42. Bölüm

BÖLÜM KIRK BİR

monsoleil016
monsoleil016

 

Selam! Bu bölüm çok severek yazdığım bir bölüm oldu. Umarım siz de çok beğenirsiniz.🤍 Yorumlarınızı görmek beni çok mutlu ediyor. 🤍

İyi okumalar! 🤍

                                                                                 

 

Bir Mayıs sabahıydı. Pencerenin açık tarafından yüzüme çarpan hafif rüzgar saçlarımı uçuştururken, arabada çalan o huzur dolu müzikle içim içime sığmıyordu. Yanımda, direksiyonun başında Onat vardı. Sol eli direksiyonda, sağ eli yine her zamanki gibi benim elimdeydi. Ve ben, dün gecenin efsununu hala üzerimde taşıyordum.

Dün gece için ne diyebilirdim ki? Her şey büyülüydü. Gerçeklikle rüya arasında sıkışıp kalmış gibiydim. Onat'ın gözlerinde kendimi görüp dokunuşlarında özlemini hissetmiştim. Sanki uzun zamandır ayrıydık da, ilk kez yeniden buluşuyor gibiydik. Öyle bir geceydi ki, sadece tenler değil, ruhlar da birbirine sarılmıştı. Onun ellerinin üzerimde dolaşması, dudaklarının boynuma bırakıp geçtiği her nefes beni tamamen özüme döndürmüştü. Beni özlediğini öyle güzel söylemiş ve hissettirmişti ki, sesiyle, vücuduyla ben de ona aynı şekilde cevap vermiştim.

Geceyi ardımızda bırakmış İzmir yolundaydık. İkimizin de yüzünde yorgunluk vardı ama mutluydu. Onat arada bir göz ucuyla bana bakıyor, sonra tekrar yola dönüyordu. Göz göze geldiğimizde bir şey oluyor, içim yine sıcacık oluyordu. Kalbime bir huzur, içime tatlı bir heyecan eşlik ediyordu. Bu yolun nereye gittiğinin bir önemi yoktu, onunla her yere giderdim. Dudaklarımda fark etmeden oluşan bir gülümseme oluşmuştu:

"Bana biraz dayından bahseder misin, sevgilim? Tanışmadan önce hakkında biraz bir şeyler bilmek isterim." Onat başını hafifçe bana çevirip gülümsedi.

"Dayım mı? Emekli albay. Disiplinli, otoriter ama bir o kadar da yufka yüreklidir. Özellikle anneme karşı çok merhametliydi. O ne derse annemin gözünün içine bakardı.'' bir an yüzünde belli belirsiz bir hüzün dolaştıktan sonra devam etti.

"Yengem de emekli öğretmendir. Üç çocukları var. Hepsi genç. En büyüğü Erdem, sonra Ayşin, en küçükleri de Arda. Arda liseye hazırlanıyor biraz uçardır ama çok tatlıdır. Ayşin'le ve Erdem'le çok iyi anlaşacağını düşünüyorum. Dayım babacan bir adamdır ama çocuklarına karşı biraz katıdır. Sevgisini göstermekten çok, belli eder." kafamı koltuğun başlığına yasladığımda camdan dışarı baktım ama zihnimde Onat'ın anlattıkları canlanıyordu. Emekli albay bir dayı, emekli öğretmen bir yenge, üç genç. Onların evine konuk olacaktım, belki masalarında oturup kahvaltı yapacaktım, belki de akşam çaylarında sohbetlerine karışacaktım. Yıllardır görmediğim ama çok özlediğim bir aileye gidiyormuşum gibi hissetmekten kendimi alıkoyamadım.

"Bir oyun oynayalım mı?" dedim.

"Ne oyunu?" dediğinde kaşlarını kaldırmıştı.

"Birbirimizi daha iyi tanımak için sorular soralım." gülümsedi. Direksiyona bakarken başını salladı.

"Yani sen eskileri öğrenelim ama bunu oyun adı altında mı yapalım diyorsun? Çok meraklı oldun bu aralar," dediğinde kahkahayı patlattım.

"Hayır tabii ki! Ama belki, hani, birazcık da öyle olabilir?" dediğimde elime gülümseyerek bir öpücük kondurdu.

"Tamam Birce Hanım, başlıyoruz. İlk soruyu sen sor." dedi.

"Tamam," dedim. Düşündüm. "Hayatında en utandığın an ne zamandı?"

"Hmm.. Lisedeyken bir kıza çiçek götürmüştüm ama meğerse kız başka çocukla sevgiliymiş. Hediye paketini açıp benimle dalga geçmişlerdi. Ben de çiçekle kalakalmıştım." kahkahama engel olamamıştım.

"Ay kıyamam!" dediğinde gözlerini devirdi.

"Şimdi sıra sende." dedi.

"En utandığım an mı? Hmm.. Bir gün akademideyken gizli gizli bir çocuğu stalk, yani şey, takip ediyordum." kaşlarını çattı.

"Allah Allah?" dedi.

"Bir dur! Okulun kantininde beni yakaladı. Göz göze geldik ve ben saklanacağım diye süt kutusunu üstüme devirmiştim." kocaman gülümsedi.

"İyi olmuş sana" dediğinde gözlerimi devirerek gülümsedim.

"Sıra sende, soru zamanı." dediğimde kısa bir süre düşündü.

"Peki, kaç sevgilin oldu?" dediğinde gözlerimi kısıp ona döndüm.

''Bir.'' memnuniyetle başını salladı.

"Biriyle ilk birlikteliğin ne zaman oldu ve kimdi?" diye sorduğumda huzursuzca eliyle başını kaşıdı.

''İlk birlikteliğim 24 yaşındaydı sanırım. İlk görev yerimde, sıradan biriydi ya. Çok önemli değil.'' nedense öyle hissetmemiştim. Aksine, bu hikayenin altında beni huzursuz eden bir şey olduğunu fark etmiştim. Elini elimden çektim ve koltukta yönümü ona doğru çevirdim. Bu hareketimle kaşları havalandı.

''Neden öyle hissetmedim peki?'' iki elinden birini direksiyondan çekti.

''Sorguda mıyım şu an komutanım?'' normalde söylediğine gülerdim ama yüzümdeki ciddiyeti gördü.

''Bebeğim, sıradan biriydi.'' değildi.

''Olsun, anlatmanı bekliyorum.'' derin bir nefes aldı.

''İlk görev yerimdeydim. Yani hayatı çok ciddiye aldığım dönemler değildi. O dönemde denk geldik. Kendisi benden yaşça büyüktü. Yani aramızda duygusal bir bağ olmadı.'' kanın beynime yavaş yavaş sıçradığını hissettim.

''Ne yani sadece cinsel birliktelik için mi beraberdiniz?'' bakışları tepkimi ölçmek ister gibi ara bana dönüyordu.

''Beraberlik denmez ama evet, amacımız duygusal bir bağ değildi.'' bu nedense beni daha çok rahatsız etmişti. Geçmişine karışmak tabi ki haddime değildi ama nedense içime yerleşen büyük huzursuzluğu görmezden gelemeyecektim.

''Biraz durabilir miyiz?'' midem bulanmıştı. Midemi bulandıran, onu başkalarıyla paylaşma düşüncesiydi. Eli tekrardan elimi buldu.

''İyi misin yavrum?'' bakışları endişe doluydu. Başımı salladım. Her ne kadar yüzüme gülümseme yerleştirmek istesem de bu pek mümkün değildi. Akhisar yazan tabelanın orada durmuştu. Manisa sınırlarına girdiysek İzmir'e az kalmıştı. Arabadan indim ve derin bir nefes aldım. Onat'ta hemen arabadan iner inmez yanıma gelmişti. İçimdeki kıskançlık, bir alev topuna döndü. Bunu ona yansıtmak beni toksit biri yapardı. Sonuçta geçmiş, geçmişti. Ama tabi ki Onat bunu anlamıştı. Enseme bıraktığı öpücük, içimdeki alevi söndürmedi.

''Güzel bebeğim beni kıskandı mı?'' arkamı döndüm ve bakışlarımı ona çevirdim.

''Geçmişin tabi ki beni ilgilendirmiyor. Ama benimle hissettiğin zevki başkalarıyla hissetmek, üstüne sadece o zevk için onunla olman canımı sıkıyor. Söylesene, çok mu iyi hissettiriyordu sana?'' son söylediğim cümle birden ağzımdan çıkmıştı. Kıskançlık, dilime pelesenk vurmama engel olmamıştı. Aksine söylediğim şeyi düşündüğüm an bile vücudum sinirden titreyecek gibi hissettim. Aynı anda Onat'ın da kaşları çatıldı. O kadar sert bir şekilde ensemden tutup dudaklarıma yapıştı ki dişlerimizin çarpışma sesini duydum. Etraftan arabalar geçiyordu ama Onat beni deli gibi öpüyordu. Ona karşılık vermeye çalıştıkça, buna engel olmak ister gibi öpmeye devam ediyordu. En sonunda geriye çekildiğinde ikimiz de nefes nefeseydik. Gözlerindeki alevi görmemem imkansızdı.

''Bu siktiğimin yerinde ne bir başkası senin bana verdiğin huzurun çeyreğini verebilir ne de zevkin. Sen kendini adını bile hatırlamadığım insanlarla bir mi tutuyorsun?'' elimi aldı ve kalbinin üzerine koydu. Çok hızlı atıyordu.

''Görmüyor musun bendeki etkini? Ben dağda soluksuz koşsam, bu kalbim yine bu kadar hızlı atmaz. Ama senin en ufacık hareketinle yerle bir olur.'' elleri yüzümdeydi. Söylediği cümle içimdeki aleve su serpmişti. Usulca alnıma bir öpücük kondurdu ve beklentiyle gözlerime bakmaya devam etti.

''Kıskandım işte seni. Tutamadım kendimi.'' sesim küçük bir kız çocuğu gibi çıkmıştı. Omzumu da silkmeden edememiştim. Onat bu halime gülümsedi ama öyle güzel gülümsedi ki gözleri parıldadı.

''Sen benim bu hayattaki en büyük şükür sebebimsin Birce.''

🫧

Arabamız, güneşin altında parıldayan taşlı yolda ağır ağır ilerlerken, içimi bir sıcaklık kapladı. Onat, direksiyonun başında alışılmış bir rahatlıkla, sanki yıllardır yaptığı gibi, sanki bu yollar ona hep tanıdıkmış gibi ilerliyordu. Gelmiştik. Onat arabayı ahşap kapılı, etrafı sarmaşıklarla süslenmiş taş bir evin önüne çekti. Evin bahçesi, sanki doğanın içindeki küçük bir cennet köşesi gibiydi.

Kapının önünde ahşap bir sundurma vardı, üzerinde asılı duran rüzgar çanı sallanıyor, kulaklara ince bir melodi sunuyordu. Bahçede, geniş yapraklı bir dut ağacı gölge yapmıştı, altında eski ama hala sağlam görünen ahşap bir masa vardı. Yanında da sallanan bir hamak duruyordu. Burası çok huzurlu bir yere benziyordu. Daha arabadan inmeden, kapı aniden açıldı ve içeriden, uzun boylu, zarif duruşlu bir kadın çıktı. Üzerinde pastel tonlarda zarif bir elbise vardı, saçları toplu ama özenliydi.

"Canım benim, hoş geldiniz!" Onat hemen gülümsedi ve kapıyı açıp arabadan indi. Ben de onun peşinden çıktım. Kadın hızla yanımıza gelip Onat'ı sıcacık bir şekilde kucaklamıştı.

"Oğlum, seni görmek ne güzel!" dedi ve sonra bana döndü.

"Sen de hoş geldin güzel kızım." yengesiydi. Bana sımsıkı sarıldı.

"Hoş bulduk," dedim gülümseyerek. İçeriden bir adam çıkmıştı. Bu amcasıydı. Güneşte hafifçe kırlaşmış saçları, dik duruşu ve yüzündeki sert ifadeyle, gerçek bir asker olduğunu her halinden belli ediyordu. Bizi gördüğünde yüzü aydınlandı ve birkaç adımda yanımıza gelip önce Onat'ın omzuna sertçe vurdu.

"Koçum! Geldiniz demek ha?" dediğinde yüzünde bir gülümseme belirmişti.

"Geldik dayı!" dedi Onat, gülümseyerek. Dayısı ona sıkıca sarıldıktan sonra bana döndü. Otoriter bakışlarının ardında samimiyet vardı.

"Ve bu da meşhur Birce," dediğinde yüzünde gülümseme sabitti.

"Evet." dedim utangaç bir şekilde. O da tıpkı yengesi gibi bana sımsıkı sarılmıştı.

"Hoş geldin evlat. Burası artık senin de evin." dediğinde içimdeki sevinç arşa çıktı.

Metin amca ve Şükran teyzenin kollarından sıyrılıp içeriye adım attığımızda, evin sıcaklığı içime işledi. Duvarlardaki çerçevelerde içinde eski aile fotoğrafları vardı. Siyah beyaz karelerde genç bir yenge, asker üniformasıyla poz vermiş bir dayı, minicik çocukların gülümseyişleri duruyordu.

Tam o sırada, koridorun sonundan üç farklı adım sesi yükseldi. Ardından önce fotoğraflarını gördüğüm için tanıdığım Erdem göründü. Boylu poslu, babasına benzeyen 25 yaşlarında bir adamdı. Üzerinde bej rengi keten bir gömlek vardı, gömleğin bir ucu pantolonun içine gelişigüzel sokulmuştu. Göz göze geldiğimizde gülümsedi.

"Onat abi! Nihayet," deyip Onat'a sarıldıktan sonra gözleri bana döndü, nazik bir şekilde elini uzattı.

"Merhaba, ben Erdem. Hoş geldin." elimi uzattım.

"Hoş bulduk." dediğimde hemen arkasından içeri Ayşin girmişti. Saçlarını gelişigüzel topuz yapmıştı. Üzerinde keten bir etek, sade bir tişörtle annesinin aynısıydı.

"Ve bu da meşhur Birce!" deyip kollarını açarak yanıma geldi. "Seni sonunda gördüğüme inanamıyorum, senin hakkında öyle çok şey duydum ki ama sen anlatılandan çok daha güzelsin!" Ayşin'in o içtenliğine, samimiyetine gülmeden edememiştim. Sanki yıllardır görüşmediğim kuzenimle kavuşmuş gibiydim. Sarıldık, gülümsedik derken, son olarak kapının ucundan biri daha belirdi, bu Arda'ydı. Henüz 14 yaşında olmasına rağmen, oldukça uzundu. Hafifçe dağılmış saçları, üstün körü ütülenmiş gömleği ve utangaç bakışlarıyla hemen dikkatimi çekmişti. Onat onu gördüğü anda:

"Aslanım," deyip kucakladı. Arda da ona kocaman sarıldığında birbirlerini özlediklerini anlamıştım. Bana döndüğünde gözlerini kaçırıp gülümsedi.

"Ben Arda. Hoş geldin Birce abla." dediğinde çok utangaç olduğuna emin olmuştum.

"Hoş bulduk. Seninle tanıştığıma çok memnun oldum." dedim ben de gülümseyerek.

Evdeki o sıcak karşılama faslı bittikten sonra Şükran teyze bizi salonun arkasındaki geniş yemek alanına doğru yönlendirmişti. Gözüm hemen ortaya kurulan o uzun masaya takıldı. Bembeyaz örtüyle kaplanmıştı masa. Üzerinde yaz çiçeklerinden oluşan bir aranjman vardı. Lavantalar, papatyalar ve sardunyalara eşlik eden küçük mumlarla masa süslenmişti. Masanın iki yanına yerleştirilmiş sandalyelerin üzerine ince minderler konmuştu, belli ki herkesin rahat etmesi düşünülmüştü.

"Bu kadarını beklemiyordum." dedim fısıltıyla Onat'a. Onat ise sadece omzunu silkerek,

"Bizde misafire böyle davranılır." dedi gururla. Yemeklerin kokusu çoktan tüm evi sarmıştı. Bir yanda enginar dolması, öte yanda zeytinyağlı sarma, sıcacık ev poğaçaları, patlıcan salatası, zeytinli kekik kokularıyla içim sıcacık olmuştu. Sofraya geçtiğimizde güneş salonun camından içeri sızıyor, masa örtüsünün üstüne altın sarısı desenler çiziyordu. Şükran teyze masanın bir ucuna geçtiğinde Metin amca ise hemen karşısındaydı. Onat'la ben Şükran teyzenin sağına oturmuştuk. Erdem ve Ayşin karşılıklı geçtiler, Arda ise Onat'ın yanına oturdu. Herkes yerine oturduktan sonra Şükran teyze:

"Çok şey yaptım ama bakalım beğenecek misiniz." dedi.

"Yenge, burası değil de başka bir ülkede aç kalsam, senin yemeklerini düşünerek yaşarım ben," dedi Onat gülerek. Şükran teyze Onat'a göz kırptı.

"Daha tatlılar da var, söyleyeyim. Doyurmayın kendinizi çok." tabaklar dağıtıldıktan sonra sofrada sessizlik oldu. Sadece çatal kaşık sesleri duyuluyordu. Sonra Erdem derin bir "Offf!" çekti, "Anne şu enginar dolmasının üstüne yemin ederim roman yazılır." dediğinde Onat bana dönüp hafifçe kulağıma eğildi.

"Ailemle tanıştığın günün böyle geçeceğini tahmin etmiş miydin?" ona baktım ve gözlerinin içinin gülümsediğine şahit oldum.

"Senin olduğun yerde mutsuz olmam mümkün mü?" dediğinde elimi avuçlarının içine bir öpücük kondurdu. Yemek sohbeti sürerken bir ara Şükran teyze bize dönüp:

''İyi geliyorsunuz birbirinize." dedi. Elimi masanın altından Onat'ın dizine koyduğumda hafifçe sıktım. Yemek bittiğinde Arda kalkıp mutfağa yardım etmek için Şükran teyzenin peşinden gitti. Ben de kalkacaktım ama Metin amcanın ısrarıyla oturmuştum. Ayşin ise kahveleri hazırlamaya koyuldu. İçilen kahvenin ardından sonra ortam biraz rahatlamıştı. Gözüm Şükran teyzenin gözlerinde, elimi hala Onat'ın dizindeydi. Metin amca hafifçe sırtını sandalyeye yasladığında ellerini göğsünde birleştirip başını bize çevirdi.

"Evet bakalım çocuklar." dedi, sesi hem otoriterdi hem de şefkatliydi. "Ne kadar izniniz kaldı?" Onat, ağzındaki suyu yutarken bir yandan da başıyla selam verir gibi yaptı. Bu haline gülmüştüm.

"Bir haftamız kaldı.'' dedi.

"Yani bu hafta sonuna kadar buralardayız, sonrasında geri dönüş." diye ekledim ben de. Metin amca başını hafifçe salladı.

"Görevinizin ne kadar zorlu geçtiğini duyduk. Kolay bir görev olmadığını biliyoruz. Bu ülke sizin gibi yüreği sağlam, gözü kara gençlerle gurur duyuyor." dedi. Onat gözlerini yere indirip bir iç çekti.

"Zorlu geçti, evet. Ama bitti çok şükür" dedi. Metin amca başını öne eğdiğinde gözleri cam gibi parlıyordu.

"Bu ülkenin bayrağını omuzunda taşıyan her asker, benim için kutsaldır. Biz de yıllar önce öyle çıktık yola. Sizin yaşlarınızdayken ama siz bambaşka bir çağda, bambaşka tehlikelerin içinde büyüdünüz. Gurur duyuyorum sizinle." dediğinde Erdem bana göz göz kırpıp:

"Görüyor musun, artık bizim evde kahraman ağırlıyoruz," dedi, gülümseyerek.

"Estağfurullah," dedim hemen, "Biz sadece görevimizi yaptık."

"Hayır," dedi Metin amca, sesi tok ama yumuşaktı. "Görevini hakkıyla yapan insan, artık sadece kendi için yaşamaz. Toplumun ruhunu da taşır içinde. O yüzden kıymetiniz başka." Şükran teyze sofrayı toparlamaya başlamıştı ama o an durdu ve Metin amcaya gülümseyerek baktı. Söylediği şey hoşuna gitmişti. Ne güzel bir şeydi birinin görevini sahiplenişine, değerlerine şahit olmak. Yanında durduğun adamın sadece sana değil, yaşadığı toprağa da bağlı olması öyle büyük bir gururdu ki anlatmak mümkün değildi.

Arda sessizce yanıma oturduğunda bir şey söylemek istediğini hemen anlamıştım. Ellerini dizlerinin üstünde birleştirmiş, dudaklarını hafifçe ısırıyordu.

"Birce abla." dedi nihayet, sesi çekingendi Başımı çevirdiğimde gözlerinin içine baktım.

"Efendim canım?" gülümsedi.

"Ben aslında uzun zamandır bunu sormak istiyordum ama kadın asker olmak nasıl bir şey? Yani zor değil mi? Bence çok etkileyici ama insan bazen kendine dayanamayacak gibi hissediyor mu?'' bu ülkede çoğu zaman kadınlara yer bile açılmıyorken, bir çocuk gelip böyle bir şeyi merak edip hayranlıkla soruyorsa, bu dünyada hâlâ güzel şeyler olabileceğine inanmak için sebep var demekti.

"Elbette zor," dedim, başımı sallayarak. "Ama aslında neye göre zor olduğu önemli, biliyor musun? Her şeyden önce kadın asker olmak, sadece fiziksel güçle açıklanacak bir şey değil. Evet, zaman zaman erkeklerden daha fazla zorlandığımız zamanlar oldu. Koşular, eğitimler, sürünmeler, gece görevleri. Bazı şeyler doğası gereği fiziksel olarak daha çok efor istiyor bizden. Ama biliyor musun Arda, her şey her zaman kafada bitiyor." bakışlarını bana çevirdi.

"Ben ilk askeri eğitime başladığımda çok fazla soru işareti vardı kafamda," dediğimde anlatmaya devam ettim. "Acaba yeterli olur muyum? Acaba bir yerde pes eder miyim? Acaba beni ciddiye alırlar mı? Ama sonra fark ettim ki bu acabalar yalnızca zihnimin bana oynadığı oyunlardan ibaret. Çünkü bir kez kafanda netleşti mi neden orada olduğunu, nasıl durman gerektiğini ve kim olduğunu bildiğin sürece gerisi sadece detaylardan ibaret.'' gülümsediğimde elimi onun dizine koydum.

"Zorluk oldu, evet. Ama hiçbir zaman başarısızlıkla sonuçlanan bir zorluk olmadı. Çünkü ne zaman yıkılsam, kendimi kaldırmak için hep bir sebebim vardı. Kendime verdiğim bir söz, tuttuğum bir yemin sayesinde her düştüğümde, daha güçlü kalktım. O yüzden bana sorarsan kadın asker olmak zor değil Arda. Asıl mesele, insanın kendine inanması. İster kadın ol, ister erkek. O inancı yüreğinde taşıyorsan, başaramayacağın şey yok." Arda hafifçe başını salladığında gözleri parlıyordu. Belki de ilk defa bu kadar derin bir sohbetin parçası olmuştu.

"Sen harika birisin Birce abla." dedi sonunda. Gülümsedim.

"Sen de öyle, unutma bunu." usulca yanımdan kalktığında mutfağa doğru yöneldi. Sohbet gitgide koyulaştıktan sonra Metin amcanın sesiyle bakışlarım ona döndü.

"Çocuklar, siz de yoldan geldiniz. Şimdi yorgunsunuz. En iyisi yatın, dinlenin. Yarın konuşuruz yine güzel güzel." dediğinde Şükran teyze hemen arkasından:

"Yataklarınızı hazırladım, merak etmeyin. Odalarınız da yan yana zaten. Onat'la sana üst katta iki oda ayırdık Birce'ciğim," dedi, göz kırparak. Erdem'le Ayşin "iyi geceler" deyip odalarına çekilmişlerdir. Arda çoktan uyumuştu. Vedalaştıktan sonra Onat'la üst kata yönelmiştik. Üst katta koridora çıktığımızda iki kapının da açık olduğunu gördüm. Gerçekten de odalar yan yanaydı. Onat, kapısının eşiğinde durdu ve dudaklarını büzerek odasına şöyle bir baktı.

"Yani biz ayrı mı yatıyoruz şimdi?" dediğinde yüzünü ekşitti. O kadar tatlıydı ki bildiğin bu duruma bozulmuştu. Ben de gülerek yanına gittiğimde parmak ucunda hafifçe yükselip yanağına usulca bir öpücük kondurdum.

"Tabii ki ayrı yatıyoruz. Özlem denen şey böyle zamanlarda kıymetli olur. İnsanın biraz özlemesi lazım. İlişkideki heyecanı diri tutar, unuttun mu?" dedim cilveli bir sesle.

"Bu özlem işi bana göre değil. Hem sabah yan odada senin olduğunu bilmekle yetineceğim, öyle mi? Çok sinir bozucu." kahkaha attım.

"E sabah erken kalk, kapımı çal, belki içeri alırım," dedim alaycı bir ifadeyle. Gülümsedikten sonra aniden beni belimden tuttuğunda kendine doğru çekti. Yavaşça dudaklarıma eğildi ve bir öpücük kondurdu. Öyle bir öptü ki o anda bütün yorgunluk gitti sanki üzerimden.

"Yarın seni Efes'e götürüyoruz. Hazır mısın?" gözlerim kocaman açıldığında içimden bir çocuk gibi çığlık atmak gelmişti.

"Ciddi misin?! Efes mi? Ayy, bayılırım! Çok istiyordum!"

"Biliyorum." dedi dudaklarının kenarında kıvrılan o muzip tebessümle. "Haydi şimdi uyu. Güzel uyan ki güzel bir gün olsun." başımı salladığımda odaya yönelmeden önce bir kez daha gözlerinin içine baktım. Kapımı çekmeden önce bir kez daha ona seslendim:

"İyi geceler. özle beni biraz, tamam mı?"

"Özlemeye başladım bile." dedi ve ben içeri girene kadar bekledi.

Kendi odamın kapısını usulca kapadım. İçerideki serinlik tenime çarparken, kalbim sımsıcaktı. O gece içimi kuşatan, aile sıcaklığıyla çok mutlu bir uykuya dalmıştım.

🫧

Sabah evi saran o mis gibi çay kokusuyla uyandım. Pencereyi biraz daha açıp yüzüme çarpan esintiyi içime çektim. Onat çoktan uyanmıştı, hatta kahvaltı sofrası hazırlanırken Şükran teyzenin yanında dolanıyordu. Ben de üstüme beyaz bir elbise giyip saçlarımı ensemde topladıktan sonra aşağıya indim. Masanın hali öyle güzeldi ki domates, salatalık, zeytinler, peynirler; her biri özenle dizilmişti. Şükran teyze beni görünce:

"Günaydın. Köyden yeni geldi bunlar Birce'ciğim," dedi gülümseyerek. Gerçekten her şey çok taze görünüyordu. Biraz sonra Metin amca, Erdem, Ayşin ve Arda da indi yukarıdan. Hep birlikte masaya oturduğumuzda Onat'la göz göze geldik. Gülümsedi. Metin amca, elindeki çayı yudumlayıp gözlüğünün üstünden bize baktığında:

"Bu arada Gürkan'la Oya yarın sabah geliyorlarmış. '' dediğinde Onat başını salladı.

"Gelsinler bakalım. Bir de sen tanış şu küçük enişteyle dayı.'' dediğinde hepimiz kahkaha attık.

Kahvaltı boyunca sohbet koyuydu. Limonlu kekten konuşurken konu siyasete, oradan da yazın nereye kaçalım planlarına kaydı. Ayşin'le Arda bir ara didişti ama çok kısa süreliydi. Masada gerçek bir aile vardı. Yemek sonrası çaylar içildikten sonra yavaş yavaş toparlanma vakti gelmişti. Efes için yola çıkacaktık ve bir gece orada kalacağımızı bildiğimiz için küçük bir çanta hazırlamıştım. Vedalaşırken Ayşin

"Ben sizin yerinizde olsam orada iki gün kalırdım!" diye sitem ettiğinde Arda:

"Güzel fotoğraf çekin bari," deyince gülümsedim.

"Söz," dedim, "hepinizi kıskandıracağım."

Arabaya atladığımızda Onat kontağı çevirirken yüzünde tatlı bir heyecan vardı.

"Efes yazın güzel olur ama asıl akşamüstü bir başka," dedi direksiyonu çevirirken. Gözüm ona kaydığında o kadar karizmatikti ki bu haliyle iç çekmeden duramadım.

"Peki önce nereye?" dedim, parmaklarımı cama yaslayıp dışarı bakarken.

"Şirince'ye uğramak istiyorum. Çok zamanımız yok ama orayı da görmeni isterim." dedi bana göz ucuyla bakarak. "Bence sen oraya da bayılırsın." dediğinde içim bir kıpır kıpır oldu.

"Orası da merak ettiğim yerler arasında, hakkında çok şey duydum. Şarapları, sokakları, eski taş evleriyle güzel olur eminim." dedim heyecanla. Bir süre sessizce sohbet ederek yolda ilerlemiştik. Yol kıvrıla kıvrıla ilerlerken, Şirince'ye geldiğimizi anlamıştım. Onat arabayı köyün girişine yakın, taş duvarlarla çevrili küçük bir otopark alanına çekti. Motorun sesi sustuğunda birbirimize baktık. Elimi tuttuğunda parmaklarıyla avucumu sıktı.

"Hazır mısın?" dedi. Başımı gülümseyerek salladım.

"Fazlasıyla." Şirince sokaklarına adım attığımızda şaşırmadan edemedim. Tarihi kitaplardan çıkıp önüme serilmiş gibiydi. O taş döşeli dar sokaklar, ahşap cumbalı evlerin her biri öyle zarif, öyle vakur duruyordu ki insan etkilenmekten yürüyemiyordu. Onat yanıma daha da yaklaştığında kolunu belime doladı bu sefer. Kalabalığın içindeydik ama bir tek onun varlığı sarmış gibiydi beni.

"Ne güzel yer burası." dedim.

"Senin sevdiğin türden," demişti.

"Tam benlik," dediğimde burnuma fırından yeni çıkmış kurabiyelerin kokusu geldi. Onat:

"Bir şeyler alalım mı yavrum?" diye sordu.

"Olur." dedim. Bir duvarın kenarında durmuş sarmaşıkla kaplı bir evi izlerken, Onat usulca başımı okşadı.

"Burada yaşlanmak ister miydin?" diye sordu aniden. Kendimi tutamadım ve gülümsedim.

"Eğer yanımda sen olacaksan, olur." dediğimde gözleri parlamıştı. Yine bana sataşmadan duramadı. Elimi tuttu ve usulca öptü.

"Dişimde tek bir diş kalmayana kadar, seninim sevgilim.'' içimdeki kahkahayı serbest bıraktım. Eğildi ve gülümsememden öptü beni. Derin bir nefes aldım. Onat'la el ele yürürken gözüm hemen sağdaki o küçük şarap dükkânına takılmıştı. Tahtadan yapılmış koyu renk bir tabela, üzerine zarifçe işlenmiş "Meyhaneci'nin Şarapları" yazıyordu. Ahşap kapısının yanında da asma dalları vardı. Vitrinden baktığımda içerisi buram buram şarap, meyve ve eski tahta kokuyordu. Hemen kolunu çekiştirdim.

"Onat, bak! Şarap tadımı yapalım mı?" dediğimde gülümsedi.

"Sormana gerek yok bile güzelim.'' dedi. İçeri girdiğimizde dükkan sahibi bizimle göz göze geldi. Hafif tombul, kır saçlı, yüzünde yılların çizgileri olan bir adamdı. Gömleğinin kolları dirseklerine kadar sıyrılmış, ceplerinden birinde mantar açacağı sarkıyordu. Bizi görünce kollarını iki yana açtı, sanki evine misafir alıyormuş gibiydi:

"Hoş geldiniz! Hoş geldiniz gençler! Aşıklar köyüne gelip de şarapsız dönmek olmaz! Tadımlar ikram, buyrun."

"Gerçekten mi?'' dedim.

"Tabii tabii! Ama bir şartım var," dedi gülerek, parmağını havaya kaldırdı.

"Şart mı?" diye araya Onat girdi.

"Evet," dedi adam ciddileşir gibi yapıp sonra göz kırptı. "İlk yudumu içerken birbirinize bakacaksınız.'' dediğinde kahkahayı bastım. Onat ise başını eğdi ve gülümsedi.

"Zor görev. Ama yaparız artık." dediğinde dalga geçtiğinin farkındaydım.

"Asker disiplininle halledersin bence," dedim ben de gülerek. O esnada adamın gözleri parladı.

"Asker mi? Harika! Ben de eski bir denizciyim. E o zaman size önce üzümün en mertinden başlatalım." tezgahın arkasına geçtiğinde eski ahşap bir raftan birkaç şişe indirdi. İlk şişeyi açtı, rengi nar gibi kırmızıydı. Kadehlere doldururken konuşmaya devam etti:

"Bu şarap, köyün kendi üzümünden. Adı 'Ağustos Günü.'" Onat bana göz kırparak kadehini kaldırdı.

"O zaman Ağustos'un gün batışına."

"Ve göz göze." diye hatırlattı adam neşeyle. Gülerek birbirimize döndüğümüzde ilk yudumu almıştık. Gerçekten de dilimin üstünde önce tatlı bir sıcaklık, sonra hafif bir burukluk bırakmıştı. Gözlerimi kısıp dudaklarımı şapırdattım.

"E bu çok iyiymiş." dediğimde adam hemen ikinci şişeye geçti. Bu sefer daha açık renkli, hafif pembe tonlarında bir şarabı bardağa döktü.

"Bu ise 'İlk Aşk'. Hafif ama çarpıcıdır. " Onat hemen döndü ve bana bakarak:

"Bire bir tanım," dedi. Adam gülümsedi.

"Ooo, beyefendi işi biliyor!" kahkahalarla tadımlara devam etmiştik. Arada adam bize köy efsanelerinden anlattı, kim kime aşık olmuş, hangi şarap hangi gönlü çelmiş bunlardan bahsediyordu. Şarap içmekten çok hikaye dinlemiştik. Tüm tatların ardından en çok "İlk Aşk"ta karar kıldık. Adam güzelce paketlediğinde üzerine kendi yazısıyla minik bir not bıraktı:

Aşkı şişeleyemezsiniz ama tadı damağınızda kalabilir.
– Meyhaneci Mehmet

El ele tutuştuk. Elimde şarap şişesi, kalbimde ise tarifsiz bir sıcaklıkla o taş sokaklara geri dönmüştük. Onat kolundaki saate baktığında bakışlarını bana çevirdi.

''Çok geç kalmadan Efes'e geçelim mi güzelim?'' başımı salladım. Burası bana bir ilaç gibi gelmişti. Ki burası böyleyse Efes'i düşünemiyordum bile.

''Geçelim sevgilim.''

Efes'in adını çocukluğumdan beri duyardım

Efes'in adını çocukluğumdan beri duyardım. Kitaplarda, belgesellerde, müzelerde. Ama hiçbir görüntü, hiçbir cümle, bir yeri gerçekten gözlerinle gördüğünde içine dolan duyguyu tarif edemezdi. Arabamız yavaş yavaş yokuşu tırmanırken kalbim tarifsiz bir heyecanla atmaya başladı. İçim kıpır kıpırdı.

"Hazır mısın?" diye sordu Onat.

"Hiç bu kadar hazır hissetmemiştim," dedim gülümseyerek.

Arabayı otoparka çektiğinde bile çevremdeki taşlara, ağaçlara dikkat kesilmiştim. Gün batıyordu. Buranın gün batımında, ışıklar kapandığında büründüğü hali de çok merak ediyordum. İyi denk getirmiştik. Onat'la el ele yürümeye başladık. İlk adımı atar atmaz kalbim boğazıma geldi. Önümde uzanan antik yol, yüzyılların ağırlığını taşırken bana da aynı ağırlığı, aynı hayranlığı yüklemiş gibiydi.

"Burası gerçekten başka bir dünya." Celsus Kütüphanesi'nin görkemi uzaktan belirince, birkaç adım geri çekilip daha iyi görebilmek için başımı yukarı kaldırdım. Sütunlar gökyüzüne doğru yükseliyordu. O kadar görkemliydi ki, nasıl anlatacağımı bilmiyordum.

"Baksana şuraya," dedim Onat'ın koluna dokunarak. "Bu taşların arasında yürüyen kadınları, erkekleri hayal edebiliyor musun? O dönem giyilen tunikler, ellerinde parşömenlerle. Belki burası bir buluşma noktasıydı. Belki biri birine ilk kez aşkını burada söyledi." dediğinde Onat yanımda durdu. Sessizce kütüphaneye baktıktan sonra yüzünde gülümsemeyle bana döndü.

"Hayal gücüne hastayım bebeğim." gülümsedim.

Yürüdükçe her adımımda daha da etkileniyordum. Antik tiyatroya ulaştığımızda içime dolan hisleri tarif edemedim. Taş oturma sıralarına baktım. Orada yüzlerce insan oturmuş, sahnede bir tragedya izliyormuş gibi gözümde canlanmıştı. Tarihi ilk defa iliklerime kadar hissediyordum. Bir görevli az sonra ışıkları yakacaklarını söyleyince içimdeki heyecana engel olamadım. Güneşin yavaş yavaş batışını, gökyüzünün o turuncu-pembe halini, sonra da yavaşça her şeyin karanlığa karışmasını bekledim. Onat'la taşlara yaslanarak oturmuştuk. Gözüm sürekli saate kayıyor, sonra yeniden gözlerimi kalıntılara dikiyordum. Gözlerim kütüphaneye çevrilmişti. Birazdan ışıklar kapanacaktı.

"Telefonu çıkarayım da, kapanma anını yakalayayım," dedim heyecanla. Gülümsedi.

"Bence yakalayacaksın," dediğinde telefonumu açtım ve videoyu başlattım.

"Hazır mıyız?" dedim ekrana, kendi yüzümü çekiyordum. Gülümsedim. Kalbim o an başka bir şey için heyecanlı olduğunu bilmiyordu. Sadece tarihi bir anı ölümsüzleştirdiğimi sanıyordum. Işıklar birden yandığında tüm o ihtişamlı yapılar bir anda daha fazla aydınlandı. Gözlerim şaşkınlıkla büyürken, heyecanla kamerayı sabit tutmaya çalıştım. Kamerayı taşlara çevirmiştim.

"İnanılmaz." dedim tam kayıttayken sonra refleksle kamerayı yanımda duran Onat'a çevirdim. Ama Onat artık yanımda değildi.

O, önümdeydi. Dizlerinin üstünde ve elinde bir kutu vardı.

Kalbim o an yerinden çıktı sandım. Boğazımdan bir nefes geçmedi. Kameram elimde titredi, sonra ne olduğunu anlayamadan telefonu indirip gözlerimi o diz çökmüş, yüzüme bakarken sesi titreyen adama diktim.

"Birce, sevgilim." dedi. "Seninle her günü savaşa gider gibi yaşadık. Yan yana, omuz omuza. Şimdi ben, hayatımın en büyük barışını seninle yapmak istiyorum. Her sabaha seninle uyanmak, her geceyi seninle bitirmek istiyorum." dudaklarım elimle kapanmıştı. O kadar şoktaydım ki, nefes almayı bile unutmuştum. Ama bitmemişti. Birden arkamdaki antik taşların ardından sesler yükseldi, konfetiler patladı. Renkli kağıtlar havada dönerek üzerimize yağarken, gölgelerin içinden tanıdık silüetler bir bir çıkmaya başladı.

Önce abim, peşinden Elvin. Aybars gülümsüyordu, yanında Şimal sarı bir balon tutuyordu. Selin'in gözleri yaşlıydı, Oğuzhan da bana göz kırptı. Alperen, Yiğit...hepsi buradaydı. Bir adım geri attığımda ellerim titriyordu. İstemsizce akan gözyaşlarımı durduramıyordum.

"Bunu nasıl yaptın?" diye fısıldayabildiğımde Onat gülümsedi. Hâlâ dizlerinin üzerindeydi.

"Birce, bana hayatımın en büyük hediyesini verir misin? Benimle evlenir misin?" dünya durmuştu. Işıklar kapalıydı ama her şey parlıyordu. Gözyaşlarım, gökyüzündeki yıldızlar, etraftaki konfetiler her şey çok fazlaydı, çok güzeldi. Kendimi tutamadım. Ağlayarak kollarına atladım.

"Evet," dedim. "Bin kere evet, milyon kere evet!"

Alkışlar yükseldi. Onat yüzüğü parmağıma takarken, titreyen ellerimize bakıyordum.

Ben hayatım boyunca pek çok zafer kazanmıştım. Ama bu zafer değil, en büyük mucizeydi.
Efes'in gecesinde, tarihin sessizliğinde, kendi hikayemizin ilk cümlesi yazılmıştı.

 

KALKINN DÜĞÜNÜMÜZ VAR 🥳🥳🥳

Bence tam onlara yakışır bir evlenme teklifi oldu. Sizce?

Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777

 

Bölüm : 17.05.2025 21:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...