
Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.
Instagram/Tiktok/Twitter:monsoleil777
"Ne uğruna ölmek isterdin?" deselerdi, cevabım tek kelime olurdu: vatan. Bayrağını canı pahasına savunamayacaksa bir insan, neden yaşardı ki? Benim hayatımdaki en büyük gaye buydu. Ne arkamdan gözyaşı dökecek biri vardı ne yolumu bekleyen. Yalnızdım ama kararlıydım. Ölüm düşüncesi beni hiçbir zaman ürkütmezdi; hatta çoğu zaman onunla aleni bir barış içindeydim. Akademi yıllarında bir komutanım hep şunu söylerdi:
"Birce, senin gözün fazla kara. Gün gelecek, bu delilik başına bela olacak." Gözlerimi zorla araladığımda, tavandaki beyaz ışık neredeyse gözlerimi yakacak kadar güçlüydü. Hastanedeydim. Gözüm kamaştıkça, içimde bir yerlerde komutanımın sesine hak verirken buldum kendimi. Bu da demekti ki, hayattaydım ama ölümün ucundan dönmüştüm.
Son hatırladığım, etrafın tozla, dumanla dolu olduğuydu. Her şey birbirine girmişti; patlama sonrası yankılanan sesler, çığlık mıydı yoksa sadece kulaklarımda uğuldayan basınç mıydı, ayırt edemiyordum. Vücudumun her yeri ağrıyordu ama özellikle sağ bacağımda hafif bir sızı vardı. Ağır yaralanmadığımı hissediyordum ama bedenim sanki üzerinden araç geçmiş gibi ezilmişti. Gözlerimi bir sonraki açışımda tavana gömülü LED panel, araba farı gibi gözlerime vurdu. Burnumda antiseptik ve oksijen kokusu; etrafta stetoskop metalinin şıngırtısı rahatsız ediciydi.
Elimi kaldırıp gözüme siper etmeye çalıştım; parmaklarım yarı yolda durdu çünkü bileğim, sıcak ve güçlü bir avuç tarafından nazikçe kavrandı. Başımı çevirdiğimde yüzbaşını gördüm.
"Kıpırdama, yeni uyandın," dedi, sesi tok ve sakindi.
"Serum bitmeden ayağa kalkmayacaksın." serum? Bakışlarımı koluma indirdiğimde kolumda bir serum olduğunu fark etmiştim. Yan tarafta bir monitör, kalp ritmim duyuluyordu. Göğsümde bandaj, sağ bileğimde ufak bir atel vardı.
Kapı açıldı. İçeri giren altı kişilik tim tıbbi hijyen maskeleri takmıştı. Yüzlerini hastane personeline karşı da gizli tutmak zorundaydılar. Kurallar böyleydi. Oğuzhan önce iç çekti, sonra hiç ummadığım anda esprisini patlattı:
"Komutanım, şu ela gözleri göremeyeceğiz diye kalbimiz dakikada üç yüz attı. Bizi toprağa sokacaktınız." yanında duran Alperen, dirseğiyle onun omzuna hafifçe vurdu.
"Zevzekliği bırak. Geçmiş olsun, komutanım," dedi. Sırayla hepsi "geçmiş olsun" dileklerini iletip çıkmışlardı. Oda yeniden sessizliğe gömüldüğünde tek duyduğum monitörün bip sesi ve serum damlalarının tıkırtısıydı. Onat yüzbaşı hâlâ yanımda dikiliyordu; bir ayağını yatağın metal korkuluğuna hafifçe dayamış, kollarını göğsünde bağlamıştı. Yanımda olması beni huzursuz eden bir ayrıntıydı. Ben de sustum. Kelimeleri toparlamak, öfkeyi sindirmek, kırılganlığı göstermemek hepsi bir anda zor geldi. Sessizliği ilk bozan o olmuştu.
"Ayağa kalkmana saniyeler kalmış olabilirdi. Patlamadan üç metre ilerideydin temiz patlayıcı değildi; şarapnellerden biri birkaç santim farkla atardamarı ıskaladı." sözleri kalbime bir gerçek gibi saplandı. Kıl payı kurtulmamdan bahsediyordu. Yutkundum, dudaklarım kuruydu.
"Vatan için ölmekten korkmam yüzbaşım.'' dedim. Sesim pürüzlü çıkmıştı.
"Bekleyenim yok ama tim var. Sizi tehlikeye atmak-" cümleyi bitiremedim. İçimde bir yumru oluştu. Onat başını hafif yana eğdi.
"Biz göze aldık, plan buydu. Ama sen düğmeye basmadan biz içeri girmek zorundaydık. Pim çekildi." sustum. Haklıydı. Öfkem, mantığımı gölgede bırakmıştı. Göz kapaklarımı indirdim.
"Terörist kaçtı mı?"
"Takip dronunu havalandırdım ama ışık sıfır olduğu için izini kaybettik." monitör bipledi; kalp atışım hızlandı. Onat bunu fark edip elini elimin üzerine koydu, sakinleştirici bir şekilde okşadı. Sonradan yaptığı şeyi fark etti ve elini elimin üzerinden çekti.
"Raporları alır almaz hesaplaşacağız. Şimdi dinlen; ilk sorgu, sensiz başlamayacak."
Gözlerim tavandaki panel ışığından kayıp kapıya takıldığında ekip koridorda konvoy halinde sıralanmıştı. İçimden geçen tek duygu şuydu: yalnız değildim. Geçmişin karanlığı şimdi karşıma çıksa da ışığı taşıyan insanlar vardı yanımda.
Serum şişesi suyunu son damlasına dek gönderirken göz kapaklarım ağırlaştı.
Hastaneden taburcu edildikten sonra tim karargaha dönmüştü. Aybars beni eve bırakmış, ardından hiç oyalanmadan geri gitmişti. İçimde küçük ama keskin bir sızı vardı. Bu sadece vücudumdaki morluklardan kaynaklı değildi. Görev daha yeni başlamışken yaşanan bu ayrılık, bana timden dışlanmışım gibi hissettirmişti.
Geçmişte bundan çok daha zor günler atlatmıştım. Nice geceler uykumdan uyanıp, susuzluktan boğazım yanarken yerimden kalkamayacak kadar halsiz kaldığımı bilirdim. Bu yaşadığım birkaç ezik, birkaç morluktan ibaretti benim için. Aybars, mutfağa yemek bırakmayı da ihmal etmemişti. Ama yine de içimdeki boşluk dinmiyordu. Onlarca silah arkadaşım arasında belki hiç kimseyi tam tanımıyordum. Belki isimlerini bile zor hatırlıyordum ama bu topraklarda birbirimizden başka güveneceğimiz kimsemiz yoktu. Onlara güvenmeye mecburdum.
Evde yalnız geçen dakikalar uzadıkça sıkıntım arttı. Yarın iznimi kendim sonlandırmaya kararlıydım. Oturduğum yerde telefonla oyalanırken, kapının inatçı sesiyle bakışlarım o yöne döndü. Zihnimde bir kişi bile canlanmamıştı. Burada evimi bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Topuğum yere bastığında aniden sızladı ve istemsizce olduğum yerde zıpladım. Kapı çalmaya devam ediyordu. İçimdeki asker refleksiyle elim portmantodaki silahıma gitmişti. Kapının deliğinden baktığımda ise elimdeki tabancayı aynı hızla yerine koydum. Tüm tim oradaydı. Yüzümde şaşkınlıkla karışık bir tebessüm belirdi. Kapıyı açtığımda Şimal'in sesi neşeyle yankılandı:
"Ta-ta-ta-dam! Pençe Timi, emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!" şaşkın bakışlarım hızla yüzlerini taradı. Herkes gelmişti. Sadece birini görememiştim. Gözlerim kalabalığın arasında Onat'ı aradı ama boşunaydı. İçimde hafif bir boşluk oluştuğunda nedenini anlamamıştım ya da bilmek istemiyordum.
"Geçin içeri," dedim sessizce, yana çekilerek. Sanki bu anı bekliyorlarmış gibi sırasıyla içeri doluştular. Alperen ve Oğuzhan, her zamanki gibi ağız dalaşına çoktan başlamıştı. Gülümsedim. Muhtemelen hayatımda ilk defa evime bu kadar misafir geliyordu. Bu düşünce içime işlediğinde sessizce salonun yolunu tuttum.
"İsterdim ki size masalar hazırlayayım." ayağımı işaret ederek devam ettim, "Ama durum malum." boş olan kanepeye, Selin'in yanına oturmuştum.
"Siz hiçbir şeye zahmet etmeyin komutanım. Biz size pastalar da yaparız, börekler de," dedi Alperen yüzünde içten bir gülümseme vardı. Oğuzhan lafa atladı:
"Nasıl pasta yaparsın, anlatsana biraz?" kızların gülümsemesi odada yankılanırken, Aybars ikisine yan gözle baktığında ikili hemen susmuştu. Bu timin içinde herkesin birbirini bir şekilde tamamladığını fark etmiştim.
"Nasıl oldun Birce?" diye sordu Aybars.
"İyiyim komutanım. Hafif ağrım, sızım var ama biliyorsunuz bunlar bizim için önemsiz." başını salladı.
"Ama ne güzel haşladınız o şerefsizi, komutanım! Elimde çekirdek olsa Jackie Chan filmi izler gibi izlerdim vallahi." dedi Şimal, gözleri ışıldayarak.
"Bu dayağı uzun zamandır hak ediyordu," dedim. "Hak ettiğini vermek bugüne nasip oldu." Selin'in sesi odanın havasını bir anda değiştirdi:
"Bir süre operasyondan uzak durmanız iyi olur sanırım." ona döndüm.
"Böyle bir şey kesinlikle istemiyorum. Bugün dinlenmem yeterli. Yarın karargaha döneceğim." Aybars yerinde kıpırdandı.
"Onat komutanım da evde kalıp dinlenmeni doğru buluyor."
"Bu kararı verecek olan benim komutanım. Mesuliyet tamamen bana ait." ardından ayağımı gösterdim ve Alperenle Oğuzhan'a döndüm:
"Şimdi kalkın da getirdiğiniz yiyecekleri tabaklara koyun. Yarına kadar ayaklanmam gerekiyor." sinirli bir gülümseme belirdi dudaklarımda. Oda kısa bir süreliğine sessizliğe gömülmüştü. Alperen'in Oğuzhan'a eğilerek fısıldadığı cümle ise tüm odada duyuldu:
"Kanka bu gidişle biz de dayak yiyeceğiz. Kalk, çay demleyelim kalk!" yüzümde sinirimin bozulduğuna dair olan gülümsememi saklayamamıştım. Şimal de onlarla birlikte mutfağa yöneldi. Sessizliği fırsat bilip sorumu sordum.
"Yüzbaşı bana kızgın mı?" sorumu Aybars yanıtladı:
"Çok konuşma fırsatımız olmadı. Ama düğmeye basmaman konusunda hepimiz biraz sinirliyiz." haklıydılar. Timden biri gözümün önünde darp edilseydi ve o düğmeye basmasaydı, ben de kızardım.
"Bunu yapmak için bir sebebim vardı. Canım istediği için değil." Aybars başını salladı. Daha fazla sormadı. Aslında hepsi biliyordu ama sormamayı tercih ediyorlardı. Bu, bana iyi geliyordu. İçimi dökmek için kotam doluydu, o da çoktan Onat'la dolmuştu. Selin, yere bakan bakışlarıyla usulca mırıldandı:
"Bazen insanın önüne fırsatlar çıkar, bunu tepmemek gerekir. Siz şanslısınız komutanım fırsat ayağınıza kadar geldi." Aybars bana dönüp uzun uzun baktı. Ne olduğunu bilmiyor numarası yapmayı tercih etmiştim. Dudağımı büzdüm ama içimden geçeni ikimiz de biliyorduk. Selin'in taşıdığı sessizlik bana tanıdık geliyordu. Bir insan ya anlatacak kelimesi kalmadığı için susardı ya da konuşma hakkı elinden alındığı için. O ikinci gruptandı, bunu biliyordum. Oğuzhan, Alperen ve Şimal ellerinde tabaklarla salona döndüklerinde düşüncelerimi bir kenara ittim.
"Gelin hanımlar, puanlama için tabakları getirdiler," dedi Aybars. Kahkahama engel olamadım.
"Çok meraklısınız evlenmeye galiba komutanım," dedi Şimal, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle. Cümlesindeki alay çok inceydi ama odadaki sessizlikte keskin bir şekilde yankılandı. Aybars, bu beklenmedik çıkış karşısında istemsizce ona döndü. Kaşları azıcık kalktığında şaşırdığı açıktı.
"Kiminle evlendiğim önemli. Eğer sevdiğim biriyse, meraklıyım," dedi Aybars, sesi sakin ama tonunda belli belirsiz bir meydan okuma vardı. Gözlerini Şimal'den ayırmadan söyledi bu cümleyi; odadaki hava bir anda değişmişti sanki.
"Hanımcı olurum diyorsunuz yani komutanım?" Oğuzhan araya girip ortamı yumuşatmaya çalıştıysa da Aybars'ın bakışları hâlâ Şimal'deydi.
"Hanımcı da olurum, sevdiğim için canımı da veririm. Bu yakıştırmalardan kaçacak bir adam değilim." dediğinde sözleri odada yankılandığında Şimal'in yanakları usulca kızarmıştı. Sarışın tenine kırmızılık hemen yerleşmişti. Gözlerini yere indirdi ama utandığını yakalamıştım. Aybars ise bir şey demeden gözlerini başka bir noktaya çevirdi.
"Birce komutanım, nerelisiniz?" Alperen'in sorusu sade ve masumdu ama benim zihnimde karmaşık bir düğümün ucunu çekti. Nereliydim? Bu soruya verilecek cevabın içimde nasıl yankılandığını bilmiyorlardı. Evlatlık verildiğim yurt Kastamonu'daydı. Ama orası bana ait bir yer miydi? Annem orada mı gençliğini geçirmişti? Babamla orada mı tanışmıştı? Bu soruların hiçbirine yanıtım yoktu. Selin, bir kez daha içimde kopmaya hazırlanan fırtınayı dindirdi.
"Askerin memleketi mi olur Alperen? Bu ülkenin her toprağı bizim memleketimiz." dedi dingin sesiyle.
"Orası öyle tabii de, hepimizin doğup büyüdüğü bir yer var ya hani. Onu sormuştum." diye devam etti Alperen. Selin'in tekrar atılmasını engellemek için elimi hafifçe kaldırdım. Gülümseyerek gözlerinin içine baktım; bu mesele benim için sorun değildi. Ardından Alperen'e döndüm.
"Yetiştirme yurdum Kastamonu'daydı. Orada büyüdüm. Yuvaya verildiğimde çok küçüktüm. Ailemin nereli olduğunu bilmiyorum," dedim. Alperen'in gözlerindeki mahcubiyet dalga dalga yayılmıştı.
"Ben özür dilerim ko—" diyecekti ki elimi hafifçe kaldırarak susturdum.
"Özür dilemene gerek yok. Birbirimizi yeni tanıyoruz. Bilmemek, hatırlamamak çok normal." dedim. Hafif bir tebessümle başını eğdi.
"Sen nerelisin?" diye sorarak konuşmayı dengeledim.
"Sinopluyum, komutanım," dedi, biraz daha rahatlamış şekilde.
"Annen baban sağ mı?" diye sordum, sohbetin sıcaklığını devam ettirmek istercesine.
"Çok şükür," dedi.
"Allah uzun ömür versin ikisine de." dedim. Herkes, hep bir ağızdan "Amin," dedi. Soru zinciri Aybars'a döndü.
"Oğuzhan sen nerelisin?" diye sordu.
"Diyarbakırlıyım, komutanım," dedi Oğuzhan. Şivesi yerli halkla konuşurken farklılaştığında fark etmiştim.
"Nasıl karar verdin asker olmaya?" dedim. Yüzünde buruk bir tebessüm belirdi.
"Babamı şehit düşürdüklerinde," dediğinde, zaman bir anlığına durdu sanki. Herkesin içi titredi.
"Başın sağ olsun." dedik hep bir ağızdan.
"Vatan sağ olsun." dedi, gözlerini bir noktaya sabitleyip omuzlarını gererek. Devam etti:
"Babam köyde tek askerdi. Terörü desteklemeyen tek aile bizdik. Halk rahatsızdı. Ama babam, bu korkaklara korku salmak için hep köyde kalmayı seçti. Sonunda kendi köylüleri tarafından pusuya düşürüldü. Şehit düştü. Ben o gün yemin ettim. Babam sağ olamadı, ben olacağım dedim." sözleri içime işlediğinde elimi omzuna koymuştum, göz göze geldik.
"Baban ve onun gibi kahramanlar bu toprakların belleğinde her zaman yaşıyor olacak. Sen de yaşatıyorsun zaten. Ne mutlu sana," Oğuzhan bana gülümsedi. Ona aynı şekilde karşılık verdim.
"Aybars komutanım, siz nerelisiniz?" dedi Şimal, ilgisi gözlerinden okunuyordu.
"Manisalıyım. Mahalledeki yüzbaşı amca soktu aklıma bu işi. Onun anlattıklarıyla büyüdüm. Bir gün kendi kendime dedim ki, bu bayrak için savaşmayacaksam neden yaşıyorum? Gerisi malum. Sen nerelisin?'' Şimal buruk bir tebessümle gülümsedi.
"Ben İzmirliyim. Babam milletvekili. Manken ya da oyuncu olmamı istiyordu. Ben de ona vatan sevdasının podyumdan daha büyük bir sahne olduğunu gösterdim," dedi. Alaycı bir şekilde gülümsedi ama altındaki üzüntüyü hissetmemek imkansızdı.
"Hiç keşke dedin mi?" dedim.
"Bir kere bile. Bu iş ruh işi. Benim ruhum da bu bayrak için atıyor." dedi. Gözleri ciddiyetle parlıyordu. Selin en son konuşan kişi oldu.
"Ben Ankaralıyım. Asker olma kararım annemin hayaliydi. Sadece beni üniformayla göremedi. Yetişemedi." dedi. Gözleri buğuluydu.
"Başın sağ olsun." dedim sessizce. Herkes aynı anda tekrarladı. Aylar sonra ilk kez böyle bir kalabalıkla, kendi evimde, kendi duvarlarım arasında oturmak; insan sesiyle, anılarla, geçmişle ve gelecekle dolu bir gece yaşamak iyi gelmişti. İçimi ısıtmıştı. Aybars ayağa kalktı.
"Hasta ziyaretinin kısası makbuldür," dedi gülümseyerek. Tüm tim kalktığında vedalaşmıştık.
"Yarın karargahta görüşürüz," dedim. Timdekiler gittiğinde ev sessizleşti, salonun loşluğuna yürürken kalbimde hafif bir dolgunluk vardı.
Tam uzanmış, televizyonu açmak üzereyken kapının tekrar çalmasıyla irkildim. İçimden biri bir şeyini unuttu herhalde, diye geçirip delikten bakma gereği bile duymamıştım. Zaten az önce uğurladığım insanlardan biri geri dönmüştür diye düşünerek kapıyı açtım. Ama karşımdaki kişi beklediğim gibi biri değil, yüzbaşıydı. Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında dudaklarım da aralanmıştı. Şaşkın halimi fark ettiğimde hemen toparlandım.
"Rahatsız etmiyorum ya?" dedi, sesi her zamanki gibi sakindi ama içinde ince bir endişe barındırıyordu. "Ne rahatsızlığı, seni bekliyordum zaten," diyemedim tabii.
"Yok yüzbaşım, buyurun, geçin içeri," dedim ve kenara çekildim. Yanımdan geçerken üzerindeki parfüm kokusu burnuma doldu. Keskin ama boğmayan bir kokuydu. Belki de onu bu kadar özel yapan, tam olarak ona aitmiş gibi hissettirmesiydi. Salona birlikte geçtik. Sessizce karşılıklı koltuklara oturduk. O, bir süre konuşacak kelimeleri bulamıyormuş gibi etrafa göz gezdirmişti. Sessizlik ağırlaşırken sonunda dudaklarını araladı.
"Nasıl oldun?"
"Daha iyiyim, yüzbaşım. Yarın karargaha dönmek istiyorum." cümlem biter bitmez yüz hatları sertleşti, kaşları çatıldı. Tepkisini bekliyordum, şaşırmadım.
"Bismillah Birce, bir dinlenseydin bari. Ne bu acele?"
"Dinlenmek istemiyorum. Kendimi iyi hissediyorum," dedim.
"Sen iyi hissediyor olabilirsin ama doktorun ne dediğini biliyoruz." bu konuda kolay ikna olmayacağını biliyordum.
"Kendim mesuliyet kabul ediyorum," dedim. Derin bir iç çekti.
"Kendine eziyet etmeyi neden bu kadar seviyorsun?" kaşlarım istemsizce çatıldı. Ne kadar tanıyordu ki beni böyle konuşabiliyordu?
"Bunu neye dayanarak söylediniz?" dedim. Gözlerini bir an bile benden ayırmamıştı.
"Birlikte çıktığımız tek operasyon yeterli oldu anlamam için." evet, konu sonunda oraya gelmişti.
"Komutanım, operasyonu tehlikeye attığımın farkındayım-" dememe fırsat vermedi.
"Gerçekten sence mevzu sadece bu mu?"
"Peki mevzu ne?" dedim, bilmediğimden değil, duymak istemediğimden.
"Benim askerimin canı." söyleyecek söz bulamadım. Evet, onun önceliği buydu, olmalıydı da.
"Bak Birce, istersen seni bu görevden alabilirim." kalbim bir an durdu sandım. Gözlerim büyürken yüzümdeki ifadeyi okudu, devam etti.
"Geçmişinle yüzleşmeni istedin, buna müsaade ettim. Ama sen kendi canını hiçe sayıyorsun. Göz göre göre seni ölüme yollayamam." gözlerim dolduğunda hem öfke hem acıyı aynı anda hissetmiştim. Öfkem karşımdaki adamın rütbesini unutturmuştu. Ayağa kalkıp, sehpanın kenarına oturduğumda ona yaklaştım. Kaşları kalktı, şaşırmıştı. Artık aramızda neredeyse hiç mesafe kalmamıştı.
"Bu konuşmayı yaparken rütbeleri bir kenara bırakıyorum. Çünkü beni ancak böyle anlayacaksınız." dedim. Bakışları bir an dudaklarıma kaydıktan sonra tekrar gözlerime döndü. Nefesi dudaklarıma çarpınca içimdeki tüm öfkeye rağmen kalbim başka türlü çarpmaya başladı.
"Dinliyorum."
"Bu herif benim hayatımdan çok şey çaldı. Gençliğim, çocukluğum, hatıralarım. Hepsi onun yüzünden kirli. Şimdi sen bana diyorsun ki, görevden alayım seni. Öyle yapma, direkt kafama sık. Çünkü ikisi de aynı şey." sözlerim bitince, bakışları derinleşti.
"Neden böyle düşünüyorsun?"
"Hayatımdan yeterince şey çaldı. Mesleğimi de kaybetmek istemiyorum. Bu uğurda kendimden vazgeçtim, şimdi mesleğimden vazgeçmem." dediğimde yüzü hiç değişmedi.
"Buralara gelmek için çok şeyden vazgeçtim. Geçmişte karşıma çıkan biri yüzünden her şeyi çöpe atamam." bu cümlemin ardından yakınlığımızın farkına varmıştım. Tekrar eski koltuğuma döndüğümde aramıza olması gereken mesafeyi koydum.
"Bir daha herhangi bir operasyonda emrime karşı gelirsen, bu şekilde konuşmam. Bunu bil," dedi. Haddimi aşmamam gerektiğini biliyordum. Başımı eğip onayladım.
"Karargaha yarın değil, yarından sonra döneceksin." itiraz edecektim ama bakışlarıyla sus pus kaldım.
"Bir gün daha evde kalmak sana hiçbir şey kaybettirmez," dedi. Dayanamadım.
"En azından orada otursaydım yüzbaşım." Başını yana eğdi, hafifçe gülümsedi.
"Anlamadım, karargaha üç gün sonra mı dönmek istiyorsun?" dedi ve ağzıma fermuar çekip yerime oturdum. Birkaç saniye sonra mutfağa yöneldim.
"Nereye gidiyorsun?"
"Kahve yapacaktım."
"Elini sürme, misafir sayılmam. Otur, ben yaparım," dedi. Bugün beni sinirlendirme kotasını fazlasıyla doldurmuştu zaten, oturdum. Evin küçük olmasından dolayı mutfağa geçince seslerini duymak kolaydı. Beş dakika kadar sonra iki fincanla döndü.
"Teşekkür ederim." dedim, cevap vermedi. Sadece eski yerine oturdu. Artık timdeki herkesi az çok tanımıştım ama yüzbaşı hâlâ bir muammaydı.
"Timdekiler de az önce buradaydı. Herkes biraz kendinden, geçmişinden bahsetti. Alıştık galiba artık birbirimize." dedim.
"Alışmak zorundayız. Hepiniz uyumlusunuz, sorun çıkmayacağını biliyordum," dedi. O an ağzımdan kaçtı:
"Siz nerelisiniz?" kahve fincanının dumanında oyalanan gözleri bana döndü. Sorumu geri almak istedim.
"Söylemek zorunda değilsiniz tabii ki. Ben sadece..."
"Ankara," dedi. Ardından daha fazla sormaya çekindim ama o bana özel sorular soruyorken ben neden soramıyordum? Bir süre sessizlik oldu. Dayanamadım.
"Sizin aileniz hayatta mı?" bu kez bakışları bana dönmedi. Kahve fincanındaki buharla meşguldü.
"Babam hayatta."
"Başınız sağ olsun," dedim. Cevap vermedi. Sadece kahvesini içmeye devam etti. Sonunda ayağa kalktı. Onun kalkmasıyla ben de doğrulmuştum. Kapıya kadar eşlik ettim. Eşiğe geldiğinde bana döndü.
"Aşağıda evi gözetleyen askerler var. Bir durum olursa ulaşabilirsin. İki gün sonra karargaha gel, durumuna göre değerlendirme yaparız. Tekrar geçmiş olsun," dedi.
Yüzbaşı gittikten sonra odamda yatağıma uzanmıştım. Gözlerimi kapadım ve iki günlük ev moduna geçiş yaptım.
Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz.
Instagram/Twitter/Tiktok: monsoleil777
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 49.67k Okunma |
3.75k Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |