10. Bölüm

BÖLÜM DOKUZ

monsoleil016
monsoleil016

Merhaba. Geçen hafta ülkemizde olan olaylardan dolayı hepimiz çok üzgünüz. Umarım en kısa sürede bir çözüm bulunur. Yoksa hiçbir şey azalmadan, aksine çoğalarak devam edecek. Daha çok eve ateş düşecek. Bugün dünya kız çocukları günü. Bütün çocukların ve kadınların mutlu olduğu, öldürülmediği bir dünya diliyorum hepimize💖 İyi okumalar 💖

Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.

Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777

 

Hayatım boyunca baskın olarak hissettiğim tek şey, eksiklik duygusuydu. Yirmi yedi yaşıma kadar biri bana, "dibine kadar yaşadığın duygu hangisiydi?" diye sorsa, cevabım hiç tereddütsüz bu olurdu. Hep bir yanım eksikti sanki. Tamamlanamayan bir bütün gibiydim. Kendimi onarmak, boşluklarımı doldurmak için yıllarca uğraşmıştım. Ama bazı eksiklikler ne yaparsan yap tamamlanmıyordu; çünkü bazen eksiklik insanın kendi ellerinde değil, kaderinde gizliydi.

Kariyer anlamında, hayatımın istediğim yerindeydim. Ama ruhumun bir köşesi hâlâ eksik hâlâ yarımdı. Ve şimdi, tam karşımda bana karşı bir şeyler hissettiğini söyleyen bir adam duruyordu. Onu ilk gördüğüm andan beri sezgilerim bana bir şey fısıldıyordu: Bu adam hayatıma sadece uğrayıp gidecek biri olmayacaktı. Onun bakışlarında kendimden bir parça görüyordum. Adını koyamadığım ama yüreğimin her atışında varlığını hissettiğim bir şeydi bu. Basit, gelip geçici bir duygu değil; içime kök salabilecek kadar kuvvetli bir çekimdi. Zil çaldığında tam dudaklarımız arasındaki mesafe buhar olup kaybolmak üzereyken, Onat'ın bakışları dudaklarımdan gözlerime yükseldi.

"Birini mi bekliyordun?" diye sordu. Kafamı bilinçsizce iki yana salladım. Sanki yılların tecrübesiyle dolu bir kadın değil de ilk kez birine yakınlaşan utangaç bir genç kız gibi hissediyordum. Varlığı başımı döndürüyordu. İçimde anlamlandıramadığım bir kıpırtı, ellerime, boğazıma, kalbime yayılmıştı. Kapı hâlâ çalıyordu. Onat, bedenini usulca geri çektiğinde bana biraz daha yaklaşsa dünyamın yön değiştireceğini hissediyordum. Ayağa kalktığımda elim boynuma gitti, bir savunma refleksi gibiydi. Ona bakamıyordum. Göz göze gelirsek, duygularımın delik deşik ettiği o halimi açık edecektim.

"Ben... ben kapıyı açayım," dedim ve kendimi toparlamaya çalışarak kapıya doğru ilerledim. Arkamdan gelen hafif bir gülümseme sesiyle duraksamıştım. Sesindeki sıcaklık içimi gıdıkladı. Kendime kızdım. Kapıyı açtığımda karşımda Şimal ve Selin'i görmek, tüm zihinsel karmaşayı daha da yoğunlaştırmıştı.

"Selam komutanım!" dediler cıvıl cıvıl bir neşeyle.

"Bir şey mi oldu?" deyiverdim, sesi sert çıkan kelimeler ağzımdan düştüğü anda pişman olmuştum. İkisinin de kaşları hafifçe kalktığında o erkeksi koku burnuma nüfuz etti. Evet, Onat arkamdaydı. Kızların bakışlarının benim omzumun üzerinden geçmesiyle bunu fark etmiştim.

"Biz yanlış zamanda geldik sanırım," dedi Selin. Şimal'i kolundan tutup gitmek ister gibiydi ama hemen araya girmiştim.

"Yok, ne yanlışı, geçin içeri." sesimin titremesi, ne kadar bozulduğumu ele veriyordu. Onat'a döndüğümde:

"Yüzbaşım da çıkıyordu şimdi." ses tonumda nazik ama net bir ima vardı. Oturamayacağı belliydi, gitmeliydi. Onat bir şey söylemedi ama bakışları anlık yine dudaklarıma takıldığında içim titredi. Kalbimin sesi sanki boğazıma kadar çıkmıştı. Hafifçe kolunu omzuma değdirip:

"İyi geceler Birce," dedi. Kızlara da başıyla selam verip merdivenlere doğru ilerledi. Kızlar sessizce bana bakıyordu. Yüzümde hâlâ ne yaşadığını anlayamayan bir ifade vardı.

"Hadi geçin içeri," dedim. Sessizlik içinde salona yöneldiklerinde neden geldiklerini sormadım. Ben kapıma gelenlere neden geldiğini sormazdım. Çünkü bu kapı, yıllarca birilerinin gelmesini beklemişti. Şimdi geldilerse, başım gözüm üstüneydi. Ama yani tam şu an değil de bir on beş dakika sonra gelseler de olurdu.

"Ne yapayım size? Çay, kahve?" dedim. Hâlâ bana dikkatle, sorgulayan gözlerle bakıyorlardı.

"Komutanım, rahatsızlık verdik sanırım. Biz yalnızsınızdır sanıyorduk da..." diyecek oldu Şimal.

"Aman Şimal! Ne rahatsızlığı? Ayrıca askeriyede değiliz, bana adımla hitap edebilirsiniz. Hadi, ben kahve yapıp geliyorum," dedim ve kendimi mutfağa attım.

Mutfakta yalnız kalır kalmaz, içimde bir yerler alev alev yanmaya başlayıp afakanlar basmıştı. Elimi yüzüme götürüp derin bir nefes aldığımda ne yaşadığımı hâlâ tam olarak adlandıramıyordum. Kalbim çok hızlı atıyordu.

Gözüm mutfak masasındaki telefonuma takıldığında ekranı ışıldıyordu. "Onat Aktan Kara" ismini gördüğümde, midemde minik bir düğüm oluştu. Mesaj atmıştı. Kalbim, mesajdan çok onun adını görünce çarptı. Neden böyle hissediyordum? Gözlerinin içine bakınca içim neden ürperiyordu?

Onat Aktan Kara: Yarım kalan şeylerin tamamlanmasını isterim. Ne olursa olsun. :)

Birce Sağlam: Her yarım kalan şey tamamlanmıyor maalesef, komutanım.

Onat Aktan Kara: Sen benim için herhangi bir kategoriye giremeyecek kadar özelsin, Birce.

Derin bir nefes aldığımda kahve makinesinden çıkan tık sesiyle irkilmiştim. Kendime geldiğimde kalbimin çarpışını bastıramıyordum; sanki yıllar önceki o çocuksu heyecanlar yeniden içimde canlanmıştı. Kahveleri fincanlara doldurdum ve elimde tepsiyle salona doğru yürüdüm.

"İkinize de sade yaptım," dedim ve fincanları uzattım.

"Teşekkür ederim, komutanım," dedi Selin. Ona döndüğümde:

"Komutanım demeyin demiştim. Hangi rüzgar attı sizi buraya?" dedim ve bakışlarım ikisi arasında dolaştı.

"Birlikte biraz kız kıza vakit geçirelim istedik. Kötü mü ettik?" Şimal'in sesi kadar bakışları da zarifti. Bazen bir çocuk gibi masum bazense kadın gibi baştan çıkarıcı oluyordu. Yüzümde istemsizce bir tebessüm oluştu.

"İyi etmişsiniz," dedim. Şimal huzursuzdu, içinde bir sorular dönüp duruyordu. Gözlerinden belliydi.

"Haydi sor bakalım," dedim. Gülümsemesi yüzünde belirince bana döndü.

"Komut—ay Birce. Vallahi kendimi tuttum, sormam diye direndim ama olmadı. Yüzbaşıyla aranızda bir şey mi var?" bu soruya verecek net bir cevabım yoktu. Omuzlarım, bilmiyorum dercesine kalktı.

"İnan aramızda ne olduğunu ben de bilmiyorum," dedim. Selin'in şaşkın sesi duyulduktan hemen sonra:

"Nasıl yani bilmiyorsun?" kaşlarını çatmıştı. Derin bir iç çektim.

"Başta sadece benimle didiştiğini sandım. Malum, bazıları hâlâ kadınların askerlik yapamayacağını savunuyor. Onun da öyle biri olduğunu düşündüm. Sonra sürekli bakışlarını yüzümde hissetmeye başladım. Bilmiyorum.'' sustum. İçimdeki kelimeler boğazıma düğümlenmişti.

"Beni tam tanımıyorsunuz ama birine kolay güvenmeyeceğimi anlamışsınızdır," dedim. İkisi de başını onaylarcasına sallamıştı.

"İlk defa birine karşı o güvensizliği hissetmedim. Onun yanında, ilk defa 'acaba güvende miyim?' diye düşünmedim. Bu hissi adlandıramıyorum." Şimal dudaklarını çarpıtarak gülümsedi.

"Bunun bir adı var ama duymak ister misin, emin değilim," dedi. Bakışlarım kahve fincanına kaydı. Duymak ister miydim gerçekten?

"Liseli bir aşık gibi hissediyorum kendimi," dedim sonunda. "Ve ilk kez bir şeyi düşünmeden, hesaplamadan yapmak istiyorum. Sonu ne olacak diye merak etmiyorum. Ama bu duygunun ağırlığını taşıyabilir miyim, ondan emin değilim." Selin kahvesinden bir yudum aldıktan sonra bana döndü.

"Bunun yük olduğunu neden düşünüyorsun?" gözlerimi fincandan kaldırıp ona çevirdim.

"Çünkü kimsenin beni ömür boyu seveceğine inanmıyorum. Bu his geçmiyor. Psikolojide ne dendiğini bilmiyorum, umurumda da değil. Ama içimdeki bu düşünceyi aşamıyorum."

"Seni anlıyorum. Hep anladım," dedi Selin. "Keşke birbirimizi anlamak zorunda kalmasaydık ama hayatta bazı yaralar birbirini tanır. Ve ben şunu öğrendim insanın sevilmesi, kötü bir şey değil. Tam tersi; başına gelebilecek en güzel şeylerden biri." başımı hafifçe salladım.

"Onat gibi adamların nasıl seveceğini tahmin edebiliyorum. Ama böyle bir görevdeyken, böyle bir duyguya kapılmak ne kadar doğru, bilemiyorum. En kötüsü, içimde hızla akan bu duyguyu durduramıyorum." Selin hafifçe gülümsediğinde:

"Bazen bazı şeylere dur diyemeyiz. Dur demek iyidir, evet ama bazen de dememek gerekir."

Ona baktığımda gözleri çok şey anlatıyordu. Yaşadıkları vardı; belliydi. Ama bana anlatmadığı sürece sormayacaktım. Bu onun sırrıydı. Gülümsedim ve kenarda oturan Şimal'e çevirdim bakışlarımı.

"E sen anlat asıl doğal afet. Aybars'la ne var ne yok?" gözleri büyüdüğünfr ağzı bir o şekil aldı. Tam bir çocuk gibiydi.

"Nasıl anladın ya?" diyerek omzunu düşürdü. Gülmemi tutamadım.

"Kızım, siz resmen aleni gidiyorsunuz. Paintball'da birlikte vurulmalar, laf sokmalar. Benden kaçmaz," dedim. Şimal de gülümsedi, ardından derin bir nefes aldı.

"Evet, konuşuyoruz. Şimdilik flört aşamasında. Ama ben kolay kolay bağlanmam. Yani en az üç bin yıl bekarlığım baki. O yüzden şimdi büyük büyük laflar etmeyeceğim. Ortada ciddi bir şey yok." Selin dirseğiyle Şimal'i dürttü.

"Aynen yok ya. O yüzden telefona her baktığında yonca görmüş eşek gibi sırıtıyorsun." bu benzetmeye kahkahayı basmıştım. Şimal, Selin'e yandan bir bakış attığında:

"Bana eşek deyip Aybars'a yonca demene mi şaşırayım, yoksa bu kadar ifşa olmamıza mı?" Selin omuz silktiğinde anlamıştım ki aralarındaki bağ güçlüydü. Bu gece buraya gelmelerinin en büyük nedeni, beni de aralarına almaktı. Bunu şimdi çok net görebiliyordum.

"Böyle bir görevde böyle hissetmek, bilmiyorum akıl işi mi? Ama düşünmek istemiyorum artık. Hep düşündüm, bu defa sadece yaşamak istiyorum."

"Akışına bırakalım," dedi Şimal. "En fazla ne olur ki? Siz yüzbaşından bir çocuk, ben Aybars'tan. Ortada dolaşır dururlar işte." şaşkınlıkla gözlerimi büyüttüğümde o benim aksime kahkahayı basmıştı.

"Şaka yapıyorum canım! Her şey olacağına varır. Biz ne kadar çabalasak da bazı şeylerin önüne geçemeyiz. Görev konusuna gelince; hepimizin önceliği vatan. Bu yüzden bir sorun olacağını sanmıyorum." haklıydı. Ne ben ne de yüzbaşı, görevimizi riske atacak insanlardık. O gece, saatlerce sohbet ettik. Gülüştük, içimizi döktük ama içimdeki sevilmeme korkusu hâlâ oradaydı, köşede sessizce bekliyordu.

Onları evde kalmaya ikna etmiştim. Uzun zaman sonra ilk kez kızlarla aynı çatı altında olmak, beni eski günlere götürmüştü. Yurtta her gece toplanırdık. Kimi hayallerini anlatırdı kimi gözyaşlarını. Bu gece ağlamaktan çok gülerek geçmişti.

Sabahın ilk ışıkları perdenin arasından usulca süzüldüğünde uyandım. Saate baktığımda içtimaya az kalmıştı. Salona doğru sessizce yürüdüm. Şimal ve Selin, ikili koltukta yan yana kıvrılmış, mışıl mışıl uyuyorlardı.

"Koğuş kalk!" ikisi de komutla birlikte saliseler içinde doğrulup askeri selam verdiğinde yüzümde istemsiz bir tebessüm belirdi.

"Bu kadarına gerek yoktu, karargahta mıyız sanki?" dedim gülerek. "Ama siz yine de on dakikaya hazır olun." odama geçip hızlıca bir duş aldım. Kamuflajımı giyip salona çıktığımda kızlar çoktan hazırdı. Askerlerin en sevdiğim özelliği buydu; dakiklik.

"Hadi çıkalım." merdivenlerden inerken, bugünün bana ne getireceğini bilmiyordum. Özellikle de dün yaşananlardan sonra yüzbaşıyla yüz yüze gelmek ne hissettirecekti, onu kestiremiyordum. Kızlarla kısa bir sohbetin ardından karargâhın önüne ulaşmıştık. İçeri gireceğimiz sırada Selin'in bakışlarının dalgalanan bayrağa takıldığını fark ettim. Derin bir iç çekişle gözlerini benden yana çevirdi.

"Kurban olduğumun bayrağı ne güzel sallanıyor..." yanına yaklaştığımda elimi sırtına koydum.

"Sen varsan, ben varsam, bizim gibiler varsa o bayrak hep sallanır. Ama biraz daha burada durursak yüzbaşı bizi bayrak direğinde sallandıracak," dediğimde yüzünde ender rastlanan o güzel gülümseme oluştu.

İkimiz içeri yönelirken Şimal'in çoktan içtima sırasına geçtiğini, hatta Aybars'la sohbet ettiğini fark ettim. Diğerleri de yavaş yavaş gelmişti. Günaydınlar havada uçuşurken ileriden yüzbaşı göründü. Kalbim, kendi iradem dışında bir coşkuyla çarpmaya başlamıştı. Onun gözleri, kalabalığın arasından direkt beni buldu. Her zamanki gibi karargâhta daha resmiydi. Yüzüne bakan biri, dün gece neler yaşandığını asla tahmin edemezdi.

"Günaydın asker." dediğinde hep bir ağızdan, "Sağ ol!" diye bağırmamız bir oldu.

"Bugün artık atağa geçiyoruz. Odaya geçin, konuşacaklarımız var." sıralı bir şekilde toplantı odasına ilerledik. Sürecin nasıl işleyeceğini kestiremiyordum ama bildiğim tek şey, sahaları fazla boş bırakmış olduğumuzdu. Herkes belirlediği yerlerine oturduktan sonra projeksiyon açıldı. Ekranda Erkin ve Vural Koç'un fotoğrafları belirdi. Yüzbaşı ayağa kalkıp ekranın önüne geçti.

"Artık kimlikler belli. Amaç belli. Bundan sonrası, kedinin fareyle oynaması." gözleri anlık olarak bana ilişti.

"Köylüler bunlara bir şekilde haber uçuruyor. Biz de bu durumu kendi lehimize kullanacağız. Köylü aracılığıyla yalan bir haber yayacağız."

"Fareyi kapana kıstırma vakti geldi." dedi Oğuzhan. Yüzbaşı başını sallayarak onaylamıştı.

"İçinizden bazıları köye inecek ve hazinenin yerinin bulunduğuna dair bir dedikodu yayacak. Askerlerin hazineyi bulduğu ve iki gün içinde almaya gideceği söylenecek."

"Bu şerefsizler telaşa kapılıp kim varsa iletişime geçecekler." bakışlarım refleksle Aybars'a döndü.

"Aynen öyle." dedi. "Erkin'in telefonu uzun süredir takibimizde. Farkında değil. Turgay bu konuda gerçekten iyi." yüzbaşı, Oğuzhan ve Alperen'e döndü.

"Köye iniyorsunuz. Akşama kadar dedikodu yayılmış olsun." ikisi ayaklandı ve dışarı çıkarken yüzbaşı hepimize döndü:

"Antrenmanlara devam. Boş durmak yok."

Bir şeylerin ters gittiğini hissettim. Geldiğinden beri gözlerini benden kaçırıyordu. Antrenmana yöneldiğimizde tekrardan anladım ki fiziksel işler her zaman bana iyi gelirdi. Yakında göreve çıkacağımızı biliyordum. Hazırlıklar bunun içindi. Kum torbasına son bir yumruk daha savurduğumda salon kapısının açıldığını duydum. Askerlerden biri geçiyor sanmıştım. Tokam çözüldüğü için saçımı toparlamak üzere ağzıma aldığım anda arkamdan gelen sesi duydum:

"Saçların kendi rengin mi?" bu sesi duymayı özlemiştim. Dönmedim.

"Evet." tokayı hızlıca taktığımda kum torbasına tekrar yönelmek üzereydim ki tekrar konuştu:

"Yüzünü bana dönmeyecek misin?" derin bir nefesle arkamı döndüm.

"Buyurun, komutanım." yüzümdeki ciddiyet buz gibiydi. Onun ise benim aksime yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.

"Askeriyedeyiz diyorsun." elimle etrafı işaret ettim.

"Yani... evet." bir adım yaklaştı. Kamuflajın içinde her zamanki gibi çok yakışıklıydı. Bense ter içindeydim, en dağınık halimleydim.

"Seninle baş başayken komutanım demene gerek yok, Birce." kendimi bir adım geri çektiğimde bakışları ayaklarıma takılı kaldı.

"Askeriyede yüzüme bakmayan biri varsa, burada ona ancak 'komutanım' derim. Kusura bakmayın." başını hafif yana eğip yaklaşarak mesafeyi kapattı.

"Gözlerim hep üzerinde olsun istiyorsun değil mi, Birce?" bakışlarımı ona diktim.

"Öyle olmasını mı isterdin?" madem kartları açık oynamak istiyordu, oynardık. Birden çenemi tuttuğunda bakışları dudaklarıma kaydı. Ben gözlerimi ondan ayırmadım.

"Ne isteyeceğimi bilmeden bu kadar cesur olman etkileyici." sadece o etkilenmemişti.

"Sen de bugün yüzüme bakacak kadar cesur olsaydın keşke." çenemi elinden kurtarıp arkamı döndüm. Eşyalarımı toplamaya başladığımda arkamdaydı.

"Oya geldi. Gelir gelmez kavgaya karıştı. Gerginim. Gözlerine bakınca bu gerginlik geçiyor. Ama Oya'yı görene kadar bu geçmemeli." beni kendine döndürdüğünde gözlerimiz birleşti.

"Ama gözlerini görmeden yapamayacağımı anladım. Kendimi yine senin yanında buldum." içimde bir şeyler yumuşadı. Kolumdan kolunu çektiğinde sormadan edemedim:

"Oya iyi mi?" gözleri parladı.

"İyi ama beni sinir etme konusunda daha iyi."

"Senin gibi bir kardeşi olduğu için çok şanslı." gülümsedi.

"Öyle mi dersin?" yanağımı okşadığında istem dışı bir gülümseme dudaklarımda belirmişti. Kapı açıldı.

"Yüzbaşım." gözlerimiz Recai'ye döndü. Onat'ın sinirlendiğini anlamıştım:

"Bu siktiğimin evreninde birileri hep bizi mi rahatsız edecek?" gülümsedim.

"Ne oldu Recai?" hâlâ yüzbaşına yakın duruyordum. Ne o uzaklaşmıştı benden, ne de ben ondan.

"Komutanım, albay sizi çağırıyor." yüzbaşı cevap vermedi.

"Ne bakıyorsun? Git." çocuk koşarak uzaklaştı. Bakışları tekrar bana dönünce sesi yumuşadı.

"Şimdi gidiyorum." başımı salladım.

"Ama sen bana böyle bakarken gitmek bilsen ne kadar zor." kendimi tutamadım.

"Umarım hiç bilmem." gözleri parladığında bir adım geri gitti.

"Biraz daha kalırsam hiç gidemeyeceğim." arkasını dönüp çıktığında bakışlarım ardından takılı kalmıştı. Uzun ve yapılıydı, bakımlıydı. Her şeyden önemlisi kitapsız, çok yakışıklıydı.

"Tren gitti gitti. Arkasından bakacağına binsene sırtına." arkamdan gelen sesle irkildim. Şimal köşede durmuş sırıtıyordu.

"Ne treni be? Senin ne işin var burada?"

"Albay hepimizi toplantı odasına çağırıyor. Sizi çağırmak bana düştü, komutanım." başımı salladım.

"Tamam. Duş alıp geliyorum. Sen geç." Onat'ın çıktığı kapıdan çıktı. Ben de hızlıca duş alıp kamuflajımı giydim. Koridorda botlarımın çıkardığı tok seslerle ilerleyip toplantı odasına girdiğimde herkes yerini almıştı. Albay konuşmaya başladı.

"Oğuzhan ve Alperen döndü. Dedikodu hızla yayılmış. Erkin'in telefonunda hareketlenme var." Turgay bir şeyler yaptığında bir ses kaydı açılmıştı.

"Köyde dedikodu dolanıyor. Askerler hazineyi bulmuş diyorlar." dedi Erkin. Karşıdan gelen ses Vural Koç'a aitti.

"Emin değilsen neden söylüyorsun Erkin? Beni gereksiz yere meşgul etme."

"Güvenilir birinden duydum baba. Bu tuzak da olabilir." dediğinde karşımdaki yüzbaşının bakışları da saniyesinde Umut albayı bulmuştu.

''Bizim bir hazine aradığımızı bilmiyorlar. Tuzağa çekmeleri için bir sebep yok. Yine de Boris'i arayacağım. Duruma göre haber veririm.'' telefon kapandı. Albay konuştu:

"Boris denen adamı araştıracağız. Olay düşündüğümüzden daha derin." yüzbaşı ekledi:

"Evde sürekli hareketlilik var. Bu adam kim?"

"Turgay, bu geceye kadar vaktin var. Gereken ne varsa sağlanır. Yarın bu adamın kim olduğunu öğreniyoruz." toplantı bitti. Herkes dağılırken Selin konuşmuştu:

"Bazen kendimi bir kitabın içinde gibi hissediyorum."

"Kitaptan çok film gibi yaşıyoruz. Bir hazine eksikti," dedi Aybars.

"Önce biz bulamazsak ne olur?" dedi Oğuzhan.

"Türk askeri bir şeyi isterse alır. İster bir gün sonra ister bir yıl sonra," dedim. hepsinin bakışları bana dönmüştü. Aybars'ın sözleriyle ayağa kalktık:

"Belki de eve gidip dinleneceğimiz son gece. Hadi, gidelim."

Hepimiz sessizce kapıya yönelirken, içimde garip bir huzur vardı. Hakkari'ye beklediğimden çok daha çabuk ısınmıştım. Nedenini tam olarak bilmiyordum ama burası, kendimi ait hissettiğim nadir yerlerden biriydi. Oysa ki gittiğim her yerde, sanki geçici bir misafirmişim gibi hissederdim; oralı değil, orada bırakılmış bir emanet gibiydim. Bu düşünceler arasında eve adım atmıştım.

Askerlik hayatımın en sakin, hatta en pasif dönemini yaşıyordum. Ama zihnim o bambaşka bir savaş alanı gibiydi. Gün boyu suskun kalan bedenim eve gelir gelmez yorgunluğunu koltuğa bıraktı. Üstümü değiştirip oturduğumda telefonumu elime aldım. Ne zamandır Instagram'a girmediğimi fark etmiştim. Sinem'in yıllar önce neredeyse zorla açtırdığı bir hesabım vardı ama pek kullanmazdım. Uygulamayı açtığımda gelen takip isteklerine göz attım, neredeyse tüm tim beni eklemişti. Hepsi birbirini çoktan takip etmişti bile, bir kişi hariç.

Arama kısmına Onat Aktan Kara yazdım. Tek bir profil çıktı. Hesabı açıktı ama belli ki o da pek aktif değildi; son paylaşımı bir yıl öncesine aitti. Tek başına bir sahilde oturuyordu. Kameraya öyle içten gülümsüyordu ki, o anı ölümsüzleştiren kişi olmak istemiştim. Askeriyede sürekli erkeklerle birlikte olduğum için yakışıklı yüzlere alışkındım belki ama Onat'ın aurası bambaşkaydı. Ne olduğunu tam çözemediğim bir çekiciliği vardı. İnsan bir kere bakınca, gözlerini geri alamıyordu. Ya da en azından benim için öyleydi.

Postu aşağı kaydırmak üzereydim ki yanlışlıkla beğendim. Kalbim birden yerinden fırlayacak gibi atmaya başladığında parmaklarım panikle beğeniyi geri çekti. Eğer o an telefon elinde değilse görmemiştir diye düşündüm ama içim yine de huzursuzdu. Ve korktuğum oldu: birkaç saniye sonra ekranıma bir bildirim düştü.

Onat Aktan Kara: Profilimde gezeceğini bilseydim, bütün fotoğraflarımı yeniden düzenlerdim :)

Yakalanmıştım. İnkar etmenin anlamı yoktu. Zaten hiçbir işe yaramazdı.

Birce Sağlam: Düzenlemeye çok gerek yok sanki.

Resmen iltifat etmiştim. Bunu fark ettiğine emindim.

Onat Aktan Kara: Öyle mi? Senin profilin açık olsaydı eminim ben de aynı yorumu yapardım.

Tereddüt etmeden yıllardır kapalı olan profilimi açtım. Bu ani kararımı fark eder miydi bilmiyorum ama o an bunu bilinçli yapmadım. Beş dakika geçmeden yeni bir bildirim daha geldi.

Onat Aktan Kara: Sandığımdan çok daha güzel.

Birce Sağlam: Güzel olan ne?

Onat Aktan Kara: Sana ait olan her şey. Saçma sapan bir Instagram profili bile.

Bir anda kendimi liseye dönmüş gibi hissettim. Sıranın altında flörtleşen o kız çocuğuydum. Dışarıdan bakan biri yüzümdeki aptal gülümsemeyi görse, ne olduğunu hemen anlardı.

Birce Sağlam: Sen kimsin ve benim yüzbaşıma ne yaptın?

Onat Aktan Kara: Ne yani, normalde böyle biri değil miyim?

Yüzümdeki sırıtışı gizleyemiyordum. Onunla böyle laf dalaşına girmek hoşuma gidiyordu.

Birce Sağlam: Normal hayatta çok göremediğim için yorum yapamayacağım.

Onat Aktan Kara: Sen beni ne zaman görmek istersen, ben orada olurum.

Birce Sağlam: Buna şüphem yok. Neden bilmiyorum.

Duygularımı saklayan biri değildim. Söyledikten sonra utanırdım belki ama içimde tutamazdım. Hayatın kısa olduğunu bilenlerdendim.

Onat Aktan Kara: Ben seni ne zaman görmek istesem gelebilir miyim peki?

Sert görünümünün ardında, bana karşı inanılmaz bir yumuşaklık vardı.

Birce Sağlam: İstediğin zaman.

Bu mesajıma bir yanıt gelmedi. Muhtemelen uyuyakalmıştı. Saat epey geç olmuştu. Turgay'dan hâlâ bir haber yoktu. Haber gelmeyeceğine kanaat getirip pijamalarımı giydim ve yatağa yöneldim. Tam battaniyeye sarılacakken kapı çalmıştı. Gecenin bu saatinde gelen kim olabilirdi? Kalbim hızla atmaya başladığında ne olur ne olmaz diyerek portmantodaki silahı elime aldım ve kapı deliğinden baktım. Onat'tı. Görür görmez içimdeki tüm tedirginlik bir anda yok oldu. Silahı yerine koyup saten pijamalarımla kapıyı açtım.

"Ne zaman istersen gel demiştin.'' karşımdaydı. Elinde bir demet çiçek vardı.

"Zahmet etmeseydin," dedim. Utanarak çiçekleri aldığımda içeri girmesi için bir adım geri çekildim. Gözlerim onunkilerle buluştuğunda, salona geçti ve koltuğa oturdu.

"Uyuyacak mıydın?" diye sorduğunda, bakışları üstümdeki saten pijamaya kaydı. O an pijamalarla karşısında durduğum gerçeğiyle yüzleştiğimde mahcup bir şekilde,

"Kahve? Ben sana kahve yapayım," diyerek mutfağa yönelmek istedim.

"Buraya yüzünü görmeye geldim, Birce. Biraz otur da o güzel yüzünü göreyim," dedi. Yavaşça döndüğümde gözleri üzerimdeydi. Yanına oturduğumda nefes almak bile zorlaşmıştı.

"Turgay'dan bir haber var mı?" dedim. İç çekti.

"Seninle bir anlaşma yapalım mı?" dedi. Kaşlarım kalktı.

"Dinliyorum."

"Seninle baş başayken, Erkin hakkında konuşmak yok. Anlaştık mı?"

"Neden?" diye sordum. Yerinden kalktığında yanıma oturdu. Kalbim ağzımda atıyordu.

"Seninleyken seni üzecek şeyler konuşmak beni geriyor. Ve ben senin yanındayken gergin biri olmak istemiyorum." kıkırdamama engel olamadım. Elimle ağzımı kapatmaya çalışırken onun eli, elimin üstüne kapandı.

"Sana bu güzel gülüşünü gizleme dememiş miydim?" yüzümdeki sıcaklığı hissettim. Kızarıyordum.

"Sizi üniformayla görmesem, o kadar gergin olmadığınıza inanacağım." gülümsedi.

"Üniforma sinirimi dinç tutuyor. Ama senin yanında sadece Onat olmak istiyorum." ona aşağıdan bakıyordum. Gözleri ışıl ışıl parlayan bir çocuk gibi bakıyordu bana.

"Bazen bana on yaşındaki bir kız çocuğu gibi bakıyorsun bazen de ne istediğini bilen bir kadın gibi." saçımı kulağımın arkasına aldığında eli orada kaldı.

"İçimdeki kız çocuğuna da ne istediğini bilen Birce'ye de engel olamıyorum," dedim.

"Engel olma. Kim engel oluyorsa da müsaade etme," dedi. Başımı usulca salladığımda söyleyecek sözüm kalmamıştı.

"Eğer beni durdurmazsan, çıkmaz bir yola gireceğiz. Bunu biliyorsun, değil mi Birce?" giderek yaklaşan yüzünü izledim. Gözlerim dudaklarına, sonra tekrar gözlerine kaydı.

"Beraber gireceksek, sorun yok," dedim. Gözlerinde bir karartı belirip geçtiğinde dudaklarıma sarıldı. Yıllar sonra, kalbimi hızlandıran bir adamla öpüşüyordum. Bu öpüşmek değildi, bu onun ruhunu, kendi ruhumda hissetmem demekti. Alt dudağımı yavaşça emmeye başladığında, ben de üst dudağını istemsiz ısırdım. Onun bana temas etmesi beni bitirirken, öpmesi kül etmişti. Telefondan gelen titreşim sesi ikimizi de gerçekliğe çekti.

"Önemli olabilir," dedim.

"Senden daha önemli tek şey var, o da şimdi bizi arayıp çağıracak olan kişi," dedi. Ve telefonunu açtı.

"Emredin komutanım." Kısa bir konuşmanın ardından bana döndü.

"Yarım saate herkes karargahta."

"Emir büyük yerden," dediğinde ayağa kalkmak üzereydim. Tam o an, elimden tuttu. Bakışlarım, onun yüzüne döndü.

"Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, biliyorsun değil mi?" dedi. Ne demek istediğini anlamak için düşünmeme gerek yoktu. Fitilin ucunu birlikte ateşlemiştik. Şimdi ikimiz de kendi tarafımızdan yanıyorduk.

"Biliyorum," dedim kısık bir sesle ve başımı salladım. Ardından ayağa kalktı. Dudaklarıma, sert ama anlam yüklü bir öpücük kondurdu. Eli yanağıma uzandığında geniş avucu neredeyse yüzümü bütünüyle kaplıyordu.

"Karargahta görüşürüz," dedi. Sadece başımı sallayabildim. Dut yutmuş bülbül gibiydim; kalbim, göğsümün içinde delice çarpıyor, kelimeler dilimin ucunda eriyip kayboluyordu. O gittikten sonra üzerimi değiştirmek üzere yatak odasına geçtim. Gardırobun yanındaki boy aynasında kendime baktım. Yapılı bir kadındım. Çok uzun değildim, 1.72 civarındaydım. Ama mesleki disiplin, o dik duruşu bedenime mühürlemişti. Yılların alışkanlığıydı. Gözlerim dudaklarıma kayınca, dakikalar önce yüzbaşıyla aramızda geçenleri hatırladım. Bu çekime karşı koyamıyordum. Onat'a olan bu duygular, içimde bir kıvılcım değil, yangına dönmüştü artık.

Üniformamı hızlıca giyip postallarımı geçirdim ve kapıdan çıktım. Yüzbaşı, muhtemelen tüm timi bilgilendirmişti. Karargah sessizdi; nöbetçiler dışında kimse yoktu. Selamlarını alıp toplantı odasına yöneldim. İçeri girdiğimde Şimal, Aybars ve Oğuzhan oradaydı.

"Diğerleri gelmedi mi?" diye sordum.

"Onlar göreve gitmiş, komutanım," dedi Oğuzhan esneyerek. Kaşlarım çatıldığında Gözlerim Aybars'a döndü.

"Ne görevi, komutanım?"

"Yüzbaşı bilgilendirecek. Detayları ben de bilmiyorum." gergindi. Bunu tüm bedeniyle belli ediyordu. Şimal ise içine kapanmış, suskundu. Saniyeler sonra yüzbaşı içeri girdi. Gözleri, doğrudan beni buldu. Gülümsemiyordu ama gözlerinin içindeki sıcaklık, yüreğime ulaştı. Hepimiz ayağa kalktığımızda oturmamızı işaret etti.

"Albayın akşam söylediği gibi, Turgay bir şeyler bulmuş." projeksiyon cihazı açıldı. Ekranda sarışın, uzun boylu, çevresi korumalarla dolu bir adam belirdi.

"Boris Anrep. Rusya'da bürokrat." bakışları, teker teker hepimizi taradı.

"Bu, olayın kişisel bir meselenin çok ötesinde olduğunu gösteriyor," dedi Aybars. Haklıydı. Artık mesele sadece bizim değil, ülkenin meselesiydi.

"En başından belliydi. Erkin, Birce'yi takıntı hâline getirdiği için onu bahane etti," dedi Onat, saate göz atarak. Derin bir nefes alıp devam etti:

"Boris şu an Türkiye'de. Selin ve Alperen onu almaya gitti. Erkin, babasıyla konuştuktan sonra Turgay telefona ulaştı. WhatsApp üzerinden Erkin, Boris'e dedikoduları anlatıyor. Yani her şeyi babasına bırakmak istemiyor. Boris'le araları da epey sıkı." ekrandaki görüntü değişti. Boris ve Erkin, bir pub benzeri mekânda oturuyorlardı. Türkiye'ye ait olmadığı belliydi.

"Kendi evlerine yakın bir bölgeye helikopter pisti yapmışlar. Önceden denetim zayıftı, fark edilmemişler. Ama artık gözetlemedeler." elindeki telefona bakıp gülümsedi.

"Ve şu an itibariyle Boris, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin elinde." Oğuzhan'ın yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı.

"TSK gururla sunar!" yüzbaşı da gülümseyip ayağa kalktı.

"Yaklaşık on beş dakika sonra burada olurlar. Boris'i sorguya çekeceğiz." bana döndü.

"Sen sorguda olmayacaksın. Dışardan izleyeceksin."

"Komutanım, neden?" kaşlarımı çattım.

"Emre itaatsizlik mi bu?" dedi kaşlarını kaldırarak. İçimdeki öfkeyi bastırmakta zorlandım. Yüzündeki o taş gibi ifade, yumruk atma isteğimi körüklüyordu. Ama sadece başımı salladım.

"Emredersiniz komutanım." odanın kapısından çıkarken arkasında bir duvar gibi dikilmişti.

"Belki böylesi daha iyidir, komutanım," dedi Şimal arkamdan.

"Bu soruşturmada olmayı en çok hak eden insanlardan biriyim."

"Ama yüzbaşı askerinin can güvenliğini düşünmek zorunda," dedi Aybars. Haklıydı. Bu durumda kim olsaydı, Onat aynı tepkiyi verirdi. Derin bir nefes aldım.

"Bu olay artık devlet meselesine dönüşüyor," dedi Oğuzhan yanıma yaklaşarak.

"Bizim işimiz de devlet meselelerini çözmek değil mi, komutanım? Gidelim de şu Rus ruletine işler çeviriyormuş görelim." gülümsedim.

"Evde durumlar nasıl?" diye sordum.

"Kardeşimle konuştum. Yanında olacağımı, bir şey olursa ilk bana gelmesini söyledim." İçten bir gülümsemeyle karşılık vermiştim.

"Eminim bu ikiniz için de daha iyi olmuştur." durdu. Ben de durdum. Aybars ve Şimal sorgu odasına geçmişti bile.

"O gün teşekkür edemedim. Benimle oturup dertleşmek zorunda değildiniz. Teşekkür ederim komutanım." elimi omzuna koydum.

"Teşekküre gerek yok. Bir kız kardeşim olsaydı, aynısını yapardım." gülümsedi. Elimi omzundan çekip sorgu odasına ilerledik. Alperen ve Selin de gelmişti. Beni görünce selam verdiler, karşılık verdim. Camın arkasından Boris'i gördüğümde o şu an bizi göremiyordu.

"Birce, benimle gel," dedi yüzbaşı. Peşine takıldım. Issız bir köşeye vardığında durdu.

"İçeri seni almamamı yanlış anlama, tamam mı?" dedi, gözlerimin içine bakarak.

"Hayır, anlamıyorum." adımları yaklaştı. Tedirginliğimi fark etmiş olacak ki,

"Bizi burada kimse göremez, rahat ol," dedi.

"Rahatım," dedim. Gülümsedi ama ardından ciddileşti.

"Sen bu operasyonda kilit noktadasın. Güvenliğin benim sorumluluğumda. Seni kimsenin önüne atamam. Lütfen anla."

"Anlıyorum." ciddi yüz ifadesini bozmadan, şapkamdan kaçan saç telimi kulağımın arkasına itti.

"Ve ayrıca," dedi, sesi alçaldı, "O orospu çocuğunun senin gözlerinin içine bakmasına tahammül edemem." kızardığımı hissettiğimde n söyleyeceğimi bilemedim. O da bunu fark etmiş olmalı ki, uzaklaştı.

"Sorguya geçiyorum. Aybars'ı gönder," dedi. Başımı salladım.

"Emredersiniz, komutanım." odadan hızla uzaklaştı. Aybars'ı gönderip camın arkasına geçtik. Sorgu başladı. Onat'ın sesi, odanın her yerine sertçe çarpıyordu. Boris'in umursamaz tavırları, Onat'ın sabrını taşırmıştı. Masaya yumruğunu indirdiğinde Boris irkildi. Her cümlesiyle ortam biraz daha gerildi. Ve Boris'in gözleri bir an bizim tarafa döndü. Camın arkasından beni görmüş gibi gözlerimin içine baktı.

"Birce komutan nerede?" dediğinde, yüreğim ağzıma geldi. Yüzbaşının aniden Boris'i masaya bastırması bir oldu. Ardından gelen sözler, odayı buz gibi bir sessizliğe gömdü:

"Sana ne ulan orospu çocuğu."

"Birce en sona kalacak." dedi Boris. "Ona dokunmamamız için özellikle uyarıldık." içimdeki yangın, alev alev büyüdü. Yüzbaşının Boris'e attığı kafa, tüm öfkesinin dışavurumuydu. Aybars güçlükle onu geri çekti. Onat odadan çıktığında ben de peşinden yürüdüm. Odasında volta atıyordu.

"Birce, şimdi değil," dedi ama dinlemedim. Elini tuttuğumda buz gibiydi.

"O orospu çocuğunun ne dediğini duydun değil mi?" diye sordu. Çenemden tuttuğunda göz gözeydik.

"Sen bizim başımızdayken, kimse bize zarar veremez," dedim. Kollarına beni aldığında sımsıkı sarılmıştık. Ellerimi sırtına koydum.

"Seni benden kimse alamaz, duyuyor musun?" fısıldadı. Başımı salladım.

"Bir askerimin canı için her şeyi yaparım Birce... Ama senin için, dünyayı yakarım," dedi ve dudaklarını dudaklarıma bastı.

Bu bir yangındı. Ya önümüze çıkan her şeyi yakacaktık ya da birlikte kül olacaktık. Başka yolumuz yoktu.

 

Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz.

Instagram/Tiktok/Twitter:monsoleil777

 

Bölüm : 11.10.2024 19:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...