3. Bölüm

BÖLÜM İKİ

monsoleil016
monsoleil016

Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.

Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777

"Türk'ün en büyük düşmanı, vatanını unutan evlattır

"Türk'ün en büyük düşmanı, vatanını unutan evlattır."

Hüseyin Nihal Atsız

Bazen daha fazladır her şey. İnsanın göğsüne çöken yük, alıştığından daha ağırdır. Sezen Aksu'nun şarkısındaki gibi; "Bir eşikten atlar insan." Benim ömrüm o eşiklerle kuruluydu. Kimisini tökezleyerek, kimisini dişlerimi sıkarak, kimisini ise sırtımda taşıyarak aşmıştım. Ama hiç durmamış, hiç pes etmemiştim.

Yetiştirme yurdunda büyümüştüm. Beni oraya bıraktıklarında iki yaşındaymışım. Ne annemi hatırlıyordum, ne babamı. Zaten kendimi hatırlayacak bir yaşta bile değildim. Zaman geçtikçe o boşluk eksilmemişti ama alışmıştım. Bir gün bile kim olduklarını merak etmedim. Çünkü bana bu hayatı reva gören insanların, kendi köşelerinde layık oldukları başka bir hayatı yaşadıklarını düşünmek bile canımı sıkıyordu. Merak etmek, özlemekti. Özlemek ise yalnızlığın kanayan haliydi. On sekiz yaşıma geldiğimde, devletin koruma altında büyüyen çocuklara sağladığı imkanlar sayesinde memur olabilirdim. Ama benim aklımda sadece tek bir şey vardı: Asker olmak.

On bir yaşındaydım. Yurda gelen bir grup asker, bize kısa bir konuşma yapmıştı. İçlerinden biri dizlerinin üzerine çöküp gözlerimin içine bakarak şöyle demişti: "Ev demek illa çatısı olan bir yer değil. Kendini güvende, ait hissettiğin her yer evindir." o an, içimde bir şey değişmişti. İlk defa bir eve ait olma hissini bir cümlede duymuştum. O gün karar vermiştim. Bir gün vatanı için yaşayan ve ölenlerden biri olacaktım.

Liseden hemen sonra, Kara Harp Okulu'nu kazanmıştım. Hayatımda ilk kez, hiç bilmediğim bir şehre, Ankara'ya yalnız başıma yola çıktım. Sevincimi paylaşabileceğim kimsem yoktu. Bavulum da küçüktü. Bir valizdi sadece. Harp okulunun kapısında durduğum günü asla unutamazdım. Diğer öğrencilerin aileleri, eşlik eden akrabaları vardı. Bazıları sarılıyor bazıları gözyaşı döküyordu. Ben ise elimde bavulum, tüm bu manzarayı sessizce izliyordum.

Dün geceyi taburda geçirmiştik. Yüzbaşımız, evlerimiz hazır olana kadar bir gece burada kalacağımızı, eğitimin ardından herkesin kendi evine geçeceğini söylemişti. Biz gelmeden önce, her bir ev bizim için özel olarak ayarlanmıştı. İlk kez bir yere ait olma hissi bu kadar somutlaşmıştı. Yattığım ranzanın hemen üstünde Şimal, yan ranzamda ise Selin yatıyordu. Selin'in nefes alışları düzenliydi; uykuda olduğunu belli ediyordu. Ama Şimal için aynısı söylenemezdi. Yaklaşık yarım saattir uyanıktı ve bunu fark etmemek mümkün değildi. Zaman zaman sıkıntıyla iç çekiyor, derin ama düzensiz nefesler alıyordu. Kendince sessiz kalmaya çalışsa da, huzursuzluğu tüm odaya sinmişti.

Telefonumun ekranına baktığımda, taburda toplanma saatimize sadece on beş dakika kalmıştı. Hızlıca doğrulduğumda ranzanın metal iskeletinden gelen gıcırtı odanın sessizliğini bölmüştü.
Selin'in gözleri açıldı. Aynı anda, Şimal de ranzasından atlamıştı. İkisi de bir anda ayağa dikilmişlerdi. Üzerlerinde bakışlarımı gezdirdim. Üç farklı geçmişin, üç farklı karakterin ve üç kadının yan yana olduğu bir sabaha uyanmıştık.

"Günaydın."

"Sağ ol.'' senkronize bir şekilde verdikleri bu kısa yanıt, eğitimin izlerini üzerlerinde taşıdıklarının göstergesiydi. Askeriyede nizam en az silah kadar önemliydi. Kara Harp Okulu'na ilk girdiğimde öğrendiğim ilk şey saygıydı. Saygı bir kere bozulursa, ardından gelen disiplin, ahenk ve güven de çökerdi.

"On beş dakika içinde tabur önünde toplanın."

"Emredersiniz!" kapıyı kapatıp koridora doğru yürümeye başladım. Bugünkü eğitimin kolay geçmeyeceğini hissediyordum.

Toplantı salonunun kapısına vardığımda, her zamanki gibi ilk gelen bendim. Saatime göz ucuyla baktım. Oturmamla birlikte kapı açılıp erkek tim üyeleri içeri girmişti. İçlerinden rütbesi kıdemli üsteğmen olan Aybars salona adım atınca refleksle ayağa kalktım. Diğerleri de bana eşlik etti. Aybars Üsteğmen bir selamla karşılık verip eliyle "oturun" işareti yapınca tekrar yerlerimize geçmiştik. Dakikalar sonra kızlar da geldi. Odaya ciddi bir sessizlik hakimdi. Herkes göz ucuyla birbirini süzüyor ama kimse konuşmuyordu.

Kapı açıldığında içeri Onat yüzbaşı girmiştik. Hepimiz anında ayağa kalktık ve asker selamına geçtik. Yüzbaşı başını hafifçe eğerek selamı aldı, sonra ses tonunu yükseltmeden konuştu:

"Dışarıda bir araç sizi bekliyor. Hadi bakalım, biraz Hakkari ile tanışalım." kaşlarım istemsizce çatılmıştı. Bu sözlerin arkasında ne olduğunu anlamaya çalışırken, sırayla kapıdan çıkmaya başladık. Son kişi bendim. Yüzbaşının bakışlarını yine üzerimde hissediyordum. Bu sefer ona karşılık verdim. Belki de vermemeliydim. Bakışlarımız kesiştiği anda, dikkatim dağıldı ve kapı eşiğine takıldım. Bir anda dengesizce öne savruldum. Beni tam zamanında kolumdan yakalamıştı. Sert parmaklarının temasında ani bir sıcaklık hissettim. Bakışlarım, kolumdaki eline kaydı. O anda dudağının kenarında kıvrılan hafif bir tebessümle konuştu:

"Bana bakıyorsan, bir gözün de eşikte olmalı ki düşmeyesin, değil mi Birce?" içimde kabaran utancı bastırarak kolumu hızla çektim.

"Size baktığım falan yok, komutanım. Sağ olun." dedim. İleriye doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Sinir katsayım bu görev boyunca epey zorlanacak gibi hissediyordum.

Tabur kapısında bizi bekleyen askeri araca gözüm takılmıştı. Bir Land Rover Defender'dı. Taktik tekerlekli araçlardandı. Diğerleri çoktan yerleşmişti. Kapıyı açıp arka sıradaki yerime geçtim. Yüzbaşı ön koltuğa geçtiği anda, araç harekete geçti. Hakkari'nin kıvrılan yollarında ilerliyorduk. Bir yanımız uçurum, bir yanımız dağlardan oluşuyordu. Camlardan yansıyan doğa büyüleyiciydi. Sessizliği bozan Oğuzhan oldu. Elleriyle oynuyordu; tedirginliği gözle görülür hale gelmişti.

"Nereye gittiğimizi biliyor musunuz komutanım?'' dedi ve bakışlarını Aybars'a çevirdi. Aybars ona kısa bir cevap verdi:

"Hayır.'' Aybars'ın cevabı netti. Oğuzhan'ın suratı asıldığında yüzünde çocuksu, saf bir ifade vardı. Gülümsememek elde değildi ama kendimi tutmuştum. Aracın içindeki gerginliğin bir nebze dağıldığı o anda Şimal devreye girdi. Sakin ama meraklı bir tonda sordu:

"Siz görevin ne olduğunu biliyor musunuz, komutanım?" Aybars başını iki yana sallayarak yanıt verdi:

"Hayır. Henüz biz de detayları öğrenmedik." başımı çevirdim. Camlardan Hakkari'nin sıralı dağları görünüyordu. Gökyüzü açık ama soğuktu. Dağların arası sisliydi; tıpkı önümüzdeki günler gibi belirsizdi. O sırada hepimizin içinden geçen duygulara Alperen tercüman oldu:

"Ömrümüz bu dağlarda geçiyor." Alperen'in içten içe hüzün barındıran ses tonuyla kurduğu bu cümle aracın içinde yankılanmıştı. Tam o anda, varlığını unuttuğum Onat Yüzbaşı'nın tok sesiyle irkildim:

"Halinden memnun olmayan varsa, hemen şimdi araçtan inebilir.'' sözleri, üzerimize dökülen soğuk su gibiydi. Birden hepimiz susmuştuk. Bu adam, en umulmadık anlarda tek bir cümleyle hepimizi susturmayı başarıyordu. Dağların arasından devasa bir göl silueti belirmişti. Işığın suya yansıması büyüleyiciydi. Hakkari'nin böyle bir doğa harikasına ev sahipliği yaptığını bilmiyordum. Araç gölün kenarında durduğunda, hafif bir sarsıntıyla toparlandım.

Gölün hemen ilerisinde, pervaneleri durmuş şekilde bekleyen bir Sikorsky UH-60 Black Hawk tipi helikopter vardı. İçimde bir kıpırtı başladı. Bu, klasik bir water survival eğitimine benziyordu. Su en güçlü yönüm olduğu kadar, en saygı duyduğum alandı. Zira suya karşı kibirli olan, hep kaybederdi. Araçtan sırasıyla inmiştik. Çizme seslerimiz taşlık zeminde yankılandıktan sonra dizili bir şekilde yüzbaşının önünde hazır ola geçtik. Onat Yüzbaşı bakışlarını bir bir üzerimizde gezdirdikten sonra, sesini hafifçe yükselterek konuşmaya başladı:

"Karşınızda SAT Buzul Gölleri. Burası Yüksekova Alpleri'nin en yüksek noktalarından biri." hafif bir rüzgâr dağların arasından yüzümüze çarptı.

"Burası normalde turistik bir bölgedir, ancak bugün tüm sivil girişler kapatıldı. Elimizde sadece eğitim var." sesi kesildi. Ardından eliyle helikopteri gösterdi.

"Şimdi ne yapılacağını dikkatle dinleyin. Helikopterle göl yüzeyinden yaklaşık on metre yukarıya çıkarılacaksınız. Elleriniz ve ayaklarınız bağlanacak. Düşüşünüzün ardından, karaya altmış saniye içinde ulaşamayan kişi görevden elenir. Tabura döner, eşyalarını toplar ve ana ocağına geri gönderilir." cümlelerinin sonundaki ses tonu, şaka yapmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Bu cümleyle birlikte içimizdeki nabız bir anda yükseldi. Hiçbirimiz böyle bir eğitimle karşılaşmayı beklemiyorduk. Böyle bir riskin bu seviyede uygulanması, ancak özel birlik eğitimlerinde görülürdü.

Zamanımız yoktu. Sessizce helikoptere doğru ilerlemeye başladık. Rotorların tekrar çalışmasıyla ortama yayılan ses, gerginliğimizi iyice arttırmıştı. Helikopter yavaşça yükselirken içimden yüksekliği ölçmeye çalıştım. On metre yaklaşık üç katlı bir bina yüksekliğindeydi. Ama suya atladığınızda, hele ki elleriniz ve ayaklarınız bağlıysa, o mesafe korkutucu derecede uzun olurdu.

Yanımızdaki eğitmenler, birer birer ellerimizi plastik kelepçeyle önden, ayaklarımızı ise cırtlı bağlarla birbirine sabitlemeye başladı. Nabzım hızlanmıştı ama yüzümdeki ifade taş gibiydi. Yüzbaşı bir adım öne çıkıp gür sesiyle konuştu:

"Kara çok da uzak sayılmaz." gözüm istemsizce aşağı kaydı. Hayır, kara uzaktı. Ve bu, onun bizimle dalga geçme şekliydi.

"Söylediğim gibi; görevi tamamlayamayan, geriye döner. Ben timimde olacakları kıyıda bekliyor olacağım." yüzbaşının sözleri bittiğinde, hepimizi gövde ortasında dizmişlerdi. Su karanlık görünüyordu ama zihnimdeki kararlılık bir o kadar netti. Gözlerimi arkadaşlarıma çevirdim. Hepsinin gözlerinde aynı hırs, aynı kararlılık vardı. O an yalnız olmadığımı hissettim. İçimizden biri düdüğü çaldı.

Ve biz, tek bir beden gibi, aynı anda itildik.

Rüzgarın ve basıncın şiddetiyle suya çakıldığımda, gözlerimi bilinçli olarak kapatmıştım. Biliyordum, suya açık gözlerle çarpmak; cildin yanması gibi bir his bırakırdı. Zaten yüzüm ve açıkta kalan vücut bölgelerim basınçla birlikte yanıyordu. Göğsümde ani bir daralma, boğazımda yanma hissettim. Ama bu acıya alışkındım. Saniyeler sonra gözlerimi açtığımda, beynim otomatik olarak devreye girmişti. Hayatta kalma içgüdüsü, askeriyede üzerine binlerce kez eğitim aldığımız reflekslerden sadece birisiydi. Ellerim ve ayaklarım bağlıydı. Ama bu, yüzmeme engel değildi. Gerçek engel, üzerimdeki tam teçhizatlı kamuflaj üniforması, yelek ve postalların suyla birlikte kazandığı tonlarca ağırlıktı.

Hemen dolphin kick dediğimiz, yunus yüzüş tekniğine geçtim. Bu teknikte, iki bacağım birbirine paralel hareket etmek zorundaydı çünkü bağlıydılar. Ayaklarımı aynı anda iterek itici güç yaratıyor, tüm vücudumu yılan gibi dalgalandırarak suyun içinde ilerliyordum. Kollarım bağlıydı, bu yüzden yön vermek için boynumu ve omuzlarımı kullanıyordum. Akademide defalarca teorisini gördüğümüz bir eğitimdi. Yüzeye yakın bir noktada, başımı kaldırdığımda karayı ve orada dimdik bekleyen yüzbaşı Onat'ı gördüm. Hiçbir yüz ifadesi yoktu ama gözleri benim üzerimdeydi. Beklediğimden çok daha hızlıydım. Ayağımın zemine değmesiyle birlikte kalçamı karaya doğru düşürdüm. Yüzbaşı hemen yanıma geldi, elinde tuttuğu askeri kronometreyi gösterdi.

"30 saniye. İnanılmaz." gözlerinde bir parıltı vardı. Konuşacak halim yoktu. Göğsüm inip kalkıyor, akciğerlerim yeniden hayata dönüyordu. Üzerimdeki kıyafet, taş gibi olmuştu. Zihnim netti ama bedenim ağırlığa boyun eğiyordu.

Etrafıma baktığımda bir süre sonra, sırasıyla Alperen, Aybars Üsteğmen, Selin, Oğuzhan ve en sonda Şimal karaya ulaştı. Şimal'in son hamlesiyle kronometre tam 59 saniyeyi gösterdi. Kıl payı da olsa herkes görevde kalmayı başarmıştı. Kıyıda hepimiz bitkin halde yere oturduk. Sular üzerimizden şıpır şıpır dökülürken, yalnızca soluklanıyorduk. Yüzbaşının tok sesi sessizliği böldü:

"Tebrikler Pençe. 30 saniyeyle rekor kıran Birce üsteğmeni ayrıca kutluyorum." tüm gözler bana çevrildi. Ama benim gözlerim hâlâ ondaydı.

"Sağ olun, yüzbaşım." kurabildiğim tek cümleydi. O sırada Oğuzhan'ın sesi gülümsetti:

"Tebrikler komutanım. Maşallahınız varmış, sizi sulak yerde büyüttüler sanırım." içten gülümsedim ama disiplinimi bozmadım.

"Sağ ol, Alperen." diğerleri de tebriklerini iletirken, yüzbaşının bakışları üzerimden bir an olsun kaymadı. Ardından bir cümle daha geldi:

"Eğitiminizin sadece bu olduğunu düşünmüyorsunuzdur, umarım." ilk defa içten içe güldüm. Bu, meydan okumaydı ve bunu artık gizlemiyordu.

"Sabaha kadar eğitim alsak da bizim için sorun değil, Yüzbaşım." tim arkadaşlarıma göz gezdirdim. Hepsi bakışlarıyla destek veriyor, tebessümle bana eşlik ediyordu. Yüzbaşı hafifçe başını yana eğdi. Gözleri kısıldı. Yüzünde bir tebessüm belirdi.

"Bakalım söyledikleri kadar silahlarla da iyi misin? Az sonra göreceğiz." aynı şekilde karşılık verdim:

"Zevkle bekliyorum, yüzbaşım." sonrasında dinlenme tesisine geçmemiz için yüzbaşı bize on dakika verdi. Göl kenarında kısa süreliğine serbesttik. Kıyıya oturmuşken, içimizden ilk homurtu Alperen'den geldi:

"Biz bu eğitimleri zaten akademide görmedik mi? Şu an neden tekrar ediyoruz ki?" Aybars komutan devreye girmişti:

"Vardır yüzbaşının bir bildiği." Oğuzhan ise daha açık konuşuyordu:

"Var da komutanım, biz şu an dağda olmamız lazımken, burada suyla boğuşuyoruz." sözlerine kayıtsız kalamadım.

"Türk askerinin yeri sadece dağlar mı Oğuzhan? Biz milletin başı nereye dönükse, oradayız.
Yüzbaşı bizi test ediyor. Timinden emin olmak istiyor. Bizim işimiz bu. Ayarı kaçırma.'' cümlem bittiğinde:

"Emredersiniz, komutanım'' dedi. o sırada Yüzbaşı'nın adımları yaklaşıyordu. Hemen toparlanıp ayağa kalktık.

"Herkes araca!" sesiyle birlikte eğitim yeniden başlıyordu. Söylediği gibi bu sadece başlangıçtı. Bir sonraki eğitimin ne olduğunu tam olarak bilmiyordum ama yüzbaşının silahlarla ilgili dediğini hatırlayınca, içimden atış eğitimi olacak diye geçirmiştim.

Araç, göl kenarındaki sulak araziden uzaklaşıp daha kuru, açık bir araziye yöneldi. Toprak zeminin yerini çayırlık bir alan almıştı. Havanın kokusu bile değişmişti; nemli toprak yerini sıcak silah yağının metalik kokusuna bırakmış gibiydi. Araç durduğunda gözüm ileriye ilişti. Beş farklı düzeneğin kurulduğunu gördüm. Her biri farklı yükseklikteydi ve aralarında birkaç metre açıklık vardı. Düzeneklerin önüne geçtiğimizde yüzbaşı yüksek sesle sıralanmamızı emretti. Herkes tek tek yerini aldığında, Onat yüzbaşı yavaş adımlarla yanıma doğru yürümeye başlamıştı. Gözlerim ileriye odaklıydı ama o konuştuğunda tüm dikkatim sesine kaydı:

"Sen, diğerlerinden farklı olarak yerde atış yapacaksın." ayağıyla önündeki minderi işaret etti.

"Emredersiniz, yüzbaşım." hiç tereddüt etmeden diz çöküp yere yattım. Minder soğuktu ama silah sıcaktı.

HK33 piyade tüfeğini ellerime aldım. Bu silah, G3'ün modernize edilmiş haliydi ve eğitim sırasında favorilerimden biri olmuştu. Namlu çıkış hızı: 820 m/s. Şarjör kapasitesi: 30 mermi. Ağırlığı: 4 kilogram. Yani taşıması zahmetli ama dengeli bir silahtı. Hedefi vurmak için gereken her şey elimdeydi.

Ancak ben yerdeydim. Yüksek konumdaki hedefe aşağıdan atış yapmak, alışılmış bir durum değildi. Yüzbaşının özellikle beni bu pozisyona yerleştirmesi bir şeylerin işaretiydi. Hazırlık pozisyonuna geçtiğimde yüzbaşı ansızın diz çökerek yanıma geldi. Yüzü kulağıma neredeyse değiyordu. Sesini alçaltarak fısıldadı:

"Hedefi tam on ikiden vurman için üç saniyen var." anlık irkildim. Kafamda hızlıca açıları ve tepme ihtimalini hesaplamaya çalıştım. Henüz hedefi bile tam seçememişken sesini tekrar duydum:

"Üç." göz kırptım. Nefesimi tuttum. Siktir. Tetiği kavradım, dürbünü hizaladım. Tahtanın merkezini gözümle çizdim.

"İki." tüfek iki kez ardı ardına patladı. Kulağımda yankılanan ses, yüreğimde bir rahatlamaya dönüştü. Tüm bakışlar hedef tahtasına kaydı. Tam merkez, tam on ikinci vuruş başarıyla yapılmıştı. Yüzbaşı bakışlarını bana çevirdi.

"Aferin, asker." sesi daha önceki gibi sert değildi. Beni takdir ediyordu. Bu içimdeki gururu okşadı. Yerden hızlıca kalktım ve etrafıma bakınca tüm timin gözlerinin üzerimde olduğunu fark etmiştim. Onlara doğru ilerlerken kendi kendime söylenmeyi de ihmal etmiyordum.

"Ne alaka şimdi yani? Neden bana da diğerleri gibi yukarıdan atış yaptırmadı ki? Çattık deliye.''
kendi kendime söylenirken, arkamda yankılanan sesle adımlarım kesildi.

"Kendi kendine de konuşmaya başladıysan, durum vahim." sesi tanımamak mümkün değildi. Yüzbaşı Onat, birkaç adım arkamda durmuş bana bakıyordu. Üzerindeki askeri üniforma onun üstünde başka bir anlam kazanıyordu. Ciddiyeti, özgüveni, bakışlarındaki sertlik fazlasıyla etkileyiciydi.

"Hey?" elini hafifçe sallayınca kendime geldim. Gerçekten de adama resmen öküzün trene baktığı gibi bakmıştım.

"Kusura bakmayın, yüzbaşım." sıkıntıyı savuşturmaya çalıştım ama yemediği belliydi.

"Hedeften aşağıda olmana rağmen oldukça iyi atış yaptın, Sağlam." başımı eğerek teşekkür ettim.

"Bugünlük eğitimler bu kadar mı, yüzbaşım?" bana bakan gözleri bir an için dudaklarıma kaydı. Saniyelik bir temastı bu. Ve beni aşırı rahatsız etmişti. Hemen sonra göz göze geldik.

"Yarın göreve gideceğiz. Sizi daha fazla yormak istemiyorum. Ama albay bu akşam için yemek organize etti. Görevden önce hep birlikte yemek yiyip plan üstünden geçeceğiz." bakışları arkama kaydı, başıyla birine işaret etti. Timin ileriden toplandığını fark ettim. Tüm tim sıralandığında, yüzbaşı sesini yükseltti:

"Yarın ilk görevimize çıkıyoruz. Eve gidip dinlenmenizi isterdim ama albay bizimle yemek yemek istiyor. Bu, aynı zamanda görev detaylarını da konuşmamız için bir fırsat. Eşyalarınız yerleştirildi. Her birinize ait ev hazır. WhatsApp grubundan saat ve konum paylaşılacak." timden hep birlikte tek ses yükseldi:

"Emredersiniz, komutanım!" araçlara yöneldiğimiz sırada yüzbaşının farklı araçla gideceğini belirttiği aklıma geldi. Bu araç, timin geri kalanını evlerine dağıtacaktı. Yanımda Şimal'in sesi duyuldu:

"Akşam ne giyeceğiz, komutanım?" yüzüne ciddi ciddi baktım. Gerçekten bunu mu soruyordu? Şu ana kadar sesini duymadığım Selin iç sesime tercüme oldu.

"Yarın ölüme gidiyoruz, sen bu akşam ne giyeceğim diye mi düşünüyorsun?" soğuk ama yerinde bir cümleydi. Şimal'in masmavi gözleri Selin'e döndü.

"Evet. Asker olabilirim ama içimdeki bu aşko kuşko kıza engel olamıyorum." tüm bu ciddiyetin ortasında gelen replik herkesi afallattı. Aybars komutan anında ona dönmüştü:

"Neye engel olamıyorsun, neye?" Şimal'in gözlerinde çekingen ama cesur bir bakış vardı.

"Elim silah tutmakta ne kadar iyiyse giyimime, kuşamıma da o kadar dikkat ederim, komutanım. Onu demek istemiştim." Aybars komutanın dudağının hafifçe kıvrıldığını görmemle önüne dönmesi bir olmuştu. Alperen'le Oğuzhan kendi aralarında sohbet ediyor, diğer herkes ise önündeki yolu izliyordu. Araç, hepimizi teker teker evlerine bıraktığında evlerimizin birbirine oldukça yakın olduğunu fark etmiştim.

Apartmana baktığımda dört katlı olduğunu ve dairenin dışarıdan bile küçük göründüğünü anlamak zor değildi. Ama bu benim için yeni bir başlangıçtı. Ve içimde garip bir hisle, bunun güzel bir başlangıç olacağını biliyordum. Apartmana hızla ilerleyip daireye girdiğimde dayalı döşeli bir ev beklemiyordum. İçeride, hem bana ait olan hem de yepyeni birçok eşyayla sade ama zevkli bir şekilde döşenmiş bir evle karşılaşmıştım. Amerikan mutfak ve salon birleşikti. Bir yatak odası ve bir banyosu vardı. Benim için fazlasıyla yeterliydi. Zaten hiçbir zaman fazlasında gözüm olmamıştı.

Telefonumun sesiyle koltuğa oturup ekranı açtım. WhatsApp'ta "PENÇE" isimli yeni bir grup kurulmuştu. Gruba bir konum atılmış ve altına 20:00 yazılmıştı. Numaraya tıkladığımda bu kişinin Onat yüzbaşı olduğunu fark ettim. Profil fotoğrafında yüzü görünmüyor, sırtı dönük bir şekilde denize bakıyordu. Numarayı ve ardından tüm tim üyelerini rehberime kaydetmiştim.

Saat yediye geliyordu. Hazırlanmak için yeterli zamanım vardı. Hızlıca duş alıp saçlarımı kuruttum çünkü saçlarımı kurutmadan dışarı çıktığım her seferinde hasta olurdum. Kurutma işlemi bittikten sonra dolabıma yönelmiştim. Eşyalarıma dokunulmamıştı ve bu benim için en iyisiydi. Ne çok şık ne de çok spor olmak istiyordum. Valizimden ilk aklıma gelen kombini çıkardım: Beyaz bir crop top, krem renkli bir blazer ceket ve yüksek bel palazzo pantolon giymiştim.

Askeriyede takı takmak yasak olsa da sivil hayatımda takılara düşkündüm. Gri zincir kolyemi taktım. Ellerime her ne kadar silah tutmaktan nasır düşse de manikürü aksatmazdım. Eklem yüzüklerimi parmaklarıma taktıktan sonra hafif bir makyaj yapmıştım. Saçlarımın doğal dalgası her zamanki gibi şekilliydi; dokunmadım bile. Saat 19:45'i gösterdiğinde taksi için durağın numarasını arayıp konumumu attım ve aşağı indim.

Taksi geldiğinde içine atlayıp restorana doğru yola çıkmıştık. Ancak taksicinin dikiz aynasından üzerimdeki bakışlarını fark etmem uzun sürmedi. Bazen kafamda öldürsem günah olmaması gereken insanlar listesi yapardım. Bu adam da bu akşam kendini listede en başa yazmıştı. Araç yavaşladığında tam inmek üzereydim ki karşımda Onat yüzbaşıyı gördüm. Baştan aşağı siyah giyinmişti. Gömlek ve pantolonun asaletiyle tam bir bütünlük içindeydi. Ama bakışları bende değil, hâlâ yerinden kıpırdamamış olan taksici üzerindeydi. Arkamı döndüğümde taksicinin bakışları bu sefer hemen arkamdan gelen Şimaldeydi.

''Kızlar, içeri geçin.'' adamın bakışları Onat yüzbaşının cümlesiyle ona döndü, sonrasında gaza bastı ve ilerledi. Onat yüzbaşı içeri girdiğinde bakışlarım yanımdaki Şimal'e döndü. Üniformadan bile belli olan fiziği, bu kez giydiği spor kıyafetle iyice ortaya çıkmıştı. Güzelliği dikkat çekiciydi. Gözlerini üzerimde gezdirdiğini fark ettiğimde gülümsedim.

"Çok güzel olmuşsunuz." dediğinde başımı hafif yana eğdim.

"Senin yanında güzel lafı biraz hafif kalıyor. Sen de çok hoş görünüyorsun, Şimal." dediğimde gözleri parladı. İçeri girdiğimizde mekanın tamamen bizim için kapatıldığını fark etmiştim. Dikdörtgen büyük bir masa vardı ve biz hariç herkes çoktan yerini almıştı. Albay, bizi görünce gülümsedi:

"Heh, kızlar da geldiğine göre başlayabiliriz," deyip servisi başlattı. Masadaki herkes bir kez baştan aşağı bize bakıp sonra gözlerini geri çevirdi. Masaya geçtiğimde Onat yüzbaşının telefon ekranında sırıttığını fark ettim. Bakışlarımı kaçırıp yerime oturdum. Erkeklerin hepsi gömlek ve pantolonla gelmişti. Selin ise crop gömlek ve pantolon giymişti. Pek konuşkan biri değildi. Hatta insanlarla arasında görünmez bir duvar vardı sanki. Albay konuşmaya başlayınca herkes ona odaklandı.

"Askeriyede hepimiz bulunduğumuz konumun farkındayız ve bu hiyerarşiye uymak zorundayız. Ama sivilken kimse kimseden üstün değil. Saygı çerçevesinde resmiyete gerek yok. Yarın zorlu bir göreve çıkacaksınız. Görevin detaylarına Onat Yüzbaşınız hakim. Karargahta size gerekli bilgilendirme yapılacak. Hepinize güvenim tam." garson siparişleri getirirken Onat yüzbaşı söz aldı:

"Sağ olun komutanım. Pençe, bugünkü performansıyla bana yeniden neden bu timi kurduğumu hatırlattı. Ortak noktamız vatan. Bu yüzden benim de size güvenim tam. Herkes bir ağızdan "Sağ ol!" diye bağırdı. Garsonun bir anlık irkilişi yüzümde tebessüm oluşturdu. Burası askeriyeye ait bir tesisti. Ve garsonlar bile er askerlerden oluşuyordu. Yemek boyunca Albay, bölgedeki örgüt yapılanmalarını, önceki operasyonları ve sürecin nasıl ilerleyeceğini anlatmıştı. Yemekler bitince, ayağa kalktı:

"Yarın sabah içtima. Herkese iyi geceler." dışarı çıktığında arabasına yöneldi. Ben de taksi çağırmak üzereydim ki Aybars'ın sesi geldi:

"Birce, evlerinize bırakabilirim isterseniz." arkamda duran Şimal'e baktım. Bu teklif bana değil, onaydı. Ama yine de nazikçe yanıtladım:

"Yormayalım sizi komutanım."

"Estağfurullah. Bu saatte uğraşmayın. Atlayın hadi." öne ben, arkaya kızlar oturduk. Bir sessizlik oldu. Ardından Şimal konuştu:

"Audi A3. Güzel tercih, komutanım." Aybars'ın bakışları dikiz aynasından ona döndü:

"Arabalara ilgin var mı?"

"İlgiliyimdir," dedi Şimal. Aybars'ın yüzünde çok kısa, neredeyse görünmeyecek bir tebessüm belirdi. Herkes beş dakika aralıklarla evlerine ulaşmıştı. Kapımı açarken paspasın hafif kaydığını fark ettiğimde önemsiz gibi görünse de bende alarm zilleri çalmaya başlamıştı. İçeri girdiğimde asansördeki yoğun erkek parfümünün aynı şekilde evde de hissedildiğini fark ettim. Hiç tereddüt etmeden portmantonun çekmecesinden silahımı alıp dikkatle ilerledim. Salonda kimse yoktu. Yatak odasına yöneldim. Kapıyı yavaşça açtım. Sağ, sol, temizdi. Ama gözüm yatağın üstündeki şeye takıldı.

Bir pamuk. Ve bir kurşun. Yatağın tam ortasına bırakılmıştı. Açık bir mesaj gibiydi. Tam o sırada telefonum çaldığında ekranda Onat Yüzbaşı'nın ismi yanıp sönüyordu.

"Efendim, yüzbaşım?" arka plandaki ayak seslerinden onun da dışarıda olduğunu anladım.

"Birce... Sende de mi?" dedi. boğazım düğümlendi. Gözüm hala o kurşundaydı.

"Evet, komutanım."

"Derhal karargaha. Hemen." telefonu kapadığımda artık şunu biliyordum:

Ben buraya mesleğimi icra etmeye gelmiştim. Bu şehir bana yalnızca bir görev değil, bir savaş sunacaktı. Bu savaş ise çoktan başlamıştı.

 

Selam! Bölüm nasıldı? Umarım beğenmişsinizdir 💖 Diğer bölümde görüşmek üzere!

Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777

 

Bölüm : 10.09.2024 21:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...