2. Bölüm

BÖLÜM BİR

monsoleil016
monsoleil016

Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.




''Saraylarda süremem, dağlarda sürdüğümü; Bin cihana değişmem şu öksüz Türklüğümü.''

Nihal Atsız

Benim için vatan, hiçbir zaman sadece bir sınır çizgisi olmadı. Bir çocuğun gözyaşında, bir annenin duasında, dağın zirvesinde dalgalanan bayrakta vücut buldu.

🫧

On bir yaşındaydım. Bana "Vatan nedir?" diye sorduklarında, "Ev" diye cevap vermiştim.
Oysa benim hiçbir zaman gerçek bir evim olmamıştı. Memleketin her köşesini kendime yuva bilmiştim.

Pencereden dışarı baktığımda, önümde uzanan dağların siluetine karşı kahvemi yudumluyordum. Dışarıdan bakan biri için bu dağlar sadece birer yeşillikten ibaretti belki ama bizim için yuvaydı, sığınılacak liman, bekçisi olduğumuz kutsal bir parçaydı.

Diyarbakır askeri üssünde iki yıldır görevdeydim. Dün gece aniden gelen bir telefonla, Hakkari'de kurulan özel bir timde görevlendirildiğimi öğrenmiştim. Nerede görev yaptığımın hiçbir önemi yoktu benim için. Vatan uğruna savaştığım her görev kutsaldı, anlamlıydı.

Bakışlarımı pencereden ayırıp, evin ortasında duran eşyalarıma çevirdiğimde fazla eşyam olmadığını tekrardan fark etmiştim. Zaten sürekli taşındığım için yeni bir şey alma ihtiyacı hissetmezdim. Ne zaman eşyam çoğalsa, sanki kalıcı bir yuvam olacakmış gibi hissederdim. Bu yüzden hep aza yönelirdim.

Zil sesiyle düşüncelerimden sıyrıldığımda adımlarım ağır ama kararlı bir şekilde kapıya yönelmişti. Kapıda bekleyen askerlerin, eşyaları taşımama yardım etmek için geldiklerini biliyordum. Albay Umut Öztekin, bu görevlendirmeyi bizzat bana ilettiğinde, evden alınacağımı ve tabura kadar bana eşlik edileceğini özellikle belirtmişti.

Kapıyı açtığımda, karşımdaki iki iri yapılı asker dimdik durmuş, selam vermek için hazır bekliyordu. Selamlarını verdiklerinde başımı hafifçe sallayarak karşılık verdim.

"Üsteğmenim, Albayımız Pençe Operasyonu için bizi görevlendirdi. Eşyalarınızı taşımakla yükümlüyüz." dedi biri. Askerin ses tonunda kararlılık, duruşunda ise ciddiyet vardı. Bir adım geri çekilip kenara doğru geçerek geçmeleri için yol verdim.

"Geçin. Valizlerim ortada duruyor. Onları aşağı indirebilirsiniz. Beş dakikaya geliyorum."

"Emredersiniz, komutanım." diyerek vakit kaybetmeden içeri doğru adımladılar. Ben ise odamın yolunu tuttuğumda içimde tarif edemediğim bir heyecan vardı. Akademiden mezun olduktan sonra özel timde görev almak için durmaksızın çalışmıştım. Geceleri uykusuz geçirmiş, sabahları ilk ışıklarla birlikte güne başlamıştım. Çok fazla operasyona katılmış, sahada soğuğu, sıcağı, bütün duyguları tatmıştım. Ve şimdi sonunda emeklerimin meyvesini topladığım, kendime borç bildiğim o adımı atıyordum.

Odaya son bir kez göz gezdirdim. Küçücük bir alandı ama içinde bir ömre yetecek kadar anı barındırıyordu. Her köşesiyle vedalaşır gibi baktıktan sonra ortada duran valizimi kavramıştım. Evin kapısından çıkarken fark etmiştim ki bir devir kapanıyordu benim için. Ama aynı anda, yepyeni ve belki de hiç ummadığım bambaşka bir dönem başlıyordu. Aşağıya indiğimde, beni bekleyen siyah bir jiple karşılaşmıştım. Açık konuşmak gerekirse, böylesine şatafatlı bir aracı beklemiyordum. Görmeyi umduğum son şeydi belki de. Ama emir emirdi. Görev ne gerektiriyorsa, o olurdu.

Kapının başında bekleyen adamın üzerinde sivil kıyafet vardı ama bir bakışta anlamıştım, askerdi. Türk askerini, bir bakışla tanırdım. Disiplinin, bağlılığın, görev bilincinin izi kazınmıştı o bakışlara. Başıyla selam verdiğinde ben de başımla ona karşılık vermiştim.

Araca bindim ve sessizlik eşliğinde kısa süren bir yolculuktan sonra helikopter pistine vardık. Motor sesleri çoktan havayı doldurmuştu. Uzakta, pisti çevreleyen açık alanda helikopterin pervaneleri dönmeye başlamıştı. Hava, pervane rüzgarıyla karışık tozla dolmuştu.

Aracın kapısını açıp indiğimde, gözüm doğrudan albayı, aramıştı. Albay Ertuğ Haktan, oradaydı. Dimdik duruyordu. Üzerinde üniforması, yüzünde ise tebessüm vardı. Diyarbakır'a ilk geldiğimde, yalnızlığın tam ortasında bana uzanan birkaç elden biriydi Albay Ertuğ. Bu özel tim görevine beni layık gören de o'ydu zaten. Beni fark ettiğinde yüzündeki tebessüm daha da belirginleşmişti.

"Hoş geldin, Birce." saygıyla başımı eğdiğimde, o gülümsemenin biraz daha büyüdüğüne şahit oldum.

"Sağ olun, Albayım." dedim, gözlerimi kaçırmadan. Bakışları, kısa bir anlığına omzumun üzerinden arkamda kalan helikoptere kaydı. Ardından yeniden benimle göz göze geldi.

"Hazır mısın?" diye sordu. İçimde birden dalgalanan heyecanın vücuduma yayıldığını hissettim. İstemsizce omuzlarım dikleşti, nefesim hızlandı ama yüzümde bir tereddüt yoktu.

"Her zaman." dedim.

"Bu konuda senden başka hiçbir askerime güvenemezdim, Birce Sen hem çok başarılı hem de olağanüstü azimli bir Türk askerisin."

"Teşekkür ederim, komutanım." diye karşılık verdim. Onun gibi birinden bu sözleri duymak, gururumu katbekat artırmıştı.

"Operasyonla ilgili detayları sana verecek olan kişi ben değilim. Oraya vardığında, Umut Albay sana her şeyi anlatacak. Ama senin yüzümü kara çıkarmayacağını biliyorum."

"Son nefesime kadar görevimin başında olacağıma dair en ufak bir şüpheniz olmasın, Albayım." Eli, nazik bir şekilde omzuma uzanmıştı. Hafifçe sıktığında, zaten dik olan duruşum daha da dikleşti.

"Ona ne şüphe." dedi, sesi biraz daha yumuşayarak. "Sizin gibiler oldukça bizim gönlümüz hep rahat." derin bir nefes aldığında sanki söyleyecekleri boğazına düğümlenmiş gibiydi. Sağlam bir konuşma geldiğini buradan anlamıştım.

"Bak Birce, senin ne kadar başarılı olduğunu bildiğim kadar, ne kadar gözü kara olduğunu da biliyorum. Oraya seni ölüme yollamıyorum. Ne olursa olsun kendi canını hiçe sayacak bir harekette bulunma. Vatan için savaşmak, vatan uğruna yaşamakla başlar. Ve unutma, burada seni düşünecek, bekleyecek bir abin olduğunu bil. Ne yaşarsan yaşa, dönüp arayabileceğin bir kapın var." bu sözlerle birlikte eli omzumdan kaydı ve beni kendine çekerek sarıldı. Komutan-asker mesafesi ortadan kalkmıştı. Ben de aynı içtenlikle ona sarıldım. Zira o sadece komutanım değildi; yıllar boyunca her zor anımda, elimden tutmaya çalışan bir akıl hocası, bir yol arkadaşıydı. Hayalimi gerçekleştirmemdeki en büyük etkenlerden biriydi Albay Ertuğ. Ne yapsam, ona olan borcumu ödeyemezdim. Kendini geriye çektiğinde, gözlerindeki duygusallığı hemen bastırarak duruşunu toparladı. Yeniden askerdi, yeniden görev bilinciyle konuşuyordu.

"Bu kadar duygusallık yeter. Görev beklemez, asker. Vatan size emanet."

"Sağ olun, komutanım." dedim ve son kez selam verdim. Arkamı dönüp helikoptere doğru yürümeye başladım. Botlarım pistin metal zemininde tok sesler çıkarıyordu.

Bu ilk helikoptere binişim değildi ve muhtemelen son da olmayacaktı. Ama biliyordum ki, bu kez bindiğim helikopter sadece beni bir görev bölgesine değil, aynı zamanda hayatımın bir dönüm noktasına taşıyacaktı. Geriye dönüp baktığımda, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissetmiştim.

Bazen, insan sadece vatanı için değil, kendi varoluşunun anlamı için de yola çıkardı.

Bazen, insan sadece vatanı için değil, kendi varoluşunun anlamı için de yola çıkardı

"Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır."

Sancakta dalgalanan ay-yıldızlı bayrak, zihnimin derinliklerinde yankılanan bu dizeleri bir kez daha hatırlattı bana. Gözlerim, gururla rüzgarda dalgalanan bayrağa kilitlenmişti. Bu kutsal kumaşın gölgesinde can veren şehitlerimizi, geride bıraktıkları aileleri, yetim kalan çocukları düşündüm. Bu vatan için kimi sevdiklerinden, kimi gençliğinden, kimi de canından vazgeçmişti. Ama hepsinin dilinde aynı cümle yankılanıyordu:

"Vatan sağ olsun." biz sağ olmasak da olurdu, yeter ki vatan ayakta kalsın.

Omuzlarımı dikleştirip taburun girişine doğru yürüdüğümde kapıda nöbet tutan askerler, beni görünce asker selamıyla karşılık vermişti. Saygıyla başımı sallayarak geçerken, içlerinden biri önümde durup konuştu:

"Üsteğmenim, Umut Albay toplantı odasına gelmenizi emretti. Sizi oraya götürmemi söyledi."

"Pek âlâ, önden yürü." dedim net bir ifadeyle ve onu takip etmeye başladım. Koridorlar dardı ama düzenliydi. Sağa döndüğümüzde kapısında koyu harflerle "PENÇE" yazan bir odaya gelmiştik.

"Burası, üsteğmenim." dedi asker, bakışları yerdeydi.

"Sağ ol, asker." dedim ve başımı hafifçe eğdiğimde selam vererek uzaklaşmıştı.

Derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım. Odanın içinde büyükçe bir toplantı masası vardı. On kişilik yuvarlak masa etrafında, dikkatle oturan beş kişi görünüyordu. Odanın havası sessizdi ama gerginlik oldukça hissediliyordu. Masadakilerden dört kişi, yakalarındaki brövelerden başçavuş rütbesinde olduklarını gösteriyordu. Bir diğeri, benimle aynı rütbeye sahip bir üsteğmendi. Ben içeri girince masadakiler senkronize bir şekilde ayağa kalktılar ve askeri selam durdular. Ben de kıdemli üsteğmene karşı selam durmuştum.

"Oturabilirsiniz, askerler." deyip hepimizin oturmasına sebep oldu. Hepsi disiplinli bir şekilde yerlerine geçti. Ben de masadaki yerime geçmek üzereydim ki arkamdaki kapı bir kez daha açıldı. Odanın içine, kararlı adımlarla Umut Albay girdi. Yanında ise, omuzundaki apoletten yüzbaşı olduğunu anladığım biri vardı. Hemen ayağa kalktığımda masadaki herkesle birlikte asker selamına geçtik.

"Oturun." dedi Umut Albay. Yerlerimize döndüğümüzde gözlerim, Albay'ın yanındaki yüzbaşıya kaydı. Sesi çıkmasa da duruşuyla bile dikkat çekiyordu. Omuzlarındaki rütbe parlaktı ama ondan bile çok daha dikkat çeken şey, bakışlarıydı.

Yüzü simetrikti; neredeyse kusursuzdu. Keskin çene hattı, düzgün kaşları ve pürüzsüz teni ama tüm bu düzgünlük içinde bir çatışma vardı. Gözleri, kömür karasıydı. Baktığında içine çekiliyormuş gibi hissettiriyordu. Dışarıdan bakan biri onun ne kadar tehlikeli olduğunu anlamazdı belki ama gözlerinin derinliklerine bakan biri, bu adamın içindeki karanlığı sezebilirdi. Bakışlarım, istemsizce onun üzerinde fazlaca oyalanmıştı. Bunu fark ettiğim an başımı önüme eğip düzeltme ihtiyacı hissettim. Umut Albay'ın sesi bu yoğun anı bölmüştü:

"Yüzbaşı Onat Aktan Kara." ismini duyduğumda tekrar ona baktım. Adı gibi sertti. Onat Aktan Kara, disiplinin ve sertliğin vücut bulmuş hali gibiydi. Masadakiler saygıyla başlarını eğdiğinde ben de aynı şekilde selamımı verdim.

"Bu operasyonu yönetecek kişi.'' Umut Albay'ın sesi odaya yayılmıştı. "Hepiniz kendi alanınızda üstün başarılar göstermiş askerlersiniz. Bu nedenle buradasınız. Eminim ki bu süreçte komutanınıza zorluk çıkarmayacak, görev disiplininden bir an bile sapmayacaksınız."

Sözleri biter bitmez odaya ağır bir sessizlik çökmüştü. Gözler yavaşça masanın başına çevrildi. Bir askerin gözlerine bir kez bakmanız yeterdi; nasıl eğitim aldığı, ne kadar disiplinli olduğu yüzünden okunuyordu. Ve bu masanın etrafında oturanların hepsi, bakışlarıyla konuşuyordu.

"Otur, Pençe." Onat yüzbaşının komutuyla hepimiz, tek bir vücut gibi senkronize şekilde oturduk. O ve Umut Albay da masanın başındaki sandalyelerine geçtiğinde, odadaki başka bir asker önündeki dizüstü bilgisayardan birkaç tuşa bastı. Projektör perdeye yansıdığında, ekranda silik bir görüntü belirdi.

"Burada neden toplandığınızı hepiniz biliyorsunuz." ekrana, sadece gözleri görünen, yüzü siyah bir maskeyle kapalı bir adamın fotoğrafı yansıdı. Maskenin üzerinde tanımlanamayan semboller vardı; bir kısmı Orta Doğu mitolojisini, bir kısmı ise modern anarşist ideolojileri çağrıştırıyordu. Bir sonraki karede, aynı maskeyi takmış ama bu kez silüetinden kadın olduğu anlaşılan bir kişi belirdi.

"Bu iki kişi, 'Serkef' adıyla bilinen yeni nesil bir terör örgütünün lider kadrosunda yer alıyor. Aralarındaki bağı hala çözebilmiş değiliz ama nereye giderlerse beraberler. Aynı dili konuşuyor, aynı yerlere saklanıyorlar." masanın diğer ucundan hafif bir homurtuyla bir ses yükseldi.

"Albayım, bu yaşta terör örgütü lideri mi olur? Bunlar yirmili yaşlarının sonunda bile değiller sanki." söz alan askerin yaka kartında "Kayhan" yazıyordu. Adını henüz bilmiyordum ama sesi toktu. Albay başını yavaşça salladığında gözlerini ekranın üstünde gezdirirken konuşmaya başladı:

"Aynı şeyi biz de sorguladık. Evet, yaşları otuzun altında. Ama sahip oldukları güç ve yürüttükleri eylemler, bu yaşta birinden beklenmeyecek kadar organize bir şekilde ilerliyor. Arkalarında ciddi bir yapı var. Tehlikeli olan da bu." içimde bir şeylerin kıpırdadığını hissettim. Bu kadar genç olup da böylesine organize hareket etmek, sadece silahı değil, psikolojiyi de kullandıklarını gösteriyordu. Sessizliği ilk bozan, Onat yüzbaşının sesi olmuştu.

"Kimlikleri tespit edilebildi mi?" herkesin bakışları ona döndüğünde Umut Albay başını iki yana salladı.

"Kendi aralarında kullandıkları takma isimler dışında elimizde hiçbir şey yok. Parmak izleri yok, dijital ayak izi yok. Muhtemelen kimlikleri ya yok edildi ya da hiçbir zaman kayıt altına alınmadılar." kaşlarım istemsizce kalktı. Bu seviyede temizlik yapabilen bir organizasyon, sadece kırsaldaki bir çete olamazdı. Yüzbaşı, sanki düşüncelerimi okumuş gibi konuşmuştu:

"Bunu yapabiliyorlarsa, sıradan biri değiller." albay başını düşünceli bir şekilde salladı.

''Haklısın. Bu insanlar sosyopat. Vicdan, merhamet, ahlaki sınırlamalar gibi bir ölçütleri yok. İki hafta önce bir köye girip kadın, çocuk, yaşlı demeden herkesi taradılar.'' birden masadaki herkesin vücut dili değişti. Bir başçavuş yumruğunu sıkarken, diğeri gözlerini yere indirdi. Ben, gözlerimi farkında olmadan tekrardan yüzbaşıya çevirmiştim. O ise hiç tepki vermemişti. Sadece çenesini hafifçe yukarı kaldırıp boynunu çıtlattı.

Göz göze geldiğimizde bu sefer uzun sürmüştü. Bakışlarımı kaçırmak zorunda kaldım. Bu, bana ikinci kez oluyordu. Ve her defasında, içimde istemsiz bir huzursuzluk bırakıyordu. O sırada Kayhan yeniden konuştu.

"Demek ki bugüne kadar önlerine korkacakları biri çıkmamış, albayım." gözlerinde tehditkar bir parıltı vardı.

"O zaman onları Pençe timiyle tanıştırma vaktidir." masadaki gergin hava, bir anda kendinden emin bir havaya dönüşmüştü. Ben dahil herkesin yüzünde aynı gülümseme belirdi. Albay gülümsedi ve Onat Yüzbaşı'nın omzuna iki kez vurdu.

"Koçum benim. Sana güvenim tam." ardından bakışlarını masadaki herkeste kısa kısa gezdirdi.

"Size olan güvenim de tam, evlatlarım. Bu milletin sizin gibi yiğitleri olduğu sürece, bu bayrak yere inmez." biz, tek bir yürek gibi, aynı anda yüksek sesle cevap verdik:

"Sağ ol!" albay başıyla bizi onayladı, ardından ciddi bir tonla konuşmasını noktaladı:

"Operasyon detaylarını Onat verecek. Artık komuta onda." ayağa kalktı. Biz de refleksle onunla birlikte doğrulduk ve askeri selamı verdik. Albay çıkarken, Yüzbaşı Onat sessizce bize dönerek konuştu:

"Otur, asker." onun komutuyla bir kez daha oturduk.

"Hepinizi bu time bizzat ben seçtim." yüzbaşının tok sesi toplantı odasının içinde yankılanırken, hepimiz istemsizce ona dönmüştük. Ne yalan söyleyeyim, bunu duymayı beklemiyordum. Masadakilerin hiçbirinin de beklemediği yüz ifadelerinden belliydi. Ama o, yüzünde en ufak bir tereddüt belirtisi olmadan sözlerine devam etti.

"Hakkınızda gereğinden fazla bilgiye sahibim. Ancak siz, birbiriniz hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorsunuz. Bu tim, sadece fiziksel kuvvetle değil; bilgi, strateji ve uyumla başarılı olabilir. O yüzden şimdi, ben anlatacağım. Eksik ya da yanlış varsa düzeltirsiniz." bakışları masanın hemen başındaki askere döndü.

"Senden başlayalım, Aybars Töre." Aybars ayağa kalkacak gibi oldu ama yüzbaşı parmaklarını hafifçe kaldırarak onu oturttu.

"İlkokul çocuklarına kendini tanıttırır gibi bir niyetim yok. Sadece seni sen yapan özellikleri öne çıkaracağım." o sırada ben dikkatimi Aybars'a çevirdim. Gözünün hemen altındaki ince dikiş izi, dikkatli bakıldığında fark edilebiliyordu. Kızıl saçları yüzünü daha sert gösteriyordu. Sakalları tıraşlıydı ama tonlarından onların da kızıl olduğunu tahmin etmek zor değildi.

"Kıdemli Üsteğmen Aybars Töre. Önceki görev yerin Siirt. Birliğinde tim komutanıydın."
yüzbaşı konuşurken Aybars başını hafifçe öne eğerek sözleri onayladı. "Buraya alınma sebebin: yüksek analiz kapasiten. Kaybolan tim arkadaşını görevinin ikinci gününde bulduğun bilgisi doğruysa, parçalarla konuşmayı seviyorsun demektir." yüzbaşı doğrudan gözlerine baktı.

"Bu operasyon, bildiğin hiçbir yapboza benzemiyor Aybars. Bin parçalı değil; her parça ayrı dilden konuşuyor." Aybars'ın dudaklarının kenarında alaycı bir gülümseme belirmişti.

"Parçaların dili önemli değil, yüzbaşım. Ben sonuca odaklıyım." yüzbaşı başını memnuniyetle salladı.

"Tam da bu yüzden buradasın." ardından bakışlarını bana çevirdiğinde başını sağ omzuna eğdi. Gözlerimin içine bakarak konuştu:

"Üsteğmen Birce Sağlam." ayağa kalkmak üzereydim ki aynı hareketi yine yaptı: eliyle "otur" komutu verdi.

"Diyarbakır... güzel ama zordur. Oralarda görev yapmak sınavdır."

"Zoru kolaylaştırmak bizim işimiz, yüzbaşım." sözüm bitince bana birkaç saniye daha baktı, sonra devam etti:

"Senin bu time dahil edilme nedenin teknik yeterliliğin. Kısa sürede silah sistemleri üzerine gösterdiğin öğrenme hızı ve uygulama kabiliyeti istisnai. Ayrıca Ertuğ Albay, 'gözü karadır' dedi senin için. Katılıyor musun bu yoruma?"

"Albayım ne derse doğrudur." sesim netti. Yüzbaşı bunu sezmiş olmalıydı çünkü hemen ardından en can alıcı soruyu sordu:

"Peki silahlara olan bu ekstra ilgin nereden geliyor?"

"Bir sebebi yok, yüzbaşım. İlgimi çekiyor. Alanımda da iyi olduğumu düşünüyorum." yere bakarken, onun gözlerinin hâlâ bende olduğunu hissedebiliyordum.

"Öyle olsun." dedi. Ardından ben de başımla onu onayladım ve tekrar gözlerimi önümdeki masa yüzeyine çevirdim. Biliyordum, biliyorduk. Her cümlede sınandığımızın farkındaydık.

"Teğmen Oğuzhan Bozkurt." yüzbaşı Onat'ın sesi yankılandığında herkesin gözleri otomatik olarak Oğuzhan'a çevrilmişti. Ama ben hissediyordum; onun bakışları hâlâ üzerimdeydi. Göz teması kurmamaya çalışsam da tenimdeki ağırlığını hissedebiliyordum. Kısa bir sessizlikten sonra sonunda gözlerini benden çekip Oğuzhan'a çevirdi.

"Eski görev yerin Batman." bakışlarımı ben de Oğuzhan'a kaydırdım. Ellerinin neredeyse hiç sabit durmaması, ayaklarının sürekli ritmik hareketlerle yere temas etmesi dikkatimi çekmişti.

"Evet Yüzbaşım." dediğinde Onat Yüzbaşı'nın bakışları doğrudan Oğuzhan'ın hareket hâlindeki ellerine indi.

"Senin hakkında fazla heyecanlı olduğun bilgisi ulaştı bana. Ama fazla heyecan, sahada hatayı getirir Bozkurt. Unutma, kontrolsüz güç güç değildir." bu sözler üzerine Oğuzhan, ellerini durdurdu, oturuşunu düzeltti ve kasıtlı bir şekilde daha disiplinli bir pozisyona geçti.

"Birçok yakın dövüş disiplininde eğitim aldığını biliyorum. Hangi branşlarda yetkinsin?" sorunun ardından Oğuzhan, omuzlarındaki gururu saklamadan ama emir-komuta zincirini ihlal etmeyecek bir saygıyla cevap verdi:

"Ninjutsu, Aikido, Judo, Muay Thai yüzbaşım." Onat başını birkaç kez yavaşça salladı.

"Demek hünerlisin. Umarım bu yeteneklerini Serkef'in köpeklerine karşı da aynı özgüvenle sergilersin Bozkurt." Oğuzhan'ın dudaklarının kenarında narsistik bir gülümseme belirdi.

"Zevkle, yüzbaşım." ardından bakışlar bir sonraki askere yöneldi. Yüzbaşının gözleri, Oğuzhan'ın hemen yanında yer alan, dikkat çekici fiziksel özelliklere sahip olan uzun boylu askerdeydi.

"Astsubay Kıdemli Başçavuş Alperen Kayhan." Kayhan hemen dikleşti. Sarı saçları kısa tıraşlı, gözleri ise belirgin şekilde maviydi. Boyu muhtemelen Onat'tan da uzundu bu da duruşuna ayrı bir dikkat çekicilik katıyordu.

"Son görev yerin Mardin. Güneydoğu'nun gizemli şehirlerinden biridir. Sevdin mi oralarda olmayı?" soru alışılmışın dışında olduğu için Kayhan'ın yüzünde bir anlık şaşkınlık oluştu.

"Evet, yüzbaşım." yüzbaşı, başını hafifçe salladı. Sesi bu sefer ironik bir tonda yükseldi:

"Ne kötü senin için. Şimdi rahatın bozulacak. Tüh." Alperen, kısa bir duraksamadan sonra kendini toparlamıştı.

"Estağfurullah yüzbaşım. Görev nereye, biz oraya." yüzbaşının kaşları hafifçe çatıldığında bakışları sertleşti, sesi de onunla birlikte keskinleşti:

"Sizin için rahat diye bir kavram yok asker. Uykuyu, yemeği, konforu kafanızdan silin. Bu operasyonda rahat olan ölür. Bu itler gebermeden, hiçbirimize huzur yok!" bu söz üzerine hepimiz aynı anda, yıllardır defalarca tekrar ettiğimiz gibi, ama bu kez daha derin bir bilinçle :

"Emredersiniz!" diye bağırdık. Yüzbaşı, birkaç saniye durdu. Bakışları herkesin yüzünde kısa bir tur yaptıktan sonra Alperen'e döndü.

"Birçok kritik terör eyleminde aktif bomba imha görevinde bulunmuşsun." tam bu sırada yüzbaşının bakışlarını yeniden üzerimde hissettim. Sebebini bilmiyordum. İçimde hafif bir gerilim oluştuğunda yüzüne bakmamaya çalıştım.

"Kayhan, senin bu bombalara ilgini sormak istesem, cevabın ne olurdu?" soru Kayhan'a yönelmişti ama bakışlar önce bana saplanmıştı. İçim sıkıştı. Neden bana bakıyordu? Neden hep bu şekilde beni yokluyordu? Alperen, sesi titremeden sakin bir şekilde konuştu:

"Akademiden beri ilgim vardı, yüzbaşım. Zamanla kritik görevlerde yer aldım. Sonrasında, bu alanda uzmanlaşmanın hayat kurtarabileceğini fark ettim." Yüzbaşı, bu yanıt üzerine başını yavaşça salladı.

"Güzel. Aferin." artık sırada, timdeki diğer iki kadın asker vardı. Onat Yüzbaşı'nın rütbe sırasına göre ilerlediğini fark etmiştim. Muhtemelen ikisi de astsubay seviyesindeydi.

"Astsubay Kıdemli Başçavuş Şimal Türkmen." yüzbaşının sesi salonda yankılandığında gözlerimiz Şimal'e çevrilmişti. Parlak sarı saçları ve neredeyse aynı tonda kaşları vardı. Cildi porselen gibi pürüzsüzdü. İlk bakışta bir dergi kapağından fırlamış gibiydi; daha çok bir podyum modelini andırıyordu.

"Emredin Yüzbaşım." Onat, dosyasından gözlerini kaldırmadan konuştu:

"Diğerlerinin aksine sen Eskişehir'de görev yapmışsın. İlk doğu görevin için ağır bir yer değil mi sence?" Şimal'in gözbebeklerinin hafifçe titrediğini fark ettim. Heyecanlıydı ama ses tonunda hiçbir titreklik yoktu.

"Bana neresi uygun görülürse, ben oradayım yüzbaşım." kısa, net ve kararlıydı. Onat'ın dudaklarında hafif bir kıvrılma belirdi.

"Normalde doğu görevi yapmamış birini bu timde görmek zordur. Ama sende dikkatimi çeken şey azmin, sadakatin ve özverin oldu. Bildiğim kadarıyla hayatın oldukça konforluydu. Böylesi bir hayatı bırakıp neden asker oldun Türkmen?" bu soruyla birlikte Şimal'in ait olduğu sınıf dolaylı yoldan yüzeye çıkarılmıştı. Varlıklı bir ailenin çocuğu olduğu belliydi. Ancak Şimal'in cevabı yalnızca bu sınıfsal algıyı kırmakla kalmamış, hepimizi şaşırtmıştı:

"Benim sahip olduğum imkanlar, vatanımın bana sunduğu kadardır. Başka birine ait olana ihtiyacım yok. Ben Şanlı Türk Ordusunun bir neferiyim ve öyle de ölmek isterim. Bu mesleği seçme nedenim, vatanıma duyduğum saf ve karşılıksız sevgidir." cümle bittiğinde masada bir anlık sessizlik oldu. Yüzbaşının gözlerinde belirgin bir memnuniyet oluştu, gülümsedi.

"Harp okulunu birincilikle bitirmişsin. Herkesin harcı değildir. Tebrik ederim."

"Sağ olun, yüzbaşım." yüzbaşının bu tanıtımı sadece timi tanımak için yapmadığı artık çok açıktı. Asıl amacı, bizim birbirimizi tanımamızı sağlamaktı.

Bakışlar son kez, timdeki son kişiye yöneldi. Şimal'in aksine, bu kadın askerin görünümü sertti. Simsiyah kaşları, çekik ve derin bakışlı gözleriyle dikkat çekiyordu. Sadece yüzbaşıya bakıyordu. Başka kimseye değil.

"Astsubay Kıdemli Çavuş Selin Manas." yüzbaşının gözleri Selin'i sabit bir şekilde izliyordu.

"Son görev yerin Bitlis." Selin başını hafifçe salladığında dudaklarından tek kelime çıkmamıştı.

"Selin Çavuş, duyduğuma göre zor bir karaktersin. Genelde başına buyruk hareket edermişsin. Ama burası Bitlis değil. Biliyorsun, değil mi?" Selin cevap vermedi. Yüzbaşı gözlerini kıstığında sessizlik devam ederken, aniden yumruğunu masaya indirdi. Beklenmedik bir hamleydi ama hiç kimse irkilmedi. Sadece dikkatimiz daha da keskinleşti. Selin'in bakışları nihayet yüzbaşıyı buldu.

"Biliyorum, yüzbaşım." Onat başını memnuniyetle salladı.

"Güzel.'' gözleri yeniden timin tamamını taradı ama Selin'in üzerinde fazlaca oyalanmıştı. Yavaşça konuşmaya başladı:

"Tahammülüm olmayan tek şey, itaatsizliktir." sözünü doğrudan bir kişiye yöneltmese de oklarını kime çevirdiği belliydi. Bir adım geri çekildi.

"Hepiniz benim için kıymetlisiniz. Hepinizin canı bana, benim canım da hepinize emanettir." gözleri artık her birimize ayrı ayrı dokunuyordu.

"Biliyorum. Size harbiyeden çıktığınızdan beri bu konuşmalar yüzlerce kez yapıldı. Ama bu kez duyduklarınızı diğerleriyle karıştırmayın." o anda istemsizce oturduğum yerde dikleştim. Kalbim garip bir ritimde atıyordu.

"Kiminiz ailesini geride bıraktı, Kiminiz sevdiği insanı. Belki nişanlınızı, belki eşinizi. Geride bırakılan her şey bir sınavdır." yüzüme saplanan bakışlarına bu kez karşılık vermiştim. Artık kaçmıyordum. Neden bu kadar çok beni izlediğini hâlâ bilmiyordum.

"Hepimiz buraya gelmek için bir şeyler feda ettik. Feda etmeye de devam edeceğiz. Ama eminim benim askerim bu işten alnının akıyla çıkacak." hepimiz aynı anda bağırdık.

"Sağ ol." Onat Yüzbaşı ayağa kalktığında onunla birlikte biz de kalkmıştık.

"Yarından itibaren birkaç gün sürecek zorlu bir eğitim sizi bekliyor. Şimdi gidin ve dinlenin. Unutmayın. Bu vatan, uğrunda ölen varsa vatandır." o kapıdan çıktığında bakışlarım hemen kapının yanında duran tabloya kaydı. Tabloda ise şöyle yazıyordu:

"Biz Türkler, ordusu olan bir millet değil; milleti ordu olan bir devletiz."

Nihal Atsız

Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz.

Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777

 

Bölüm : 10.09.2024 21:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...