
Selamlar! Bu bölüm yeni yazmaya başladığım dark romance türündeki PARADOKS adlı kurgumun baş karakterlerinden biriyle tanışıyorsunuz. İlginizi çekerse, her hafta Cuma yayındayız. 🤍
Finalden önce, onlar için yorumlarınızı ve oylarınızı eksik etmezseniz çok mutlu olurum. 🤍
İyi okumalar.🤍
İnstagram/Tiktok/Twitter:monsoleil777

Uçak bulutların arasından ağır ağır süzülürken koltuğuma iyice gömülmüştüm. Başımı yan tarafa çevirdiğimde Onat'ın gözlerini kapadığını fark etmiştim ama yüzündeki o gülümseme dudaklarında sanki hâlâ sabitti. Elimi usulca parmaklarının arasına sıkıştırdığımda gözlerini açtı. Bir an göz göze geldiğimizde ikimiz de gülümsemiştik.
"Düğün, sandığımdan çok daha güzeldi. Hayal bile edemeyeceğim kadar güzeldi hem de." dediğimde gözleri parladı.
"Bana kalsa her saniyesini tekrar yaşamak isterdim. Bizi yalnız bırakmayan herkese, dostlarımıza hepsine minnettarım. Gerçekten." iç çektim.
"O anlar bir daha gelmeyecek ama hep hafızamda olacak. Çok tuhaf, hâlâ gerçek gibi gelmiyor. Yani, ben evliyim. Seninle. Resmi olarak. Sonsuza dek." başımı omzuna yasladığımda gözlerimi karşıdaki pencereye dikmiştim. Altımızda bembeyaz bulutlar, önümüzde ise bizi bekleyen başka macera vardı.
"Şimdi sıra İtalya'da. Her düşündüğümde şaşırıyorum ya, ne zaman planladın bunu? Gerçekten çok heyecanlıyım." Onat dudaklarındaki gülümsemeyle başını iki yana salladı.
"Epey önce aslında. Sürprizi kaçırmamak için kendimi zor tuttum. Ama her detayı senin için düşünmek o kadar keyifliydi ki yavrum." sonra yüzüme bakarak ekledi:
"Ev de dâhil." kaşlarımı kaldırdım.
"Evet ya, o ev meselesi. Sahiden kime ait? Otel falan demedin, bir arkadaşına aitmiş gibi konuştun." Onat gözlerini hafifçe kıstığında sesi biraz daha alçalmıştı.
"Sancar'a ait. Hani İstanbul'da bir gece konakladığımız bir ev vardı hatırlıyor musun? İşte orası da ona aitti." görev esnasında gittiğimiz o evden bahsediyordu. Evin bütün eşyaları tamamdı, hatta tertemizdi. O zaman sorduğumda da bir arkadaşının olduğunu söylemişti.
''Şu diplomat olan arkadaşın mıydı?'' başını salladı.
"Aynen. Malta'da görev yapıyor normalde. Ama İtalya'da da bir evi var. Hem iş için hem tatil için sanırım. Çok fazla detayını sormadım ama ev mükemmel bir yerde. Düğüne gelmeyi çok istiyordu ama görevinden dolayı gelemedi. Üzüldüğü için de bize düğün hediyesi olarak evinin kapılarını açtı." şaşırmıştım.
"O mu organize etti bu evi?"
"Evet." dedi gururla.
"Bizzat kendi eliyle hazırlattı her şeyi. Senin zevkine göre bir gezi rotası düzenlettirdi yanındakilere. Seni ilk anlattığımda ''Bir diplomat olarak böyle bir kadının yanındaki adama hizmet etmek onurdur.'' dedi.' gülümsedim. Böyle insanlar hâlâ vardı demek. Onat'ın böyle dostları olmasına onun adına seviniyordum.
''Teşekkürlerimi ilet sevgilim. Sağ olsun.'' Onat elinin içindeki elime bir öpücük kondurdu. Uçak usulca yere tekerlerini koyduğunda, uyanmakla uyanmamak arasındaydım. Zihnimde hâlâ düğün gecesinin görüntüleri dans ediyordu. Gözlerimi açtığımda, Onat başını bana doğru çevirmiş, gülümseyerek bakıyordu.
"İtalya'dayız," dedi fısıltıyla. İki kelimeyle birlikte kalbim yerinden fırlayacakmış gibi olmuştu. Göz kapaklarımı ovuşturarak doğrulduğumda uçak çoktan durmuştu. Yolcular birer birer kalkmaya başlamıştı, biz de kemerlerimizi çözüp ayağa kalktık. Daha önce sadece filmlerde gördüğüm, kartpostallarda hayranlıkla baktığım, haritada bile parmak ucumla yavaşça geçerken iç geçirdiğim o ülkeye ayak basmak üzereydim. Havalimanına adım attığımızda, her şey ama her şey bambaşka gelmişti gözüme. Hava açık, insanlar sanki daha bir güleryüzlüydü. Sanki tüm ülke sarı bir filtreden geçiyormuş gibi sıcak, samimi, ışıl ışıldı. Başımı çevirip her yeri izlemeye başladım. Kalabalığın içinden geçerken gözüm tabelalara takıldı.
"Bu arada. " dedi Onat, elini belime dolayarak.
"Sancar sadece ev işini halletmedi. Bir de araba göndermiş." dediğinde şaşkınlıkla ona döndüm.
"Yok artık, ciddi misin? Bu adam bizi şımartmak için elinden geleni yapıyor." Onat başını salladı.
"Onun tarzı bu. Sessizdir ama büyük oynar." havaalanının dışına çıktığımızda, lüks siyah bir araba bizi bekliyordu. Direksiyondaki genç adam kibarca kapımızı açtı. Arabanın içine oturduğumda, heyecanım yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Camdan dışarı baktım ve araba yavaşça hareket ettiğinde, Roma tüm ihtişamıyla gözümün önüne serildi. İlk defa geldiğim bu şehirde her ayrıntı beni büyülüyordu. Tarihi binaların aralarından geçerken, bir an kendimi zamanda yolculuk yapıyormuş gibi hissetmekten alıkoyamamıştım. Antik taş duvarlar, pastel tonlarda boyanmış zarif evler, balkonlardan sarkan çiçekler, her biri mükemmel ayrıntılardı. Başımı cama yasladım. Araba dar bir sokağa girdiğinde, Onat hafifçe bana döndü.
"Hazır mısın?" diye sordu. Başımı sallayarak gülümsedim.
"Hiçbir şeye bu kadar hazır olmamıştım." kapının önüne geldiğimizde, taş bir kemerin altındaydık. Üzerinde sarmaşıklar yükseliyordu, duvarda incecik bir yazıyla "La Casa di Luce" yazıyordu. Kapı açıldığında, içerideki koku içime doldu. Yüksek tavanlar, duvarlarda eski İtalyan tabloları, camdan gelen altın sarısı güneş ışığı ve toprak tonlarının hâkim olduğu zarif mobilyalarla ev çok güzel dizayn edilmişti. Evin tam karşısında dev bir pencere vardı. Onun ardındaysa Colosseum. Manzarayı görünce nefesim kesildi.
"Elimizle uzansak dokunacak gibiyiz, bu gerçek mi?'' diye sorduğumda Onat omzuma başını yasladı ve gülümsedi.
"Sancar Roma'da sadece ev almamış, tarihi satın almış baksana." odaları gezerken her bir köşeye ayrı aşık olmuştum. Terasta beyaz bir masa, etrafında sarmaşıklarla dolu bir çardak altından şehir manzarası gözümüzün önündeydi. Bir köşede minik bir kütüphane, diğer köşede vintage bir pikap ve plak koleksiyonu vardı. Sanki her detay bizim için düşünülmüştü. Benim hayallerimdeki ev, bana sormadan hazırlanmış gibi hissediyordum.
Hayatımın aşkıyla, hayatımın en güzel şehrindeydim. Duvardaki saat akşamüzerini gösteriyor, Colosseum'un gölgesi evin içine düşüyordu. Şehir yavaş yavaş günün yorgunluğunu üstünden atmaya başlıyordu. Bizse daha yeni başlıyorduk. Onat kanepenin köşesine kurulmuş, kolunu yaslamış bir şekilde bana baktığında:
"Yorgun musun güzelim?" dedi gülümseyerek. Kaşlarımı kaldırdım, sonra göz kırparak cevap verdim.
"Onatcığım, buraya oturmaya mı geldik? Tabi ki yorgun değilim! Roma'dayız. İtalya'dayız. Yorgunluk mu? Yapma lütfen." dediğimde kahkaha attı.
"O zaman üstümüzü değiştiriyoruz. Sana şahane bir makarnacı göstereceğim. Burada olsam her gün giderim. Sokaklar da harika, hele bu saatlerde yürümek çok keyifli."
"Hadi o zaman!" dedim heyecanla. Ayaklarım zaten çoktan harekete geçmişti.
Hazırlanmaya başladık. Bahar olmasına rağmen, hava serindi. Gardıroba yönelip üzerime açık bej tonlarında, tiril tiril bir pantolon geçirmiştim. Üzerime de ince krem rengi bir triko bluz giydim. En son üstüme de kahverengi kısa trençkotumu almıştım. Altıma beyaz sneakerlarımı giydim. Saçlarımı salaş bir topuz yaptım, dudaklarıma hafif bir kırmızılık sürdüm. Aynada kendime baktığımda, hazırdım.
Onat da çoktan hazırlanmıştı. Üzerinde lacivert keten pantolonu, beyaz gömleği ve deri ceketiyle önümdeydi. İtalyanlara taş çıkarırdı valla. Göz göze geldiğimizde ikimiz de aynı anda gülümsedik. Evin kapısını açtığımızda güneş yavaş yavaş batmaya başlamıştı. Sokak lambaları yanarken Roma'nın dar sokakları arasında yürümeye başladık. Her köşe başında başka bir sanatçı vardı. Biri keman çalıyor, biri resim yapıyordu. Balkonlardan minik saksılar sarkıyor, karşılıklı evlerin pencerelerinden dumanlar yükseliyordu. Her şey sanki film sahnesindeymişiz gibiydi.
"El ele yürüyen çiftler var," dedim Onat'a bakarak.
"O zaman biz de klasiklere uyalım," dedi ve elimi avucuna aldı.
"Makarnacıya daha var mı?" diye sordum heyecanla.
"Bir sokağı döneceğiz, sonra bir meydan çıkacak karşımıza orada sağda. Tabelası yok ama sen girince anlayacaksın zaten doğru yerde olduğunu." birkaç dakika sonra o meydan karşımıza çıkmıştı. Ortasında küçük bir çeşme vardı, etrafında sokak lambalarının altında duran minik masalar ve tam sağda, ahşap panjurlu, sarmaşıklarla çevrili, taş duvarlı bir restoran vardı.
"Burası mı?" dediğimde Onat başını salladı.
"Hazırsan, seni gerçek makarnayla tanıştıracağım." dediğinde içeriye girdik. Küçük ama sıcacık bir yerdi. Tahta masalar, keten örtüler, şarap şişeleriyle dolu raflar vardı. Garsonlar güler yüzlüydü ve ortamda İtalyanca hafif bir müzik çalıyordu. Sanki yıllardır gelen müşterilerini karşılıyorlarmış gibi bizi karşılamışlardı. Onat menüyü açmadan önce bana döndüğünde
"Benim sana tavsiyem yavrum, ev yapımı tagliatelle al. Özellikle domates-basil soslu olanı ama karar senin."
"Sen ne alacaksın?" dedim.
"Ben klasik karbonara alacağım. Yumurtalı, peynirli, şahane."
"Peki, ben de senin dediğini alacağım. Sana güveniyorum." siparişlerimizi verdiğimizde kısa bir süre sonra önümüze gelmişti. Daha ilk lokmayı ağzıma attığımda istemsiz gözlerim büyüdü.
"Onat, bu şaka mı? Bu ne kadar güzel bir şey?!" dediğimde gülümseyerek dirseğini masaya yaslamıştı.
"Sana demedim mi? Bu makarna değil, bambaşka bir şey.'' Çatala sarılmış makarnayı ağzıma atarken başımı hafifçe iki yana salladım.
"Hayatımda yediğim en iyi makarna bu. Ciddi söylüyorum. Türkiye'ye dönünce başka bir şey yiyebileceğimi sanmıyorum. Ne yapacağız?"
"Belki de buraya taşınırız?" dedi göz kırparak. İkimiz de vatanına aşık insanlardık. Bunun olmayacağını biliyorduk.
"Olmaz, Benim yemeğe bağımlılığım başlar. Senin takım elbiseler üç beden büyür." bu söylediğimle beraber kahkahasını tutamadı, ben de her zaman ki gibi onu izledim.
Yemekten sonra garsonlar bize tatlı teklif etmişti ama biz tokuz diye nazikçe reddetmiştik. Yine de minik birer limoncello ikram ettiler. Tatlı-ekşi aroma çok hoşuma gitmişti. Bardağımı masaya bırakırken gözüm dışarıya takıldı. Hava iyice kararmıştı ama sanki Roma asıl şimdi parlamaya başlıyordu.
"Sence de yürüyüşe devam etmenin tam zamanı değil mi?" dedim Onat'a göz kırparak.
"Buraya gezmeye geldik güzelim, karımı makarnaya doyurup uyutmaya değil." sokak lambalarının altında yürürken neredeyse her adımda içimden vay be diyordum. Duvarların dokusu, balkonlardan sarkan çiçekler, taş sokaklar, tarihi dokular, tarihi dokunuşları seven birisi için burası cennetti. Bir ara Onat durdu ve bana döndü.
"Hazır mısın biricik? Şimdi seni İtalya'nın en iyi dondurmacısına götürüyorum."
"Yani makarnadan sonra da dondurma mı? Bizi buradan on beş kilo almış olarak döndürecekmişsin gibi hissediyorum." dedim kahkahamı gizleyemeyerek.
"Kuralları ben koymadım. Roma'dayız, burada dondurma yemek mecburi," dedi ve beni sol köşedeki küçük bir dükkana götürdü. Dondurmacının önünde kısa bir kuyruk vardı ama beklemeye kesinlikle değdi. Duvarda renk renk dondurmalar diziliydi. Limon, çilek, fıstık, tiramisu, çikolata... Aralarından seçmek işkenceydi. Sonunda fıstıklı ve karamelli olanı seçmiştim. Onat ise çikolatalı ve frambuazlı aldı.
"İlk ısırıkta ne hissettin?" diye sordu Onat, ciddiydi.
"Ağzımda çiçek açıyor gibi hissediyorum. Çok beğendim." kurduğum cümleye kahkaha atmadan edemedim. Bana denettiği her şeyi beğenmemi istiyordu. Bu onu gözümdeki küçük bir erkek çocuğuna çeviriyordu.
''Seninki nasıl?''
"Çok iyi ama seninki daha iyi galiba. Değişelim mi?"
"Haha. Tabi ki hayır!" dedim ve kornetimi iki elimle sıkıca tuttum.
Dondurmalar elimizde, yürümeye devam etmiştik. Yol boyunca bir grup müzisyene denk geldik. Keman, akordeon ve gitarla bir şeyler çalıyorlardı. Yanlarında toplanan kalabalık, bir ritim tutturmuştu. Kimi alkışlıyor kimi dans ediyordu. Birkaç kişi sarhoştu ama herkes mutluydu. Onat bana doğru eğildiğinde:
"Dans etmek ister misin?" başımı iki yana salladım.
"Ettim bile." kollarımı kaldırıp kendi etrafımda döndüm. Onat beni yakaladı ve beraber dansa devam ettik. Orada, sokak ortasında, kalabalığın arasında ama sanki sadece ikimiz varmışız gibiydik. İtalya'nın sokakları dansımıza ve aşkımıza şahit oluyordu. Kimse bizi yadırgamıyordu. Aksine birden alkışlamaya bile başlamışlardı. Bir süre sonra yürümeye devam ederken meydanlardan birinde durmuştuk. Burası diğerlerinden daha büyüktü. Ortasında bir çeşme vardı, etrafı kafelerle doluydu. Sokak sanatçıları çizim yapıyor, karikatürler çıkarıyordu. Bir adam minik kuklalarla tiyatro sergiliyordu, çocuklar ise etrafında çember oluşturmuştu.
"Şuraya bak," dedim heyecanla. "İlk defa geliyorum ama sanki çok önceden bu şehirde yaşamış gibi hissediyorum." Onat, sırtını meydana bakan bir banka yasladığında ben de yanına oturmuştum.
"Burası senin enerjine çok uygun. Renkli, zeki, özgür ve neşeli sevgilim."
"Vay be. Daha önce hiç bir şehir üzerinden bana iltifat etmemiştin." dediğimde ikimiz de güldük. bir süre meydanı izledik. Karşıda dans eden bir çift vardı. Tam o sırada Onat bana döndü.
"İtalya'da bir geceyi böyle bitirmek gerekmez mi?" kaşlarımı kaldırarak ona baktım.
"Nasıl?" dedim. ayağa kalktı, elini uzattı.
"Bana bir dans daha lütfeder misin sevgilim?"
Akşamın serinliğinde, çeşmenin sesinde, taşların üstünde çıplak sesli bir kemancı eşliğinde, Roma'nın kalbinde tekrar dans ettik. Bu şehir aşık olunacak bir şehir değildi. Bizi birbirimize tekrar tekrar aşık eden bir şehirdi.
Roma sokakları hâlâ canlıydı ama bedenimde tatlı bir yorgunluk hissediyordum.
"Onat," dedim hafifçe koluna yaslanarak "Bence artık eve dönmenin vakti geldi." Onat bana baktı.
"İlk günden bu kadar yorulmayalım haklısın güzelim. Ama önce.'' dedi, sokağın karşısındaki minik, taş cepheli bir dükkâna işaret ederek.
"Oraya uğramam gerek." kafamı yana eğip gözlerimi kıstım.
"Orası neresi?"
"Bir şarap evi. Sancar önermişti, efsane kırmızı şarapları varmış. Bu geceyi şarapsız bitirmeyelim, olur mu?" gülümsedim.
"Bence de güzel bir kapanış olur."
Dükkâna girdiğimiz anda ahşap rafların arasında başımı kaldırıp çevreme bakmıştım. Yerler eski Roma taşlarıyla kaplıydı, duvarlar neredeyse tavanlara kadar şarap şişeleriyle doluydu. İçeride hafif bir tütsü kokusu vardı ve odunsu hava insanı bir anda içine çekiyordu. Ortada yuvarlak bir masa vardı, üstünde birkaç açık şişe ve küçük peynir tabakları vardı. Kıvırcık saçlı, minik gözlü, neşeli bir adam bizi karşıladı. Onat, Sancar'dan bahsedince adam hemen tanıdı ve özel bir şişe çıkardı: derin bordo renkte, ağır camlı, üzeri elle yazılmış etiketli bir şaraptı bu. Biz daha ağzımızı açmadan:
"Bu gecenin şarabı bu olmalı." dedi.
"İtalyanlar işi biliyor," diye fısıldadım Onat'a gülerek. Şarap elimizde, ara sokaklardan geçerek eve doğru yürümeye başladığımızda adımlarımız biraz yavaştı. Eve vardığımızda üstümüzü değiştirdik. Onat camın önündeki küçük, yuvarlak masaya şarabımızı ve iki kadehi koydu. Mumları yaktığında her şey o kadar sade ve güzeldi ki, tam istediğim gibiydi. Kadehimi kaldırdım:
"İtalya'ya ve sana," dedim. Onat da gülümsedi.
"Ve sana, çünkü artık her şey senden ibaret sevgilim." dediğinde yüzümde bir gülümseme oluştu. Colosseum'un önünde bir süre oturduk. Şarabımızdan birer yudum alırken, gün boyunca yaşadıklarımız gözümün önünden geçip gitti. Başımı Onat'ın omzuna yasladım.
"Burada olmak, seninle olmak. Her şey hayal ettiğimden daha güzel sevgilim." saçlarımı okşadı.
"Ben sadece seni mutlu etmeye çalışıyorum. Çünkü senin yüzündeki bir tebessüm, her şeyden daha değerli, Biricik." ikinci kadehim bitmek üzereydi. Şarap yavaştan etki etmeye başlamıştı. Sıcaklamıştım. İçim birden alev alev oldu. Onat'la sohbet ederken birden başımı omzundan çekmem, bakışlarının bana dönmesine sebep olmuştu. Bakışlarım etrafta gezindi. Geceydi, herkesin ışıkları kapalıydı. İçimdeki alkol ve biraz da bunun cesaretiyle olduğum yerden kalktım. Onat bakışlarını bana kaldırdı. Birden sendeler gibi olunca elimden tuttu. Ben ise yüzüme bir gülümseme yerleştirdim.
''Şşş! Kocamın yanında sarhoş olmayıp kimin yanında olacağım? Ayrıca bu ne böyle ayrı gayrı ya? Bu nasıl balayı?'' deyip kucağına oturdum. Başını geri eğerek bir kahkaha attığında adem elması, bir nimet gibi önüme serildi. Eğildim ve ısırdım. Onat ise bu hareketimle donup kalmıştı.
''Benim sarhoş bebeğim yaramazlık mı yapmak istiyor?'' iki eliyle kalçamı avuçladı. Başımı usulca salladım.
''Karın olarak, Roma'da seninle doyasıya sevişmek istiyorum.'' birden ayaklandı ve bende kucağında onunla beraberdim.
''Kocan olarak, bu isteğini seve seve yerine getireceğimden yana şüphen olmasın yavrum.''
Daha fazla dayanamadım ve ellerimle yüzünü avuçlayıp onu öpmeye başladım. O ise emin adımlarla, kucağında sanki ben yokmuşçasına yatak odasına doğru ilerliyordu. İçimdeki alkol, onun bana ettiği temaslar ateşi harlıyordu. Yatak odasına geldiğimizde, beni yavaşça yatağa yatırdı. Hemen üstüme çıktığında, önüme gelen saçımı çekti ve yüzümü avucunun içine aldı.
''Seni çok seviyorum. Her bir saçının teline, her bir nefesine ömrüm feda olsun. Dünya güzelim benim.'' söylediği cümleyle gözümün dolduğunu tahmin etmek zor bir şey değildi. O da bunu fark etti ve usulca dudaklarıma yöneldi.
O gece, tutkudan ziyade, minnet duygusuyla seviştik. Bu hayatın, bizi birbirimize vermesi en büyük minnetimizdi.
🫧
Gözlerimi açtığımda perdelerin arasından süzülen gün ışığı tenime dokunur gibi oldu. Bu ışığın bile Onat'ın dün geceki tenimde bıraktığı sıcaklığı geçmesi mümkün değildi. Gecenin her saniyesi zihnime kazınmıştı. Onun elleri, dudakları, nefesi... İkimizin tek bir bedene dönüştüğü, kelimelerin tamamen anlamsızlaştığı o anlar aklımdaydı. Gözlerimi kapattım. Hatırlamak bile tüylerimi ürpertmeye yetiyordu.
Yavaşça yataktan doğrulduğumda üzerime sabahlığımı geçirdim. Saçlarımı dağınık bir topuzla toplarken mutfaktan gelen tabak çatal seslerini duydum. Ayaklarım çıplak bir şekilde zemine dokunurken mutfağa doğru yürümeye başladım. Ve gördüğüm manzarayla yüzüme kocaman bir gülümseme yayılmasına engel olamamıştım.
Onat, mutfağın tam ortasında durmuş, üstünde gri bir tişört, altına geçirdiği koyu renk bir şortla, elinde spatula, yüzünde gülümsemeyle kahvaltı hazırlıyordu. Ocakta çıtırdayan omlet sesi, demlenmiş kahvenin o mis kokusu ve masanın üzerine dizdiği domatesler, mozzarella, taze fesleğen yapraklarıyla İtalya'ya yaraşır bir sabah sofrası kurmuştu. Beni görünce gülümsedi.
"Uyanmış benim güzel karım," dedi ve spatulayı tezgâha bırakıp yanıma geldi.
"Ne güzel bir günaydın bu böyle." dediğimde sesim biraz kısık çıktı. Kollarını belime doladı, alnımı öptü.
"Benim için en güzel manzara sensin, kahvaltı sadece bahane." güldüm. Masaya oturduğumda o da önümdeki sandalyeye geçmişti.. Önüme küçük bir tabak yerleştirdi: kızarmış ekmek üzerine avokado ve yumurta, yanında domatesli, fesleğenli, bol zeytinyağlı bir salata vardı. Yanında peynir çeşitleri, bir kâse taze çilek ve nar ve tabii ki iki kişilik demli bir kahve de mevcuttu.
"Bunların hepsini sen mi yaptın?" dedim biraz şaşkınlıkla.
"Bugün karıma layık bir sabah hazırlamak istedim." dedi göz kırparak. Çatalıma biraz peynir alıp ağzıma götürdüm.
"Mükemmelsin sevgilim. Keşke her sabah böyle başlasa."
"Dilerim her sabahı böyle karşılayacak ömrümüz olur," dedi, gözlerini gözlerime sabitleyerek. Kahvelerimizi yudumlarken bir an sessizlik oldu. Sonra Onat konuşmaya başladı:
"Bugün seni tarihi bir yere götürmek istiyorum," dedi. Kaşlarımı merakla kaldırdım.
"Nereye?"
"Villa Borghese. Roma'nın tam kalbinde sayılır. Hem tarihi hem doğayla iç içe bir yer. Bahçeleriyle, sanat galerileriyle tam senlik." gözlerimin parladığına emindim.
"Harika olur!" Onat başını eğdi.
"Daha bitmedi, akşam yemeğinde seni biriyle tanıştıracağım."
"Kim?" dedim gözlerimi heyecanla açarak.
"Sancar," dedi.
"Aa çok sevindim. Ona teşekkür etmeyi çok istiyordum zaten." gülümsedi.
"O da seni merak ediyor. Zaten seninle tanıştıktan sonra, 'Tamam,' diyecek. 'Bu kız bizim oğlanı adam etti.'" ikimiz birden güldüğümüzde sohbet ederken zaman su gibi akıp gitmişti.
Duştaki sıcak su saçlarımdan omuzlarıma süzülürken gözlerimi kapattım ve bir gece önceye yeniden gitmiştim. Bu sabah, Onat'ın mutfağa sinen kokusu, benim için çabasını düşününce kalbim yine sıkıştı. Seviliyordum, hem de öyle alelade değildi. Düşünülerek, özenilerek, incelikle seviliyordum.
Saçlarımı kuruttuktan sonra, ince kot rengi keten bir elbise seçmiştim. Hafif uçuşan, diz altına kadar inen ama sırt dekoltesiyle iddialı bir elbiseydi. Saçlarımı salaş bir örgüyle toparladığımda yüzüme biraz renk, biraz canlılık katmıştım. Onat, banyoya girdiğinde aynaya son bir bakış atmıştım. İtalya'ya, Roma'ya, en önemlisi kocama hazırdım. Onat banyodan çıktığında üzerindeki açık mavi gömlek ve beyaz pantolonla tam anlamıyla İtalyan filminde başrol erkek gibiydi. O da beni süzdü baştan aşağı ve gülümsedi.
"Hazır mısın?" dedi.
"Doğduğumdan beri böyle bir gün için hazırlanıyor gibiyim," dedim. Gülümsedi, o gülümsesin diye hep böyle şeyler söyleyebilirdim. Birlikte dışarı çıktığımızda arabamız hareket edip Villa Borghese'nin girişine yaklaştığında heyecanla yerimde kıpırdanmaya başlamıştım. Arabadan indiğimizde burnuma gelen ilk koku, taze çimen ve sardunya kokusuydu.
"Hazır mısın?" dedi Onat, elini bana uzatarak.
"Hazırım." dedim. Parkın içine adım attığımız an başka bir dünyaya geçiş yapmış gibiydim. O kadar huzurlu, o kadar genişti ki sanki Roma'nın kalbi değil, ruhuydu burası. Küçük bir göletin yanından geçtiğimizde suyun içine düşen yapraklar yüzüyordu.
"Onat, burası resmen bir doğa harikası." dedim, heyecandan sesimin titrediğinin farkındaydım. Onat bana döndüğünde gözlerinin içi parlıyordu.
"Senin yüzünü gülerken görmek, her şeye değer güzelim." bir banka oturduk. Karşımızda minik bir çeşme, etrafında resim çizen bir sanatçı, uzakta bisiklete binen bir çift vardı. Başımı Onat'ın omzuna yasladım.
"Düşünsene, buraya ilk kez geldim ama sanki hep buradaydım. Ya da burası beni bekliyordu." Onat saçlarımı geriye itti.
"Bazen bazı yerler, bazı insanlar gibi sadece seni bekler. Sen gelince anlam kazanır." parkın içine doğru yürümeye devam etmiştik. Galleria Borghese'ye doğru ilerlerken tarihi heykeller, bahçenin düzeni, etrafta koşu yapanlar, kitap okuyanlar hepsi bir aradaydı ama hiç kime birbirini rahatsız etmiyordu. Bir ara küçük bir büfeden limonata aldığımızda tekrardan bir banka oturduk. Burası bir çırpıda gezilecek bir yer değildi, dinlene dinlene gezmek gerekiyordu. Onat bana döndü.
"Sen mutluysan ben dünyalar benimmiş gibi hissediyorum." böyle cümlelerle kurduğunda cevap vereceğimi hiç bilemiyordum. Elini tuttum.
"Seninle her yerde mutlu olurum ama İtalya bambaşka oldu sevgilim." deyip güldüm.
"Seninle her yer bambaşka olur güzelim." dedi ve göz kırptı. Her köşeyi incelemiştik. Elimi hiç bırakmadı. Çünkü böyle bir günü bir daha ne zaman yaşayacağımı bilmiyordum. Villa Borghese'den ayrıldığımızda, yorulduğumuzu hissediyordum. Gün batımına yaklaşmıştık, gökyüzü yavaş yavaş turuncuya çalıyordu. Roma'nın dar sokakları arasında yürürken Onat elimden tutmuştu.
"Haydi eve geçelim, hazırlanacak vaktimiz olsun. Akşama Sancar'la buluşacağız," dedi.
"Tamam," dedim, gülümseyerek. Eve doğru yürürken sessizce etrafı izliyordum. Gözlerim her detayı ezberlemeye çalışıyordu. Oymalı balkon korkulukları, zeytin ağaçlarının sarkmış dalları, sokak lambalarının altındaki sıcak gölgeleriyle Roma bir tabloydu ve biz o tablonun içinde yürüyorduk. Eve birkaç sokak kala, dayanamadım.
"Bu arada." dediğimde yavaşladım.
"Sancar'la nerede tanıştınız siz?" Onat başını bana çevirdiğinde yüzünde tebessüm vardı.
"Eski bir görevde. Seninle tanışmadan birkaç yıl önce. O zamanlar hâlâ aktif bir timdeydim. Diplomatik bir organizasyonda özel güvenlik sağlamak için görevlendirilmiştik. O da oradaydı. Biz onu koruyorduk aslında." dediğinde kaşlarımı hafif kaldırdım.
"Yani sen Sancar'ın bodyguard'ıydın?" dedim eğlenerek. Onat ise bu dediğime gülmüştü.
"Bir nevi evet ama Sancar öyle biri değildir. İlk andan itibaren bizimle hep samimiydi. Fazla resmiyet sevmez ama ciddiyeti elden bırakmaz. Bütün zaman boyunca bize saygılı, dürüst ve dürüst olduğu kadar da yardımseverdi. Görev bittiğinde, zaten dost olmuştuk."
"Bir diplomatı dost edinecek kadar etkili bir koruma olmuşsun demek," dedim, dirseğimle onu hafifçe dürterek.
"O günlerden sonra bir şekilde hep iletişimde kaldık. Malta'ya atandığında da birkaç defa ziyaret ettim. İstanbul'daki evi de onun sayesinde ayarladık. Şimdi de Roma'daki evini açtı bize. Düğünümüze gelemeyecek kadar yoğunmuş ama bunu telafi etmek istemiş. Yani anlayacağın, bu akşam sadece teşekkür amaçlı değil, yıllardır süren dostluk içinde bir yemek olacak." Onat'ın geçmişinde ne kadar derin bağlar kurduğunu bir kez daha anlamıştım. Eve vardığımızda gökyüzü tamamen mora dönmüştü. Colosseum'un silueti penceremizin ötesindeydi. Ayakkabılarımı çıkarıp ahşap zemine çıplak ayakla bastığımda üşüdüğümü hissetmiştim. Onat ceketini çıkarırken bana döndü.
"Duşu benimle mi alırsın, yoksa şimdilik yalnız mı kalmak istersin?" diye sordu o muzip bakışıyla. Gülümsedim.
"Eğer birlikte alırsak akşam yemeğine asla yetişemeyiz," dedim ve üst kata çıkarken arkamdan gelen kahkahasıyla gülümsemiştim. Bedenime tam oturan siyah elbisem, sanki Roma'nın gecelerine özel dikilmiş gibiydi. İnce askıları, belime tam oturan kesimi ve hafif yırtmacıyla hem sade hem de etkileyiciydi. Üzerime de siyah deri ceketimi geçirdim. Saçlarımı hafif dalgalı bıraktığımda makyajımda ise gözlerime biraz vurgu yapmıştım. Odanın kapısı hafif aralandı. Onat, beyaz gömleği ve füme rengi kumaş pantolonuyla içeri girdiğinde durup bana baktı.
"Hazır mısın?" dedi.
"Hazır olmasam bile senin yanında öyle hissediyorum," dedim gülerek.
"İşte bu cevaplar yüzünden, ömür boyu seni yanımdan ayırmak istemiyorum." dedi alçak bir sesle ve yanıma geldiğinde elimi tuttu. Parmaklarını parmaklarımın arasına geçirdi. Biraz sonra, camdan dışarı baktığımda siyah bir araç evin önünde belirmişti. Şoför olduğunu tahmin ettiğim adam nazikçe kapıyı açtığında Onat, bana dönüp:
"Sancar'ın şoförü, bizi almaya geldi," dedi. Aşağıya indik ve arabaya bindik. Kısa bir yolculuktan sonra, Roma'nın en şık restoranlarından birinin önünde durmuştuk. Altın tonlarında zarif bir tabela, loş ışıklarla aydınlatılmış bir girişi vardı. İçeriden yükselen caz müziği kulağıma kadar ulaştı. Kapı açıldığında ise gözlerim Sancar'la buluşmuştu. Boylu poslu, düzgün duruşlu bir adamdı. Şık bir takım elbise giymişti ve ben buradayım diye bağırıyordu.
"Birce, seninle tanıştığıma çok memnunum," dedi ve tokalaştık.
"Onat'ın çok bahsettiğini duyduğum kadınla nihayet tanışmak gerçekten büyük zevk." dediğinde gülümsedim.
"Benim için de öyle. Onat, sizin hakkınızda hep çok güzel şeyler söyledi," dedim içtenlikle. Onat'la sırtlarını hafifçe tokatlayarak selamlaşmışlardı. Aralarındaki dostluk hissediliyordu. Restorana geçtiğimizde gözlerim etrafta gezindi. Tavanda freskler vardı, ince taş sütunlar salonun içine derinlik katıyordu. Hafif bir şarap kokusu ve uzaklardan gelen yemeklerin kokusu ise iştahımı kabartmıştı. Sancar, bize özel olarak seçilmiş bir şaraptan servis ettirmişti. Şarap, meyvemsi tok bir lezzete sahipti. Birkaç yudumdan sonra, sohbet akmaya başladı.
"Sahi Birce, sen de askerdin değil mi?" dedi Sancar, o esnada gözlerindeki merak ve yüzündeki gülümseme okunuyordu.
"Evet." dedim. " yüzünde gülümseme bozulmadı.
''Aynı timde zor olmuyor mu peki?'' bakışlarım anlık Onat'a kaydığında o da bana bakıyordu.
"Zaman zaman," dedim gülerek. Onat da bu dediğime gülmüştü.
"Hiç şikayetim yok bu durumdan." diye karşılık verdiğinde Sancar başını sallamıştı.
"İkiniz çok iyi bir ekip olmuşsunuz. Böyle dengeli insanlar bu dönemde çok nadir bulunuyor." sonrasında sohbet mesleklere kaymıştı. Sancar bize Malta'daki göreviyle ilgili birkaç anısını anlattı. Diplomasi dünyasının perde arkasına dair anlattıkları hem büyüleyici hem de düşündürücüydü. Ben ise sadece dinliyordum. Hayatımda ilk kez bir akşam yemeğinde hem bu kadar çok şey öğreniyor, hem de bu kadar huzurlu hissediyordum. Gece yavaşça ilerlediğinde şaraplar tazelendi, tabaklar değişti. Kahkahalar daha samimi, cümleler daha içten olmaya başlamıştı. Sancar bir noktada bana dönüp,
"Onat'ın gözleri sen konuşurken parlıyor. Bu, görevlerde bile olmayan bir şeydi,'' dediğinde yüzüm kızarmış, bir an Onat'la göz göze gelmiştik. Şarap kadehimizde son birkaç yudum kalmıştı. Onat bana döndüğünde gözleri bir an için sadece bana kilitlendi. Sanki etraftaki tüm sesler, tüm ışıklar silinmiş, o loş restoranda sadece biz kalmışız gibi bakıyordu.
"Elimde ne kadar değerli bir şey olduğunu her gün biraz daha anlıyorum. Ve ne zaman sana baksam, içimdeki bu koca aşkın karşılıksız olmadığını bildiğimi hissediyorum. Birce bu beni hayatta tutan en büyük şey." kalbim bir an yerinden çıkacak sandım. Sancar gülümsediğinde yana yaslanıp şarap kadehini masaya bırakmıştı.
"Birbirinizi bu kadar net ve doğru bulmuş olmanız, gerçekten büyük bir şey. İnsan hayatında çok az kez böyle biriyle karşılaşır. Ve bazen meslekler, görevler, şehirler, geçmişler tüm o karmaşa, sadece bu bağa hizmet ediyormuş gibi hissettirir. Sizinkisi de öyle."
"Çok teşekkür ederim, Sancar," dedim sessizce.
"Peki senin hayatında biri yok mu? Böyle hissettiren, seni tamamlayan biri?" normalde insanların özel hayatını merak etmezdim ama tamamen samimiyetine güvenerek sorduğum bir soruydu. Sancar bir an sessiz kaldı. Gözlerini kaçırmadı ama cevap da vermedi. Hafifçe başını sağa yatırdığında kadehine baktı. Parmakları camın etrafında küçük bir daire çizdi.
"Yok," dedi sonunda. Sesi yumuşaktı ama içinde bir boşluk da taşıyordu. Kaşlarımı hafifçe kaldırdım.
"Bu kadar düşünmenin altında bir şey var ama. Hadi bakalım, anlat, Kim kırdı bizim centilmen diplomatın kalbini?" dediğimde Sancar güldü.
"Siz askerler ve şüpheli soru sorma refleksleriniz." Onat araya girdi.
"Soru sanırım seni korkuttu."
"Biraz." dedi Sancar, gülerek. "Ne istediğimi biliyorum ama ne yapmam gerektiğini bilmiyorum diyelim." bu cümlesinden sonra Onat'ta ben de üstelememiştik. O an üçümüzün arasında samimi, derin ve çok özel bir bağ kurulduğunu hissetmiştim. Bir süre sonra hesap geldi. Sancar bizi bırakmak için ısrar ettiğinde arabaya binerken birbirimize sarılmıştık.
"Tanıştığımıza çok memnun oldum," dedim.
"Kelimenin tüm anlamlarıyla ben de öyle," dedi. Eve vardığımızda, hâlâ elim Onat'ın elindeydi. Evin kapısını açıp içeri girdik, ışıkları açmadan önce göze gelmiştik. Gülümsedim. Onat'ın yüzü birden ciddileştiğinde telefona baktı.
"Umut albay." dedi kısık bir sesle ve çağrıyı yanıtladı.
"Emredin Albayım." dedi.
"Evet komutanım. Anlaşıldı. Tam saatinde oradayız. Sağ olun." telefonu kapattığında bakışlarımız birleşti.
"Onat?" dedim hafifçe. "Ne oldu?"
"Yarın akşam görev var. Beklenmedik gelişme olmuş. Hemen hareket etmemiz gerekiyor."
İçim bir an boşluğa düştü ama sonra kendimi topladım. Kalbim her ne kadar onunla burada kalmak istese de ruhum yapmam gerekenin farkındaydı. Yavaşça ellerini tuttuğumda baş parmaklarımı avuçlarına sürttüm. Gözlerine baktım.
"Keşke tatilimiz uzun sürseydi. Keşke birkaç gün daha bu büyülü şehirde sadece seninle olsaydım. Ama biliyorum ki bu işin şakası yok. Bu bizim yaşama biçimimiz sevgilim.'' dediğimde sustu. Gözlerini kapatıp alnını benim alnıma yasladı.
"Sen... sen iyi ki benim hayatımdasın," dedi kısık sesle. Ben de başımı eğip onu kucakladım.
O gece yine sarılarak, birbirimize sığınarak uyuduk.
🫧
Gece, karanlığını üzerimize örterken nefesimi tutar vaziyetteydim. Şırnak'ın dağlık arazisi, yıldızsız bir gecede bambaşka bir tehdit gibi çevremizi sarmıştı. Telsiz kulağımdayken tetikte bekliyordum. Kendimi Roma'dayken birden Şırnak'ta operasyonun kalbinde bulmuştum. Mevzilendiğimiz tepe, buradaki bir köye hakimdi. Yaklaşık yüz elli metre aşağıda, teröristlerin işgal ettiği bir köydü burası. İnsanlar kaçırılmış, bazıları rehin tutuluyordu. Bilgiler böyleydi. Ve biz, Pençe Timi olarak, bu gece onları kurtarmak için buradaydık. Onat'ın sesi telsizden duyulduğunda zihnimdeki her şey sustu.
"Pençe Timi, rapor verin." İlk yanıt Yiğit'tendi.
" Yiğit. Kuzeydoğu hattında dört nöbetçi var komutanım. Üçü sabit, biri devriye geziyor."
"Anlaşıldı Yiğit." dedikten sonra ardından Aybars devreye girdi.
"Aybars. Güney cephesinde iki uzun namlulu var. Görüş açısı sınırlı, Aessiz giriş mümkün." Şimal'in sesi biraz fısıltılıydı. Gözüm hemen bulunduğu yamaca kaydı.
"Şimal. Batıdan girişte engel yok gibi. Ama içeride bir binada hareketlenme var. Sanırım içeride rehineler tutuluyor." kalbim o anda hızlandı. Ne kadar olduklarını bilmiyorduk ama hepsi masumdu.
" Selin. Doğuda iki motosikletli keşif ekibi hazır bekliyor." telsiz sessiz kaldıktan sonra Oğuzhan'ın sesi geldi.
"Oğuzhan. Çatılarda herhangi bir keskin nişancı tespit edemedim. Ama görüş alanı sınırlı, dikkatli olalım." en sonunda Alperen konuşmuştu.
"Alperen. Merkezi binada yoğun ısı kaynağı var. Beş ya da altı kişi olabilir. Girişin tam ortasında konumlanmışlar." Onat bir süre sustu. Hepimiz onun yeni taktik düzenini bekliyorduk.
"Pllan şu: Şimal ve Selin batıdan sızacak. İlk giriş sizde. Aybars, Alperen'le birlikte güneyden girişe destek verecek. Yiğit kuzeydoğudan dikkat dağıtacak bir manevrayla başlayacak. Oğuzhan benimle birlikte merkezi binaya girecek. Birce?" telsizi hafifçe bastırarak cevapladım.
"Buradayım komutanım."
"Sen rehinelerin bulunduğu binaya gireceksin. Şimal destek verecek. Gözün gibi bak onlara."
"Anlaşıldı komutanım." dedikten sonra göz ucuyla Onat'ın bulunduğu mevziye bakmıştım. Onu göremiyordum ama varlığını hissediyordum. Kalbim, göğüs kafesimin içinde çarpıyordu. Sessizdim ama zihnimde binlerce ses dolaşıyordu. Çocuk ağlamaları, kadın çığlıkları, kurşun sesleri hiçbiri daha yaşanmamıştı ama sanki ben onları çoktan duymuştum.
Omzumdaki tüfeği biraz daha sıkı kavradığımda gözlerim, önümü kaplayan zifiri karanlığı delip geçiyordu. Şimal'le birlikte batı cephesinden ilerliyorduk. Rehinelerin hayatı benim parmaklarımın ucundaydı. Telsiz kulağımdaydı, içimdeki asker tetikteydi. Bir kayanın arkasına yanaştığımda Şimal'e el işaretiyle "bekle" demiştim. Sesler vardı. İki terörist buradaydı. Biri devriye geziyor, diğeri ise sigarasını söndürmeye çalışıyordu. Tüfeğimi kaldırmam bir saniye, nişanı almam yarım saniye, nefesimi tutmam sadece bir kalp atışı sürdü.
Tak. Tak. İki sessiz atış, iki net sonuçtan sonra ikisi de yere yığıldı.
"İki terörist etkisiz hale getirildi. Rehine binasına üç yüz metre kaldı. İlerliyorum." Onat'ın sesi hemen kulağımda yankılandı.
"Harikasın Birce. Temiz çalış. Şimal sana kuzey cephesinden destek verecek. Oğuzhan ve ben merkezi binaya giriş yaptık." yoluma devam ederken zemin taşlıydı, sola kıvrıldım. Küçük, tek katlı ama uzun bir yapı göz görüş açıma girmişti. Orası rehinelerin tutulduğu binaydı. Binanın hemen dışında biri vardı. Uzun boylu, silahlıydı. Beni fark etmeden önce diz çöktüm, hafif yana kaydım. Belimdeki susturuculu tabancayı çektiğimde ona yaklaşmam sadece birkaç saniye sürdü. Nefesini daha almadan, alnına yapıştırdım.
Fıs. Tak. Gözleri açık kaldı, yere sessizce düştü.
"Binanın dış güvenliği etkisiz. İçeri giriyorum." Aybars'ın sesi geldi.
"Güney hattı kontrol altında. Giriş serbest." Yiğit'in sesi sertti.
"Kuzeydoğu hattında çatışma çıktı. Ama kontrol bende. Devam edin!" Onat'ın emri oldukça netti.
"Tüm tim, Birce'nin operasyonuna öncelik veriyoruz. Rehineler bizim önceliğimiz. Hedef temizliği ikinci planda.'' binanın kapısına ulaştım. Diz çöküp nefes aldığımda içerideki konuşmaları duyuyordum. Dili anlamasam da sesler belliydi. Biri bağırıyordu, biri ağlıyordu. Hayır, bu daha fazla süremezdi. Kapıyı yavaşça araladığımda gözümle içeriyi süzdüm. Sağda bir odada üç adam vardı ve silahlıydı. Tam karşıda, demir parmaklıklı bir bölmede kadınlar ve bir çocuk vardı. Tetikteydim. Zihnim çığlık atıyor olsa da parmaklarım sabit kaldı. Taktiksel düşünmeliydim. Önce sağdaki adam, ardından diğeri, sonra üçüncüsü. Bu hızda ilerlemeliydi. Aksi halde zaman kaybı, can kaybı demekti. Diz çöktüğümde hedefimi aldım.
Tak. Tak.Tak.
Yere düştüklerinde kadınlardan biri çığlık atacak gibi oldu ama işaret parmağımı dudağıma götürüp ona susmasını işaret etmiştik. Göz göze geldik.
"Rehine binasında düşman etkisiz. Rehineler sağ. Temas kurdum." Onat'ın sesini duydum.
''Timi içeri alıyorum. Seni almaya geliyoruz." içimdeki zafer duygusu, o an duyduğum bir çığlıkla paramparça olmuştu. İnce, boğuk bir sesti. Bir çocuktu. Belki üç belki dört yaşındaydı. Tüm bu sessizliğin ortasında, kanın, barutun, ölümün arasında o ince ses kalbime bıçak gibi saplandı.
Silahımı tekrar kavradığımda sesin geldiği yöne doğru, arka odalardan birine ilerledim. Odanın kapısı aralıktı. İçeri adımımı attığımda, her şey bir saniyeliğine durdu. Küçücük bir kız çocuğu, duvara yaslanmıştı. Gözleri kocaman, yüzü kirliydi. Teni solgun, dudakları titriyordu. Ve önünde bir kadın yatıyordu. Muhtemelen annesiydi. Gözleri açıktı ama öldüğü belliydi. Kanı yere yayılmıştı. Kalbim çırpınmaya başladığında gözlerimi birkaç kere kırptım ama görüntü değişmedi. Gerçekti. Silahımı sırtıma astım ve diz çöküp kıza yaklaştım. Küçük kız korkuyla geri çekildiğinde titreyen sesimle fısıldadım:
"Tatlım sana zarar vermeyeceğim. Ben askerim ve seni kurtarmaya geldim, tamam mı? Adın ne?"
Gözyaşlarıyla baktı bana. Bir ad söylemedi ama bir adım daha atınca kollarını boynuma doladı. Öyle bir sarıldı ki sanki yıllardır kimseye dokunmamış gibiydi. Boğazım düğümlendi. Gözlerimi sıktım, ağlamam gerekiyordu ama şimdi sırası değildi. Minik bedenini kucağıma aldım. Tüy gibi hafifti ama o an dünyamı taşıyormuşum gibi hissetmiştim. Başını omzuma gömdüğünde hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti.
"Ben buradayım. Artık yalnız değilsin," diye fısıldadım. "Söz veriyorum, hep yanında olacağım." Tam o sırada dış koridordan ayak sesleri geldi. Kapı açıldı.
"Birce?!" bağıran Onat'tı. Kapının eşiğinde durmuş, beni görünce olduğu yerde kalmıştı. Gözleri önce bana, sonra kucağımdaki kıza kaydı. Ben sadece başımı hafifçe salladığımda göz göze geldik.
"Bulduk," dedim. Gözlerinde o an bir şey çözüldü. Dudakları hafifçe aralandı ama hiçbir şey söylemedi. Yalnızca gözlerini kaçırmadan bana baktı.
"Çıkmamız gerek," dedi sonunda, sesi netti.
"Bina güvenli değil. Patlayıcı olabilir. Herkes dışarı." küçük kıza baktığımda omzuma sarılmış vaziyetteydi. Onu orada bırakmam mümkün değildi. Ayağa kalktım.
"Tamam mı minik kuş? Dışarı çıkıyoruz şimdi, seni hiç bırakmayacağım." adım adım dışarıya yürüdüğümde tim arkadaşlarım arkamdan çıkışa yönelmişti. Herkesin gözleri üzerimizdeydi. Ama ben sadece kucağımda taşıdığım minik bedene odaklıydım. Bir gün, bu küçük kız büyüyecek ve belki o günkü korkularını hatırlamayacaktı. Ama ben? O gözlerdeki acıyı, bana sarılışındaki çaresizliği ömrümün sonuna kadar hatırlayacaktım.
Binadan çıktığımızda gün batıyordu. Gökyüzü, sanki yaşadığımız her şeyin ağırlığını taşıyormuş gibi kızıl bir örtüyle kapanmıştı. Etraf kalabalıktı. Rehineler bir araya toplanmış, sağlıkçılar kontrolleri yapıyordu. Yaralı olan birkaç sivil, sedyelerle taşınıyordu. Jandarma da gelmişti, sevk süreci başlamıştı. Kucağımdaki küçük kızı hâlâ sıkı sıkıya tutuyordum. O da beni bırakmıyordu. Küçücük elleri boynuma dolanmış, yüzünü göğsüme gömmüştü. Her şeyin bittiğini, artık güvende olduğunu defalarca fısıldamıştım ama çocukların kalbi kolay kolay sakinleşmiyordu. Özellikle böyle bir cehennemi yaşadıktan sonra mümkün değildi. Onat yanıma geldiğinde bakışları kucakladığım küçük kızda takılıydı.
"Rehineler sevk edilecek. Onları güvenli alana taşıyacaklar. Çocuklar da dahil," dedi nazikçe ama verdiği uyarıyı sesinden anlamak mümkündü. Başımı salladım. Elbette, biliyordum. Kurallar vardı. Onlara uymamız gerekiyordu. Ancak bir anda kucağımdaki minik beden kıpırdadı ve gözlerini kaldırdı. Etrafındaki askerleri gördü, bir sedye yaklaştığında bir kadın asker kızı nazikçe almaya çalıştı ama:
"Hayır!" diye çığlık attı. Küçük kolları beni daha da sıkı sardığında bütün vücudu titriyordu.
"Gitme! Lütfen! Beni bırakma!" etraf sessizleşti. Herkes o çığlıkla bize döndü. Sağlık görevlisi, elini geri çektiğinde o minicik ses, herkesin boğazına bir yumru gibi oturmuştu. Gözlerimi kapattım, nefesimi tuttum. Ne yapabilirdim? Sadece bir asker değildim. O kızın göğsüme yasladığı başı, kalbimi paramparça ediyordu. Kadın asker yeniden yaklaştığında:
"Küçük hanım, sizi güvenli alana götüreceğiz. Korkmana gerek yok." dedi yumuşacık bir sesle.
"Hayır! Gitmem! Gitmem onunla!" diye haykırdığında yüzünü boynuma gömmüştü. Onat hâlâ yanımdaydı. Göz ucuyla ona baktığımda onun da gözlerinde kararsız olduğunu görebiliyordum.
"Komutanım?" dedi kadın asker. Onat, gözlerini kıza çevirdiğinde derin bir nefes aldı. Birkaç saniye sessiz kaldı.
"Bizimle geliyor." dediğinde gözlerim fal taşı gibi açıldı. Diğer asker arkadaşlarım da aynı şaşkınlıkla dönüp bize baktılar. Şimal, Oğuzhan, Aybars herkesin yüzünde şaşkınlık ifadesi vardı. Kızın saçlarını okşarken, başımı yavaşça çevirip Onat'a baktım.
"Ciddi misin?" dedim fısıltıyla.
"Yanımızda kalsın. Onu senden ayırmak ona iyi gelmez. Biz bu kızı kurtardık. Elimizle tekrar yalnızlığa itemeyiz," dedi. O kadar net bir ifadeyle söyledi ki o an aşık olduğum adama bir kez daha aşık olmuştum. Küçük kız, hâlâ bana sarılıyordu. Duyduğu hiçbir şeyin farkında değildi belki ama biraz daha sakinlemişti. Tim araca yönelmişti. Herkes bir yandan susuyor, bir yandan gizliden gizliye bakışıyordu. Araçlara binerken Selin hafifçe kulağıma eğildi:
"Baya bildiğin evlat edindiniz galiba," dedi gülerek. Yüzümde yorgun ama içten bir gülümseme oluştu.
"Bana sarılmış bir çocuğu öylece bırakmak bana ters," dedim. Araca bindiğimde kız hâlâ kucağımdaydı. Başını omzuma yaslamıştı. Yavaşça gözlerini kapatmıştı bile. Onat yanımıza oturduğunda göz göze geldik.
Zırhlı aracın motoru gürültüyle çalışırken, içindeki sessizlik neredeyse kulaklarımı tırmalıyordu. Herkes kendi köşesine çekilmişti. Bu sefer farklıydı. Bu operasyonun sonunda yalnızca rehineleri değil, minik bir kalbi de beraberimizde getiriyorduk. Kucağımda, o küçücük kız ağlamaya devam ediyordu. Sessiz sessiz, iç çekerek ağlıyordu. Sanki gözyaşları, içinde kopan fırtınaları dışa vuruyordu. Başını göğsüme gömmüştü, minik elleri üniformamın yakasını sımsıkı tutuyordu. Her hıçkırığında içim sıkışıyordu. Onat göz ucuyla bizi izliyordu. Gözlerinde belli belirsiz bir şey vardı. Selin karşı çaprazımdaydı, gözlerini bizden ayıramıyordu. Şimal dizine yaslanmış tüfeğini sarmalamıştı. Aybars, Oğuzhan, Yiğit, Alperen herkes sessiz, herkes dalgındı.
"Şşşt... tamam minik kuş... buradayım ben," dedim kıza, saçlarını okşayarak. Adını bilmiyordum. geçmişini bilmiyordum ama kucağımdaydı. Sarılıyordu, beni bırakmıyordu.
Zaman ilerlediğinde yol bitmişti. Karargâhın iç kapısından geçtiğimizde Onat araçtan önce indi, ardından ben, kucağımda hâlâ sımsıkı sarılmış küçük kızla onu takip ettim. Bizi karşılayan sağlık personeli, ilk anda şaşkın bir şekilde bize yaklaşmıştı. Rehinelerin içinden birini timin içinde taşımamız alışıldık bir şey değildi elbette. Onat, kısa ve net bir şekilde durumu anlattı:
"Operasyon alanından çıkarıldı. Tek başınaydı. Annesi gözünün önünde öldürülmüş. Korkmuş. Yanımızda kalmak istiyor." doktor kadın nazikçe kıza yaklaştı.
"Minik hanım, seni biraz muayene etmem gerekiyor. İncitmeyeceğim, söz veriyorum." dedi yumuşacık bir sesle. Kız başını bana kaldırdığında gözleri hâlâ kıpkırmızıydı. Ellerimi daha sıkı tuttu. Eğildim, alnına bir öpücük kondurdum.
"Bak burada duracağım. Söz. Gözüm üzerinde olacak," dedim. Kız gözlerini kırpıştırdığında bir süre tereddüt etti ama sonra başını salladı. Doktor, onu yanımızdan aldığında diğer sağlık görevlileri eşliğinde içeri götürmüştü. O an göğsümde bir boşluk oluştu. Elimde olmadan Onat'a döndüm.
"Onu orada bırakamazdım," dedim sessizce. Başını salladı.
"Yaptığın şey çok doğruydu." yarım saat sonra doktor tekrar geldi. Elinde bir tablet vardı.
"Birce komutanım, sizi içeri alabilir miyim?" dedi. Koşar adımlarla odasına girdiğimde küçük kız oradaydı. Temizlenmiş, yeni kıyafetler giydirilmişti. Gözleri dalgın, kolları dizlerine sarılı oturuyordu. Doktor başını eğdiğinde bana raporu uzattı.
"Yaklaşık dört yaşında. Fiziksel durumu genel olarak iyi ama çok ciddi bir travma yaşıyor. Travma sonrası stres bozukluğu semptomları gösterebilir. Bu kadar kısa sürede bağ kurmasının sebebi muhtemelen şok ve hayatta kalan tek güvenli bağını sizi görmesi." başımı salladığımda istemsizce yutkundum. Doktor devam etti:
"Kimlik taraması yaptık. Adı Aybige. Baba adı Faruk, anne adı Nurten. Maalesef ikisi de operasyonda kaybedilen siviller arasında." içimde bir dağ yıkıldı. Kızın gözleriyle göz göze geldiğimde bana baktı. Sanki bir şeyler sezmişti. İçeri Onat girdiğinde gözleri ikimize kaymıştı. Doktorla benden önce konuşmuş gibiydi. Yere çömeldim. Aybige'nin minik ellerini tuttum.
"Adın çok güzelmiş, biliyor musun?" dedim yavaşça. Aybige başını salladı. Sonra sessizce fısıldadı:
"Senin adın ne?"
"Ben Birce. Bak bu da Onat. Biz askeriz. Güvende olman için elimizden gelen her şeyi yaparız. Ama şu an biraz yorulmuş gibisin. Dinlenmek ister misin?'' ilk defa gözlerinde bir umut kıvılcımı görmüştüm. Sonra dudaklarıyla belli belirsiz bir kelime döküldü:
"Yanımda kalır mısın?" hiç düşünmeden başımı salladım.
"Evet, Aybige. Her zaman." Aybige'nin minik elleri hâlâ ellerimdeydi. Odaya veda ederken dönüp dönüp bana baktı. O küçücük yüzündeki ifade kelimelere sığmaz bir güvenle doluydu. O güveni kırmak istemiyordum. İçimde kopan sesleri bastıramadım. Karargâhtan ayrılmadan önce, Onat'ın yanına yanaştım. Elimi kolunun altına koyup gözlerimi doğrudan gözlerine diktim.
"Onat," dedim yavaşça. "Bu gece Aybige'yi eve götürmek istiyorum. Yalnız bırakmak istemiyorum onu, korkuyor. Hâlâ her şey çok taze. Benimle olmasını istiyorum." Onat, gözlerimin içine baktıktan sonra dudaklarının kenarı ince bir tebessümle kıvrılmıştı. Başını eğdi, alnımı öptü.
"Sen istiyorsan, o olur. Senin vicdanın benim yolumdur Birce. Gelsin bizimle. Bu gece seninle olsun." içime tarifsiz bir sıcaklık yayıldı. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle Aybige'ye döndüğümde diz çöküp onun göz hizasına geldim.
"Evime gidelim mi minik kuş? Sana sıcak bir yatak hazırlayayım. Oyuncak bile veririz sana. Onat da bizimle olacak." Aybige ne dediğimi anlamadı. Gözlerini kıstığında yüzü biraz gerildi. Sonra Onat eğildi.
"Ben bizim evde çok güzel salıncaklı bir lamba biliyorum. O lambayı sana açarız bu gece." dedi gülerek. Aybige ise usulca başını sallamıştı.
Eve vardığımızda, ilk anda kapının önünde duraksadı. Sanki içeride kendine yer bulamayacakmış gibi ürkek adımlarla içeri girdi. Işıkları açtım, salona yöneldik. Küçük gözleriyle etrafı taradı, gözleri koltuğa, duvara, halıya, hepsine birer birer değdi. Montunu yavaşça çıkardım. Kucağıma aldım, saçlarını okşayarak:
"Burası artık senin de evin olabilir, tamam mı?" dedim. Onat mutfaktan iki sıcak süt getirdi. Birini Aybige'ye uzattı.
"İçersen daha güçlü olursun," dedi. Aybige önce utangaç bir şekilde bardağa uzandı, sonra oturdu. Dizlerini göğsüne çekip kucağında tuttuğu bardağı içti ama dudakları titriyordu. Onat'la göz göze geldik. Aybige'nin yanına oturdum.
"Sana çok güzel bir duş aldırayım mı? Banyo köpüklü olacak. Mis gibi havlular, sonra da sana en güzel yatağı hazırlayacağım." Aybige biraz durdu, başını salladı.
"Yalnız kalmam ama," dedi kısık bir sesle. Onat yanımızda yere çömeldi.
"Birce hep yanında olacak. Hep." duşu hazırlarken içimde o kadar ince bir titizlik vardı ki sanki kendi çocuğumun ilk banyosu gibi hissediyordum. Köpüklerin kokusu banyoyu sardı. Havluyu yumuşacık olandan seçmiştim. Küçücük bedenini temizlerken, o kadar narin davrandım ki sanki her hareketimde annesinin boşluğunu bir nebze olsun doldurmak istiyordum. Banyodan sonra Onat'ın yol üstünde aldığı minik pijamaları ona giydirdim. Yüzü biraz gülümsemeye başlamıştı. Misafir odasına geçtiğimizde ışıkları hafif kıstım. Yatağın kenarına oturdu ama sonra birden başını kaldırdı.
"Birce, senle uyuyabilir miyim?" ne desem, nasıl desem bilemedim. Bakışlarımı Onat'a çevirdim. Bir saniye bekledikten sonra başını eğdi ve bana güven verircesine gülümsedi.
"Küçük bir kalbi kırmayacağız, değil mi?" dedi. Aybige'yle birlikte bizim odaya geçtik. Onu yatağın ortasına yatırdım. Saçlarını okşarken alnına küçük bir öpücük kondurmuştum. Onat da yatağın diğer yanına geçtiğinde sessizce onu izliyordu. Minik kollarıyla boynuma dolandı.
"Sakın gitme," dedi.
"Gitmeyeceğim güzelim," dedim. "Hep buradayım. Gözlerini kapat, tamam mı? Rüyanda annenle oynadığını gör. Biz hep yanındayız." gözleri dolu doluydu.
Aybige'nin nefesi, odaya yayılıyordu. Göğsü hafif hafif inip kalkıyo, arada bir mırıldanıyor, rüyasında bir şeyler görüyordu. Parmak uçlarıyla saçlarını okşarken, gözümden yaşların süzüldüğünü fark ettim. Gözyaşlarımı silmeye bile hâlim yoktu. Onat, yatağın karşı ucunda oturuyor, bana bakıyordu.
"Çok üzülüyorum," dedim fısıltıyla. Sesimin titremesine engel olamamıştım.
"Bu küçücük kalbin ne fırtınalar yaşadığını düşününce içim parçalanıyor. Daha dört yaşında ama koca bir dünyayı kaybetmiş gibi bakıyor. Onat, ben bu kızı çok sevdim." gözlerimden akan yaşlar sessizce battaniyeye düşmüştü. Aybige'nin avucunu avucuma aldım. Uyurken bile bana tutunuyordu. Onat bana doğru yanaştığında başını hafifçe eğdi.
"O da seni çok seviyor Birce. O küçücük kalbiyle annesinden sonra ilk defa birine böyle güvenmiş olabilir. O kişi de sensin." başımı Onat'ın omzuna yasladığımda kalp atışlarını duydum bir süre. Sonra başımı kaldırdım ve gözlerinin içine baktım.
''Yarın yetimhaneye gitmesini istemiyorum," dedim. Sözlerim ağzımdan çıkarken içimden bir karar vermiştim aslında ama henüz yüksek sesle dile getiremiyordum. Onat bir süre sustu. Sadece beni izledi. Sonra parmaklarını çeneme uzattı ve yüzümü hafifçe yukarı kaldırdı.
"Birce," dedi yavaşça. "Aybige'nin artık bizimle kalmasını ister misin?" nefesim kesildi. Gözlerimi kırpmadan yüzüne baktım. Beynim bir an durdu ve gözlerim büyüdü.
"Ne?... Yani... sen ciddi misin?" sesim titremiş, kalbim deli gibi atmaya başlamıştı. Onat gülümsedi.
"Evet, çok ciddiyim. Eğer istersen, işlemleri başlatırız. Onu evlatlık alabiliriz. Biz ona yuva olabiliriz." içimdeki duvarlar bir bir yıkıldı, kalbim boşluğa düşer gibi oldu. Gözlerim doldu, dudaklarım titredi.
"Ben... ben çok isterim... ama ya iyi bakamazsam? Ya ona gerçekten iyi bir hayat sunamazsam? Ya yetersiz kalırsam Onat?" Onat, yüzüme iki eliyle dokunduğunda bana iyice yaklaştı.
''Sen daha bu kadar kısa sürede, ona bir ömür yetecek kadar güven verdin Birce. Ben gördüm. O kız senin yüreğine tutundu. İçgüdülerinle, sevginle, şefkatinle onun annesi olacaksın. Eğer bunu yapabilecek biri varsa o da sensin." sessizce ağlamaya başlamıştım. Kafamı eğdiğimde alnımı Onat'ın omzuna koydum. Bana kocaman sarıldı. Aybige ise minik bir kımıldanmayla dönüp koluma sarıldı.
Artık bu dünyada yalnız değildik.
Artık biz üç kişiydik.
Bölümle ilgili düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz.
İnstagram/X/Tiktok:monsoleil777
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 49.67k Okunma |
3.75k Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |