5. Bölüm

BÖLÜM DÖRT

monsoleil016
monsoleil016

Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.

Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777

 

Biri size "çocukluğundan ne hatırlıyorsun?" diye sorduğunda, anlatacak onlarca anı bulabilirdiniz belki. Bir doğum günü pastası, bir bisiklet kazası, annenizin saçınızı tararken söylediği bir şarkı ya da nice anıydı. Benim zihnimde çocukluğumdan kalan o yer, bir anılar albümü değil, kapısı kilitli, loş bir odaydı. Soğuk, Sessiz ve karanlıktı.

O odaya her adım attığımda içimde küçülen, yutkunan, korkularına sığınan bir çocuk belirirdi. Yetimhanenin dar ve kirli yatakhanelerinde geçen o yıllar, gece olmasın diye dua ettiğim değil tam aksine, her gece sabah olsun diye içten içe yalvardığım anlardı. O loş odada sadece çocukluğum değil, kimliğim, güvenim, geleceğe dair umutlarım da kapalı kalmıştı. Odadan dışarıya sadece biri çıkmıştı: hayatta kalmayı öğrenmiş ama hayattan hiçbir şey beklememeye yemin etmiş bir kız çocuğuydu.

Kaldığımız çocuk esirgeme yurdunun hemen yanında bir erkek yurdu vardı. Duvarların ötesinden gelen sesleri duyardık bazen. Ayakkabı sürtünmeleri, basketbol topunun sesi, yüksekten gelen gülüşmeler eşlik ederdi bu seslere. Orası da bizimkinden farksız bir hayatta kalma kampıydı. On dört yaşımdaydım. Küçük bir kız çocuğuydum. Cesur olmaya mecbur bırakılmış bir çocuktum.

O yaşta, o yurtta olan benden üç yaş büyük biri bana aşık olduğunu söylemişti. Ama asla karşıma çıkmamıştı. Hiç yüzünü göstermemişti. Bana mektuplar yazardı. Her satırında "uğur böceğim" diye hitap ederdi. İsmini bilmiyordum, gerçek yüzünü de. Ama bir şeyi çok net biliyordum: beni izliyordu. En korkuncu da buydu zaten, yalnız olmadığımı bilmekti.

Zamanla mektuplar korkunçlaşmıştı. Sevgi sandığım şeyin içinde tehditler, saplantılar, tuhaf hakaretler vardı. Bir beni en çok yaralayan şey olmuştu, bütün yetimhanedeki bakışlar üzerime çevrildi. Hakkımda dedikodular yayıldı. "O çocukla aralarında bir şey varmış" dediler. Kimse bana bir şey yapmadı ama herkes bana baktı. O gözleri yıllar geçse de unutmamıştım. İşte bu yüzden şimdi ekranda o adamın bana tekrar "uğur böceği" demesiyle içimdeki o karanlık odanın kapısı ardına kadar açılmıştı. Gözlerimin içine mavi gözlerle bakıyordu. Büyümüştü. Sesi değişmişti. Bu korkuyu tanıyordum. İçimde bir çığlık yükseldi ama dışarı çıkmamıştı. Yüzbaşının sesiyle gerçek dünyaya döndüm.

"Sen bu adamı tanıyor musun?" ardından albayın sesi yankılandı.

"Birce, kızım neler oluyor?" ekrana baktım. O karanlık odadan henüz çıkamamıştım. Ama konuşmam gerekiyordu. Herkes bana bakıyordu, cevap bekliyordu. Nefesim titriyordu.

"Pek tanıdığım söylenemez," diyebildim sonunda. Yüzbaşı, halimi anlamıştı. Göz göze geldik.

"Toplantı odasına geçelim albayım." dediğinde albay sadece başını salladı. Kapı açıldı, çıkarken Oğuzhan'ın sesi arkamızdan geliyordu.

"Bu şerefsiz ne olacak yüzbaşım?" yüzbaşı net bir şekilde konuştu.

"Beklesin biraz." herkes arkamdan yürürken, ben içimde tek başımaydım. Masanın etrafında sandalyelere oturduk. Gözler bana çevrildiğinde, yerin dibine girmek istedim. Omuzlarımda yüzlerce kiloluk bakış vardı. Albay konuşmaya başladı.

"Seni dinliyoruz Birce." nefes aldım. Ciğerlerim sızladığında cümleler dilime gelmiyordu. Çünkü anlatmak, sadece yaşadıklarımı değil, yaşarken bile anlayamadıklarımı da dile getirmek demekti, en çokta o küçük kızın kırılganlığını gözler önüne sermekti. Artık sustukça büyüyen bu karanlığı anlatmam gerekiyordu. Çünkü bu sefer sadece geçmişim değil, hayatlarımız tehlikedeydi.

"Bildiğiniz gibi yetimhanede büyüdüm." sesim titremedi ama içim darmadağındı. Albay ve yüzbaşı, geçmişimi biliyordu. Bu tim kurulurken herkesin geçmişi en ince ayrıntısına kadar didik didik incelenmişti. Ama odada geri kalanların yüzündeki şaşkınlığı görüyordum. Sessizlik, ağır ve boğucu bir sis gibi çökmüştü üzerimize.

"14-15 yaşlarındayken beni taciz eden biri vardı." boğazıma bir yumru oturdu. O cümleyi kurarken bile nefesim daralmıştı.

"O da bizim çocuk esirgeme yurdunun erkek bölümünde kalıyordu." yutkundum. Sesim sanki kendi bedenimden değilmiş gibi uzaktan geliyordu.

"Bu, bir süre devam etti. Bana hiç yüzünü göstermedi. Sadece birkaç kere karşıma çıktı, onlarda da yüzünde maske vardı. Geri kalan her şey mektuplarla, telefonla oldu. Hep maskelerin arkasından yaklaştı bana." kelimeler boğazımda takıldığında gözlerimin kenarında yanan o yangını hissetmiştim. Bir kere daha anlatmam gerekiyordu ama bazı anılar öyleydi ki paylaştıkça azalmaz, aksine büyürdü.

"En son bir olay yaşandı. Ondan sonra bir daha onu hiç görmedim." bakışlarımı yere indirdim. O olayı anlatmayacaktım. Belki ileride belki hiç ama şimdi sırası değildi.

"Mektuplarında ya da telefonda bana hep 'uğur böceğim' derdi." gözlerim istemsizce ekranda donmuş yüze kaydı. "Oradan tanıdım."

Yüzbaşının elleri yumruk olmuş, Oğuzhan yüzünü sıvazlıyor, Aybars ise derin bir nefes veriyordu. Hayatımda belki ilk kez birileri benim için öfke duyuyordu. Bu garipti. Ve iyi hissettirmedi, sadece daha çok ağlamak istemiştim.

"Birce, bu orospu çocuğu takıntılı bir ruh hastası." albayın sesinde duyduğumda beni o anılardan korumaya çalışan bir duvar gibi önüme dikildiğini hissetmiştim. Alperen konuştu.

"Sizin onu hiç görmediğinizi ama onun hep sizi izlediğini söylüyor. Komutanım, bu sizin için büyük bir güvenlik sorunu." biliyordum. Her şeyin farkındaydım ama zihnim bomboştu. Düşünemiyor, hissedemiyor, tepki veremiyordum. Geçmiş gelip omzuma çökmüştü. İçimdeki küçük kız yine o karanlık odanın köşesinde dizlerini karnına çekmiş, sessizce ağlıyordu.

"15 yaşındaki bir çocuğu takıntı haline getirip nasıl olur da bunca yıl sonra tekrar karşısına çıkarsın ki?" Şimal'in sesi kulaklarımda yankılandı. Yüzbaşı başıyla onu onayladı.

"Birce, adını hatırlıyor musun?" başımı iki yana salladım.

"Hayır yüzbaşım. Bana hiçbir zaman adını söylemedi." yüzbaşı dalgın bir şekilde masaya bakıyor, düşünüyordu. Herkes bu durumu bir operasyon boyutunda değerlendiriyordu ama benim içimdeki çocuk panikle kaçacak bir delik arıyordu.

"Olay gitgide farklı bir hal alıyor. Çocuk esirgeme yurdundaki kayıtlara baktıracağım. Bu olaydan oradaki hocaların haberi var mıydı Birce?" albayın bu sorusu yüreğime bir bıçak gibi saplandı. Ne söylediğimi hatırlamıyordum, sadece nasıl baktığımı hatırlıyordum. Bakışlarımda saklanan o küçük kızın çaresizliği, albayın gözlerinde bir hüzne dönüştü. Anlatmak istemiyordum. Hazır değildim. Konunun ucu vatana dokunuyordu, bunun farkındaydım. Gerekirse her şeyi bastırabilirdim. Ama sustukça da boğuluyordum. Albay başını çevirdi.

"Tamam." dedi sadece. Ardından yüzbaşıya döndü:

"Onat, sen odama gel. Aybars ve Oğuzhan, siz şu adamları konuşturun. Muhtemelen flash belleği onlara bizzat o vermemiştir. Nereden ulaştı, nasıl ulaştı, öğrenin."

"Emredersiniz." oda bir anda boşaldığında herkes görevini almak üzere ayrılmıştı. Ben yine kendimle baş başaydım. Bu hayatta ne yapıyorsam, hep kendime yapıyordum. En büyük zararı hep kendi kalbime veriyordum. Bir operasyonun ortasındaydım. Masadaki düşmanın yıllar önce karanlıkta izlediğim, sesini duyduğum ama asla kaçamadığım o kişi olduğunu öğrenmek beni mahvetmişti. Beni nasıl bulmuştu? Benim bu timde olduğumu nereden biliyordu? Yıllar sonra neden şimdi çıkmıştı karşıma? Kafamın içinde yankılanan bu soruların arasında kaybolmuşken, kapı tıklatıldı.

"Gir." dedim otomatik bir sesle. Kapının eşiğinde Selin duruyordu. Görmeyi beklemediğim biriydi ama iyi ki gelmişti.

"Birce Üsteğmenim, gelebilir miyim?" başımı hafifçe salladığımda içeri girdi ve karşımda bulunan sandalyeye oturdu.

"Ben insanların özel hayatına karışmayı sevmem." dedi yumuşak bir sesle. "Ama hayatta kalma becerisiyle kuşatılmış o yaralı kalpler, kardeşlerini hemen tanır." göz göze geldik. O da yaşamıştı. O da yıllar boyu birinin gölgesinde, birinin tacizinde büyümüştü.

"Böyle bir görevin içindeyken geçmişle yüzleşmek çok zordur. Sizi belki birkaç gündür tanıyorum ama bunun üstesinden gelebileceğinizi biliyorum." ilk kez gülümsedi. İlk kez bir başkasının bakışlarında kendimi yalnız hissetmemiştim.

"Teşekkür ederim Selin." dedim fısıltıyla. Kalkmak üzereydi ki içimden bir cümle daha geldi.

"Umarım geçmiş senin için sadece geçmiştir." durdu. Gözlerime baktı. Gözlerinde gördüğüm ifade, benim ifademin aynısıydı. O loş odanın içinde kalmış, büyümüş ama hâlâ izi silinmemiş bir kızın bakışıydı.

"Geçmiş geçmesine geçiyor da üsteğmenim ama bıraktığı iz ağır." dedi ve sessizce çıktı odadan.

Kapanan kapının ardından yalnızlık tekrar içeri doldu. Bu kez farklıydı. Artık yalnız olmadığımı biliyordum. Ama içimdeki savaşı da sadece ben verecektim. Derin bir nefes aldığımda kalbim göğsümde deli gibi atıyordu ama korkudan değildi. Bu, öfkeden kaynaklıydı. Artık karşısına, o içi parçalanmış, sınırları delik deşik edilmiş on dört yaşındaki çocuk değil; vatanı uğruna ölümü göze alacak kadar gözü kara, dişleriyle tırnaklarıyla hayatta kalmış bir kadın olarak çıkacaktım. Karşımdaki sadece geçmişin karanlık bir silueti değil, aynı zamanda kanlı bir teröristti. Bu bile onu ortadan kaldırmak için yeterli bir sebepti. Ve eğer bunu yapmanın bir yolu varsa, onu bulmak bana düşerdi.

Kendimi yüzbaşının odasına giden koridorda bulmuştum. Bastığım taşlar bile kararlılığımdan ürkmüş gibi yankılanıyordu. Kapının önünde bir an durduğumda derin bir nefes daha aldım. Sonra elimle kapıya tıklattım. Saliseler sonra içerden gelen tanıdık, tok bariton sesi duydum.

"Gel." içeri girdiğimde fark etmiştim ki ilk defa bu odaya adım atıyordum. Oda sadeydi. Ortada koyu cevizden bir masa, arkasında yüksek sırtlı bir sandalye vardı. Önünde iki koltuk duruyordu. Gözüm Onat'a takıldığında masasının başındaydı. Sert yüz hatları daha da keskin görünüyordu. Karşısında esas duruşa geçtim.

"Rahat." dediğinde, postürümü değiştirdim ama içimdeki gerilim hâlâ ayaktaydı.

"Dinliyorum Birce." derin bir nefes daha aldım. O an nefesimi tuttuğumu fark etti belki de. Kaşlarını hafif kaldırdı.

"Yüzbaşım," dedim, sesimdeki titremeyi bastırarak. "Nasıl bir durumun içinde olduğumu biliyorsunuz. Bu işin altında kalmak istemiyorum. Üstümde ağır bir yük var."

"Neden?" bakışlarımı onun gözlerine kilitledim.

"Operasyonu mahvetmek istemiyorum."

"Bunu nereden çıkardın?" sorusunun ardında ciddiyet yoktu, meraklı bir şekilde soruyordu. Ama yine de gözlerimi ondan kaçırdım.

"Bu takıntılı manyağın ne kadar tehlikeli olduğunu siz de biliyorsunuz." masasından kalktı. Bana doğru yürüdü. Önümde durduğunda, boyunun etkisiyle kafamı kaldırmak zorunda kaldım. Göz göze geldiğimizde bakışlarıma bir ayna gibi baktı.

"Peki o seni tanıyor mu Birce? Gerçek seni. Ne kadar gözü kara bir Türk askeri olduğunu biliyor mu?" içimde buzlar kırıldı. Duruşum bir adım daha dikleştiğinde istemsiz omuzlarım gerilmişti.

"Hayır, yüzbaşım." dedim net bir sesle. Başını yavaşça salladığında dudaklarını diliyle nemlendirip gözlerini kısmadan bana baktı.

"On beş yaşında seni saplantı hâline getirip, yıllar sonra da hâlâ karşına çıkabilecek kadar haysiyetsiz birinin cezasını benim askerim çekmeyecek." cümlesi ağırdı. Yerime çivilenmiştim.

"Şimdi seni dinliyorum." bu kadar doğrudan, bu kadar yakından ve bu kadar sertken bazı kelimeleri seçmek çok daha zordu. Yine de yutkundum ve söyledim.

"Onunla yüz yüze görüşmek istiyorum." bakışlarında bir şey değişti.

"Kendini o orospu çocuğunun önüne mi atmak istiyorsun?" sesi çatallaşmıştı.

"Bu benim şahsi meselem." sertçe güldü.

"Bu işin kişisel tarafı çoktan bitti, Birce." sesi sertti.

"Hayır yüzbaşım. Eğer kendisi timimize gözdağı veriyorsa, bu artık direkt benim meselem olur. Bizim kanımızla mesaj verilmeye kalkıyorsa, ben o mesajı onun suratına geri fırlatırım." yaklaştı. Aramızdaki mesafe iyice azalmıştı. Gövdesinin yarattığı gölge üzerime düşmüştü.

"Askerimi onun önüne yem diye atamam."

"Komutanım, yem olacak bir kişi varsa o da o'dur.'' sesim titremedi. Gözlerine sabit bir şekilde bakıyordum. Öfkem soğuktu ama ne istediğimin gayet farkındaydım.

"Birce, tek başına gidersen, seni kaybetme ihtimalini göze alamam. O herifin nasıl biri olduğunu bilmiyoruz. Bu seni de operasyonu da tehlikeye sokar."

"İstediğimiz şey bilgi değil mi? Bilgi almak için risk almamız gerekiyor. Bunu yapabilirim. Yeter ki bana izin verin."

"Bu kadar kolay olacağını sanma." dediğinde bir an sustu, yüzüme baktı "Tek başına olmayacaksın." sözleri zihnime çelik gibi çarptı, kabul etmişti. Yüzümde belli belirsiz bir kıpırtı oluştu ama kendimi dizginledim.

"Albay'a danışacağım. Sonra timi toplayacağız, plan üzerine konuşuruz." başımı salladım. Esas duruşa geçtim. Dönmek üzere bir adım atmıştım ki, sesi arkamdan yankılandı:

"Birce." döndüm. Gözleri benimkileri buldu.

"Senin güvenliğin için elimden geleni yapacağım. Bundan en ufak bir şüphen olmasın." içimden geçenleri saklamadım. Geri dönüp gözlerinin içine dimdik baktım.

''Türk askerinin beni koruyacağından zerre şüphem yoktur. Ama ben de kolay lokma sayılmam, yüzbaşım." yüzünde bir kıpırtı oluştu. Başını yana eğdi. Ardından bana, belki de en içten, en gülüşlerinden birini sundu.

"Ona ne şüphe, Birce üsteğmenim.'' dediğinde ben de ona aynı tebessümle karşılık vermiştim. Gülüşüm bakışlarına takıldığında, aramızdaki o anlık etkileşimi daha da derinden hissettim. Hemen ardından arkamı dönüp odadan çıktım. Kendi odama geçip birkaç saat boyunca evrak işlerine gömüldüm. Yeni geldiğim için imzalanması gereken evrak yığınla duruyordu. Fakat yaşanan olaylar o kadar üst üste gelmişti ki zihnimi toparlayıp hiçbirine odaklanamıyordum. O kadar dalmıştım ki çalan kapı sesiyle irkildim. ''Gel," dedikten sonra içeri giren asker, selam vererek konuşmaya başladı:

"Komutanım, Onat komutanım hepinizi toplantı odasına çağırıyor." asker çıktıktan sonra masamı toparlayıp odadan çıktım. Koridorda ilerlerken dışarıda eğitim yapan timle karşılaşmıştım. Oğuzhan'ın sesiyle başımı ona çevirdim.

"İleriden bir ışık hüzmesi geliyor. Bu nedir Yarabbi?" dedi, ardından gözlerini kıstı.

"Birce komutanımmış." tam karşımda durmuştu. Onun bu laubali tavırlarına rağmen iyi niyetli olduğunu bildiğim için yalnızca bir kaşımı kaldırıp bakışlarımı diğerlerine çevirdim.

"Bugün yemekte yürek vardı herhalde?" dedim alaycı bir gülümsemeyle. Alperen'in gülmemek için kendini zorladığını gördüm. Henüz çok fazla zaman geçirmemiştik ama bir aile gibi olabileceğimizi hissediyordum. Doğru insanların içindeki samimiyeti anlamak zaman almazdı. Aybars komutan önde, biz arkasında odaya geçmiştik. Artık herkesin yeri belliydi. Yaklaşık iki dakika sonra Onat içeri girdi. Hep birlikte ayağa kalkıp, ardından oturduk. Bütün gözler ona çevrilmişti.

"Sabahki mevzudan sonra konuşamadık." dediğinde gözleri tek tek hepimizin üzerinde dolaştı.

"Birce, yanıma gelip videodaki adamla görüşmek istediğini söyledi."

"Tek başına mı?"

"Olur mu öyle şey komutanım?"

"Ya bir şey olursa?" timdeki herkes bir anda konuşmaya başlamıştı. Onat komutan, kalın ve otoriter sesiyle hepsini tek cümlede susturdu:

"Bunun tek başına mümkün olmadığını ben de söyledim. Böyle bir şeye asla müsaade etmem." bana döndü.

"Albayla birlikte, tim halinde bir operasyon düzenlememiz gerektiğini konuştum. O da onayladı."

"Göreve mi gidiyoruz?" diye sordu Aybars. Onat komutan başını sallayarak yanıtladığında Oğuzhan ve Alperen çocuk gibi yerinden fırlayıp birbirlerine çak yapmıştı. Sevinçlerini gizleyememişlerdi. Yüzbaşının sert bakışlarıyla anında yerlerine oturdular.

"Bitti mi?" dediğinde sessizce tekrar dizildiler.

"Adamlar konuştu mu?" diye sordu. Gözleri Aybars'a çevrilmişti.

"Komutanım, adamlar yalnızca Birce'yle konuşacaklarını söylüyorlar." bu kadarı da fazlaydı. Yüzbaşının gözlerinden öfke okunuyordu.

"Bu şerefsizler fazla olmaya başladı. Burası ne sanıyorlar, serbest pazar mı? Her istediklerini yapabileceklerini mi düşünüyorlar?" haklıydı.

"Ona ulaşmak istiyorsak, adamlarla konuşmam gerekebilir komutanım." dedim. Cebimdeki telefon, odaya girdiğimden beri titremeye devam ediyordu. Önceleri umursamamıştım ama bu ısrar sinir bozucuydu. Ekrana baktığımda kaşlarım çatıldı. "Arayan numara yok." yazıyordu. Yüzbaşının sesi düşüncelerimi böldü.

"Neye bakıyorsun Birce?" telefonu elime alıp gösterdim.

"Biri özel numaradan arıyor komutanım. Kusura bakmayın." cebime geri koymak üzereydim ki sesi tok ve net duyuldu:

"Aç." gözlerim ona çevrildi.

"Efendim?" dedim ve oturduğu yerde dikleşti.

"Şu durumda, seni bu kadar ısrarla özel numaradan kim arayabilir?" söylediği birden zihnime şimşek gibi çaktı. Telefona hızla uzanıp hoparlöre aldım.

"Beni neden bu kadar bekletiyorsun, uğur böceği?" tüylerim diken diken olmuştu. O ses, geçmişin karanlığından gelen o ürkütücü ses yine benimleydi.

"Ne istiyorsun?" dedim. Sesindeki iğrenç keyif midemi bulandırıyordu.

"Ne istediğim belli değil mi sence?'' sinirlerime hakim olamıyordum. Bu sapkın, bu pislik yüzünden kendime hakim olamıyordum. Dizlerimin titrediğini ancak Şimal'in elinin dizime temas etmesiyle fark ettim. Gözlerim ona döndüğünde dudaklarıyla sessizce söylediği kelimeyi gördüm: "Sakin olun." derin bir nefes aldım.

"Son kez soruyorum. Ne istiyorsun?"

"Benimle görüşeceksin."

"Dağın başında, mağaranın içinde bana emir vermek senin ne haddine, leş herif?" odadaki gerginlik elle tutulur gibiydi. Herkesin yüzünden sinir fışkırıyordu.

"Peki, şöyle yapalım," dedi o mide bulandırıcı ses.

"Tüm tim arkadaşlarının ölmesini istemiyorsan, benimle görüşeceksin." beynime kurşun sıkılmış gibi hissettim.

"Daha yüzünü bile göstermekten korkan bir dağ faresinin bu kadar iddialı konuşması komik değil mi?" telefondan gelen hışırtı, ortamı daha da gerdi. Onat komutan sessizce işaret etti: Devam et.

"On dört yaşındaki o Birce'den eser yok anlaşılan." bu cümle içimdeki öfkeye benzin dökmüştü.

"Karşında o ürkek kız çocuğu yok artık. Karşında bir Türk askeri var. Ve ben senin ayağına gelmeyeceğim, dağ faresi. Sen geleceksin." telefondan gelen mırıltı tüylerimi diken diken etmişti. Midem bulandı. Ayağım istemsiz titriyordu.

"Hay hay. Sen nerede istersen, ben oradayım, uğur böceği." bu alanın analizini daha önce yapmıştık. Karargaha yaklaşık beş kilometre uzaklıkta, terk edilmiş bir fabrika vardı. Haritada gözüm o bölgeye kaydığında, zihnimde bir ışık yandı. Hemen önümdeki kağıda yeri hızlıca not aldım. Yüzbaşı, yazdıklarımı başıyla onayladı.

"Kırıklı Yolu üzerindeki boş fabrika. Akşam saat 20.00'da orada olacağım." telefondaki ses bir an duraksadı, ardından yine o tiksindirici tonuyla konuştu:

"Tam 20.00'da orada olacağımdan şüphen olmasın. Bu arada tek gelirsen sevinirim, uğur böceği. Geçmişi yad ederiz."

"Siktir git, götlek." sözler ağzımdan ani ve keskin şekilde çıktıktan sonra aynı hızla telefonu kapatmıştım. O an hissettiğim öfke, midemde bir yumru gibi oturdu.

"Küfür için özür dilerim, Yüzbaşım." başını hafifçe sallayarak "Sorun yok." dercesine baktı. Ardından ciddi ve tok sesiyle konuştu:

"Pençe, bugün ilk görevimize çıkıyoruz. Hazır mısınız?"

Her operasyona çıkarken, içimde bir yerlerde hep aynı şey olurdu: Dönüş olmayabilir, her adımım sonum olabilirdi

Her operasyona çıkarken, içimde bir yerlerde hep aynı şey olurdu: Dönüş olmayabilir, her adımım sonum olabilirdi. Ama artık bu fikre alışmıştım. Ölmeyi dert etmeyi çoktan bırakmıştım. Yine de insan bazen sadece bir nefes için yaşamak istiyordu. Eve döndüğünde onu bekleyen sıcak bir ses, bir bakış, bir güven duygusunu tatmak istiyordu.

Yüzbaşı, operasyon planını baştan sona hazırlamıştı. En başından beri ısrarcı olduğu gibi beni asla tek başıma göndermeyeceğini bir kez daha açıkça belirtmişti. Fakat düşmanın beni yalnız bekleyeceğini düşünmesini istiyorduk. Bu yüzden sivil kıyafet giymiştim. Sadece ben farklıydım; geri kalan herkes üniformasıyla görevdeydi. Oğuzhan, yine sabırsız ve aynı endişeli ifadeyle konuştu:

"Yüzbaşım, ben girseydim keşke. En azından Birce komutanın yanında olurdum. Böyle tek başına sanki yalnız bıraktık gibi." yüzbaşı, başından beri sessizliğini koruyordu. Ama sonunda sabrı tükendi:

"Oğuzhan, karşında sivil biri mi var? Birce komutanına güvenmiyor musun sen? Nedir bu telaşın?" Oğuzhan gözlerini büyüterek önce bana, sonra yüzbaşıya baktı.

"Haşa, yüzbaşım. Benim komutanıma güvenim tam. O gölden otuz saniyede çıktı, o dağ faresini de otuz salisede avlar vallahi." dudaklarımda beliren tebessümü gizleyemedim. Yüzbaşı ses tonunu daha da sertleştirerek konuştu:

"Zevzekliği bırakın, son kontrolleri yapalım." taktiksel emirler arka arkaya geldi:

"Şimal ve Aybars, çatıya çıkıyorsunuz. En küçük terslikte hedefi indireceksiniz." ikisi de aynı anda başlarını salladı.

"Oğuzhan ve Selin, pencere kenarındasınız. İçeriyi gören en net açı sizde." bakışlarını Alperen'e çevirdi:

"Alperen, sen benimlesin." herkes planı benimsemişti. Son olarak gözleri bana döndü.

"Birce, silahlar nerede?" botumun fermuarını açıp, iç kısmına gizlediğim tabancayı gösterdim. Bir diğerini de belime, leğen kemiğimin hemen üstüne sıkıştırmıştım ama onu göstermeye gerek duymadım.

"Tamam." elime küçük, siyah bir düğme verdi.

"İşler sarpa sardığında buna basıyorsun. Anında içeri giriyoruz. Anlaşıldı mı?"

"Anlaşıldı." cevabım netti. Herkes yüzüne maskesini taktığında artık fabrikaya varmak üzereydik.

"Ne olursa olsun, maskeler çıkmayacak. Kimliğimiz kesinlikle ifşa olmayacak."

"Emredersiniz!" diye hep bir ağızdan bağırdılar. Ben hariç, zaten benim yüzümü biliyordu. Hatta, burada bulunan herkesin yüzünden daha iyi tanıyordu. Arabadan inerken, herkes sırayla dikkatli olmamı söylemişti. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok kez tekrarladılar. Her biri biliyordu; ben o fabrikaya bir görev için değil, geçmişimle hesaplaşmak için gidiyordum. İleride, fabrikanın silüeti karanlık gökyüzüne karşı belirginleşmişti. Adımlarımı dikkatli bir şekilde atıyor, çevremi sürekli kontrol ediyordum. Her zaman kaçtığım geçmişime, bugün bile bile yürüyordum. Kulaklığımda yüzbaşının sesi duyuldu:

"Birce, ses geliyor mu?" sanki beni görebilecekmiş gibi başımı hafifçe salladım.

"Net geliyor yüzbaşım."

"Tamamdır. Hat sürekli açık kalacak. Herhangi bir durumda biz buradayız."

"Anlaşıldı." fabrikanın önüne vardığımda, terk edilmişliğin soğukluğunu iliklerimde hissetmiştim. Rüzgar, paslı metal kapılara çarpıp kesik kesik fısıldıyordu. Her zamanki gibi korkmuyordum, sadece içimde yıllar öncesinden kalma bir hesaplaşmanın titreşimi vardı. Kapı aralıktı. İçeri adım attığımda loş ışıkta kimse görünmüyordu. Takım arkadaşlarım kulaklıktan bir bir pozisyonlarını bildiriyordu. Herkes yerindeydi. Yüksek sesle bağırdım:

"Dağ faresi, mağarandan çıkmamaya mı karar verdin? Neredesin?" arkamdan gelen çok hafif bir çıtırtı duymuştum. Reflekslerim anında devreye girdiğinde yavaşça döndüm. Kapının girişinde, yılların kabusu gibi dikilen o adamı görmüştüm. Sadece fiziksel değil, zihinsel olarak da tüm geçmişimi zehirleyen, karanlık bir gölgeydi.

"Beni bu kadar beklediğini bilseydim, seneler önce gelirdim, uğur böceği." adımlarını bana doğru atmaya başladı. Hâlâ ince, cılız bedenine rağmen boyu uzundu. O zaman da öyleydi. Ama karşısında, artık on dört yaşındaki kırık bir kız çocuğu değil, gerekirse her karışını kurşunla delik deşik etmeye hazır bir Türk askeri vardı.

"Maskeni çıkar. Adam gibi konuş, yürekli ol." gülümsedi. Kulaklıktan yüzbaşının sesi geldi:

"Sakin ol. Ne istediğini sor ona." ağzımı açamadan o konuşmaya başladı.

"Hâlâ gözü karasın, değil mi Birce?" başını hafifçe sallayıp güldü.

"Askerlik yakışmış. Ama Türk askeri olmak sana yakışmamış." avuç içlerime tırnaklarımı gömdüm. İçimde öfke bir fırtına gibi kabarıyordu.

"Türklük senin gibi yaratıkların ağzına alamayacağı kadar yüce bir kelime. Konuşma da ne istediğini söyle!" bir adım daha yaklaştı. Kaçmadım. Artık hiçbir adım geriye atmazdım.

"Benden korkmuyorsun. Demek ki büyümüşsün, Birce."

"Bu bayrağın altında yaşadığım sürece, sizin gibi vatan haini leşlerden korkacak halim kalmaz. Karşında çocuk yok." bir süre beni süzdü. Gözleri üzerime yapışmıştı. Kendimi tutamadım:

"O gözlerin gözlerimden ayrılırsa, seni geldiğin deliğe gömerim." kulaklıktan yüzbaşının sesi bir kez daha duyuldu:

"Sakin kal, kontrolü kaybetme." gülümsedi:

"Bu iş sandığımdan daha eğlenceli olacak komutanım." gözlerinde parlayan şehvetli alay ve geçmişten gelen karanlık, içimdeki tüm kontrol duvarlarını yıktı.

"Buraya seninle anlaşma yapmaya gelmedim." bir an için yüzündeki ifade değişti. Eliyle oynuyor, tedirgin görünüyordu. Ama göz teması hâlâ bendeydi.

"Sadece seni görmek istedim. Yıllar sonra." kulaklıktan yeni bir komut geldi:

"Ona, örgütün başında ne zamandır olduğunu sor."

"Ne zamandır bu işin içindesin?"

"Uzun zaman oldu. Sen askeriyeye girdin, sana yakın olmak istedim. Asker olamadım, bari düşmanın olayım dedim." sustu. Baktım gözlerine. Bomboştu.

"Yani sen kendi iradenle hainliği seçtin."

"Bana göre de hain olan sensindir belki de.'' bu cümle bardağı taşıran son damlaydı. Aramızdaki mesafe üç adım bile değildi. Bir anda öne atıldım ve alnına sert bir kafa attım. Sarsıldı. Geriye sendeledi. Burnunu tutarken gözleri bana dönmüştü.

"İşte bu! İşte beklediğim performans! Göster bana vahşi tarafını!" karnıma tekme attığında İki büklüm olmuştum. Sesler kulaklığımda boğuklaştı. Elimi ağzıma koyup konuştum:

"Lütfen. Ben düğmeye basana kadar kimse içeri girmesin." bu benim savaşım olmalıydı. Kafamı kaldırdığımda gözlerine bakıp gülümsedim.

"Dağda sana her şeyi öğretmişler ama bir Türk askerine karşı asla kazanamayacağını öğretememişler, dağ faresi." olduğum yerde dönüp yüzüne bir tekme attım. Yere yığıldı ama beklediğimden daha güçlü çıkmıştı. Koşarak üzerime geldi. Yumruk atmak üzereydi ki bir dönüşle hızımı kullanıp altından sıyrıldım.

"Güzel hız, komutan." ayağımdan tuttu, beni yere çekti. Üzerime çıktığında kulağıma eğildi.

"Hep hayalimdeki gibi. Güzel pozisyon." dizimi tam kasıklarına geçirdim. Acıyla inledi, yan tarafa yuvarlandı. Üzerine atıldım. Yumruklarım ardı ardına iniyordu. Kulaklıktan ses geldi:

"Birce! Yeter! İçeri giriyoruz!" tam o anda dikkatim dağıldı. O da fırsatı kullandı, kafamı geriye itti. Taşa takıldığımda yere düşmüştüm. Üzerime çıktığında bu kez o bana vurmaya başladı. Yumrukları rastgeleydi ama ağırdı. Ağırlığıyla beni yere sabitlemişti. Cebime zor bela uzandım. Parmağım düğmeye değmek üzereydi ki içeri müzik sesi doldu.

Sarhoşum ah düşünmekten
Öldüm ben ah hep sevmekten...

Yüzünde bir sırıtış belirdi.

"Geldi benimki." yanımızdaki kapıdan farları açık bir araç girdi. Aracın üstünde, elinde tüfekle biri vardı. Arabanın tavanına çıkmıştı. Elindeki bombanın pimini çektiğini görünce nefesim kesildi.

Ama bomba yere atılmadı. Gelen kişi yanıma düşen teröristi kolundan tutup arabaya fırlattı. Araç geri geri çıkarken arkadan tüfekle birkaç el havaya ateş edildi. Bilincimi kaybettiğimi hissediyordum. Kulaklıktan gelen sesi ise zor bela anlamıştım.

"Temas kesildi. Takip edemiyoruz. Birce, giriyoruz."

 

Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz.

Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777

 

 

Bölüm : 10.09.2024 21:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...