16. Bölüm

BÖLÜM ON BEŞ

monsoleil016
monsoleil016

Merhabalar! Yorumlarınız ve oylarınız benim için çok kıymetli. Tepkilerinizi merak ediyorum. Her hafta sizin için buralarda olmaya çalışıyorum, siz de buradaysanız bana kendinizi belli edin.🤍

İYİ OKUMALAAAR!! ❤️‍🩹❤️‍🩹

 

İnsanın birine güvenmesi, bazen dünyanın en zor şeyiydi. Çünkü güvenmek, yalnızca birine inanmak değil; ona sırtını dayamak, hayatının kapılarını ardına kadar açmak demekti. Benim için bir insana güvenmek, o kişiyi kalbimin merkezine kabul etmekti.

Onat'la tanışalı öyle uzun bir zaman olmamıştı – ya da ben öyle sanıyordum – ama ona karşı duyduğum güveni bastıramıyordum. Yanındayken uykusuzluk çekmiyor hatta göz kapaklarım birkaç dakika içinde ağırlaşıyordu. O yanımdayken, sanki dünyayı yerinden oynatabilecek kadar güçlü hissediyordum. Bana öyle bir bakışı vardı ki o bakışlarda gördüğüm tanıdıklık hissinin ne anlama geldiğini bugün tam anlamıyla idrak etmiştim. Keşke bunu böyle öğrenmeseydim. Arkamda, suskun bir şekilde duran Erkin'e bakmadan dışarı çıktım. Kapının önünde bekleyen Oğuzhan ve Alperen, yüzümdeki ifadeden bir şeylerin yolunda olmadığını hemen anlamışlardı.

"Komutanım, iyi misiniz?" diye sordu Oğuzhan. Sessizce başımı salladım.

"Erkin'i içeriden alın. Ben sizi aşağıda bekliyorum," dedim, yanlarından geçerken. Tam o anda Oğuzhan kolumdan tuttu. Gözlerim önce onun eline, sonra yüzüne kaydı.

"Size bir şey mi yaptı?" diye sordu endişeyle. Ama bunun sırası değildi.

"Hayır. İçeri geçin ve onu alın." kolumu nazikçe elinden kurtarıp merdivenlere doğru ilerledim. Şu an Onat'la yüzleşmek istemiyordum. Onu görürsem ne hissedeceğimi bilemiyordum. Hızla merdivenleri inerken telsizden gelen sesle olduğum yerde durdum.

"Kaçmış komutanım." Erkin gitmişti. Onat'ın beni odadan çıkarması, başlı başına bir felaketti. Son iki basamağı da indiğimde Onat'la göz göze geldik. Yüzümde ne ifade vardı bilmiyorum ama onun gözlerindeki hüznü görebiliyordum.

"Birce, bak-" dedi ama elimi kaldırdığımda sustu. Şu an, çok daha önemli bir konumuz vardı.

"Erkin ortada yok. Şu an konuşmamız gereken tek şey bu. Başka hiçbir şey değil, yüzbaşım." gözlerime bakmayı sürdürdü. Eğer karşısında duvar gibi duran bir Birce görmekten hoşlanıyorsa, bakmaya devam edebilirdi.

"Kaçması plan dahilindeydi. Onu paket etmek önceliğimizdi ama önemli bilgiler edindik. Dönüyoruz," dedim. Kimse böyle bir sonuç beklemiyordu. Ama bunu şimdi tartışacak hâlim yoktu. Salonun çıkışına yöneldiğimde ardımdan gelen adımlar çocukların peşimde olduğunu gösteriyordu. Araca vardığımızda gözlerim Selin'i aradı.

"Şimal'den haber var mı? Durumu nasıl?" ses tonumda taşıdığım kaygı, sorumun ne kadar samimi olduğunu anlatmaya yetmişti. Önce Onat'a, sonra bana baktı. Sorduğuma şaşırmış gibiydi.

"Aybars komutanımla birlikte. Kurşun sadece ayağını sıyırmış. Ciddi bir sorun yok. Az sonra karargaha gelirler," dedi. Başımı hafifçe sallayıp pencereye çevirdim bakışlarımı.

Ankara'nın ıssız sokaklarında ilerliyorduk. Araçta kimse konuşmuyordu. Zihnimde yüzlerce düşünce dolanıyordu. Operasyonun aksaması, Onat'ın bana söylediği yalanlar, Erkin'in bahsettiği silah, bunlar yalnızca yüzeyde görünenlerdi. En derinimdeyse, Onat'ın yaptığı şeyi içime sindirememenin ağır yükü vardı. Bunu benden saklaması için hiçbir mantıklı sebep göremiyordum. İçimdeki bir yan onu dinlemek istiyor, diğer yanım ise bana bu zamana kadar oynadığı oyunun öfkesini yaşıyordu.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum ama karargaha geldiğimizi, önünde dalgalanan Türk bayrağını görünce anlamıştım. Araçtan indiğimizde Onat, konuşmak için beni tekrar sıkboğaz etmemişti. Bu, şimdilik iyi bir şeydi. İçeride bir hareketlilik vardı. Kafamı o yöne çevirdiğimde, sebebinin Şimal olduğunu fark etmiştim. Aybars'ın koluna girmiş, seke seke ilerliyordu. Hemen yanlarına yürüdüm.

"Şimal, iyi misin?" içimde bastıramadığım korumacı dürtüyle ona sarıldım. Çok endişelenmiştim.

"İyiyim komutanım. Sağ olun." kendimi geri çektiğimde yüzündeki durgunluk dikkatimi çekti. Gözlerimi Aybars'a çevirdiğimde, bakışlarıyla bir sorun olmadığını anlatmaya çalıştı.

"Odaya geç. Ben de birazdan gelirim," dedim ve toplantı için salona yöneldim. Kapıyı tıklatıp içeri girdiğimde herkes yerini almıştı.

"Şimal'in yanındaydım, kusura bakmayın," diyerek rastgele bir koltuğa oturdum. Onat'a bakmamaya özen gösteriyordum. Fakat onun gözlerini üzerimde hissetmemek imkânsızdı. Caner komutanın sesi, dikkatimizi onda topladı.

"İyi iş çıkardınız. Hedefe ulaşamasak da düşmanın ne aradığını artık biliyoruz," dedi. Meğerse Erkin'i yakalamaktan önemli olan, o bilgiyi elde etmekti. Onat bunu muhtemelen bilerek söylememişti. Bu bir stratejiydi.

"İyi iş çıkardınız. Tebrik ederim." Onat'ın sesi tüm odaya yayıldı. Hepimiz "Sağ ol," dedik ama onun bakışları sadece bendeydi.

"Normalde gece dönecektik. Ama Şimal'in durumu malum. Yarın sabah döneceğiz. Dinlenebilirsiniz." herkes ayağa kalktığında tam kapıdan çıkacaktım ki Onat'ın sesi beni durdurdu.

"Birce, sen kal." bu cümleden nefret ediyordum. Yüzümdeki ifadeyi bozmadan ona döndüm.

"Buyurun komutanım." derin bir nefes aldı.

"Rütbeye gerek yok. Konuşabilir miyiz?" istemiyordum. Konuşursam, kalbini kırabilirdim. Dilim keskindi, kendimi tutamayabilirdim.

"Şu an konuşmak istemiyorum." tam çıkarken kolumdan tuttu. Derin bir nefes aldım.

"Kaçacak mısın?" histerik bir kahkaha döküldü dudaklarımdan. Kolumu çekip tüm bedenimle ona döndüm.

"Kaçan ben miyim, yoksa sen mi? Eğer gerçeklerden kaçmıyorsan neden bunca zamandır bunu söylemedin?" sesim titremişti ama haklıydım. O da bunun farkındaydı.

"Bunları konuşacağız," dedi yine. Alaycı bir gülümsemeyle başımı salladım.

"Aynen. Her şey senin istediğin gibi olacak zaten." tam bana tekrar dokunacaktı ki kendimi dışarı attım. Bugün yeterince gerçekle yüzleşmiştim. Artık eve gitmek istiyordum. Nöbetçi askerlere lojmanların yerini sorduktan sonra kendi kalacağım yeri de öğrenip yürümeye başladım. Kapının önünde iki çift bot görmek, kızlarla aynı odada kalacağımızı doğrulamıştı. Zile bastığımda Selin kapıyı açtı.

"Buyurun komutanım." gülümseyerek içeri girdim. Ayakkabılarımı çıkarıp küçük holde ilerledim. Karşıdaki oturma odasında Şimal yatıyordu.

"Nasıl oldun?" yanına oturduğumda doğrulmak istedi ama izin vermedim.

"Ne yapıyorsun güzelim? Yat sen. Bir şeye ihtiyacın var mı?" hafifçe güldü.

"İyiyim komutanım, sağ olun." yine de yüzü solgundu.

"Kaç gün basmayacaksın ayağına?" Sorum onu huzursuz etti.

"Doktor iki hafta dedi. Ama ben o kadar yatamam evde." onu anlayabiliyordum. Bizim gibi insanlara huzur fazla gelirdi.

"Durman gerek. Yoksa bu süreç daha da uzar. Biliyorsun." başını usulca salladı.

"Ben odaya geçiyorum. Bir şey olursa seslenirsiniz." tam kapıya yönelmiştim ki Selin'in sesiyle durdum.

"İyi misin?" rütbesini bir kenara bırakıp içten bir tonda sormuştu.

"İyiyim. Teşekkür ederim." inanmamıştı ama bunu konuşacak hâlde değildim. Odaya geçip üstümü değiştirdim. Hızlıca bir duş aldıktan sonra başımı yastığa koyduğumda, içimdeki huzursuzluk nihayet yüzeye çıkmıştı. Ve bunun başlıca sebebi Onat'tı. Telefonum titrediğinde kalbim hızlandı. Bekliyordum sanki. Ekranda Onat'tan gelen bir mesaj vardı:

Onat Aktan Kara: "Şu an uyuyamadığını biliyorum. Seni görmek istiyorum."

İlk kez ben onu görmek istemiyordum. Belki bazıları bu tepkimi abartılı bulabilirdi ama benim için güven, hayattaki en kıymetli şeydi. Bu yüzden kolay hazmedilecek bir durum değildi. Mesajı yok saydım ve kendimi uykunun kollarına zorladım. Gece boyunca defalarca uyanıp telefona baktım. Ama Onat'tan başka bir mesaj gelmemişti. Bir yanım onunla konuşmak istiyor, diğer yanım en azından bir süre görüşmememiz gerektiğini fısıldıyordu. Gerçi, aynı timde olduğumuz sürece bu çok mümkün değildi.

Bütün gece zihnimi kemiren düşüncelerle bölük pörçük uykular arasında gidip geldim. Sabah güneş ışığı yüzüme vurduğunda uyanmıştım. Saat yediye geliyordu. Sekiz sularında özel bir helikopterle Hakkari'ye dönecektik. İçeriden gelen tıkırtılar, kızların uyanmış olduğunu gösteriyordu. Hızla giyinip oturma odasına geçtim. Şimal hâlâ yatıyordu. Selin ise kahvaltı hazırlıyordu. Yeni bir gün başlıyordu ama benim içimde, hâlâ dünden kalma fırtınalar dinmemişti.

"Günaydın." Şimal yerinden doğrulmaya çalışınca, elimi kaldırarak onu durdurdum.

"Kızlar, askeriye dışında bana rütbeyle bahsetmenize gerek yok. Saygınızı burada istemiyorum. Üniforma kapının ardında kalır benim için. Anlaştık mı?" alışkanlıkla, "Emredersiniz," diye karşılık verdiklerinde, kendimi tutamayıp gülümsedim. Onlar da verdikleri refleksif cevabın farkına varmış olacak ki kahkahalarımız aynı anda yükselmişti.

"Selin, ellerine sağlık," dedim, masayı Şimal'in koltuğuna yaklaştırırken. Hep birlikte masaya oturduk. Selin ve ben, Şimal'in tam karşısına geçtik.

"Ben kendimi çok suçlu hissediyorum," dedi Şimal, sesi alçak ama belirgin bir şekilde suçluluk taşıyordu. Bakışlarımı tabağımdan kaldırıp ona çevirdim.

"Neden?" sebebini tahmin etmem zor değildi ama yine de böyle düşünmesini istemiyordum.

"Benim yüzümden operasyon mahvolmuş gibi hissediyorum." tam da düşündüğüm gibiydi. Sandalyemde dikleştim.

"Ben de o odadan çıkmasaydım, Erkin yakalanacaktı. Hatalar her zaman olabilir. Bu işi şahsi algılama. Ne kadar asker olsak da, bir o kadar da insanız. Bunu asla unutma." sözlerimin onu ikna etmeye yetmeyeceğini biliyordum. Çünkü operasyonlar söz konusu olduğunda, sonuç sizi doğrudan etkiliyorsa mantıklı düşünmek kolay olmuyordu. Başını hafifçe salladı ve yemeğine devam etti.

İçimden konuşmak gelmiyordu. Normalde sessiz kalmayı sevmezdim ama bugün farklıydım. Kızlar da pek neşeli değildi. Fazla konuşmadan sofradan kalktık. O esnada telefona düşen bir mesajla Onat'ın bir saat içinde yola çıkacağımızı yazdığını görmüştüm. Hazırlanmak için fazla vaktimiz yoktu. Kızlarla hazırlanırken zaten yarım saat geçmişti bile.

"Bu şekilde zorlanacaksan, iyileşene kadar burada kalmanı talep edebiliriz," dedim, Şimal'in yüz ifadesindeki ağrıyı fark edince.

"Yok komutanım. Ayağımı yüksekte tuttuğum sürece sorun olmuyor. Zaten helikopterle gidiyoruz, rahat ederim." uçak bileti sayısı yetersiz kaldığı için albay tarafından özel bir helikopter ayarlanmıştı. Melih'in kazıya başlayacağını öğrenmiştik ve bir an önce orada olmamız gerekiyordu. Melih ve ekibi hazırdı.

Kısa bir sohbetin ardından gelen telefonla harekete geçmiştik. Selin'le birlikte Şimal'in koluna girerek aşağı indik. Minibüs kapıda hazır bekliyordu ve içinde Onat'ın olduğunu bilmek bile içimi sıkıyordu. Aybars, Şimal'i nazikçe kendi kolunun altına aldı ve birlikte oturdular. Biz de peşlerinden geçtik. Araçta herkesle kısa bir selamlaştım ama bakışlarımı Onat'tan uzak tutmaya özen göstermiştim.

"Daha iyi misin, Şimal?" ne kadar kaçmaya çalışsam da aynı ortamda bulunduğumuz sürece bu pek mümkün olmayacaktı. Sesini duyunca doğrudan ona bakmak yerine bakışlarımı Şimal'e çevirdim.

"İyiyim komutanım. Doktor bir haftaya toparlanacağımı söyledi." Onat cevap vermedi. Ara ara dönen sohbetlerin dışında kimseyle pek ilgilenmedim. Oğuzhan nasıl olduğumu sormuştu ama onu da geçiştirdim. İçimde konuşma isteği yoktu.

Helikoptere binip Hakkari'ye ulaşmamız sanki göz açıp kapayana dek geçmişti. Onat, indikten sonra herkesin evlerine dağılabileceğini söyledi. Ona tek bir bakış bile atmadan eve doğru yürüdüm. Sinem'le konuşmaya ihtiyacım vardı. Hafızamı kaybettiğim dönemde yanımda olan tek kişiydi. Hastanedeki en zor zamanlarımda da hep o vardı. Aradığım cevapların bir kısmı onda olabilirdi.

Eve vardığımda, hızlıca duşa girdim. Sinem henüz gelmemişti. Zihnim doluydu ve tek başına susarak kalmak bana iyi gelmiyordu. Bu yüzden mutfağa geçip yemek hazırlamaya başladım. Sinem yemek seçmezdi, ne pişirsem yerdi. Benim de pek seçici olduğum söylenemezdi. İki çeşit yemek hazırladıktan sonra kapı açıldı ve Sinem içeri girdi.

"Eve girer girmez yemek kokusuyla karşılaşmak ne güzelmiş. Hoş geldin komutanım," dedi gülümseyerek. İçtenlikle sarıldı bana, ben de aynı sıcaklıkla karşılık verdim. Üstünü değiştirdikten sonra sofrayı kurmama yardım etti ve birlikte oturduk.

"Sana bir şey soracağım ama dürüst olmanı istiyorum," dedim, gözleri önümdeki tabaktan kalkıp yüzüme yönelirken.

"Ne oldu?" soruyu nasıl soracağımı bilemiyordum. Onat'ı tanıdığını düşünmüyordum ama yine de içim rahat değildi.

"Ben hafızamı kaybettiğim dönemde, Onat'ı hiç gördün mü?" kaşları çatıldı.

"O ne demek? Neden böyle bir şey soruyorsun?"

"Dün bir şey öğrendim. Erkin'i alacağım sırada bana bir şey söyledi. Onat'ın o dönemde sürekli yanımda olduğunu iddia etti." Sinem'in yutkunduğu lokma boğazında kaldı, su içip toparlandıktan sonra konuştu.

"Böyle bir şey imkânsız. Onat'ı görsem kesin hatırlardım." benim de kafamı kurcalayan tam olarak buydu. Sinem gözlem gücü yüksek biriydi ve eğer Onat sürekli çevremde olmuşsa, onun bunu fark etmemesi olanaksızdı.

"Ben de anlamıyorum. Erkin yalan söylüyor desem, Onat bunu inkâr etmedi. Benimle konuşmak istiyor ama hazır değilim." Sinem aniden bir şey hatırlamış gibi bakışlarını sabitledi.

"Bir dakika. Sen o görevde yaralandığın anı ve operasyonu hatırlamıyorsun, değil mi?"

"Evet, hâlâ bulanık. O kısım bende tamamen karanlık." doktor, bunun travmaya bağlı olabileceğini söylemişti. Büyük bir ölüm tehlikesi atlatmıştım. Hafızamın geri kalanını kazanmış olsam da, görev anı hâlâ eksikti.

"O zaman ya o görevde Onat'la karşılaştıysan?" bu olasılık başımı döndürmüştü.

"Böyle bir şey olabilir mi?" omuzlarını kaldırdı.

"Başka mantıklı bir açıklaması var mı? Ayrıca, sen askeri hastanede yattığın sürede seni her zaman görmeme izin verilmiyordu. Onat geldiyse bile fark etmeme şansım yüksek." derin bir iç geçirdim.

"Bunu öğrenmenin tek yolu Onat'la konuşmak," dedim.

"Maalesef."

"Niye bana yalan söyledi ki? Sinem, biliyorsun, benim için güven en önemli şey." başıyla anlayışla onayladı. Devam ettim:

"Eğer gelip anlatsaydı ne olurdu ki? Ne değişecekti? Saklaması ne kazandırdı anlamıyorum."

"Belki de çekindi. Çok zaman geçti, Birce. Bu yaptığını haklı çıkarmaz ama onu da dinlemekte fayda var." telefonumu alıp ona mesaj attım:

Birce Sağlam: "Evde misin?"

"Her ne olursa olsun, yalan söylememeliydi. Ona her baktığımda, sanki tanıyormuşum gibi hissetmemin sebebini böyle öğrenmemeliydim." Sinem, yavaşça başını salladı. O sırada Onat'tan, evde olduğuna dair bir mesaj geldi.

"Hadi git ve gerçeklerle yüzleş. Onat mantıklı birine benziyor. Umarım söyleyeceklerinin mantıklı bir açıklaması vardır."

"Umarım," dedim. Odaya geçip üzerine bir sweat ve eşofman altı geçirip evden çıktım. Dairenin önünde durup zile bastığımda, zaman geçmek bilmedi. Kapı nihayet açıldığında, karşımda Onat'ı gördüm.

Ona duyduğum özlem bir anda içimi sarstı. Nedenini bilmiyordum ama sanki uzun zamandır onu görmemişim gibi hissettim, oysa birkaç saat önce yan yanaydık. Ona karşı bu kadar çabuk yumuşayabiliyor olmama ise içten içe kızmadan edemedim.

"Hoş geldin.'' bakışlarım ona kaydığında, yeni duştan çıktığını hemen anlamıştım. Saçlarından hâlâ su damlıyordu; vücudundan yükselen taze şampuan kokusu bulunduğumuz odayı sarıyordu.

"Hoş buldum," diyerek yanından geçtim ve oturma odasına doğru ilerledim. Ayak seslerinden, arkamdan geldiğini anlayabiliyordum. Koltuğa oturduğum anda, özlediğimi sonradan fark edeceğim sesi duyuldu.

"Kahve içer misin?" sanırım bu konuşmaya başlamadan önce bir fincan kahve iyi gelecekti.

"Olur," dedim usulca. Mutfakta ayak sesleri yankılanırken, bu eve her gelişimde duyduğum o koku beni her zamanki gibi huzurlu hissettirdi. Dakikalar sonra elinde kahveyle geri döndü. Normalde yanıma otururdu ama bu defa karşımdaki tekli koltuğu tercih etti. Aslında bu hâli işime gelmişti; onunla yüz yüze gelerek gerçekleri duymak istiyordum.

"Nasılsın?" sorusuna histerik bir şekilde gülümsedim.

"Sence nasıl olmalıyım?" bakışları kısa bir süre yüzümde gezindi, sonra dumanı hâlâ tüten fincana çevrildi.

"Nereden başlamam gerektiğini bilmiyorum. Ne kadarını hatırlıyorsun, onu da..." sözlerini yarıda bıraktı.

"Hiçbir şey. Seni hatırlamıyorum, Onat." bu cümlem, soğuk bir bıçak gibi aramıza düştü. Bakışlarını bana çevirdi. Alınmış mıydı, kırılmış mıydı anlayamadım ama içimde büyüyen öfkeye engel olamadım.

"Peki doktorun, görev dönemi ve öncesini hatırlamamanın normal olduğunu söylemişti." demek doktorumla düzenli olarak konuşuyordu.

"Görevde birlikte miydik?" usulca başını salladı. Onu hatırlamamak, ilk karşılaşmamıza dair tek bir anıyı bile anımsamamak, içimi burkuyordu.

"Bunu neden benden sakladın, Onat?" gözleri bir anlığına yere kaydı, sonra tekrar bana döndü.

"Sen yaralanmadan önce bana hayatında birine yer olmadığını, birini istemediğini söyledin. O yüzden bu sefer hayatına dahil olmamam gerektiğini düşündüm." yalan söylüyordu.

"Madem öyle, beni neden time sen seçtin?" başını hızlıca iki yana salladı.

"Seni ben seçmedim, Birce. Umut Albay'ın doğrudan isteğiydi. Seni ilk gördüğümde, timin başından bile ayrılmayı düşündüm." bu sözleri duyduğumda göz bebeklerim büyüdü, şaşkınlıkla ona baktım.

"Bu kadar mı benimle aynı ortamda olmak istemedin?" yine başını salladı.

"Hayır. Seni hatırlarsın da bilerek seni göreve ben seçmişim gibi düşünürsün diye korktum. Seni rahatsız etmek istemedim. Bu hayatta en son isteyeceğim şey buydu." kendince, onu istemeyen bir kadını zorlamamak istemişti.

"Onat, senin böyle biri olmadığını zaten biliyorum. Karşıma geçip doğruyu söyleseydin, 'Bak böyle böyle oldu,' deseydin daha mı kötü olurdu? Şu an bunları böyle öğrenmem daha mı hoş sence?" sustu. Çünkü haklıydım.

"Aramızda ne tür bir yakınlaşma oldu?" hatırlamamak kahrediciydi.

"Herhangi bir yakınlaşma olmadı," dedi. "Sadece bir ay boyunca kampta birlikte vakit geçirdik. Her gece oturur, uzun uzun sohbet ederdik. Görev bitmeden hemen önce, dışarıda da vakit geçirmek istediğimi söyledim ama sen, aramızdaki ilişkinin burada kalması gerektiğini söyledin."

O dönem kendimi her açıdan yetersiz hissettiğim zamanlardı. Kimsenin sevgisini hak etmediğime inanıyor, kendimi buna layık görmüyordum. Kendimle barışmam yıllar aldı. Onat'ı hayatıma almamamın asıl sebebi buydu belki de.

"Diğer gün kaza geçirdin. Ben yine her gün hastaneye geldim. Doktorlarla birebir iletişimdeydim. Ama senin iyi olduğunu gördüğümde, seni bir daha görmemek üzere göreve gittim." içimdeki öfke büyüyordu. Eğer bunları baştan söyleseydi, belki her şey farklı olabilirdi.

"Seni ilk gördüğümde, yıllardır tanıyormuş gibi hissettim. Meğerse nedeni buymuş." bu sefer yüzünde buruk bir gülümseme belirdi.

"Seni yıllar sonra gördüğümde içimde sönen ateş tekrar yanmaz sanmıştım. Ama yanılmışım.'' onunla aslında uzun zaman önce tanışmıştık. O, benimle ilgili her şeyi yıllardır biliyordu ama ben sadece birkaç aydır onun anlattıkları kadarına hakimdim.

"O zaman beni reddetmenin sebebi neydi?" derin bir nefes aldım.

"Kendimi iyi hissetmediğim bir dönemdi. Çevremde kimseye iyi gelmediğimi düşünüyordum. Belki de sana yük olurum diye böyle söyledim." bu sözümden sonra yanıma gelip dizlerimdeki ellerimi avuçlarının arasına aldı.

"Eğer bana o zaman böyle söyleseydin, peşini asla bırakmazdım. Hatta hayatında biri olduğunu bile düşündüm." omzumu silktim.

"Bunu şimdi söyleyebiliyor olmam, o zaman da söyleyebileceğim anlamına gelmiyor. Zordu, gerçekten zordu. Ayrıca hayatımda biri olsa, yanıma bir erkek sinek bile yaklaştırmam." son sözüm onu güldürdü. Elini uzatıp, gözümün önüne düşen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı.

"Seninle geçiremediğimiz her seneyi telafi edeceğiz, Birce." bu onun bana verdiği ilk söz değildi. Ama içimde bir yer, bu kez gerçek olmasını canı gönülden istiyordu.

"Söz verip de tutmama gibi bir huyun varsa, beni alıştırma," dedim hafif muzip bir ifadeyle. O da aynı gülümsemeyle karşılık verdi.

"Sen beni varlığına alıştırdın bile, Birce. Artık çok geç. Bu konuyu uzun uzun konuşacağız. Şu an iyi hissetmediğini biliyorum. Ama zamanı geldiğinde, hepsini konuşacağız." haklıydı. Aklımda Erkin'le ve görevle ilgili hâlâ çok fazla soru vardı ama şu an için bu kadarı yeterliydi. Yavaşça dudaklarıma yaklaştı. Bu defa onu beklemedim, ben uzandım. Dudaklarıma değdiği anda içimdeki öfkenin geçeceğini sanmıştım. Ama yanıldım. Bu öfke, yerini yangına bıraktı.

Onat sırtını koltuğa yasladığında yatar pozisyona gelmişti ama dudaklarımız hâlâ birbirinden ayrılmamıştı. Beni daha da yakınına çektiğinde, belimi saran elleri tenime işledi. İnlememe engel olamadım. Bu duygu, bu özlem, yıllar önce içimde kök salmıştı ama farkında bile değildim.

Elleri kalçamda geziniyor, istemsizce saçlarını çekiyordum. İnledi. Ve o an, bütün iplerin koptuğunu hissettim. Ama beni altına aldığında durmamız gerektiğini fark ettim. Ona karşı olan duygularım doruktaydı. Her anlamda onu istiyordum. Ama güvenim henüz tamir olmamıştı.

"Yine de bana yalan söylemen, güvenimi zedeledi. Ve güvenimi kazanmak kolay değildir, yüzbaşım." gülerek üzerimden kalktı.

"Güvenini kazanmak için elimden geleni, hatta daha fazlasını yapacağımdan şüphen olmasın, üsteğmenim." gülümsedim. Ona inanmak istiyordum.

"Şimdi Onat Şef'in spesiyalinden bir tatlı yemek ister misiniz?" kaşlarım merakla havalandı.

"Tatlı mı yaptın?" serseri bir gülümsemeyle ayağa kalktı, tişörtünü düzeltti.

"Yapmadım ama senin için yapacağım." mutfağa yönelince ben de peşine takıldım.

"Zahmet etmeseydin."

"Senin için yaptığım hiçbir şey bana zahmet gelmez güzelim. Ama yardım etmek istersen, dolaptan yumurta çıkar." dolabı açtım. Doluydu. Demek dışarıdan yemek yiyen biri değildi. İki yumurta alıp ona uzattım.

"Yemekle aran nasıl?" eli hızlıydı. Açıkçası şaşırmıştım.

"İyidir. Yemek yapmayı da yemeyi de çok severim. Yalnız yaşamak böyle şeyler öğretiyor." yaklaşık on dakikada mozaik tatlıyı hazırlayıp buzluğa koydu. Sonra elimi tuttu.

"Donana kadar birlikte bir şeyler izleyelim." odaya girdiğimizde, televizyon yerine projeksiyon olduğunu fark ettim. Ona hesap sormaya gelmiştim ama şu an film izleyecektik. Bu durum biraz rahatsız etmişti ama sonra fark ettim: Ben de hazır değildim.

"Harry Potter mı, Yüzüklerin Efendisi mi?" bakışlarımı ona çevirdim. İçimden gelen kahkahayı tutamadım. Beni tanısaydı, böyle bir soru sormazdı.

''Tabii ki Harry Potter," dedim, kendimi koltuğa bırakırken. O da hemen yanıma yerleşti.

"İşte burada ayrışıyoruz," diyerek gülümsedi. "Harry Potter da bir efsanedir ama bana sorarsan Yüzüklerin Efendisi vazgeçilmezdir." kumandayı eline alıp birkaç tuşa bastığında Netflix açıldı.

"Ama tabii senin istediğin olacak. Hangi filmi açayım?" bakışlarımı ona çevirdim. Sanki yeniden on sekiz yaşındaydık ve birbirimizi daha yeni tanıyorduk. Yüzümde engel olamadığım bir tebessüm belirdi. O sırada iç çekti.

"Ateş Kadehi," dedim. Başını usulca salladığında ekranda Harry Potter yazısı belirdi. İçimi, on iki yaşımda filmi ilk izlediğimdeki heyecan kapladı. Onat kolunu koltuğun arkasına attı. Ben de başımı onun omzuna yasladım. Tanıdık film müziği başladığında kalbim sıcacık bir huzurla doldu.

Belimde hissettiğim hafif bir ağrıyla kıpırdandım. Gözümü araladığımda bir an nerede olduğumu algılayamadım. Projeksiyondaki sahnede Harry'i görünce, Onat'ın evinde olduğumu hatırladım. Vücudum tamamen onun bedenine yığılmıştı. Saçlarımın arasındaki parmaklarını hissedebiliyordum.

"Uyuyacaksan odaya geçelim, güzelim," dedi yumuşak bir sesle. Uyanık olduğumu anlamıştı. Uykulu gözlerle başımı kaldırdım.

"Tatlı yemeyecek miydik?" diye mırıldandım. Gülümsemesi öylesine güzeldi ki içimden onu öpmek geldi. Ama kendimi tuttum.

"Tatlıyı yarın yeriz. Hem iyice kıvama gelmiş olur. Ama bence şimdi uyumalıyız." başımı usulca salladım. Alnıma küçük bir öpücük kondurdu. Elimden tutup beni kolunun altına çektiğinde, içimdeki tüm endişeler sönmüş gibiydi. Buraya geldiğimde karma karışık duygularla doluydum. Şimdi ise yalnızca huzurluydum. Kalbimin bir yanı hâlâ kırgındı belki ama diğer yanı onun yanında olmak için yanıp tutuşuyordu.

Zaten üzerimde eşofmanlarım olduğu için doğrudan yatağa uzandım. Onat da tişörtünü çıkarıp şortuyla kaldı. Vücudu oldukça formdaydı; düzenli spor yapmanın hakkını veriyordu.

"Ne oldu? Hoşuna mı gitti?" dedi gözlerime dalarak. Bakışlarımı ondan kaçırmadım.

"Hoşuma gitmesini mi isterdin?" kaşını hafifçe kaldırdı. Dizini yatağa yaslayarak bana doğru eğildi. Burun burunaydık şimdi.

"Ne isteyeceğimi bilsen, bana bu kadar cüretkâr cümleler kurmazdın." yüzümde yaramaz bir gülümseme belirdi. Burnumu onun burnuna sürdüm.

"Belki de tahmin edebiliyorum ve ben de senin istediklerini istiyorumdur. Olmaz mı?" dudağıma yöneldiğinde başımı çevirip yorganın altına gömüldüm.

"Hadi uyku vakti, yüzbaşı." olduğu yerde dondu kaldı. Ardından kahkahamla o da güldü. Yanıma uzanması saniyeler sürdü. Beni kolunun altına çekti.

"Her ne olursa olsun, sen kolumun altına girdiğin sürece dünya daha yaşanılır bir yer oluyor." cevap vermedim. Ama ona sımsıkı sarılmam yeterliydi. Saçlarımı okşarken kendimi uykunun yumuşak kollarına bıraktım.

                                                                               🫧

Göz kapaklarıma vuran gün ışığıyla kaşlarımı çattım. Burnuma dolan acı çikolata kokusuyla hafifçe gülümsedim. Onat'ın çenesi başımın üzerindeydi, hâlâ uyuyordu. Alarm henüz çalmamıştı, yani saat altı olmamıştı. Ama gökyüzünün renginden güneşin doğmasına çok kalmadığını anlıyordum. Kokusu burnumu sarınca kendimi ona daha çok yaklaştırdım. Başımı boyun girintisine gömdüğümde çikolata kokusu içime işlemişti.

"Yerinden memnunsun sanırım," dedi yarı uyanık bir şekilde.

"Memnunum." alnıma kısa bir öpücük kondurdu. Ardından hızla yataktan kalktığında ben de peşinden fırlamıştım.

"Bugün yoğun bir gün bizi bekliyor." ne olacağını tam kestiremiyordum ama içimde bir şeyler kıpırdanmaya başlamıştı.

"Büyük azar yiyeceğiz, farkındasın değil mi?" üstünü giymeye başlamıştı bile.

"Hayır, bizim amacımız Erkin'i yakalamak değildi. Biz işimizi yaptık. Bugün Melih ve ekibi kazıya başlıyor. Onlara eskortluk edeceğiz." beklediğim an gelmişti ama bu kadar erken olacağını bilmiyordum.

"Sonunda başlıyor mu kazı?" başını onaylayarak salladı. Kamuflaj pantolonunu eline aldığında artık benim de hazırlanmak için eve gitmem gerektiğini anlamıştım.

"Ben ineyim. On beş dakikaya hazırım." yanından geçerken kolumdan tutup beni durdurdu.

"Akşam o tatlıyı yemeyi dört gözle bekliyorum." bakışları dudağıma kayarken yaptığı ima yüzümü kızarttı. Omzuna hafifçe vurdum.

"Pislik." gülüşü arkamdan geldiğinde hızla aşağı inip eve girdim. Tam içeri girdiğimde Sinem tuvalete girmek için uyanmıştı.

"Günaydın, cancan. Sorunlar çözüldü galiba?" yanağına sulu bir öpücük kondurdum. Bundan hiç hoşlanmazdı, yüzünü buruşturdu.

"Çözülmüş belli. Hadi naş!" kahkahayla odama yöneldim. Kamuflajlarımı giymeye başladım. Aynaya baktığımda sabahları şişen dudaklarıma yine gülümsedim. Hızlıca giyinip apartmanın önüne indim. Onat beni bekliyordu.

"Ne güzel olmuşsun," dedi gülümseyerek.

"Aslında her zamanki halim. Sanki iltifat etmek için bahane arıyorsun." yüzünde samimi bir ifade belirdi.

"Sana iltifat etmek için sebebe ihtiyacım yok. Gözüm her seni gördüğünde, ağzım kendi kendine harekete geçiyor." cevap vermedim. İçimdeki heyecan dalgası geçmek bilmiyordu. Karargaha vardığımızda peş peşe içeri girdik. Birkaç kişinin bakışlarını üzerimizde hissettim. Göz göze geldiğimizde hemen başka yöne çevirdiler.

"Ben içeri geçiyorum. Albay az sonra hepimizi çağırır. Görüşürüz," dedi Onat.

"Görüşürüz, komutanım." timin bulunduğu bölüme geçtim.

"Günaydın," dedim içeri adım atarken. Şimal hariç herkes oradaydı. Selamlaştıktan sonra gözüm Selin'e takıldı.

"Şimal nasıl?"

"Daha iyi komutanım. Ama ağrıları var hâlâ." başımı usulca salladım.

"Allah beterinden korudu. Geçmiş olsun." hep bir ağızdan "Geçmiş olsun," dediler. Gözlerim Aybars'a kaydı. Durgundu. Belli ki Şimal'le ilgili bir şeydi ama sormamın zamanı değildi. Karargah girişinde bir kalabalık oluştu. Melih'i fark ettim. Bahsettiği ekip bu olmalıydı. Aramaları yapıldıktan sonra albayın odasına yöneldiler.

"Melih ekibi oluşturdu sanırım," dedi Aybars. Az sonra bir asker gelip albayın bizi toplantı odasına çağırdığını söyledi. Hep birlikte odaya geçtik. İçerisi normalden daha kalabalıktı. Albay bizi görünce gülümsedi.

"Geçin çocuklar." boş sandalyelere oturduk. Melih'le birlikte beş kişiydiler: üç erkek, iki kadın.

"Sizinle ilgilenecek tim: Pençe," dedi Albay. Gençler gülümsedi.

"Bugün itibariyle kazı başlıyor. Sizden, Melih ve ekibine eşlik etmenizi istiyorum." pek hoşumuza gitmemişti, bu yüzümüzden belliydi. Albay bunu fark etmiş olacak ki ekledi:

"Hazineyle ilgili ciddi bir mesele bu. Sivil hayatlar söz konusu. Onların güvenliği, her şeyden önemli." haklıydı. Söz bitmişti. Melih'in ekibiyle tanışma faslı başladı.

"Merhaba, ben Alpcan. 24 yaşındayım. Sizinle çalışacağım için çok mutluyum!" heyecanı yüzünden okunuyordu.

"Merhaba Alpcan, biz de öyle," dedi Aybars.

"Ben Ogün, 25 yaşındayım. Umarım birlikte güzel vakit geçiririz." esmerdi, gözleri kapkaraydı. Nedense bana Onat'ın gençliğini anımsattı. Sıra kızlara geldi. Biri kıpkırmızı kesildi. Diğeri devreye girdi.

"Ben Güneş. Türk askeriyle aynı görevi paylaşmak bizim için onurdur," dedi gülümseyerek. Adı gibi parlıyordu. Sarı saçları ve sıcak gülümsemesi dikkat çekiciydi. Ben de ona karşılık verdim. Sıra en utangaç olana geldi.

"Ben Hilal. Sizinle aynı işi yapacağım için mutluyum." bakışlarını bizden kaçırıyordu.

"Tanışma bittiyse başlayalım mı?" dedi Onat, ciddiyetle. Bakışları bana döndüğünde dudak kenarı belli belirsiz kıvrıldı. Araziye gitmek üzere araçlara yöneldik. Onat, Melihlerle aynı araca bindi.

"İşlerinde iyiler mi acaba? Çok küçükler sanki." Oğuzhan'ın kuşkuyla sarf ettiği cümle, hepimizi ona çevirmişti.

"Albay, en iyilerini getir demişti Melih'e. Böyle ciddi bir görev için acemi birilerini seçmiş olacağını sanmıyorum. Yaşlarının küçük olduğuna bakmamak gerek. Sonuçta başarı yaşta değil, baştadır," dedi Alperen, bir atasözünü kendi usulünce eğip bükerek ama özünü koruyarak.

"Akşam Şimal'i ziyarete mi gitsek? Moral olur hem." tüm tim burada toplanmışken birden aklıma geldi, söylemeden edemedim.

"Olur, güzel fikir," diye onayladı Selin, ardından diğerleri de başlarıyla olumlu yanıt verdiler.

Bugün tam olarak ne yapacağımızı kestiremiyordum. Araziye vardığımızda ilk günden bir şey bulmamız mümkün müydü? Aracımız engebeli yollarda zıplaya zıplaya ilerliyordu. Yaklaşık yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından geniş ve sarp arazinin kenarında durduk. Hep birlikte araçtan indiğimizde, Onatlar çoktan öne düşüp yürümeye başlamıştı bile. Melih, arkadaşlarına araziyi tanıtıyordu. Elindeki büyük çizim kâğıtlarını açmış, onların üzerinde işaretli noktaları göstererek anlatıyordu. Haritanın ayrıntılarına bakılırsa, bu arazi gerçekten oldukça büyüktü. Beş kişiyle bu kazının ne kadar süreceğini kestirmek güçtü ama uzun süreceği kesindi.

"Tahminen kazı ne zaman biter?" diye sordu Onat, sanki aklımdan geçenleri duymuş gibi. Melih'in gözleri hemen Onat'ı buldu.

"Arazileri beşe böleceğiz. Ekibin gelmesinden önce detaylı bir keşif yaptım. Herkes bir parselin başında olacak. Böylece daha sistematik çalışabiliriz. Bir yerde bir şey bulunursa hepimiz oraya yöneliriz. Mesafeler çok uzak değil. Tahminim, kazı iki ya da üç ayda tamamlanır." uzun bir süreydi, evet. Ama arazinin büyüklüğü göz önüne alındığında oldukça makul görünüyordu.

"Biz de göreve çağrılmadığımız sürece burada olacağız. Eğer başka bir göreve gidersek, yerine başka bir ekip gelir," dedi Melih, Onat'a başıyla onay verip anlatmaya devam ederken. Onat da bize döndü:

"Arazideki parseller birbirine çok uzak değil. Herkes bir diğerini görebilecek mesafede olacak. O yüzden herkesin başında dikilmesi gerekmiyor. Ortak bir alan belirleyeceğiz. Her gün üç kişi dönüşümlü olarak burada nöbet tutacak." bu görevi neden bize verdiklerini tam anlayamıyordum. Sonuçta buradaki nöbeti erler de tutabilirdi.

"Komutanım, yanlış anlaşılmazsa bir şey sormak istiyorum," dedi Oğuzhan, belli ki hepimizin kafasını kurcalayan soruyu dile getirecekti. Onat, "Sor," dercesine başını hafifçe salladı.

"Erler neden nöbet tutmuyor?" bu soruyu bekliyormuş gibi kısa bir kahkaha attı Onat, ardından ciddiyetle konuştu:

"Buranın ne kadar önemli bir bölge olduğunu hâlâ tam olarak kavrayamadınız galiba. Sizler o karargahın en eğitimli askerlerisiniz. Eğer buraya bir saldırı olursa, onları sizden daha iyi koruyacak birileri yok. Bu yüzden buradasınız." haklıydı. Sözlerinin ardından bakışlarım, arazide ilerlemeye devam eden ekibe takıldı.

"Bugün hep birlikte buradayız. Yarından itibaren sizi üçerli gruplara ayıracağım. Şimdi kazı için gelecek operatörleri yönlendirin," dediği sırada cep telefonu çaldı. Yanındaydım ve istemsizce kulak kesildim.

"Efendim?" dedi karşı tarafı dinlerken. Ardından bir isim söyledi:

"Ekin sen misin?" birden tüm vücudum irkildi. Hemen ona döndüm. Göz göze geldik. Bakışlarıyla bana 'gel' der gibiydi. Tereddüt etmeden birkaç adım attım.

"Numaramı nereden buldun?" diye sordu Onat. Ses tonu şaşkındı.

"Sana neden güveneyim?" dedi hemen ardından, bu kez gözlerini benden ayırmadan.

"Tek başıma gelmeyeceğim," dedi Ekin karşı taraftan. Bu sefer gözleri benimkileri buldu.

"Birce'yle." yani beni de yanında götürmek istiyordu.

"Hayır, tek başıma gelmeyeceğim. Kapatıyorum," diyerek telefonu kulağından uzaklaştırdı. Ama karşıdan gelen son sözler onu gülümsetti. Telefonu tekrar kulağına götürdü.

"İki saat sonra sana konum atacağım. O konuma gel," dedi ve kapattı.

"Konuştuklarımızı duydun. Görüşmek istiyor." başımı hafifçe salladım.

"Neden tek gitmedin?" diye sordum. Kaşlarından birini hafifçe kaldırdı, ardından bir adım daha yaklaştı.

"Tek gitmemi mi isterdin?" tabii ki istemezdim. Ekin her ne kadar taraf değiştirmiş gibi görünse de ona hiçbir zaman tam olarak güvenememiştim. Muhtemelen de güvenemeyecektim.

"Neden böyle bir şey sorduğumu biliyorsun, Onat." bakışlarını gözlerimden hiç kaçırmadı.

"Bu mesele doğrudan seninle ilgili. Ve senin her şeyden haberdar olmanı istiyorum."

"Onunla nerede buluşacağız?" kolundaki saate baktı.

"Herhangi bir kafe uygun olmaz. Erkin'in onu takip ettirip ettirmediğini bilmiyoruz. Etmese bile etraftaki kuşlara haber uçurulabilir. Sessiz ve dikkat çekmeyecek bir yer olmalı." aklıma fazla seçenek gelmiyordu. Zaten Hakkari'de henüz pek gezme fırsatım olmamıştı.

"Seyir Tepesi var. Orası genelde tenhadır. Sessiz, sakin. Jandarma tarafından giriş çıkışlar da kapalı. Sorun olmayacaktır."

"Kamuflajlarla gidersek dikkat çekeriz. Üstümüzü değiştirmemiz gerek. Şu an seninle eve gidip kıyafet değiştiriyoruz, sonra da tepeye geçiyoruz." onayladım. Onat, timdekilere karargâha geçmemiz gerektiğini söyledi. Bugün onlar burada kalacaktı. İkimiz birlikte arabaya bindik.

"Onat, sence Ekin'e güvenerek hata mı ediyoruz?" yüzü ciddiydi, kemikli hatları gergindi. Gözlerini yoldan ayırmadan yanıtladı:

"Ne kadar çaresiz olduğunu görebiliyorum. Annesini kaybetmekten korkan bir kız çocuğu var karşımızda. Ama bu, ona tamamen güvenmemiz gerektiği anlamına gelmez. Bugün daha net göreceğiz." haklıydı. Ekin'den hoşlanmasam da, çaresiz bir kadını gözlerinden tanırdım. Ne kadar suçlu olursa olsun, her şeyin merkezinde annesini korumaya çalışan bir çocuk duruyordu.

"Yaşayıp görmekte fayda var." eve kadar ikimiz de sessiz kaldık. Evin önüne geldiğimizde, on dakika sonra aşağıda buluşmak üzere anlaştık. Hızla üstümü değiştirdim. Aynada kendime baktığımda ne kadar zayıfladığımı fark ettim. Bu karmaşanın içinde yemek yemeyi unuttuğum günler oluyordu. Derin bir nefes alıp kapıyı kilitledim. Aşağı indiğimde, Onat çoktan gelmiş ve beni bekliyordu. Telefonundan başını kaldırıp bana baktığında gözlerinde bir parıltı vardı. Gülümsedi. Ama öyle bir gülümseyişti ki, içimi ısıttı.

"Her sabah bu manzaraya gözlerimi açmak için nelerimi feda edeceğim hakkında bir fikrin var mı?" yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi. Gözlerimin parladığını hissediyordum.

"Benim seninle olmam için hayatından bir şey feda etmene gerek yok. Nefes aldığım sürece, hep yanında olacağım." bu da aramızdaki sessiz yeminlerden biriydi. Onat'ın gülümsemesi hafifledi. Usulca beni kendine çekti, başımın üstüne bir öpücük kondurdu.

"Hadi gidelim," dediğinde, onun peşinden arabaya yöneldim. Hava soğuktu. Yaz mevsimi yaklaşsa da buralar hâlâ serinliğini koruyordu. Onat konumu açtığında, tepenin aslında oldukça yakın olduğunu gördük. Hakkari büyük bir şehir değildi zaten. Yaklaşık on beş dakikalık bir yolculuğun ardından varmıştık.

Ekin oradaydı. Sivilin içeri girmesi yasaktı ama Onat daha önceden nöbetçi jandarmayı arayıp durumu bildirmişti. Bu sayede sorunsuz bir şekilde geçiş yapabilmişti. Tepenin zirvesinde küçük bir kulübe vardı. Belli ki askerler burada nöbet tutuyordu. Onat'ı gören iki asker hızla ayağa kalkıp asker selamı vermişti bile.

"Kulübenin içine biz girene kadar kimse adım atmayacak. Kapıda bekleyin. Olası bir terslikte hemen haber verin," dedi Onat, ciddi bir şekilde. Askerler kısa bir baş hareketiyle emri aldıklarını belirtince, Onat eliyle Ekin'e içeri girmesi için işaret etti.

Ekin'in ardından biz de kulübenin içine adım attık. Onat, daha önce askerleri Ekin'in üstünü aramaları konusunda tembihlemişti. Bu yüzden üzerinde herhangi bir dinleme cihazı ya da silah olmadığından emindik.

Kulübe küçücük bir alana kurulmuştu. İçeride, duvar kenarına yerleştirilmiş eski bir elektrikli soba cılız bir sıcaklık yayıyordu. Zemin betondandı; soğuk ve nemliydi. Hepimiz taburelere otururken, alanın darlığı yüzünden istemsizce yuvarlak bir düzen oluşturduk. Kapanmış dairesel bir sessizlik sarmıştı etrafımızı.

"Buluşmak için harika bir yer," dedi Ekin, gözlerini doğrudan Onat'a dikerek. Sesi alayla karışık bir ciddiyet taşıyordu. Onat tek kaşını kaldırdı, sesi sakin ama içinde sertlik saklıydı.

"Sana özel bir mekan mı ayarlasaydık, Ekin? Minnet duyman gerekirken isyan mı ediyorsun?" bu kez sustu Ekin. Gözlerini devirdi, ardından bakışlarını bana çevirdi.

"Ne anlatacaksın?" diye sordum, gözlerimi kaçırmadan.

"Niyetim sana bir şey anlatmak değildi," dedi ve ardından histerik bir şekilde güldü.

"Seçenek olarak beni mi beğenmedin?" dedim. Bakışları saniyelik Onat'a takılıp tekrar bana döndü. Yüzüne sinir bozucu, küçümser bir ifade yerleşti.

"Daha iyi seçenekler de var elbet." belli ki beni sinirlendirmek istiyordu. Ama yüzüm ifadesizdi, bakışlarım ona kilitlenmişti.

"Buraya zırvalamaya mı geldin, Ekin?" dedi Onat, sesi artık daha net ve sertti. Haklıydı. Ekin gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı.

"Peki. Öncelikle, ben ikili ilişkilerde karşılıklı, koşulsuz güven olması gerektiğine inanırım," dedi. . Gereğinden fazla Onat'ın üzerinde gezinen gözleri sinir uçlarımı yakıyordu. İçimde yanıp kavrulan kıskançlık alevlerini, soğukkanlı bir maskeyle bastırıyordum.

"Burada güvenmesi gereken tek taraf var, o da biziz," dedi Onat. Ona yardım etmişken hâlâ güvenimizi sorgulayan birinin karşısında sessiz kalmak anlamsızdı. Ekin ellerini dizlerine koydu, sonra tırnaklarıyla oynamaya başladı.

"Erkin tarafından çok fazla şiddet gördüm. Hem fiziksel hem psikolojik olarak. Uzun süre yardım aradım ama ulaşamadım. Onun dikkat seviyesi hastalığının en belirgin belirtisi. Bir konuya takıldı mı, onu sonuçlandırmadan bırakmaz. İsterse sonu ölüm olsun." gözleri ikimiz arasında dolaşıyor, sonra tekrar önüne düşüyordu.

"Son zamanlarda tüm ilgisini Birce'ye yöneltti. Bu da bana nefes alma fırsatı verdi. O yüzden sizinle temasa geçebildim. Ama en küçük bir şüpheyle tekrar ev hapsine dönerim," dedi. Sesindeki ürkeklik, yaşadığı korkunun sessiz yankısı gibiydi. Onat, sorgulayıcı bakışlarını ona dikerek sordu:

"Şu an nerede olduğunu ne sanıyor?"

"Şehir dışında olduğumu," diye yanıtladı Ekin. Bu cevap bile onun için bir rahatlık alanıydı. Anlatmaya devam etti.

"Evlatlık verildiğimizde 16 yaşındaydık. Erkin her zaman asi bir çocuktu. Zekiydi ama kurallara direnen bir yapısı vardı. Babamı ve annemi hiçbir zaman kabullenemedi. Çoğu zaman yurda dönmek istediğini söylerdi. Hiçbir zaman onların oğlu olmadı." derin bir soluk daha alıp devam etti.

"Ama ben onların emeğini, sevgisini her zaman kalbimde taşıdım. Onlara hiç karşı gelmedim. Zamanla Erkin'le aramız açıldı. Bir gün babamla konuşurken duyduğum bir şey bana ilk işaret oldu. Babam ona bir işten söz ediyordu. Ne olduğunu anlamamıştım. Aylar sonra Erkin, babamın işlerini devraldığını söylediğinde şaşırdım. Çünkü bu, onun tarzı değildi." sonra bana döndü, gözleri bu kez geçmişle bugünün arasına sıkışmıştı.

"Senin adını yıllardır anardı. Önce önemsemedim. Ama o iş teklifini senin yakınına gelebilmek için kabul ettiğini öğrenince işte o zaman bir şeylerin çok ciddileştiğini anladım." anlattıkları canımı sıkmaya başlamıştı. Yıllardır adımın birilerinin karanlık planlarında geçiyor olması içimi huzursuz ediyordu.

"Ona durması gerektiğini söyledim. Babamı beraber şikâyet edebileceğimizi bile söyledim. Ama çıldırdı. Gerçek anlamda. Annemi öldürmekle tehdit etti. Ve biliyorum, bu sadece bir tehdit değildi. Bu hastalık onu engelleyen ne varsa gözünde yok eder." gözleri dolu doluydu. Ama tek bir damla süzülmedi yanaklarından. Onat yine can alıcı bir soru sordu:

"Hayattaki tek varlığına ihanet etmek zor olmayacak mı?" Ekin'in yüzünde acı bir gülümseme belirdi.

"İnan bana komutan. Masum insanları öldürüp ardından kendi canına kıymasındansa, hapiste çürümesini tercih ederim. En azından hayatta olduğunu bilirim." kendimi onun yerine koyduğumda, ruhunun hangi uçurumlarla boğuştuğunu hissedebiliyordum. Birini sevip de ondan korkmanın ne demek olduğunu anlamak zor değildi. Onat başıyla devam et dercesine işaret ettiğinde, Ekin anlatmayı sürdürdü.

"Devlete karşı planlar yaptıklarını duyduğumda itiraz ettim. Ne kadar inandırıcı gelmese de, ben vatanını seven biriyim. En azından öyle olmaya çalışıyorum. Önce sadece babamın gözüne girmek için bu işin içinde olduğunu düşündüm. Ama senin de işin bir parçası olduğunu öğrendiğinde her şey değişti." gözleri tekrar bana döndü. Bu sefer öfke yoktu. Sadece bir açıklama arayışı vardı.

"Ona yanlış yolda olduğunu söyledim. Beraber bir çıkış yolu bulabileceğimizi söyledim. Ama beni düşman ilan etti. Ben artık onun için sadece bir tehlikeyim. Annemi kaybetmek istemiyorum. O benim bu dünyadaki en değerli varlığım. Ama kardeşimi de öldürmek istemiyorum." boğazım düğümlendi. Kendi iç savaşıyla boğuşan bu kadının hikâyesi içime dokunmuştu.

"Yaşadığın her şey için üzgünüm," dedim. "Sana yardım etmek için elimizden geleni yapacağız. Ama sadece söylediklerine bakarak sana hemen güvenemeyiz, farkındasın değil mi?" başını usulca salladı.

"Elbette. Bekleyemem de. Ama çaresiz kalan her kadına el uzatacağınızı bilecek kadar iyi tanıyorum sizi." sözleri kalbimin en derin yerinde yankılandı. İçimdeki ön yargılar yerle bir olmamıştı belki ama artık başka bir gözle bakıyordum ona. Kadın olarak, insan olarak, yaşadıklarının ağırlığını sırtımda hissetmiştim. Onat son sözü söyledi:

"Biz, yardım isteyen her insan evladına elimizi uzatırız. Yeter ki içinde vatan sevgisi ve merhamet olsun. Ama aksi bir durum olursa kafana sıkmaktan çekinmem." Onat'ın sözleri sertti.

"Bundan sonra ne derseniz o. Annemi ve kardeşimi kurtarmak için başka çarem yok," dedi Ekin, gözlerindeki umutla.

Bu yola çıktığımızda başımıza neler geleceğini bilmiyordum. Ama artık bildiğim tek bir şey vardı: Hayat bana sevdanın da ötesinde bir duyguyu, insan olmanın ağırlığını öğretecekti.

 

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz. 💖

Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz.

Instagram/Twitter/Tiktok:monsoleil777

 

Bölüm : 14.11.2024 19:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...