Mobilyalar yenilenmişti, duvarlara modern tablolar asılmıştı. O eski sıcak, samimi hava sanki biraz gölgede kalmıştı. Ama o koku, evet, o koku hiç değişmemişti. Fırından yeni çıkmış taze ekmek kokusu, çocukluğumdan kalma bir hatıra gibi burnuma dolmuştu. Düşüncelerim beni öylesine içine çekmişti ki yüzbaşının sesiyle irkildim:
"Daldın." bakışlarımı hızla ona çevirdiğimde kaşlarının çatıldığını fark ettim. Ama üzerine düşmedi. Yine de dikkatli bakınca gözlerinde bir tetikte oluş hali seziliyordu.
"Geçelim komutanım," dedim usulca, ardından önden yürümeye başladım.
İçeri girdiğimiz anda kafamı çevirip fırın bölümüne baktım. Elinde tabak taşıyan kısa saçlı, kızıl saçlı bir kadın göz göze geldiğimizde elindekini düşürdü. Kalbim bir anlığına duracak gibi oldu. Seçkin teyzeydi bu! Hâlâ buradaydı. Yıllar önce olduğu gibi saçları kısacıktı ama canlı kızıl rengi ve kendine has duruşuyla hâlâ o eski marjinal havasını koruyordu. Aynı zamanda sıcacık, anaç bakışları bir an bile değişmemişti.
"Hih! Birce!" diyerek tabağı umursamadan üstüme koştu. Boynuma sarıldığında çocukluğuma dönmüş gibi oldum.
"Seçkin teyzem! Unutmamışsın beni," dedim gözlerim dolarken.
"Unutur muyum seni kızım? Unutabilir miyim hiç?" derken bana tekrar sarıldı. Gözlerinde biriken yaşlar, bizim yıllar önce kurduğumuz bağın hâlâ sağlam olduğunu gösteriyordu. Tam yüzbaşını tanıştırmak için ağzımı açmış, "Yüzbaşım," demek üzereydim ki, Onat'ın sesiyle duraksadım.
"Ben nişanlısıyım efendim. Onat ben, tanıştığıma memnun oldum." Seçkin teyzenin elini sıktı. Şaşkınlıkla ona baktım. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı, bakışları uyarı verir gibiydi. Kimliğimi ifşa etmemi istemiyordu.
"Şükür!" dedi Seçkin teyze. "Kendine dağ gibi birini bulmuşsun Birce'm. Gerçi sen zaten kendine dağ olursun ama insanın yanında bir eşin, sırtını yaslayacağı bir omzun olması iyidir. İyi etmişsin kızım." ne diyeceğimi bilememiştim. Yüzümde şaşkın bir gülümsemeyle bakakaldım. Her şey öyle hızlı gelişmişti ki gerçekliğin yerini kısa süreli bir oyun almıştı.
"Biz oturalım hayatım," dedi Onat, sesini özellikle vurgulayarak.
"Seçkin Hanımları da işinden etmeyelim." ardından sırtımdan hafifçe iterek beni bir masaya doğru yönlendirdi.
"Doğru," dedim kendime gelirken. "İşin bitince mutlaka uğra Seçkin teyze."
"Tabii ki, en geç on dakikaya yanınızdayım," dedi neşeyle, sonra servis tezgâhına döndü. Kafenin köşesindeki bir masaya oturduk. Yüzbaşı karşıma geçtiğinde yüzüne baktım.
"Neden böyle bir şey yaptınız?" dedim kısık sesle. Omzunu umursamaz bir şekilde silkti.
"Asker olduğunu bilmemeliydi." kaşlarım çatıldı.
"Neden?" yüzüme doğru biraz eğildi, ben de istemsizce ona doğru yaklaştım.
"Sen sanıyor musun ki o adam şu an bizi takip ettirmiyor?" o an içimde ince bir ürperti dolaştı.
"Şüpheli biri mi var?" diye sordum fısıltıyla. Başını hafifçe salladı.
"O zaman sorun ne?" bakışları donuktu.
"Şu an takip ettirmiyor olması, bunun olmayacağı anlamına gelmez." başını hafifçe çevirerek Seçkin teyzeyi gösterdi.
"Unutma Birce. Bir insan ne kadar az şey bilirse, o kadar güvendedir." içime oturan bu cümleyle birlikte başımı hafifçe salladım. Haklıydı. Hayatımda bana dair iz bırakmış az sayıda insan vardı. Seçkin teyze onlardan biriydi. Ona zarar gelmesi, içimi parçalayacak kadar ağır bir şey olurdu.
O sırada Seçkin teyzenin elinde bir tepsiyle yaklaştığını görmüştüm. Masaya oturdu.
"Eee Birce'm, anlat bakalım. Nerelerdesin sen? Hangi rüzgar attı seni buralara?" yalanı öylesine hızlı söyledim ki, yüzbaşının bile bıyık altından hafifçe güldüğünü fark ettim.
"Ne olsun Seçkin teyze, öğretmen oldum ben. İstanbul'da görev yapıyorum şimdi." bana sıkı sıkı sarıldı.
"Biliyordum kız! Senin vatana millete faydalı biri olacağını ta o zamandan anlamıştım. Peki damat bey ne iş yapıyor?" bakışlar bu kez yüzbaşına dönmüştü.
"Ben de öğretmenim Seçkin Hanım. Aynı okulda görev yapıyoruz. Öyle tanıştık.'' dedi Onat, hiç tereddütsüz. Seçkin teyze gözlerini önce ona, sonra bana çevirdi.
"Her sene gelir gider bu kızlar buraya. Ama seni sorduğumda kimse bir şey bilmiyordu. Ortadan kaybolmuştun resmen. Sinem geldi bir ara. Dedim, bu deli kız bilir, onun arası çok iyiydi Birce'yle. Ama onun da bir şey bildiği yok. Aranız mı bozuldu?" yutkundum. Sinem, bu şehirde bana kalan tek gerçek dosttu. Mesleğimi bilen ender kişilerden biriydi. Belli ki söylememişti, çünkü beni koruyordu.
"Onunla benim aram bozulur mu Seçkin teyze? Bir ara iletişimimiz koptu sadece. O dönemde herkesten uzaklaştım biraz. Bir tür inzivaya çekilme diyelim. Ondan ulaşamamışsındır bana. Ama artık geçti. Ben sana numaramı bırakayım. Bundan sonra daha sık konuşuruz." numaramı Seçkin teyzeye verdim. Kahvaltımızı sohbet ve kahkahalar eşliğinde bitirdikten sonra, Seçkin teyze ve Hasan amcayla vedalaşmıştık. İçimde garip bir burukluk vardı. Artık bazı gerçeklerle yüzleşmenin zamanı gelmişti. Yüzbaşı ileride duran araca doğru yürümeye başladığında onu sessizce takip ettim. Arabaya aynı anda bindiğimizde bakışlarını üzerime çevirdi.
"Yurt çok yakında görünüyor haritada.'' dedi. Başımı hafifçe salladığımda ne söylemem gerektiğini bilemiyordum.
"Erkek yurdu da sanırım sizinkinin hemen yanında. İnternette net bir bilgi yok ama." diye eklediğinde, nihayet sesim yerine geldi.
"Evet, dip dibeler," dedim. Araba yurda yaklaştıkça kalbim deli gibi atmaya başladı. Yüzbaşının bakışları üzerimdeydi; ne hissettiğimi sezmişti.
"İyi misin?" diye sorduğunda, camı açıp temiz hava almak istedim. Birkaç dakika sonra ona döndüğümde, yoldan ayırdığı gözleri tekrar bana çevrildi.
"İyiyim. İleride durabiliriz." dedim. Fakat bu sözümle birlikte arabayı birden istop ettirdi. Beklemediğim bir hareketti. Şaşkınlıkla yüzüne baktım.
"Birce, istersen tek başıma girebilirim," dediğinde, içimdeki inkar mekanizması öyle hızlı devreye girdi ki, ağzımdan çıkan sözleri ben bile fark etmeden söyledim:
"Hayır yüzbaşım. Bu işi şimdi hallediyoruz. Yani lütfen halledelim." dedim ve arabadan hızla indim.
"Kastamonu Çocuk Esirgeme Kurumu." devasa bir bina önümde yükseliyordu. Tabelasındaki dört kelime, yıllardır içime kazınmıştı. Kimi bu yazıyı okur geçerdi, kimiyse acıma dolu gözlerle bakardı buraya. Oysa buradaki çocukların ortak kaderi belliydi: Kimse tarafından istenmemek.
Yıllar önce "biz hep seninleyiz" gibi içi boş sözlerle geçirilen günlerin izleri duruyordu burada. Fakat şimdi burada, o sessizce ağlayan, her gelenin gözlerine umutla bakan küçük kız çocuğu yoktu artık. Şimdi, karşısında gururlu bir Türk askeri duruyordu.
"Önce erkek yurduna girelim," dedi yüzbaşı. Yan yana bahçeye doğru ilerlerken, çevreme bakmamaya çalıştım. Evet, her yer hala yemyeşildi ama burası hiçbir zaman yuva gibi hissettirmemişti. Erkek yurduna daha önce hiç girmemiştim. Hep kapının önünden geçip gitmiştim. Ama şimdi geçmişimi zehir eden bir adam yüzünden o kapıdan içeri girecektim. Güvenlik kulübesindeki görevli bizi görünce dışarı çıktı.
"Buyurun, ne için gelmiştiniz?" diye sordu. Yüzbaşı kimliğini çıkardı:
"Yüzbaşı Onat Aktan Kara." aynı şekilde ben de kimliğimi gösterdim. Görevlinin duruşu bir anda değişti.
"Kiminle görüşmek istiyorsunuz komutanım?" diye sordu.
"Müdür." yüzbaşının sesi sert ve netti. Onu tanımayan bile saygı duyardı. Hiç lafı dolandırmazdı. Uzun cümlelerle konuştuğunu nadir görmüştüm.
"Tabii, buyurun," diyerek önden yürümeye başladı. Bahçeden geçerken gözlerimi yere sabitledim. İçeri girdiğimizde müdürün kapısının önüne kadar gelmiştik. Güvenlik görevli yerine dönerken yüzbaşı kapıyı tıklattı. İçeriden "gel" sesi gelmeden kapıyı açtı. Birtakım kabalıkları vardı ama bu yönünü çoktan kabullenmiştim. İçeride gözlüklü, hafif göbekli bir adam bizi görünce ayağa kalktı.
"Hoş geldiniz." belli ki geleceğimiz haber verilmişti.
"Hoş bulduk," dedi yüzbaşı. Müdür bana dönüp gülümsediğinde, ona karşılık vermek içimden gelmedi. Sadece başımı eğerek selam verdim.
"Oturun komutanım, ayakta kalmayın." yüzbaşı bu daveti bekliyormuş gibi tekli koltuklardan birine oturduğunda ben de onun karşısına yerleşmiştim.
"Birini arıyoruz," dedi yüzbaşı, doğrudan konuya girerek. Hazırlıksız yakalanmıştım.
"Size yardımcı olabilirsem ne mutlu bana. Aradığınız kişiyle ilgili bir bilginiz var mı?" diye sordu müdür. Yüzbaşının bakışları bana kaydığında bu ortamda rahat olmadığımı biliyordu.
"Sadece gözlerini biliyoruz." müdür şaşırmıştı.
"Gözlerini mi?" diye sordu. Yüzbaşının bakışları bu kez müdürü delip geçti. Müdürü terslemesini engellemek için lafa ben girdim:
"Evet. Ben teşhis edeceğim. 2007-2008 yıllarında yurtta kalan, 16-17 yaşlarındaki çocukların fotoğraflarını görmek istiyorum." müdür bu taleple ikinci bir şok yaşamış gibiydi.
"T-tabii komutanım. Ama biraz zaman alacak. Liste oldukça kabarık," dedi. Yanıt verecekken bu kez yüzbaşı konuştu. Saatine bakıp ekledi:
"Saat 10:35. Siz öğle arasına girerken biz burada oluruz. Uygundur, değil mi?" adamın rengi bir ton daha açıldı.
"Tabii komutanım. 12:30 gibi buyurun," dediğinde yüzbaşı sadece başıyla selam verip çıktı. Ben de nazikçe "Kolay gelsin," dedim.
Dışarı çıktığımızda yüzbaşının bir sigara yaktığını görmüştüm. Yanına geldiğimde gözlerimin içine bakarak dumanı üfledi. Normalde bu davranış beni rahatsız ederdi ama lanet olsun ki bu adamın hiçbir şeyi beni rahatsız etmiyordu.
"Gerildiniz," dedi. Aslında gergin olması gereken bendim ama sanki bütün yükü o taşıyordu.
"O orospu çocuğunun bu koridorlarda dolaşmış olması bile delirtmeye yetiyor," dediğinde gözlerine baktım. Haklıydı.
"Bugün onu bulacağız," dedim. Banka doğru yürümeye başladık.
"Bir şey takıldı aklıma," dediğimde aynı anda oturduk.
"Dinliyorum," dedi. Sigarasını yere atıp askeri bir alışkanlıkla ezdi.
"Eğer kayıtları sildirdilerse?" diye sordum. Gözleri bana döndü.
"Sana buradan çıkarken ne söylediler, hatırlıyor musun Birce?" dedi. Kaşlarımı çattım.
"Neyi?" dedim. Gözleri arkamdaki binaya kaydı.
"Buradan çıktığında kişisel kayıtların silinir. Ama evlat edinen ailenin bilgileri burada kalmak zorunda. Devlet bunu şart koşar. Bu tarz olaylarda iz sürebilmek için," dediğinde donakaldım.
"Müdür yardımcısının bir sözü geldi aklıma. 'İstediğiniz kadar uzaklaşın, bir gün başınıza bir şey geldiğinde yine buraya döneceksiniz,' derdi." başını salladı.
"Tesadüflere inanır mısınız komutanım?" diye sordum.
"Güzelliğine bağlı," dedi. Ne demek istediğini anlayamadım. Döndüm:
"Nasıl yani?"
"Eğer bir tesadüf hayatıma güzellik katıyorsa, evet inanırım. Ama acı getiriyorsa o zaman inanmam," dedi. İstemsizce gülümsediğimde gözleri dudaklarıma kaydı, sonra hızla başka yöne çevirdi.
"Sizin için biraz işinize geldiği gibi o zaman," dedim. Hafifçe gülümsedi.
"Öyle de denebilir," dedi. Zaman nasıl geçti anlamamıştım. Saat gelmişti bile.
"Geçelim içeri," dedi yüzbaşı. İçeri tekrar girdiğimizde müdürün odadan çıktığını gördük. Bizi görünce hafifçe hızlandı.
"Ben de tam size seslenecektim," dedi ve bizden önce davranarak odaya geçti. Ardından kapıyı açık bırakarak içeri davet etti.
"2007–2008 yıllarında dediğiniz yaş aralığındaki tüm çocukların fotoğrafları burada, komutanım. Buyurun," dediğinde Yüzbaşı eliyle koltuğu işaret etti.
"Otur, Birce," dedi. Lafını ikiletmeden bilgisayar başına geçtim.
"Zorlanmayın diye kahverengi ve renkli gözlüleri ayırdım," dediğinde içimdeki kahkahayı zor tuttum. Yüzbaşı belli ki müdürün ödünü koparmıştı.
"Sağ olun," dedim ve ekrana odaklandım. Doğrudan kahverengi gözlüleri eledim. O mavi gözleri nerede görsem tanırdım. Göz şekli bademdi, mavisi ise öyle koyuydu ki, literatürde lacivert göz diye bir şey olsaydı, hiç tereddüt etmeden öyle tanımlardım.
Ekranda fotoğraflar yavaş yavaş aşağı kayıyordu. Derken bir satır daha inmeden gözüm takıldı. Burnunun hemen yanındaki dikiş izi, evet o'ydu. O lanet maske yüzünden bu detay çoğu zaman görünmezdi ama bir kere elini kaşıdığında o izin varlığını görmüştüm.
"Bu o," dediğimde yüzbaşı anında başımı hizalayacak şekilde eğildi. Kalbim deli gibi çarpıyordu. O bana yaklaştıkça içimdeki gerginlik daha da büyüyordu.
"Tipini siktiğimin muşmulası." yüzbaşının küfrüyle birlikte gözlerimi fotoğrafa çevirdim. Daha önce hiç yüzüne bu kadar uzun bakmamıştım. O gözler o kadar ürkütücüydü ki, diğer yüz hatlarını görmezden gelmişim. Ten rengi neredeyse ruh gibi beyazdı, buna karşın saçları zifiri siyahtı. Yüzü pürüzsüzdü. Fotoğrafın yaklaşık on yıl önceye ait olduğunu tahmin ettim ama bakışları hiç değişmemişti. Yüz hatlarının da çok farklı olduğunu sanmıyordum.
"Erkin Koç," dedi müdür. O an bakışlarımız otomatik olarak ona döndü. Yüzbaşı doğrulup ayağa kalktığında ben de koltuktan kalkarak onunla birlikte müdürün masasının karşısına oturdum.
"Oldum olası sorunlu bir öğrenciydi," dedi müdür.
"Kime evlatlık verildiğini öğrenebilir miyiz?" diye sordu Yüzbaşı.
"Tabii komutanım, bir saniye," dedi müdür. Bilgisayarındaki birkaç tuşa bastıktan sonra ekranı bize çevirdi.
"Vural Koç. Ülkenin önde gelen arkeologlarından biridir kendisi," dediğinde yüzbaşının yüzündeki ifade sertleşti. Aynı anda müdürün yüzüne de bir gerginlik yerleşti.
"Yalnız Erkin'in bir kız kardeşi varmış," dediğinde kaşlarım bir anda çatıldı.
"Nasıl?" Bu sefer benim yerime Yüzbaşı sormuştu.
"Kız kardeşi de kız yurdundaymış."
"Adı ne?" diye sordum.
"Ekin," dediğinde zihnimi taradım. Hayır, Ekin adında biriyle hiç tanışmamıştım.
"Onun da fotoğrafını görebilir miyiz?" bugün konuşma becerimi yüzbaşı devralmış gibiydi. Ne zaman sesimi çıkarmaya çalışsam, kelimeler boğazıma düğümleniyordu.
"Kızların arşivi bizde bulunmuyor ama hemen müdüre hanımı arayayım, bana göndersin," dedi. Bekleyiş başlamıştı. Bugün hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını daha buraya gelirken biliyordum. Yaklaşık beş dakika sonra, Ekin'in fotoğrafı gelmişti. Görür görmez tanıdım. O gün içeri son ses müzikle girip Erkin'i dışarı çıkaran kişi o'ydu. Gözlerinden tanımıştım. Yüzbaşı da bir şeyleri fark ettiğimi anlamış olacak ki, bakışlarını bana çevirdi.
"Aradığımız isimler kesinlikle bunlar, komutanım," dedim. Yüzbaşı başını hafifçe eğerek onay verdi. Hemen müdüre döndü:
"Müdür Bey, buraya geldiğimizden kimsenin haberi olmayacak," dedi. Müdür, hızlıca başını salladı. Yüzbaşının sesi biraz daha sert çıksa, adam her an yere yığılabilirdi.
"Her ne olursa olsun, bu konuyla ilgili buraya biri görüşmeye gelirse, direkt beni arıyorsunuz," diyerek müdüre kişisel numarasını vermişti. Hızla odadan çıktığımızda kapının önünde bekleyen araca yönelirken yüzbaşının yanındaki koltuğa geçip yerimi aldım.
"Yüzbaşım, Vural Koç'u nereden tanıyorsunuz?" dedim. Gözlerini yoldan ayırmadan aracı çalıştırdı.
"Müdürün de dediği gibi ünlü bir arkeolog. Yıllar önce Hakkari'ye kazıya gelmişti. Orada kendisiyle ufak bir tartışmamız olmuştu." tartışmanın ufak olmadığını sezmiştim ama sorgulamadım. Elindeki telefonla birkaç tuşa bastıktan sonra kulağına götürdü.
"Aybars. Erkin ve Ekin Koç. Bu iki ismi detaylıca araştır. Bir de bana en yakın uçak bileti lazım. En erken olanı. Hemen at," deyip telefonu kapattı.
"Yüzleri hiçbir zaman ifşa edilmediği için kimliklerine ulaşmak imkansızdı. Şimdi bir de yancı çıktı başımıza. Harika," dedi kendi kendine. Ses tonu hem sinirli hem şaşkındı.
"Sizce babaları bu kadar zenginken neden böyle işlere bulaştılar?" diye sordum. Bakışları bir ok gibi üzerime saplandı.
"Sebebi biliyoruz," dedi. O gün orada, gözümün içine bakarak bana söylemişti: "Sana yakın olmak için yaptım. Sen neredeysen ben oradayım." tüylerim diken diken oldu.
"Tamam, bu adam ruh hastası, sosyopat. Ama kız kardeşi de ne yapıyorsun sen demiyor mu? El ele verip savaşa mı gidiyorlar ne bu?" dediğimde yüzbaşının kahkahası arabayı inletti. Şok oldum. Ama bir yandan da bunca derdin arasında güldüğünü görmek, yüreğime su serpmişti.
"Dertleri başka. Çok yakında öğreneceğiz," dedi ve tekrar sessizlik çöktü arabaya. Aybars'tan gelen mesajla iki saat sonraki uçağa bilet alındığını öğrenmiştik. Hiç vakit kaybetmeden doğruca havaalanına yöneldik.
Uçak kalkalı henüz yarım saat bile olmamıştı. Motorun homurtusu eşliğinde gökyüzünde süzülürken, kafamın içindeki düşüncelerle baş başa kalmıştım. Koltuğumda otururken, yanımda sessizliğe gömülmüş yüzbaşına göz ucuyla baktım. Yüzündeki çizgiler her zamankinden daha gergindi. Dışarıdan sakin görünüyordu ama onun da içinde fırtınalar koptuğuna emindim. İkimizin de sessizliği, önümüzdeki karanlığa hazırlanıyor gibiydi.
Tam o an kabin ekibinden bir hostes, başını hafifçe kabine uzattı. Yüzünde tedirgin bir ifade vardı. İlk önce önemsemedim. Belki biri fenalaşmıştır belki çocuklu bir yolcu sorun çıkarmıştır diye düşünmüştüm. Ama sonra arka arkaya birkaç hostes daha ön tarafa yürüdü. Göz göze geldiklerinde fısıldaşmaları, gözlerindeki telaşı fark ettim. Bir şey oluyordu. Yüzbaşının kolundaki kasların kasıldığını fark ettim. Gözlerini önümdeki koltuğun başına dikmişti ama dikkatinin orada olmadığını biliyordum.
Kısa süre sonra hosteslerden biri, bizim oturduğumuz sıranın biraz ilerisinde duran başka bir hostese el işareti yaptı. Kadın panikle ön tarafa doğru yöneldiğinde o an ikimiz de aynı anda hareket ettik. Yüzbaşı önce ayağa kalktı, sonra ben de onu takip ettim. Ciddi bir sorun olduğunu anlamıştık. Önümüzde hızlı adımlarla yürüyen hostesi yakaladık. Yüzbaşı ceketinin iç cebinden kimliğini çıkarıp gösterdi.
"Ne oluyor?" dedi sert bir şekilde. Hostes bir an duraksadığında gözleri büyümüştü, eliyle ağzını gizledi.
"Pilot... pilotumuz... bayıldı. Hemen yedek pilot devreye girdi ama... bir şeyler yolunda değil." Sesi titriyordu, korkmuştu.
"Kaptan pilot zehirlendi galiba. Bilincini kaybetti. Yardım çağırmak için bağlantı kurmaya çalışıyoruz ama şu an kontrol tamamen ikinci pilotta." Yüzbaşıyla göz göze geldik. İçimde, daha önce hiç tatmadığım bir korku yükseldi. Ayaklarım beni taşımıyor gibiydi ama duramazdım.
"Bizi kokpite götürün," dedim kararlı bir sesle. Sesim ben fark etmeden çatlamıştı.
Hostes kararsızca başını salladıktan sonra yönünü değiştirdi ve bizi öne doğru yönlendirdi. Uçak içindeki yolcuların çoğu hâlâ olup bitenin farkında değildi ama kabin görevlilerinin yüzlerindeki gerilim, kısa zamanda tüm kabine yayılacaktı. Kokpit kapısına vardığımızda bir başka görevli şifreli kilidi açtı. İçeri adım attığım an gördüğüm manzara, kalbimi sıkıştırdı.
Kaptan pilot başını yana düşürmüş, yüzü bembeyaz olmuştu. Yardımcı pilot koltukta oturmuş, çaresizce bir şeyler yapmaya çalışıyordu ama dikkatini hem kontrol paneline hem de baygın haldeki adama veremiyordu. Ortam oksijen eksikliğiyle değil, panikle daralıyordu.
"Birce, yardım et!" diye bağırdı yüzbaşı. Çoktan pilotun yanına çökmüştü bile.
Yıllar önce aldığım temel ilk yardım eğitimi aklıma geldi. Gözümle nabzını kontrol ettim. Zayıf ve düzensizdi. Hemen boğazındaki kravatı gevşettim, kemerini çözdüm. Yüzüne avuç içlerimle vururken yüzbaşının sesi kulağımda çınlıyordu.
"Hadi adamım... sakın şimdi gitme!" yardımcı pilot bir yandan telsizle konuşmaya çalışıyor, bir yandan da dönüp bize bakıyordu.
"Bir şey yapabiliyor musunuz? Nabzı gitgide zayıfladı!"
"İlk yardım biliyorum," dedim. Ellerimi kalbinin üstüne yerleştirdim. Yavaş ama güçlü baskılarla kalp masajına başladım. Ellerin titriyordu ama durmadım.
"Bir... iki... üç... dört..." sayarken gözüm doldu. Ne olduğunu bilmiyorduk ama bunun sıradan bir rahatsızlık olmadığı çok açıktı. Yüzbaşı bana destek veriyordu. Pilotun göğsü hafifçe kıpırdadığında göz kapakları aralandı. Ardından derin, boğuk bir öksürük geldi. Gözlerini açtığında sanki rüyadan uyanıyormuş gibi bize bakmıştı. Derin bir nefes aldığımda masajı durdurdum. Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi. Yüzbaşının eli omzuma dokundu.
"Başardın." dizlerimin bağı çözülmüştü. Oturup ağlamak istiyordum ama henüz rahatlama zamanı değildi. Hostes dışarıdan başını uzattı.
"Yolcular bir şeylerin ters gittiğini anlamaya başladı. Ne yapalım?" yüzbaşı doğruldu.
"Kimseye bir şey söylemeyin. Gerekirse ufak bir arıza yaşandığını açıklayın ama panik olmasın. Bu adamı yaşatacağız." bir adım geri çekildim. Uçağın içinde, bu kargaşanın ortasında, kendimi her zamankinden daha küçük ama daha canlı hissediyordum. Bu uçakta her şey değişmek üzereydi.
Ve biz daha yeni başlıyorduk.
Instagram/Tiktok/Twitter:monsoleil777
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 49.67k Okunma |
3.75k Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |