
Merhabalar! Bölümü bir geçiş bölümü olarak düşünebilirsiniz. Bu bölümden sonra aramıza yeni karakterler katılıyor. 🔥 Her hafta elimden geldiğince bölüm atmaya çalışıyorum. Bunun için bile bir yorum ve oyu hak ettiğimi düşünüyorum. 💖 Okuyan herkes oy verse, bir de yorumlarını benimle paylaşsa emin olun bu benim için teşvik edici bir şey olur. 🙏🏻 Şimdiden iyi okumalar.💖
Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.
Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777
İçimde adını koyamadığım bir duygu kıpırdanıyordu. Onat'ı ilk gördüğüm andan itibaren hoşlandığım gerçeği inkâr edilemezdi ama onunla zaman geçirdikçe her şey bambaşka bir boyut kazanmıştı. Yanındayken kendimi çocukça bir heyecan içinde buluyor, bana dokunduğunda ise içimdeki arzunun önüne geçemiyordum. Ne olduğuna dair kesin bir tanım yapamıyordum belki ama bunun sıradan bir yakınlık olmadığını tüm benliğimle hissediyordum.
Dudaklarımız buluştuğunda zaman durmuş gibiydi. Sanki yarınımız yokmuşçasına, her şeyi unutturacak bir tutkuyla beni öpüyordu. Ona karşılık verdikçe, öpüşünün şiddeti arttı; kalp atışlarımız birbirine karıştı. Ama kapının aniden çalmasıyla irkilip refleksle geri çekilmiştim. Onat'ın kaşları çatıldığında gözleri birkaç saniye benimkilere takılı kalmıştı. Derin bir nefes alarak kapıya döndü.
"Gel," dediği anda içeri erlerden biri girdi.
"Yüzbaşım, albayım sizi odasına çağırıyor." Onat başını sallayıp erin çıkmasına izin verdikten sonra bana döndü.
"Güvenlik önlemlerini artıracak," dedi sakin bir tonla. Başımı onaylarcasına salladığımda onu anlayabiliyordum. Ben olsam, ben de aynısını yapardım. Hiçbir zaman "bana bir şey olmaz" gibi boş özgüvenlerle hareket eden biri olmamıştım. Çünkü özgüvenin fazlası insanı hataya sürüklerdi; bunu da acı tecrübelerle öğrenmiştim.
"Çıkalım," dediğinde onun önünden ilerlemeye başlayıp derin bir nefes aldım. Kendi ölümümden çok, sevdiklerime bir şey olma ihtimali ürkütüyordu beni. Benim için ağlayacak kimse yoktu ama diğerleri için aynı şey geçerli değildi. Albayın odasına geldiğimizi, Onat'ın belimdeki nazik dokunuşuyla fark etmiştim.
"Sonuç her ne olursa olsun buradayım, Birce. Artık yalnız değilsin," dedi. Bakışları, söylediği her kelimeyi destekliyordu. Bir insanın varlığını kelimelere dökmeden hissettirmesi gerekse, hiç düşünmeden Onat'ı örnek gösterirdim. Başımı eğip derin bir nefes aldıktan sonra kapıyı çaldım. İçeriden bir ses duyuldu:
"Gel." Onat önden, ben ardından odaya girdik.
"Gelin çocuklar. Oturun," dedi albay. Karşısındaki ikili koltuğa oturduğumuzda gözleri doğrudan Onat'a çevrilmişti.
"İçeride olan biteni kameradan izledim. Neden daha soğukkanlı davranmadın?"
Başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünde haklıydı. Askeriyede sorguda en önemli kurallardan biri, karşı taraf ne kadar tahrik ederse etsin, fiziksel şiddete başvurmamaktı. Biz askerdik. Eşit şartlarda olmayan birine güç uygulamak, mesleki ilkelere tersti.
"Soğukkanlı olduğumu düşünüyorum, komutanım," dedi Onat, gözünü kırpmadan. Albay kaşlarını alaycı bir ifadeyle kaldırdığında:
"Bu senin soğukkanlı halin mi Onat? Seni tanımasam inanırdım." Onat'ın duruşu ve bakışları en ufak bir sarsılma göstermedi.
"Karşımda askerimi tehdit eden biri varken sakin kalamadıysam, bunun yanlış olduğunu düşünmüyorum komutanım." albay dosyalarının üzerinde duran ellerini birleştirdikten sonra eğilerek sesi biraz daha alçaltıp ama daha etkili biçimde sordu:
"Askerini mi, Birce'yi mi?" donakaldım. Anlamıştı. Gözlerim albayın yüzünden bir an bile ayrılmadı. Onat'a bakmam işleri sadece daha karmaşık hale getirirdi.
"Sizin için kimin olduğunun bir önemi var mı, albayım?" Onat'ın doğrudan çıkışı beni şaşırtmıştı. Kendisini geri çekmesini beklerken, duygularını açıkça ortaya koymuştu.
"Benim için önemli değil. Ama burada yüzbaşı kimliğinle bulunuyorsan ve duygularına hâkim olamayacaksan, o zaman bu ikimiz için de önemli olur, asker," dedi albay. Sözleri artık bir uyarı değil, açık bir tehdidi içeriyordu.
"Kimin ne yaşadığı beni ilgilendirmez. Ama bu operasyonu en ufak şekilde olumsuz etkilerse, bir saniye düşünmem, ikinizi de görevden alırım." söyleyecek bir şey bulamadım. Haklıydı. Bu işler oyun değildi.
"Herhangi bir olumsuzluğa sebep olmayacağının garantisini veriyorum. Tüm sorumluluk bana ait," dedi Onat. Şaşkınlıkla dönüp yüzüne baktım. Bütün yükü üzerine almak da neydi şimdi? Tam ben de itiraz edecekken, elini hafifçe kaldırarak beni susturdu:
"Her neyse," dedi albay. "Birce, şu an en önemli konumuz senin güvenliğin. Timden biriyle aynı apartmanda kalmanı istiyordum. Araştırdım, kaderin cilvesi, yalnızca Onat'ın apartmanında boş daire var. İki kat altında ama sonuçta on saniyede ulaşabileceği bir mesafe." bugün şaşkınlıktan ağzım açık kalacak gibiydi. Artık neye şaşıracağımı bilemiyordum.
"Oraya taşınmamı mı istiyorsunuz?" kaşlarını hafifçe kaldırdığında sorgular gibiydi.
"Sen istemiyor musun?" bir an duraksadım. Elbette isterdim. Ama bunu doğrudan albayın yüzüne söylemek ne kadar doğru olurdu bilemiyordum.
"Nasıl uygun gördüyseniz, tabi," dedim temkinli bir ses tonuyla. Memnuniyetle gülümsedi. Saate baktıktan sonra tekrar bana dönmüştü.
"Nakliyeciler şu an evin önünde. Bugün taşınma işini hallet. İzinlisin." ayaklandım. Albaya ve ardından Onat'a selam verdiğimde odadan çıkarken içimde bir burukluk vardı. Bir şerefsizin yüzünden hayatım tamamen değişmişti. Bu bazen gururuma dokunuyordu. Ama bu değişimin gerekli olduğunu da kabul ediyordum.
Kıyafetlerimi değiştirdikten sonra hızla karargahtan ayrıldım. Çok fazla eşyam yoktu. Taşınma işinin bir günü geçmeyeceğini biliyordum. Eve vardığımda kırmızı bir kamyonetle, içinde telefonlarıyla meşgul iki adam dikkatimi çekmişti. Camları yarıya kadar açıktı. Camdan içeri eğildim.
"Selamın aleyküm beyler." binlerce erkekle aynı ortamda büyüyünce, karşı cinsle nasıl konuşulacağını iyi biliyordum. Sesimi duyunca ikisi de irkildi, gözlerini telefondan çevirip bana baktılar.
"Aleyküm selam abla. Biz de seni bekliyorduk." başta adamların bana abla demesi garip gelmişti. Sonuçta çoğu benden yaşça büyüktü. Ama zamanla bunun bir saygı göstergesi olduğunu fark ettiğim o günden beri ses etmemeyi seçiyordum. Geri çekildiğimde ikisi de arabadan inmişti.
"Buyrun geçin," dedim, demir kapıyı göstererek.
"Estağfurullah ablam. Önden bayanlar," dediler. Bayanlar kelimesine takılsam da üstünde durmamıştım. Yalnızca "Peki," deyip geçiştirdim.
Oldum olası asansöre binmeyi sevmezdim. Akademideyken bile bunu bir antrenman sayar, her daim merdiveni tercih ederdim. Asansörün önünde durakladıklarında doğrudan merdivenlere yöneldim.
"Beşinci kat. Yukarıda sizi bekliyor olacağım." beş katı çıkmam kırk saniyemi bile almadı. Asansörün hâlâ dördüncü katta olduğunu görünce istemsizce gülümsemiştim. Böyle anlamsız yarışlar kendimi iyi hissettirirdi. Asansörün kapısı açıldığında beni beklemiyorlarmış gibi şaşırdılar.
"Abla maşallah, tazı gibisin." gülmeden edemedim. Buranın insanı sıcakkanlıydı. Lafını esirgemezdi ama niyetlerinin kötü olmadığını kolayca anlayabiliyordunuz. Kapıyı açıp onlara döndüğümde:
"Çok eşyam yok zaten. Muhtemelen birkaç saate işimiz biter. Siz ağırları taşırken ben de kırılacak ıvır zıvırları paketlerim."
"Tamamdır ablam," dediler. Ve taşınma faslı başlamış oldu.
Yaklaşık dört beş saatlik bir uğraşın sonunda tüm eşyalar kamyona yüklenmişti. Ne kadar "Siz önden gidin, ben taksiyle gelirim," desem de Hatip ve Katip abi beni kamyonun ön koltuğuna oturtmaktan vazgeçmemişti. Her ikisi de on yaşlarında çocukları olan, kardeş ve doğma büyüme buralı insanlardı. Kısa, beş dakikalık bir yolculuğun ardından yeni evimin önüne gelmiştik bile.
"Bu siteler pahalı olur diyorlardı geçen kahvede. Sorması ayıp, kirası ne kadar ablam?" dedi biri, bakışlarım ona çevrildi.
"Kira kısmıyla ben ilgilenmiyorum." dedim. Şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Haklıydılar aslında ama onlara asker olduğumu ve kiramın karşılandığını söyleyemezdim. Kimliğimi burada mümkün olduğunca gizli tutmak bana avantaj sağlayacaktı.
"He evli misin abla?" diye sordu biri, belli ki eşimin ödediğini düşünmüştü.
"Evet." böyle bilmeleri daha iyi olurdu.
"Üçüncü kat ve yük asansörü var sanırım. Kendinizi yormayın, direkt asansöre yükleyin," dedim. Hızla eşyaları indirip taşımaya başladılar. Ben de küçük kolileri taşımaktan kendimi alamadım. Ne kadar "Sen hiç elleme abla," deseler de içim rahat etmiyordu. Dairenin kapısında beklerken, asansörün kapısı açıldı ve içeriden bir kadın çıktı. Tam o sırada, bir selam sesiyle irkildim.
"Selam," dedi. Gözlerim karşımdaki kadına döndü. Etkileyici bir güzelliği vardı. Ama onun yanı sıra gözleri çok tanıdık geliyordu.
"Merhaba," dedim. Asansörden çıkıp yanıma yaklaştı.
"Yeni mi taşınıyorsunuz?"
"Evet," dedim, gülümsemesine karşılık vermekten kendimi alamayarak.
"Ben de dördüncü kata yeni taşındım. Adım Oya. Memnun oldum." elini uzattığında ben de tokalaştım. Adını söylediği anda taşlar yerli yerine oturdu. Onat'ın bahsettiği kız kardeşiydi. Benzettiğim kişiyi şimdi hatırlamıştım.
"Birce. Ben de memnun oldum."
"Yardım edecek bir şey var mı?" diye sorduğunda aynı anda nakliyeciler eşyaları taşımaya devam ediyordu.
"Teşekkür ederim, hallediyoruz," dedim. O sırada merdivenden ayak sesleri duyulmuştu. İkimiz de o yöne döndük. Onat merdivenleri çıkarken bizi yan yana görünce kaşlarını kaldırdı.
"Erken bir tanışma olmuş," dedi. Bu kez şaşırma sırası Oya'daydı. Bir bana, bir Onat'a baktı, sonra eliyle ikimizi işaret etti.
"Siz tanışıyor musunuz?" diye sorduğunda başımı salladım. Ama Onat yanıma yaklaşıp yanağımdan öptü ve kulağıma fısıldadı:
"O telefona neden bakmıyorsun Birce? Beni merakta bıraktın." telefonum çantamdaydı ve o da büyük ihtimalle kolilerin birindeydi. Fısıltıyla karşılık verdim:
"Çantamın içinde kalmış." Onat geri çekildiğinde Oya'nın şaşkınlığı daha da artmıştı.
"Birce'yle aynı timdeyiz," dedi Onat.
"Ne güzel," dedi Oya, şimdi yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Sanki çocuğuna gelin beğenmiş gibiydi.
"Birce, akşam bize yemeğe gelmek ister misin?" diye sorduğunda gözlerim Onat'a kaymıştı. O da göz kırpınca onun da istediğini anladım.
"Size zahmet vermeyeyim. Nakliyeyi bitirince dışarıdan söylerim," dedim.
"Zahmet ne demek?" dedi omzuma hafifçe dokunarak "Taşınma hengamesindesin, bir de yemekle uğraşma.'' bu sözleriyle gülümsememe engel olamadım.
"İki saniyede benim pabucumu dama atamazsın Oya," dedi Onat hafif sitemkâr bir tonla. Oya yapmacık bir gülümsemeyle ona döndüğünde:
"Senin pabucunu Birce'yi görür görmez attım canım." Onat gözlerini devirdikten sonra bana döndü:
"İstersen Oya'yla yukarı çık. Buradaki iş bitti sayılır, ben ilgilenirim."
"Seni uğraştırmayayım. Ben hallederim," desem de beni kendine çekip başımın üstünden öptüğünde kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu.
"Hadi çık güzelim. Geliyorum," dedi. Dili tutulmuş bir kedi gibi sadece başımı sallayabilmiştim. Gözlerim Oya'yla buluştuğunda:
"Hadi gidelim ve yemekleri ısıtalım!" garip bir şekilde Oya'ya ısınmıştım. Normalde yeni tanıştığım insanlara karşı önyargılı yaklaşırdım ama ona karşı içim rahattı. Bir kat yukarı çıkıp dairenin önüne geldiğimizde Oya kapıyı açtı. Eve adım attığımda dikkatimi çeken ilk şey, dekorasyonun Onat'ın evinden daha canlı ve renkli oluşuydu. Onat'ın evi daha sade, daha düzken, burası her köşeden başka bir ruh hali fışkıran bir yerdi.
"Montunu asabilirsin, lavabo hemen portmantonun yanındaki kapı," dedi. Hızla mutfağa yöneldi. Montumu asıp ellerimi yıkadıktan sonra ben de mutfağa geçmiştim.
"Aslında dün tam anlamıyla yerleştim. Bir haftadır uğraşıyorum. Yerleşince de Onat'ın en sevdiği yemeği yaptım: Karnıyarık. Umarım sen de seversin."
"Ben yemek ayırt etmem, her şeyi yerim," dedim gülümseyerek.
"Çok iyi. Sen geç otur, ben yemekleri ısıtıp geliyorum."
"Masayı ben kurayım. Tabaklar nerede?" ellerini teslim olur gibi havaya kaldırıp gülmüştü.
"Tamam, pes! Üst dolapta." hemen tabakları çıkarıp masaya yerleştirdim. O sırada Oya, ne ara yaptıysa bir de salata hazırlamıştı. Eli gerçekten çok hızlıydı. Ben de mutfakta fena değildim ama fazla çeşit yapmazdım. Zorlanırsam yapardım ama genelde uğraşmazdım. Masa tamamen hazırlandığında kapı çaldı.
"Geldi bizim deli dana." bu tabiri duyunca istemsizce kahkaha attım. Bana dönüp gülümseyerek,
"Ona neden öyle dediğimi anlatacağım," dedi ve kapıyı açtı. Onat içeri girdiğinde bakışları önce bana, sonra hazırlanan sofraya kaymıştı.
"Oya yine yapmış yapacağını, değil mi?" başımı salladığımda gülümsedim. Oya ise kapıda durup bizi izliyordu. Onat ona döndüğünde:
"Kızım biz askeriz. Formda kalmamız gerekiyor. Bizi böyle alıştırırsan işimiz zor." Oya baştaki sandalyeye otururken eliyle masayı işaret ederek:
"Hadi oturun," dedi. Hep birlikte sofraya oturduk. Onat'la karşı karşıyaydık.
"Sen ne iş yapıyordun Oya?" diye sordum. Aslında doktor olduğunu biliyordum ama sohbet açmak istemiştim.
"Doktorum ben. Doğu görevi için yer seçmem gerekiyordu. Kardeşimden uzak kaldım diye burayı seçtim." Onat'a döndü. "Onat da beni çok özledi, kıyamadım."
"Özledim tabii. Bir de bela olmasan başıma." Oya onun elini sıktıktan sonra bana dönmüştü:
"Sen nerelisin?" derin bir nefes aldım. Her tanışmada sorulan klasik sorulardan biriydi.
"Kastamonu'da büyüdüm." yüzü aydınlandı.
"Aa bize yakınsın. Biz Ankaralıyız. Kastamonu'ya birkaç kez gitmiştim. Sakin, güzel bir yer." başımı salladım.
"Ailen de orada mı?" Onat hemen müdahale etti.
"Oya-"
"Sorun yok, Onat," dedim gülümsememi bozmadan. Oya'nın endişeli bakışlarıyla göz göze geldim.
"Yetiştirme yurdunda büyüdüm. Ailemi tanımıyorum. Ve hayır, kendini kötü hissetme, bilmiyordun."
"Özür dilerim. Densizlik ettim. Pat diye sormamalıydım." masadaki ellerini tutarak onu rahatlattım.
"Gerçekten sorun değil. Bu gerçekle yüzleşeli çok oldu." elimi sıkarken Onat'ın sesi araya girmişti.
"Yine bu karnıyarığı bu kadar güzel yapmayı nasıl becerdin be kızım?"
"E, anneme çekmeseymişim." dedi Oya hafif gülümseyerek.
Ortamda anlık bir sessizlik oluştu. Belli ki anneleriyle ilgili daha derin bir hikâye vardı. Ama bunu şimdi sormak istemedim. Belki zamanı geldiğinde anlatırlardı.
"Hadi ben masayı toplayayım. Siz geçin." Onat'ın bu denli doğal bir şekilde iş bölümü yapması, içimde tarif edemediğim bir memnuniyet uyandırmıştı. Bazı erkekler, ataerkil düzenin gölgesinde büyümüş olmanın etkisiyle ev işini kendilerine yakıştıramazdı. Evdeki rolleri kadınlara yüklemeye o kadar alışmışlardı ki, başka bir düzenin mümkün olduğunu kabullenemeyip, en küçük bir iş bölümü teklifinde dahi saçma triplere girebiliyorlardı. Böyle durumlar beni çileden çıkarırdı.
"Size bir kahve yapayım. Ve sen Birce, artık oturup misafir olmanın tadını çıkarır mısın?" bu sefer karşı koymadım. Ellerimi hafifçe havaya kaldırarak teslim olmuş gibi koltuğa oturdum. Onat'ın getirdiği çantamdan telefonumu aldım. Teknolojiyle aram hiçbir zaman çok iyi olmamıştı; telefon elimde genelde yalnızca çaldığında olurdu. Ekrana baktığımda Onat'ın beni iki kere aradığını görmüştüm.
"Al bakalım." elindeki fincanı bana uzattığında gözlerim ona kaydı ve gülümsedim. Gözlerinin içine baktığımda içimde, yıllardır dokunulmamış bir yerin yeniden uyanmaya başladığını hissediyordum.
"Balkona çıkalım mı? Şu lanet kahve sigarasız içilmiyor. Tabii sadece bunun yanında tüketiyorum, onun dışında yeşilaycıyım komutanım." Oya'nın alaycı gülümsemesiyle birlikte Onat'a takılmayı sürdürmesi hoşuma gidiyordu.
"Sen bir şeylerin zararını benden daha iyi biliyorsun, Oyacığım. Kendin için yap ne yapıyorsan." Onat önde yürüyordu, bu yüzden Oya'nın arkadan onu taklit ettiğini görememişti.
"Bir gün taklidimi yaparken çarpılacaksın, Oya." balkondaki koltuklara geçtik.
"Bu askerlerin arkasından da hiçbir şey yapılmıyor. Her yerde gözünüz var maşallah." konudan konuya atlaması, yüksek enerjisi ve hızlı konuşma tarzı Oya'nın ne kadar hiperaktif biri olduğunu açıkça belli ediyordu. Birden bana döndü ve gözlerinde bir merakla:
"Sen nasıl asker olmaya karar verdin, Birce?" bu, anlatmaktan keyif aldığım hikâyelerden biriydi.
"Çocukluğumdan beri içimde vardı. Yurtta herkes öğretmen, doktor olmak isterdi ama ben hep üniformaya özenirdim. Bunun belirgin bir nedeni yoktu, sadece o kıyafetin ardındaki güce, duruşa hayrandım. Liseden sonra üniversite sınavına girdim, derece yaptım. Gerisi malum." Oya, sözlerimi yüzünde sakin bir tebessümle dinliyordu. Sonra bakışlarını Onat'a çevirip konuşmaya başladı.
"Onat hep inatçı bir çocuktu. Ne derse o olurdu. 'Asker olacağım' dediğinde, 'Sen çok dayak yersin' dedim." Onat başını eğip güldüğünde belli ki geçmişin anıları zihnine üşüşmüştü.
"Yedim de... Azar da işittim. Ama hiçbir zaman pişman olmadım. Bin kere olsa, yine yaparım."
kendimi tutamayıp ekledim:
"Bu meslek sana çok yakışıyor." yerden kalkan bakışları birden gözlerime odaklandı. Gözlerinin içindeki o sıcaklık, içimi ısıtmıştı.
"En az senin kadar." yüzümde istemsizce bir tebessüm belirdi.
"Timdeki diğerleriyle tanışmak için sabırsızlanıyorum." Oya'nın sözleriyle göz göze geldiğimiz an bozulmuştu.
"Hepsi çok iyi eğitilmiş askerler." Onat'ın ekiple ilgili ne düşündüğünü pek bilmiyordum ama sesi netti.
"Başta hiç ekibi dağıtmayı düşündün mü?" başını yavaşça salladı.
"Asla. Bu ekibi bir ayda kurmadım, Birce. Aylardır hepinizi gözlemliyordum. İçinizdeki potansiyeli ortaya çıkarmak zaman alıyor. Ama şunu bil, ne olursa olsun sonuna kadar arkanızdayım."
"Ben de sizin ekibe katılabilir miyim, komutanım? Beni hastanedeki hocalarımdan da korur musunuz?" Oya'nın lafı sokmasıyla Onat gözlerini devirmişti.
"Mümkünse senin başına uzun bir süre bir şey gelmesin." Oya derin bir nefes aldı.
"Ama ben haklıydım Onat, biliyorsun." Onat yan bakışla ona karşılık verdi.
"Haklı olman her yerde kıyamet koparacağın anlamına gelmiyor, Oya." Oya bu kez bana döndüğünde gözleri parlıyordu.
"Bak anlatayım Birce." gülümsedim.
"Dinliyorum." sesi ciddileşti:
"Benim doğu görevim zaten zorunluydu. Gerçi gönüllü olarak da gidebilirdim. Neyse, Ankara'daki hastanede Onat'la ortak bir tanıdığımız vardı. Çocukluk komşumuz. Kız senelerdir Onat'a yanık. İki doktor doğuya gidecekti. Biri o, biri bendim. Bana Hakkari çıktığını görünce deliye döndü. Çünkü Onat'a yakın olmak için burayı istiyordu. Gidip başhekime, 'O burada yapamaz, bu kültüre alışık değil' demiş." ardından bir kahkaha patlattı.
"Komik olan ne biliyor musun? Kız da Siirtli ama Ankara'da doğup büyümüş. Memleketine hayatında bir iki kere gitmiştir belki. Amaç net: Onat'a yakın olmak." içimde bir kıvılcım yanmaya başlamıştı.
"Sonra ne oldu?"
"Gittim başhekime, dedim 'Benim kardeşim asker, yanına gitmek istiyorum.' Allah'tan Veli Hoca'nın askerlere zaafı vardı da işler kolaylaştı. Sonra Dilek'in yanına gidip 'Amacın ne?' diye sordum. Resmen bu anı bekliyormuş. Saldırdı."
"Ne yaptı peki?"
"Ağlaya ağlaya kaçtı en sonunda. Hastanenin koridorunda kendini kaybetti."
"Şiddete mi başvurdun?"
"Asla. Ama ben öyle bir söz söylerim ki, ortam buz keser. Onun da sakladığı tüm gerçekleri yüzüne vurdum." aklımda tek bir soru vardı.
"Şimdi nerede görev yapıyor?" gözlerini fincanın içine dikti.
"Çok da uzak değil. Şırnak." içim ürperdi. Dilek'in bu kadar yakında olması canımı sıkmıştı.
"Bu konudan sıkıldım. İçeride tatlı vardı, getiriyorum." Onat kalkmaya yeltenirken Oya araya girdi.
"Sen otur, ben getiririm." tam adım atarken sordum:
"Dilek'i en son ne zaman gördün?" yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.
"Uzun zaman oldu." yanıma geldiğinde bakışlarını üzerimden çekmiyordu.
"Niye gülüyorsun? Aklına onunla anılar mı geldi?" elini yanağıma koyduğunda parmakları tenimde gezinirken sinirim yavaşça dağılmaya başlamıştı. Ama içimdeki huzursuzluk geçmemişti.
"Tarifsiz bir hismiş."
"Tarifsiz olan ne?"
"Senin tarafından kıskanılmak." yüzümün alev alev yandığını hissettim.
"Rahatsız oldum."
"Olabilirsin. Ama benim görevim senin içini rahatlatmak." bakışlarım gözlerine kenetlendiğinde ne diyeceğini bekliyordum.
"En son annemin cenazesinde gördüm onu. O zaman bile aklımda değildi. Bana olan hislerini abartılı bir hayranlık olarak görüyorum."
"Elin yüzün düzgün. Statün sağlam. Herhangi bir kadın için yeterli sebepler."
"Elbette. Ama önemli olan benim ne düşündüğüm. Ve senin nasıl hissettiğin." eğildi. Dudakları kulağımın arkasına yaklaştı.
"Oya bahsetmese, aklımın ucundan bile geçmeyecek biri için bu anı mahvetmeyeceğim." tam geri çekildiğinde, Oya'nın sesi duyulmuştu.
"Birce, sana ne kadar iyi fal baktığımdan bahsetmiş miydim?"
"Hayır." yanıma oturduğunda gözleri heyecanla parlıyordu.
"Sana bakmamı ister misin?"
"Olur." fincanı aldı. Onat ise o esnada bana göz kırpmıştı. İçim ısındı.
"Uzun, buhranlı bir dönem geçirmişsin. Ama çok yakında kariyerinde büyük bir adım atılacak."
"Yakında rütbe artışı mı?"
"Yüzbaşı olacaksın." Onat şaşkınlıkla:
"Rütbem elden gidiyor mu asker?"
"Askeriyede rütbe paylaşılmaz, komutanım." fincanı daha derin inceledi.
"Hayatının aşkı çok yakında. Seni koşulsuz seven biri, her şeyini feda edecek biri..." kendimi Onat'a bakmamak için zor tutmuştum.
"Çok zor şeyler yaşayacaksınız." fincana baktığında yüzü ekşidi.
"Ne oldu?"
"Bu kadarlık yeter." bir şey sakladığı belliydi.
Oya'nın evine gittiğim günden bugüne iki gün geçmişti. Değişen pek bir şey yoktu. Tim birbirine git gide daha çok alışıyordu. Her gün neredeyse altı saate yakın antrenman yapıyorduk. Fiziksel olarak çok yoruluyordum ama mental olarak kendimi çok iyi hissettiğim dönemdeydim. Onat iki günlüğüne şehir dışına çıkmıştı. Albay görevde olduğunu söylemişti. Aradığımda açmamış bir mesajla iyi olduğunu ve iki gün sonra yani bugün geleceğini söyledi.
Odamda otururken birden telefonumun çalmasıyla içimde garip bir his belirmişti. Arayanın Onat olduğunu düşünmüştüm ki ekranda yazan "Özel Numara" yazısıyla içimdeki his sıkıntıya evrildi. Bir yanım telefonu açmak istemiyordu ama bir yanım hep operasyonda olduğumu hatırlatıyordu. Sıkıntılı bir nefes verip telefonu açtım.
"Neydi senin yurttaki şu yakın arkadaşının adı? Sinem mi?" beynimden vurulmuşa döndüm. Hayır, hayattaki tek varlığımla sınanamazdım.
Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi yazabilirsiniz.💖
Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz.
Instagram/Tiktok/Twitter:monsoleil777
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 49.67k Okunma |
3.75k Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |