
Merhabalar. Dün Ankara'da meydana gelen hain saldırıda şehit olanlara Allahtan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum. Umarım ki vatan uğruna şehit olan hiç kimsenin unutulmadığı, ülkenin her bir toprağının kıymetinin bilindiği günler yakındır.
Bölümle ilgili düşünceleriniz ve yorumlarınız çok kıymetli. Lütfen benden esirgemeyin. İyi okumalar. 🤍
Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.
Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777
İnsan, sevdikleri söz konusu olduğunda içindeki en vahşi yanıyla tanışır. Hayvani bir içgüdüyle, sevdiklerini inciten herkesi yok etmek ister. Ben bu duyguyu ilk kez on yaşındayken tattım. Yanımda, o zaman da şimdi olduğu gibi, Sinem vardı.
Onu koruma güdüsüyle bir adım önüme aldığımda, Sinem'in bakışlarının da Ekin'e kilitlendiğini hissetmiştim. Ekin, bize doğru adım adım yaklaşırken, üzerimde silah taşımıyor olmanın pişmanlığı içimde büyüdü. Ama benim silaha ihtiyacım yoktu. Tek başıma olsam, hiçbir şeyden korkmazdım. Yine de, yanımda kız kardeşim varken ellerim kolum bağlıydı. O adımını attıkça içimdeki gerilim git gide arttı.
"Kal olduğun yerde." dedim sertçe. Gözlerinde beliren parıltı, içimdeki öfkenin üzerine benzin döker gibiydi. Adımlarını kesti ama o iğneleyici gülümseme yüzünden eksilmedi.
"Ne oldu, korktun mu uğur böceği?" dedi. O an Sinem'in de, onun kim olduğunu anladığını fark etmiştim. Arkamda olduğu için yüzünü göremesem de, sessizliği her şeyi anlatıyordu. Yüzüme alaycı bir gülümseme yerleştirip Ekin'e doğru yürümeye başladığımda gözlerini gözlerimden ayırmıyordu.
"Sizdeki bu cesaret fazla olmaya başladı, farkında mısın?" dedim. Başını iki yana salladı.
"Ben hep cesurdum, Birce." bakışları bir an arkama kaydığında, gözlerini oymak istedim. Sinem'e bakmasından nefret ettim.
"İnsan, mevzu bahis sevdikleri olunca daha da diken üstünde oluyor değil mi?" dedi. Adımlarım onu neredeyse sıyıracak kadar yaklaşmıştı. O da bunun farkındaydı ama geri adım atmıyordu.
"Sen sevgi nedir bilir misin ki?" göz bebekleri titredi. O kadar kısa sürdü ki, bu kadar yakın olmasam, belki de fark edemezdim.
"Belki," dedi kısık bir sesle. Artık yüz yüze duruyorduk.
"Seni kendi ecelinin ayağına getiren nedir, Ekin?" dedim. Tek kaşını kaldırdığında bakışları ellerine kaydı. Tırnak etlerini yiyordu. Parmaklarını ovuşturarak oynamaya devam etti.
"Ecelim olsan, koşa koşa gelirdim Birce. Ama sen de biliyorsun ki şu an buradan elimi kolumu sallayarak çıkacağım." yüzüne ifadesizce bakmayı sürdürdüm.
"Seninle bir anlaşma yapmak istiyorum." kaşlarım kalktı.
"Sence ben bir teröristle anlaşma yapacak tipe mi benziyorum?" başını hafifçe omzuna yatırdı.
"Ben terörist değilim." bu söze inanmam için artık çok geçti. Hayat bana bu masallara inanmamam gerektiğini çoktan öğretmişti.
"Bana maval okuma." dedim. Bakışları derinleştiğinde gçzlerimin içine, sanki bir cevap arar gibi baktı. Ama yüzümdeki soğuk maskeyi korudum.
"Erkin, hepinizi öldürecek." sinirden güldüm. Gerçekten güldüm. Kendime engel olamamıştım.
"Yatmadan önce çizgi film mi izliyorsunuz? Hayal gücünüz fazla gelişmiş." yüzündeki ifade dondu.
"Birce... O hasta. Ve ben onun yanında olmaktan mutlu değilim. Mecburum. Zamanı gelince her şeyi anlatacağım. Sadece, eğer iş birliği yaparsak, bana cezai indirim sağlamanı istiyorum." bu sözleri duyduğumda, olduğum yerde kalakalmıştım. Ama karşımdaki kişi hâlâ bir düşmandı. Ona ne kadar güvenebilirdim?
"Sana neden inanayım?" bir adım yaklaştı ve elime küçük bir kâğıt parçası tutuşturdu. Üzerinde sayılar vardı.
"Bu, Erkin'in evinin şifresi. O eve bu kod olmadan kimse giremez. Camına taş atsan kıramazsın. Operasyonun seyrini değiştirecek bir bilgi veriyorum. Eğer şifre işe yaramazsa, o gece evde olacağım. O zaman beni istediğiniz gibi götürün." içimde bir ses ona inan diyor ama mantığım her kelimesine inanmamak için direniyordu. Onu karargaha götürmem gerektiğini biliyordum. Bir adım attım ve bunu fark ettiğinde, cebinden silahı çıkarıp Sinem'e doğrulttu. Gözlerinde bunu yapmaktan pişman olduğu belliydi.
"Bunu yapmak istemiyorum. Ama beni şimdi götürürsen, sen arkadaşını kaybedersin; ben annemi." kaşlarım çatılmıştı. Ne demek istiyordu? Anlam veremiyordum. Gerçekten çaresiz miydi? Sinem'in durumunu göremediğim için temkinli adımlarla ona doğru yaklaştım. Düşmana sırtını dönemezdin.
"Silahı bırak," dedim. O da geri çekiliyordu. Arkamızda bekleyen bir araba olduğunu fark etmiştim. Ama farlar yanınca, her şey daha da netleşti. Gözüm anlık arkama kayınca, Ekin koşarak arabaya doğru ilerlemeye başladı. Peşinden fırlayacaktım ki, Sinem beni tuttu.
"Gitme. Birce, Ekin gerçekten zor durumda. Yardım etmeniz gerekiyor." Sinem'e döndüm.
"Ona güvenemeyiz." başını, beni anlıyormuş gibi salladı.
"Biliyorum. Ama beden dili onu ele veriyordu. Sen benden daha iyi bilirsin. Çok belli değil miydi?" haklıydı. Bir şeyler ters gidiyordu. Sinem'in koluna girdiğimde sessizce eve yürümeye başladık.
"Her neyse. Yarın karargâhta karar verilir. Sen iyisin değil mi?" diye sordum.
Usulca başını salladı. Ama ben onun iyi olduğunu sanmıyordum. Bugün yaşananlar, onun taşıyabileceğinden çok daha fazlaydı. Artık dinlenmemiz gerekiyordu. Zira yarının, bugünden çok daha fırtınalı geçeceği kesindi.
Eve gider gitmez yorgunluğumuza yenik düşüp uyuyakalmıştık. Güya film gecesi yapacaktık ama ikimizin de zihni o kadar doluydu ki böyle bir şeye fırsat kalmamıştı. Yıllar sonra yeniden aynı çatı altında, yan yana uyuyorduk. Sinem'e sarılmak, çocukluğumda küçük kız kardeşime sarılmak gibiydi; içimi ısıtan, koruyup kollama içgüdüsüyle dolu bir bağdı.
Sabah birlikte uyanıp hazırlandıktan sonra karargaha doğru yola koyulduk. Bugün hem Sinem'in karargâhtaki pozisyonu netleşecek hem de Ekin'le yaşadığım karşılaşmanın ardından operasyonun gidişatı belli olacaktı. Karargaha ulaştığımızda, Sinem'in bakışları hayranlıkla çevreyi tarıyordu. Göz göze geldiğimizde gülümsemesi daha da büyüdü.
"Seninle gurur duyuyorum." dedi. Yüzüme kocaman bir gülümseme yayılmasına engel olamadım.
"Şu an sana sarılamam ama seni çok seviyorum," dedim. Gözlerimden bile bunu anlayabildiğini biliyordum. Gözlerimin parladığını hissedebiliyordum.
"Ben de seni çok seviyorum, cancan." içeri doğru ilerlediğimizde, tim bahçedeydi. Muhtemelen Onat'ı bekliyorlardı. Tahminimce gündemde bugün sıradan bir antrenmandan çok daha fazlası vardı. Yanlarına ilerlediğimizde tüm bakışlar üzerimize dönmüştü.
"Günaydın komutanım."
"Günaydın." Sinem'e baktığımda yüzünde sıcak bir gülümseme vardı.
"Kardeşim, Sinem. Sinem, Pençe Timi."
"Memnun oldum," dedi. Tim üyelerinin isimlerini birer birer söyledikten sonra, Oğuzhan'ın esas duruşa geçmesiyle Onat'ın geldiğini anlamış, ben de yerimi almıştım.
"Günaydın asker."
"Sağ ol!" sesimiz bahçede yankılandı. Bu ahengi seviyordum. Bu, birliğimizin sesi gibiydi. Onat'ın bakışları Sinem'e kayınca yüzünde yumuşak bir tebessüm belirdi.
"Günaydın Sinem. Nasılsın?"
"İyiyim Onat. Sizleri görünce daha da iyi oldum." Onat başını eğerek gülümsedi, ardından bana döndü. Dün gece telefonda ona olup biteni kısaca anlatmıştım, bu yüzden konuya hâkimdi.
"Dün bazı gelişmeler yaşandı. Bu yüzden bir toplantı yapmamız gerekecek. Ben albayın yanına geçiyorum, siz de toplantı odasına geçin. Sinem ve Birce, siz benimle gelin." yola koyulduk. Başta hızlı adımlarla yürüyen Onat, birkaç saniye sonra tempoyu bize uydurmuştu.
"Dün gece zor bir gece geçirmişsiniz. İyisin değil mi, Sinem?" Sinem'i bu denli önemsediğini görmek hoşuma gidiyordu. Çünkü o, benim bir parçam gibiydi. Ve Onat bunun farkında davranıyordu.
"Çok korktuğum söylenemez. Karşımda bir teröristten çok, çaresiz bir kadın vardı." Onat'ın gözleri bu kez bana döndüğünde omzumu silkmiştim.
"Bana sorarsanız terörist, teröristtir komutanım." albayın kapısına geldiğimizde Onat önden içeri girdi. Umut Albay, kafasını kaldırıp bize baktığında ayağa kalkarak gülümsedi. Bakışları özellikle Sinem'deydi.
"Hoş geldiniz çocuklar." Onat'la aynı anda "Sağ olun," dedik. Albay elini Sinem'e uzattı.
"Sen de hoş geldin kızım. Albay Umut Öztekin." Sinem içten bir gülümsemeyle elini uzattı. Her zaman benden daha sıcak biriydi.
"Hoş buldum efendim, sağ olun. Sinem ben."
"Oturabilirsiniz." hepimiz koltuklara oturduktan sonra albay konuşmaya başlamıştı:
"Seni böyle apar topar buraya çağırmak zorunda kaldık, kusura bakma kızım. Ama bu senin için en doğru karardı." Sinem sessizce başını salladığında Umut Albay bana döndü.
"Birce, istersen Sinem'e de ev bakalım."
"Gerek yok komutanım. Beraber yaşarız, bizim için sıkıntı değil," dedim. Sinem de onaylarcasına başını salladı.
"Peki, öyle diyorsanız. Dün Ankara'ya yazı gönderdim. Biliyorsunuz, Turgay tek başına yetişemiyor. Yazılımcıya ihtiyacımız vardı. Cevap olumlu geldi. Burada çalışmasına devam edebilir." Sinem'in artık yanımda olacağını bir kez daha duymak, içimde tarifsiz bir mutluluk yaratmıştı.
"Nasıl uygun görürseniz," dedi. Ardından bana döndüğünde yüzünde hep görmek istediğim o sıcak gülümseme vardı.
"Tamamdır o zaman. Seni Turgay'la tanıştıralım. Onat ve Birce, siz de toplantı odasına geçin." ayağa kalktığımızda albay ve Sinem önden çıkmıştı. Biz de toplantı odasına doğru ilerledik. Onat, kapının önünde durdu, bakışlarını bana çevirdi.
"İyi misin?" kaşlarım çatıldı.
"Bir şey mi oldu?" bakışları derinleşti. Şu an kapının önünde olmasak, elini uzatıp yüzüme dokunacağına emindim.
"Senin iyi olmanı istemem için illa bir şey olması mı gerek yavrum?"
Yine o kelime. Yavrum. Yüzümde, saklayamadığım bir gülümsemeyle ona baktım.
"İyiyim, teşekkür ederim." onun da gülümsediğini görünce içimdeki tüm gerginlik dağıldı. Beraber odaya girdiğimizde bizden başka herkes çoktan yerini almıştı. Onat girer girmez herkes ayağa kalktı, o ise diğerlerine oturmalarını işaret etmişti.
"Dünden bugüne çok fazla gelişme yaşandı," diye başladı.
"Birce'nin yanındaki kadın dün ölümden döndü. Bir meslektaşımız yaralandı." derin bir nefes aldıktan sonra bana döndü. "Akabinde Birce, akşam ikizlerden biriyle karşılaştı." ilk ses Aybars'tan geldi.
"İyi misin Birce? Sinem iyi mi?"
"İkimiz de iyiyiz. Müsaade ederseniz, dünkü karşılaşmayı anlatmak istiyorum komutanım." Onat başını salladı. Derin bir nefes aldım ve anlatmaya başladım.
''Sinem'le birlikte eve dönüyorduk. Gece saat on sularındaydı. Tam o sırada karşımıza Ekin çıktı. Yanıma geldi ve konuşmak istediğini söyledi. Açık konuşmak gerekirse, ona karşı pek sıcak davranmadım. Ama beden dili, sesi, ne kadar çaresiz olduğunu belli ediyordu.'' derin bir nefes aldım, kalbim usulca göğsümde devinirken onun söylediklerini sindirmeye çalışmıştım.
"Benimle bir anlaşma yapmak istiyor," dedim. "Erkin'in yanında isteyerek durmadığını, mecbur kaldığını söyledi. Hatta bana Erkin'in evinin güvenlik şifresini verdi." masaya küçük bir kağıt bıraktığımda herkesin gözleri kağıda kaymıştı.
"Bu gece oraya gelirseniz ben de orada olacağım, dedi. Eğer kapıyı açamazsanız, beni alıp götürmenize müsaade edeceğim diye de ekledi." Selin'in sesi duyulunca herkesin bakışları ona döndü.
"Ona nasıl güvenebiliriz, komutanım?" dedi. Bu soru, dünden beri benim de zihnimi kemiren şüpheydi. Tüm gözler tekrar bana çevrildi.
"Bunu ben de bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Ama yalan söylemediğine eminim. Eğer şimdi teslim olursam, evde bekleyen birini kaybedeceğim dedi. Tehdit altında olabilir. Belki bu bir tuzaktır, bilmiyorum." Onat'ın sesiyle bakışlarım ona döndü.
"Bunu öğrenmenin tek yolu var: gidip görmek. Tam teçhizatlı gidersek, kontrol bizde olur. Yalnızca orada neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz." Oğuzhan haklı bir noktaya parmak basmıştı:
"Peki ya Erkin, Ekin'in orada olmasından şüphelenmez mi? Sonuçta şifreyi bilen kişi sayısı çok azdır."
"Bu soruların cevabını bu akşam alacağız," dedi Onat kararlılıkla. "Ve unutmayın, bu akşam birinizin bile burnu kanamayacak. Kanayan olursa, anasının evine döner." belirsizliğe doğru yola çıkacaktık ama böyle bir fırsat bir daha ele geçmeyebilirdi. Onat albayla konuşmak için odadan çıkarken biz timle baş başa kaldık. Sessizliği ilk bozan Alperen oldu.
"Bu yaptığımız mantıklı mı sizce?" elbette herkesin içinde kuşkular vardı. Oğuzhan söze girdi:
"Mantıklı olmasa yüzbaşım bizi böyle bir şeye sokmazdı." Aybars başını salladığında bakışları kararlıydı.
"Oğuzhan'a katılıyorum. Uzun zamandır operasyon yapmıyoruz ama bu ilkimiz değil. Biz bir ekibiz. Birbirimize güvenimiz tam. Karşımızda kim olursa olsun, fark etmez. Anlaşıldı mı?" hep bir ağızdan, tok bir sesle karşılık verdik:
"Anlaşıldı komutanım!"
Boş odada yankılanan sesimiz hepimizin içini titretti. Düşmanın inine doğru gidiyorduk ve bu bir daha ele geçmeyecek bir fırsattı. Yarım saat sonra Onat geri döndüğünde, hepimizin gözleri beklentiyle ona çevrilmişti. Açıkçası, uzun zamandır elime silah almamıştım ve içimde bir coşku vardı. Göreve gitmek bana her zaman bayram günü gibi gelirdi. Sanki uzaktaki anneme, babama gidiyormuşum gibi hissederdim. Herkesin ait olduğu bir yer vardı, bizimki dağlardı. Onat yanıma oturduğunda sakindi. O bizim liderimizdi. Onun sesiyle harekete geçen bir sürüydük.
"Albaya planı sundum, sorun yok. Şimdi sizinle paylaşıyorum.'' masaya bir plan yerleştirdi. Evin krokisi ve çevre düzeni gözlerimizin önüne serilmişti. Arazi devasa büyüklükteydi, keza ev de öyle. Bir zamanlar devletin malı olan topraklar, sorgusuz sualsiz işgal edilmişti.
"Arsa büyük, ev daha da büyük," diye devam etti Onat. "Ve öyle bir güvenlik sistemi var ki, neredeyse bilim kurgu filmi gibi. Dış kapının önünde bir basamak var. İlk bakışta sıradan bir merdiven gibi. Ama sadece belli insanların ayak izine göre çalışıyor. Farklı bir iz algıladığında, olduğun yerde infilak ediyorsun." kaşlarım şaşkınlıkla kalktı. Daha kapıda bu varsa, içeridekini hayal edemiyordum.
"Bahçeden giriş yapacağız," diye devam etti. "Kapı önündeki kalabalık nedeniyle demirlere müdahale etmemişler. Adamları etkisiz hale getirdikten sonra kapıdaki sistemle karşılaşacağız. Aynı mantık: basamak, şifre, süre. On saniye içinde şifre girilmezse, zemin seni yutuyor ve patlama gerçekleşiyor." Şimal endişeyle sordu:
"Peki ya şifre yanlışsa?" Onat başını iki yana salladı.
"Elbette zemine biz basmayacağız. Muhtemelen orada olan adamlardan biri bu iş için yeterlidir. Bir hain eksilirse, kimse kaybetmiş sayılmaz." içimden "haklı" demeye engel olamamıştım. O adamlar oraya bizim canımızı almak için konulmuştu. Gerekirse biri, herkesin güvenliği için feda edilirdi.
İçeri girdikten sonra plan basitti. Herkes bir kata dağıtılacaktı. Oğuzhan ve Selin bodrumdaydı. Şimal ve Alperen zemin katta. Ben, Aybars ve Onat üst kata çıkacaktık. Erkin büyük ihtimalle oradaydı. Ve üç kişilik ekip, olası sürprizlere karşı daha avantajlıydı.
"Yüzbaşım," dedim. "Ekin de orada olacağını söyledi." bana döndüğünde bakışları yine yumuşamıştı. Her bakışı içimde bir yeri eritiyordu. Farkında mıydı bilmiyorum ama o anlarda nefes almayı unutuyordum.
"Orada olursa, o an ne yapacağımıza karar veririz," dedi. Söyleyişi, aklında bir plan olduğunu belli eder nitelikteydi. Ama bir yandan da Ekin'in gerçekten orada olacağına dair şüpheliydi. Başımı usulca salladığımda saatine baktı.
"Hava kararınca burada buluşuyoruz." herkes ayağa kalktı. Onat çıktıktan sonra Alperen'in sesini duydum.
"Şu görevi sağ salim atlatalım, Allah'ın izniyle bir sofra kurmayalım mı komutanım?" içim ısındı. Görev görevdi. Nerede olursa olsun ölüm hep ihtimaldi. Ama bu düşünce, yoldaşlığı hafifletmiyordu.
"Kuralım ulan! Güzel sonuçlansın da gelin benim eve, size Halil İbrahim sofrası kurayım." demişti Aybars. Kocaman gülümsemeden duramadım.
"Akşam görüşürüz." kapıya yöneldim. Aklımda Sinem vardı. Günü nasıl geçmişti? Tam Turgay'ın odasına girecekken kapı açıldığında aradığım kişi karşımdaydı. Onu görür görmez, yüzümde bir gülümseme belirmişti.
"Ne yaptın bebek?" dedim. O da aynı gülümsemeyle karşılık verdiğinde her şeyin yolunda olduğunu o anda anlamıştım. Arkasında Turgay belirdiğinde ona da başımla selam verdim.
"İyiydi cancan," dedi. "Sistem her yerde benzer ama burada işler daha karmaşık. Gizlilik esası önemli sonuçta. Ama bilirsin, karışıklık benim işim." gülüşmelerimiz arasında Turgay'la vedalaşıp eve doğru yürümeye başlamıştık.
"Akşam göreve gidiyorum," dedim. Adımları durdu.
"Nereye?" ilk kez bunu yüz yüze söylüyordum. Normalde görevden döndükten sonra haber verirdim.
"Hakkari sınırlarında olacağım. Ama seni evde yalnız bırakmak istemiyorum." ilerlemeye başladığımda o da ağır adımlarla peşimden geliyordu.
"Evde yalnız kalmam sorun değil," dedi. Onun için değil ama benim için öyleydi. Erkin'in aklına düşebilecek ilk adreslerden biri Sinem'in yeriydi. Ama bunu ona söyleyemezdim.
"Biliyorum sorun olmayacağını, çiçeğim. Ama benim içim rahat etmiyor. Beni kırmayacaksın değil mi?" ona kıyamadığı yavru kedi bakışımı attım. Dudaklarımı büküp, gözlerimi hafif büyüttüm. Bu halime hep öyle derdi. Gülümsedi, sonra kahkahayla güldü.
"Sen bu ifadeyle baktığın sürece, her şeyi yaptırırsın bana." gülüşü biraz soldu.
"Kiminle kalacağım?" aklıma tek kişi geldi: Oya. Muhtemelen Erkin onun varlığından habersizdi. Oya'nın evi şu an en güvenli yerdi.
"Onat'ın ablası Oya var. Seninle iyi anlaşacağını düşünüyorum. Çok tatlı biridir." omzunu silkti.
"Tamam o zaman. Giysilerimi toplayayım. Gitmeden bizi tanıştır." eve vardığımızda Sinem odaya geçip hazırlanırken ben Onat'ı aradım. Sesi huzur vericiydi.
"Efendim Birce?" dedi.
"Müsait misin?" karargahtaki sesler kulağıma gelince hâlâ orada olduğunu anladım.
"Evet canım." kalbim bir an için hızlandı. "Canım" onun için sıradan bir kelimeydi belki ama bende fırtına estiriyordu.
"Akşam Sinem'i yalnız bırakmak istemiyorum. Oya'nın numarası bende yoktu, seni rahatsız ettim. Oya ile kalabilir mi bu gece?" arka plandaki sesler sustu.
"Öncelikle rahatsız falan olmadım. Oya evde, hemen haber veririm. Bir sorun çıkmaz. Sana dönerim.'' gülümsedim.
"Tamamdır, haber bekliyorum." dakikalar sonra mesaj geldi. İçim rahatlamıştı.
Onat Aktan Kara: Oya sizi bekliyor. Ben de sabırsızlıkla seni bekliyorum, içinde seni görmeyi çok sevdiğim üniformanla.
Mesajı okuduğum anda yüzümde istemsizce kocaman bir sırıtış belirmişti. Dışarıdan bakıldığında aptal aşık bir gülümsemeyle ekrana bakan biri gibi görünüyor olabilirdim ama umurumda değildi. İçimdeki heyecanı bastıramadan parmaklarım klavyede gezindi.
Birce Sağlam: Birbirimizin üniformalı halini beğeniyor olmamız beni mutlu etti.
O sırada Sinem odadan çıktı. Elinde taşıdığı küçük çanta, yalnızca gece için hazırlık yaptığını belli ediyordu. Zaten aramızda sadece bir kat mesafe vardı, bir şeye ihtiyacı olursa gelip alabilirdi.
"Hadi çıkalım," dedi sade bir ifadeyle. Üzerimde hâlâ üniformam vardı. Gerekli olan her şey karargahta olduğu için hiçbir şey almadan kapıya yöneldim. Bir kat yukarı çıkıp Oya'nın dairesinin önünde zile bastım. Kapı üç saniye içinde açıldı; belli ki bizi bekliyordu. Gülümsediğinde, Onat'a olan benzerliği daha da belirginleşiyordu.
"Hoş geldiniz!" dedi coşkulu bir şekilde. İstemsizce ben de gülümsedim.
"Hoş bulduk," dedim ve kapının kenarına çekilerek yanımdaki Sinem'e döndüm.
"Sinem, Onat'ın kardeşi Oya." sonra bakışlarımı Oya'ya çevirdim.
"Oya, çocukluk arkadaşım Sinem." ikisi de aynı anda memnuniyetlerini dile getirip el sıkıştılar. Saate gözüm iliştiğinde, artık yola çıkmam gerektiğini fark etmiştim.
"İkiniz birbirinize emanetsiniz. Benim gitmem gerekiyor," dedim. Sinem'in bana sıkıca sarılması içimi sıcacık yaptı.
"Git, terminatör ol ve geri gel," dedi göz kırparak. Hafifçe güldükten sonra kendimi geriye çekip onunla göz göze geldim.
"Sen beni bekle. Ben hep gelirim." yüzünde bir tebessüm çiçek gibi açtı. Oya'ya döndüm.
"Hoşça kal. Kendinize dikkat edin." Oya da bana sarıldığında, ilk kez bir göreve böyle uğurlandığımın farkına vardım.
"Önce Allah'a, sonra Onat'la birbirinize emanetsiniz," dedi içtenlikle. Bu cümle, kalbimde bir yerlere dokundu. Başımı usulca sallayıp karargaha doğru yola çıktım.
🫧
Bir asker için görev demek, bayram sabahı gibiydi. Nasıl ki çocuklar o sabah sevinçle uyanır, biz de görev günlerinde o çocukça heyecanı yaşardık. Karargahta son kontroller yapılırken, herkesin yüzünden aynı his okunuyordu. Onat, silahların kontrolünü bana bırakmıştı. Tam teçhizatlıydık. Her şeyin hazır olduğundan emin olduktan sonra, Onat içeri girdi.
"Her şey hazır mı?" diye sordu. Önce bana, sonra yanımda duran Aybars'a baktı.
"Hazırız, komutanım." herkes ayağa kalktığında karargahtan çıkıp aracımıza yönelmiştik. Araçta yerlerimizi aldığımızda Onat'ın sesi duyuldu:
"Planın üstünden son kez geçtiğimiz gibi. Kimse plan dışına çıkmıyor, ekstrem hareket yok. Bu gece o piçin evinden alabildiğimiz kadar veri alıp dönüyoruz." Erkin'in evde olmadığı kesindi. Günlerdir evin çevresi gözetleniyor, herhangi bir giriş-çıkış saptanmıyordu. Fakat ev bir kale gibi korunuyordu. Uzun bir yolculuktan sonra araç durdu ve sırayla indik. Arkalı önlü dizilip evin bahçesine doğru ilerlerken Onat'ın işaretiyle bahçe kapısında durmuştuk.
Burası, karargahta bahsedilen gizli kapıydı. Görünüşte sıradan bir merdiven basamağı ama hemen yanında kamufle edilmiş bir geçit vardı. Aynı anda oraya yöneldiğimizde hareketlilik fark eden korumalar hızla yaklaşmaya başladı. Tuzağa düşmüşlerdi. Oğuzhan hızla birini etkisiz hale getirdi, ardından ben diğerine yöneldim. Silahımı doğrulttum ve hedefi tam isabetle vurdum. Kameraların devre dışı olması rahat hareket etmemizi sağlıyordu. Bahçe duvarından tek tek atlayarak içeri girdik. İleride bir adam belirdi. Bizi henüz fark etmemişti; büyük ihtimalle bahçedeki hareketliliği kontrol etmeye gelmişti. Onat, adam yaklaştığında sessizce onu yakalayıp kenara çekti. Kilit için bu adamı kullanmayı planlıyordu. İçeri girmeden önce yeniden toplandık. Onat, adamı kapıya doğru iterken adam direniyordu.
"Sikerim belanı. Yürü lan. Patronunu koruyacak kadar yüreğin varsa, ölmekten neden korkuyorsun?" diye kükredi Onat. Adam yine direnince, Onat bir küfür daha savurdu.
"Şifreyi gireceğiz," dedi adam, sesi ağzındaki kumaşla bastırılmış olmasına rağmen anlaşılır çıkmıştı. Onat, Selin'e döndü.
"Adamı alıyorsun, kapının önüne koyuyorsun. Şifreyi girip on saniye içinde geri geliyorsun." Selin başını salladı. Güven meselesi yüzünden şifreyi öğrenmesine bile izin verilmemişti. Adamı kapıya sürükleyip işlemi gerçekleştirdiğinde gerilim doruktaydı. Şifre girildi, kapıdan tık diye bir ses geldi. Farkında olmadan tuttuğum nefesimi bıraktım. Kapı kendiliğinden açıldığında, hepimiz hızlıca içeri daldık. Onat, Oğuzhan'a döndü:
"Oğuzhan, bu herifi dışarıdaki ekibe teslim et. Herkes konuştuğumuz plana göre hareket ediyor. Dağılın." Aybars, Onat ve ben üst kata yöneldik. Ev devasa büyüklükteydi. Etrafta göz gezdirirken, tüm aradıklarımızın Erkin'in odasında olduğuna emindim.
Koridorun sonunda başka bir koridora açılan bölüm vardı. Henüz nereye gittiğini bilmesem de, içgüdüsel olarak Erkin'in odası olduğunu hissetmiştim. O anda oradan ayak sesleri gelmeye başladığında silahlarımızı doğrulttuk. Ve karşımızda Ekin belirdi. Topuklu botlarıyla dimdik duruyordu. Ellerini havaya kaldırmıştı, teslim olmuş gibiydi. Gözlerini Onat'a dikmişti. Bu görüntü beni fazlasıyla rahatsız ettiğinde onu alnının ortasından vurmak istedim ama bu düşünceyle kendime kızdım. Onat'ın sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.
"Yere çök." Ekin hareket etmedi. Aksine saatine baktıktan sonra gözlerini doğrudan bana çevirdi.
"Bence bu saçmalıklarla uğraşmayalım. Hangi tarafta olduğum belli oldu zaten. Erkin, yaklaşık otuz iki dakika içinde eve dönecek. Zaten çevresindeki askerlerden şüphelenip anlayacaktır. Ama onu beklemeden verileri alın." bu geceki hedefimiz Erkin değildi, sadece ondan alacağımız bilgilerdi. Ekin, bir kapının önünde durdu. Yanındaki alarm sistemi, bu odanın Erkin'e ait olduğunu gösteriyordu.
"Kapının şifresini bildiğini varsayıyorum," dedi Onat. Ekin başını ona çevirirken, Onat'a olan bakışlarının değişmediğini fark ettim. İçim içimi yiyordu. Kendime onu bize yardım ettiği sürece tolere etmemiz gerektiğini tekrar hatırlattım.
"Şifreyi biliyorum, komutan. Ama sizden bir ricam olacak." Onat'ın tam önüne geldiğinde ona fazla yaklaşmıştı. Onat bir adım geri çekildi ama göz temasını bozmadı.
"Sen kendini bize ricada bulunacak konumda mı görüyorsun?" Onat'ın sesi bıçak gibi keskin çıktığında Ekin irkilmişti. Sonra kısa bir öksürükle kendini toparlayıp konuştu:
"Bu işbirliğinden Erkin'in haberi olmamalı. Eğer olursa, yalnız beni değil, başkasını da öldürür. Ve inanın, şu an kendi canımdan çok onun canını düşünüyorum." demek ki korktuğu, kaybetmek istemediği biri vardı.
"Kimsenin haberi olmayacak. Şimdi şifreyi gir ve önden ilerle." kapı açıldığında Aybars dışarıda kaldı, Onat ve ben Ekin'in ardından içeri girdik. Oda bir salon kadar büyüktü.
"Giyinme dolabının içinde bir bölme var. Her şey orada," dedi Ekin. Dolaba yöneldik ama ben duraksadım. Ona sırtımızı dönmek hata olurdu. Bir adım geri çekilip yüzüne baktım.
"Neden bize yardım ediyorsun?" diye sordum. O sırada bakışları hâlâ Onat'ın vücudunda gezinmekteydi. Dişlerimi sıktığımda sabrımın sınırlarında gezdiğimin farkındaydım. Sonunda gözlerini bana çevirdi.
"Benim de senin gibi korumam gereken biri var, Birce. Ve bunu sizin desteğiniz olmadan yapamayacağımın farkındayım." Onat, arka tarafta sessizce bir şeyler karıştırıyordu. Ellerinin arasındaki dosyalar dikkatli ama hızlı bir şekilde hareket ediyordu. Eminim, önemli bir şey bulmuştu.
"Neyle tehdit ediliyorsun?" diye sordum, gözlerimi kısıp dikkatle ona odaklanarak. Bakışları bir bıçak gibi gözlerime saplandığında yüzü gerilmişti. Çenesinde kaslar oynuyordu.
"Sana ne?" dedi sertçe. Kaşlarım kendiliğinden yukarı kalktı. Öfkeyle değil, şaşkınlıkla ona baktım.
"Bize şeffaf olmazsan, seninle iş birliği yapacağımızı gerçekten düşünüyor musun?" bu cümleyi ben söylememiştim. Ama onun da bu durumun farkında olduğunu biliyordum.
"Şu an zamanımız kısıtlı," dedi, sesi biraz daha yumuşamıştı. "bunu başka bir zaman anlatacağım." zaman kaybı, şu an riskti. Ama bu koşullarda ona nasıl güvenebilirdik? Arkama dönüp baktığımda Onat'ın elindeki belgeleri fotoğrafladığını gördüm. Kolumdaki saate göz attım: Erkin'in gelmesine yaklaşık on dakika vardı.
"İki dakika içinde özet geçiyorsun," dedim, ses tonumu sertleştirerek. "Yoksa bizimle karargaha geleceksin." bakışları bir kez daha benimle Onat arasında gidip geldi. Ardından derin bir nefes aldı. O an anlatmaya karar verdiğini anladım.
"Erkin sosyopat. Ve hastalığı ileri seviyede. Normalde bir hastanede tedavi görmesi gerekiyor. Seneler sonra anneme, yani öz anneme ulaştım. Ama Erkin onu kabullenmiyor. Sanrılar görüyor. Onu öldürmemiş olmasının tek nedeni, bu işte onunla birlikte olmam. Ama biliyorum işin sonunda yine de onu öldürecek." damarlarımdaki kan çekilmişti. İnsan, öz annesini öldürmek isteyecek kadar nasıl kaybolabilirdi? Ekin, şaşkınlığımı fark etti. Onat'ın bakışları bana dönünce, yüzümdeki ifadeden bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı.
"Birce, iyi misin?" diye sordu endişeyle.
"İyiyim. Hadi çıkalım," dedim hızlıca. Zaman kaybedemezdik. Onat bir şeylerin ters gittiğini fark etti ama üstelememişti. Hep birlikte odadan çıktık ve sessiz adımlarla aşağıya inmeye başladık.
"Komutanım, bodrum kat temiz," dedi Selin.
"Birinci katta öyle," dedi Oğuzhan.
"Ben aradığımı buldum. Çıkıyoruz," dedi Onat kararlı bir sesle. Tam dışarı çıkarken Ekin'in sesi koridorda yankılandı.
"Yüzbaşı, seni arayacağım." içimde bir ürperti yükseldiğinde Onat arkasına bile bakmadan ilerledi. Dışarıyı kolaçan ettikten sonra hızlı adımlarla araca yöneldik. Ne tür veriler topladığını hâlâ bilmiyorduk. Araçta herkes yerini aldıktan sonra Onat, elindeki dosyalara son bir kez göz gezdirdi ve konuşmaya başladı.
"Dosyaları almadım. Hepsini fotoğrafladım. Eve girdiğimizi bilsin ama ne aradığımızı bilmesin. Çok inceleme fırsatım olmadı ama karargaha gidince çıktıları alıp detaylıca bakacağım. Net olup anladığım tek şey var." ekranı bize doğru çevirdiğinde, karşıma kendi fotoğraflarımın çıkacağını hiç beklemiyordum. Yurttaki günlerimden bugüne kadar, neredeyse hayatımın tamamı karelere sığdırılmıştı. Şaşkınlıkla bakışlarımı Onat'a çevirdim.
"Bir dosyada sadece senin fotoğrafların var. Yurt dönemin de dahil olmak üzere her şey," dedi. Vücudum buz kesmişti. Yıllarca izlendiğimi bilmek, hayatımın her alanında gölgelenmiş hissetmek midemi bulandırdı. Oğuzhan'ın sesiyle irkildim.
"Evveliyatını siktiğimin pezevengi!" araçtaki herkes susmuştu.
"Bir an önce karargaha gidelim ve şu dosyaları inceleyelim," dedi Onat. Cümlesinden sonra kimse tek kelime etmedi. Kafamda binbir düşünceyle karargaha nasıl geldiğimizi anlamadım bile. Güneş henüz doğmamıştı ama uyumak gibi bir lüksümüz yoktu. Bu dosyalar çözülmeden hiçbirimizin içi rahat etmeyecekti. Karargaha girdiğimizde Onat doğrudan kapıdaki askere döndü.
"Sana attıklarımın çıktısını toplantı odasına getir. Hemen."
"Emredersiniz," dedi asker ve hızla uzaklaştı. Toplantı odasında herkes yerini aldığında Onat kamuflaj ceketini çıkardı. Altında sade bir yeşil tişört vardı. Hava serin olmasına rağmen içinin nasıl yandığını tahmin etmek zor değildi.
"Bu orospu çocuğunu öyle bir hale getireceğim ki Allah'a ölseydim diye yalvaracak," dedi dişlerini sıkarak.
"Ne oldu komutanım?" diye sordu Şimal.
"Hangi birini sayayım?" dedi Onat. Gözleri bir an bana takıldıktan sonra bakışlarını yeniden çevirdi.
"Birce'ye saplantılı bir orospu çocuğu mu dersin? Çocuk ticareti yapan bir kansız mı? Yoksa ileri düzey bir sosyopat mı?" şok dalgası, odanın tamamına yayıldı.
"Çocuk ticareti mi?" dedi Şimal fısıltıyla.
"Kanı bozuk şerefsiz." diyen bu sefer Alperen'di.
Kapı çaldı, asker içeri girip belgeleri masaya bıraktıktan sonra sessizce çıktı. Masada, kayıp küçük kız çocuklarının fotoğrafları vardı. Her biri bir diğerinden masumdu. Midem bulanıyordu. Onat karşıma geçti ve konuşmaya başladı.
"Bu dosyada çocuklara dair belgeler var. Hepsi geçmişte burada kaybolan çocuklar. Dosyaya göre ailelerinden zorla alınıyorlar, yurt dışına para karşılığı satılıyorlar." bir kez daha nefes alamaz hale geldim.
"Çocuk satmak ne evveliyatını siktiğimin pezevengi." diye ekledi Onat dişlerini sıkarak.
"Peki ya diğer dosyalar?" dedim kısık bir sesle. Bu bile fazlaydı. Devamını kaldırabilir miydim bilmiyordum. Onat başka bir dosyayı fırlattı masaya.
"Burada da boy boy Birce'nin fotoğrafları var." yere düşen fotoğraflardan biri gözümün önüne geldi. Harp Okulu'nun önünde elimde valizle dikildiğim gündü. O anı asla unutmamaya söz vermiştim. Elim, daralan göğsüme gittiğinde kamuflajımın düğmelerine uzandım.
"Komutanım iyi misiniz?" diye sordu Selin endişeyle yanıma yaklaşarak. Onat da gözlerini üzerime çevirmişti.
"İyiyim. Devam edebilirsin, Onat komutanım.'' dedim.
"Dosyalarda bazı örgütlerin isimleri geçiyor," diye devam etti. "Ama önceliğimiz çocuklar. Bu çocuklara yurt dışında ne yapılıyor, öğrenmemiz gerek." bakışları Aybars'a döndü.
"Örgüt isimlerini araştırıyorsun. Kurucularına kadar istiyorum."
"Emredersiniz," dedi Aybars.
"Hazineyle ilgili hiçbir veri yok. Dosyaları sakladığı kasada da bu yönde bilgiye rastlamadım. Bu bir saptırma olabilir ama işin büyüklüğü sinir bozucu." Oğuzhan araya girdi.
"Belki de hazineyle ilgili dosyaları başka bir yerde saklıyordur. Bu tarz adamlar, bilgileri tek bir noktaya toplamaz. İfşa olurlarsa her şey ellerinden gider." haklıydı. Bu iş bambaşka bir şebekenin parçası olabilirdi.
"Ekin'in bize olan desteği de şüpheli," dedi Onat. "Bu zamana kadar neredeydi?"
"Bizi bir tuzağa çekiyor olabilir," dedim. Timin tamamı dönüp bana baktı.
"Bu başından beri mümkün. Ama abisini satacak kadar ileri gitmesi..." dedi Selin. Sesinden duyduğu şüphe net bir şekilde anlaşılıyordu.
"Ya ölecek bir annesi bile yoksa?" bu soru Alperen'den gelmişti.
"Benim bir fikrim var ama yapar mısınız bilemiyorum," dedi Aybars.
"Dinliyorum," dedi Onat, ciddi bir tonla.
"Ekin'in size olan ilgisini fark ettiniz mi?" içimden bir kurşun geçmiş gibi oldu.
"Evet," dedi Onat kısa bir duraksamayla.
"Sizi arayacağını söyledi. Eğer görüşmek isterse bu ilgiyi kullanabiliriz." söz söyleyemedim. Söz konusu görevse, duygular geri planda kalmalıydı. Onat da bunu biliyordu. Gözleri bir an bana döndüğünde ben hemen bakışlarımı yere çevirmiştim.
"Düşüneceğim," dedi sonunda. Hayır dememişti. Diyemezdi. Derin bir nefes aldım. Onat saatine baktıktan sonra konuştu:
"Evlerinize dağılın. Bugün izinlisiniz. Siber güvenlik birimleri araştırmaya başlayacak. Bir süre ortalığın durulmasını bekleyip yeniden harekete geçeceğiz. Ekin bize ulaşana kadar sessizlik istiyorum." sabahın ilk ışıkları karargaha yansımaya başlamıştı. Aybars herkesi evlerine bırakmayı teklif etti. Bu saatte sokaklar buz gibiydi. Hepimiz yorgun ve suskunduk. Oğuzhan ve Alperen kendi arabalarıyla ayrıldı. Ben ve kızlar Aybars'ın arabasına yönelmiştik ki Onat'ın sesi arkamızdan yükseldi.
"Birce, seni ben bırakayım," dedi Onat. Bakışlarım Aybars ve kızlara kaydı.
"Siz gidin. Görüşürüz, iyi uykular."
Onlarla vedalaşıp Onat'ın arabasına doğru yürüdüğümde şoför koltuğuna çoktan oturmuştu. Kapıyı açıp yanına geçtiğimde, çalıştırdığı klimanın sıcaklığı vücudumun dışarıdaki soğuktan taş kesilen yerlerini usulca çözüverdi.
"Bu gece benimle uyur musun?" sözler ağzımdan nasıl döküldü, ben bile anlayamamıştım. Sadece onu yanımda istiyordum. Bakışlarını üzerimde bir an sabitleyip sonra tekrardan yola çevirdi.
"İstemen yeterli." dedi. Eve kadar tek kelime etmeden yol aldık. Asansörde beşinci kata bastığında onun evine çıktığımızı anlamıştım. Nerede olduğumuzun bir önemi yoktu artık; onun yanında olmak ve güvenle uyumak istiyordum sadece. Eve girdiğimizde gözlerini bana çevirdi.
"İstersen duşa girebilirsin," dedi. Duş bana iyi gelecekti. Başımı usulca sallayıp yanımda getirdiğim birkaç parça eşyayı alarak banyoya geçtim. Aynaya bakınca, yüzümdeki solgunluğu fark etmemem mümkün değildi. Bu görevin üzerimde bıraktığı etkiyi bu denli taşımamalıydım. Aslında beni esas yıkan şey, çocuk ticaretine dair öğrendiğimiz gerçeklerdi.
Suyu ayarlayıp sıcaklığın bedenimdeki gerginliği alıp götürmesine izin verdim. Her kendimi sıkışmış hissettiğimde sıcak suya sığınırdım. Ama burası benim evim değildi; o yüzden çok oyalanmadan duştan çıkıp üzerimi giyinmiştim. Banyodan çıktığımda Onat'ı göremeyince içimi hafif bir tedirginlik kapladı.
"Buradayım güzelim." sesi yatak odasından gelmişti. Tedirginliğimi hissetmişçesine seslenmişti. Odaya girdiğimde çarşafları değiştirdiğini gördüm. Hâlâ kamuflajları üzerindeydi; muhtemelen birazdan duşa girecekti.
"Çarşafları aslında yeni değiştirmiştim ama yine de yeni olsun istedim," dedi. "Ben de bir duşa gireyim, geliyorum."
Başımı salladığımda tam yanımdan geçerken durdu. Göz göze geldik. Elini usulca yanağıma uzattığında dokunuşunda öyle bir şefkat vardı ki gözlerimin kendiliğinden kapanmasına engel olamadım. Gözümün üstüne kondurduğu minik öpücük içimi sıcacık etmişti. Ona sarılmak istedim ama içimde bir utanç dalgası yükseldi, yapamadım.
"On dakikaya yanındayım." yanımdan geçip banyoya yöneldiğinde derin bir nefes aldım. Gözüm yatağa kaydığında çarşafları özenle, jilet gibi sermişti. Ev işlerinde ne kadar becerikli olduğunu en başından beri farkındaydım. Yumuşatıcı kokusu odaya yayılmış, tazeliğiyle içimi rahatlatmıştı. Yüzümde farkında olmadan bir tebessüm belirdi. Onunla uyuyacak olmanın heyecanı kalbimi kıpır kıpır yapıyordu. Ama aynı zamanda bir bilinmezliğin içindeydim. Bizim aramızda ne vardı? Bu geceyi paylaşmak ne anlama geliyordu? Duyguların tanımı henüz yoktu ama yoğunluğu apaçık ortadaydı. Bu düşünceler içinde boğulurken, birden gelen sesiyle irkildim.
"Geldim." bakışlarımız buluştuğunda yüzüme öyle sıcak bir gülümseme yerleştirdi ki içim yeniden ısındı. Gözlerimin ışıldadığını hissediyordum; göz bebeklerindeki yansımasında bile fark ediliyordu.
"Seni tedirgin eden ne varsa, hepsini ellerimle yok etmek istiyorum," dedi. Nefesi yüzüme değdiğinde rahatsız olmak bir yana, o temas bile beni gevşetmişti. Yanağıma kondurduğu öpücükler, boynuma doğru ilerledi. Küçük, nazik dokunuşlarla bedenimdeki kasılmalar azalıyordu. Boynumda derin bir nefes aldı. Ardından yüzümü avuçladı, gözlerini yüzüme sabitledi.
"Keşke kafandaki tüm düşünceleri duyabilsem. Bugün zor bir gündü. Gördüğümüz şeyler kolay kolay silinmeyecek. Ama istersen seni göğsümde uyutabilirim." başımı yavaşça salladım.
"Teşekkür ederim," dedim sadece.
Bakışlarındaki o derinlik, bana dünyadaki en kıymetli varlıkmışım gibi hissettirdi. Yatağa uzandığında, ben de hemen yanına yerleştim. Beni göğsüne çektiğinde kalp atışları kulaklarımda yankılanıyordu. Saçlarımla oynamaya başladı; parmak uçları saç tellerimi dolaşırken içimdeki huzur, göz kapaklarımı ağırlaştırdı. Ama uyumak istemiyordum. Onunla geçen her saniyeyi yaşamak, bu anı uzatmak istiyordum.
"Ekin üzerinden görevlendirilmen sorun değil Onat," dedim birden. Saçlarımla oynayan eli durduğunda başımı kaldırıp ona bakmıştım. Göz göze geldiğimizde eli çenemi buldu.
"Biliyorum. Sen işini duygularından ayırabilecek kadar profesyonelsin. Ama bu durum yine de bizi zorlayacak," dedi. Evet, zorlayacaktı. Hatta şimdiden içimi kemiren bir şey vardı.
"Rahatsız etse bile bunun sadece bir görev olduğunun farkındayım," dedim.
Başını onaylarcasına salladığında yüzü yakınımdaydı. Çenesine bir öpücük kondurduğumda gözlerime bakan gözlerindeki o ateşi görmemek mümkün değildi. Benim minicik bir dokunuşumla bile alev alıyordu. Bu beni etkilemiyor değildi elbette. Dudakları öylesine hızla dudaklarıma değdi ki, aniden toparlanıp ona döndüm. Dudaklarımı hafifçe ısırmasıyla istemsiz bir inilti ağzımdan çıkmıştı. Bu, onu daha çok teşvik etmişti. Çenemden inen eli belime kaydığında beni kendine daha çok çekti. Birkaç saat önce yaşadıklarım, geçmişim, tüm karanlık düşünceler onun dudaklarında dağılıp gidiyordu. Kendini geriye çektiğinde, gözlerindeki tutkuyla bana baktı.
"Durmalıyız, Birce." başımı hızla sallayınca gülümsedi. Dudaklarıma son bir öpücük bıraktıktan sonra göğsüne tekrar yaslanmıştım.
Ona olan bu çekim beni paramparça edecekti. Hiçbir zaman biriyle aramda ileri boyutta bir şey olmamıştı. Bunun eksikliğini de hissetmemiştim. Ama onun küçücük teması bile zihnimdeki fantezi kapılarını aralıyordu. Bunları düşündüğüm için utanıyordum. Neyse ki, zihnimden geçenleri okuyamıyordu.
"Uyu biricik. Çok yoruldun, uyu." saçlarımı okşamaya devam etti. O gece, yurtta geçirdiğim uykuların aksine soğuk değildi. Kendimi değersiz hissettiğim gecelere hiç benzemiyordu. O gece, bana değer veren birinin koynunda huzurla uyudum.
🫧
Uykum her zaman hafifti. En ufak seste uyanırdım. İçeriden gelen takırtıyla gözlerimi araladığımda yanımda Onat yoktu. Burnuma gelen mis gibi kokuyla sesin mutfaktan geldiğini anlamıştım. Yüzümdeki gülümsemeyi engelleyemedim.
Yerimden kalkıp aynada üstümü başımı düzelttim. Uyanınca yüzüm şiş olurdu. Hemen odadaki lavaboda elimi yüzümü yıkadıktan sonra mutfağa yöneldiğimde kalbim, göğsümde hafif hafif kıpırdanıyordu.
Üstü çıplaktı. Altında sadece koyu gri bir eşofman vardı; bronzlaşmış, kaslı vücudu dikkat çekiciydi. Omuzlarındaki çizgiler belirgindi, karın kaslarıysa neredeyse heykel gibi duruyordu. Düzenli spor yaptığı her halinden belliydi. Yumurtayı tavaya kırdıktan sonra arkasını döndü ve bakışları doğrudan beni buldu. Gözlerinin içi güldü, ardından yüzüne sıcak bir gülümseme yayıldı.
"Günaydın, yavrum," dedi, sesi uykudan yeni uyandığını belli ediyordu. Ben de usulca yanına ilerledim. Parmak uçlarımda yükselerek yanağına hafif bir öpücük kondurdum.
"Günaydın." gözüm sofraya kaydığında, hazırlanan çeşitliliği görünce şaşkınlığımı gizleyememiştim.
"Keşke beni de uyandırsaydın. Beraber hazırlardık," dedim hayretle. O çayları doldururken ben sandalyemi çekip masaya oturdum.
"Bir dahakine beraber hazırlarız. Bu seferlik benden olsun," dedi. Sonra bardakları özenle masaya bıraktı ve karşıma oturdu. Üzerinde hâlâ bir şey olmaması dikkatimi dağıtıyor ama bunu ona çaktırmamaya çalışıyordum.
"Telefonuna baktın mı hiç?" diye sordu. Henüz bakmamıştım. Muhtemelen Sinem meraktan delirmişti. Tam ayağa kalkacakken, elini uzatıp bileğimden tutarak beni durdurdu.
"Kalkmana gerek yok bebeğim. Sinem merak etmiş ama birlikte olduğumuzu söyledim. Merak edilecek bir şey yok," dedi sakin bir ifadeyle. Oturduğum yere yeniden yerleşip çayımın ilk yudumunu aldım.
"Telefon işini alışkanlık haline getirmem gerek sanırım. Tekken sorun olmuyordu ama artık tek değilim," dedim gülümseyerek. Başını yavaşça salladı.
"Evet, bize ulaşamadıkça kafayı yememizi istemiyorsan telefonunu yanında taşımalısın." bakışlarımı onun gözlerinde sabitledim.
"Kafayı yeme yüzbaşım, sen bize lazımsın." bu kez onun alaycı bakışları üstümde gezindi.
"Nasıl lazımmışım asker, anlatsana," dedi, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle. Güldüm,o da bana eşlik etti.
"Akşam Aybars bizi çağırıyor," dedi bir anda ciddileşerek. Gözleri üzerimdeydi.
"Sence şu an için doğru zaman mı?" diye sordum. Bunu ben de istiyordum. Kafamızın dağılmasını, hep beraber olmayı istiyordum. Ama aklımdaki soru işaretleri gitmiyordu. O sırada elindeki çatalı bırakıp elini bana uzattı. Hiç tereddüt etmeden elimi onun avucuna bıraktığımda avuç içimi nazikçe okşamaya başlamıştı.
"Bundan daha doğru bir zaman yok, Birce. Biz askeriz ama aynı zamanda insanız. Ve inan bana, şu an o kansızdan 1-0 öndeyiz. Ekin bize ulaşana kadar herhangi bir adım atmayacağız." sözleri içimi rahatlatmıştı. Elini alıp yanağıma yasladığımda bu hareketim onun yüzünde içten bir tebessüm yarattı.
"Yavru kedi misin sen?" diye mırıldandı, gözleri gözlerimi bulduğunda bakışları yumuşadı.
"Bu hayatta, bunca şeyin ortasında nasıl bu kadar masum kalabildin, Birce?" diye fısıldadı. Masum olduğumu düşünmüyordum. Hiçbirimiz değildik. Ama bunu ona anlatmak istemedim. O beni masum bilsin, öyle görsün istedim. Bu küçük yanılsama bana iyi geliyordu. Sonraki dakikaları sessizce geçirdik. Önümüzdeki tabaklar boşalmıştı.
"Eline sağlık, her şey çok güzel olmuş."
"Afiyet olsun," dedi. Boş tabakları toplayıp bulaşık makinesine yerleştirdikten sonra ikimiz aynı anda birbirimize döndük.
"Ben aşağı ineyim. Sinem muhtemelen meraktan delirmiştir. Teşekkür ederim her şey için."
Sandalyenin arkasına bırakılmış tişörtünü fark etti, giydi. Tişörtün orada olduğunu bile fark etmemiştim. Onu izlemekten, etrafı gözden kaçırmıştım.
"Teşekkür edecek bir şey yok, güzelim. Akşam görüşürüz," dedi. Öpüştük, vedalaştık. O evde kaldı, ben aşağıya indim. Hayatımın en huzurlu uykularından birini geçirdiğim gecenin ardından içimde garip bir kıpırtı vardı. Ama aklım Sinem'de kalmıştı. Hızlı adımlarla apartmanın alt katına indiğimde kapıyı açıp içeri girdim. Mutfaktan mis gibi kokular geliyordu. Sinem kapının açıldığını duymuş olmalı ki hemen yanıma geldi.
"Şükür!" diyerek bana sımsıkı sarıldı.
"Yavaş Sinem," dedim ama sırtıma attığı şaplakla irkilmem bir oldu.
"Ne yavaşı be? Kaç kere aradım seni, haberin var mı? Sabaha kadar seni düşündüm!" gözleri üzerimde gezindiğinde bedenimde bir yara bere arıyor gibiydi. Sonunda içi rahatlamış olacak ki göz göze geldik.
"Telefonu kenara koymuşum. Onat'laydım, bir sorun yok," dedim. Kaşlarını kaldırdı.
"Öğrendik canım, Onat'la olduğunu. Merak etme, iki günde pabucum dama atıldı maşallah." Mutfağa doğru döndüğünde şaka yaptığını biliyordum. Endişesini böyle gizliyordu. Peşinden gidip sofraya göz attım. Her şey hazırdı.
"Vay be, neler yapmışsın! Seni alan yaşadı vallahi," dedim. Ters bir bakış attı ama ben kendimi tutamayıp kahkaha attım. Yanaklarını sıktığımda kaçmak istedi ama izin vermedim.
"Özür dilerim cancan. Yalnız yaşamaya o kadar alışmışım ki, telefon aklıma gelmedi. Ama düzelteceğim. Söz." sarılıp içini döktü. Tribi bu kadardı işte. Birbirimize kıyamazdık.
"Beni bir daha böyle korkutma," dedi. Sofraya oturduk.
"Oya'yla nasıldı? Neler yaptınız?" çayları doldurduktan sonra önüme koyduğu yumurtaya başladım.
"Çok tatlı bir kız. Bir sürü ortak noktamız çıktı. Sohbet ettik, güldük, bayağı iyi geçti." başını salladı.
"Evet, çok uyumlu biri." ve beklediğim soru geldi.
"Peki sen Onat'la ne yaptın asıl?" dediğinde içtiğim çay genzime kaçtığında öksürmeye başladım.
"Helal helal!" deyip sırtıma üç kere vurdu.
"Ne oldu kız? Ne sorduk sanki, betin benzin attı!" çayı tek yudumda içtim. Dün gece Onat'la yaşadığımız yakınlık gözümde canlanınca, yanaklarımın yandığını hissettim.
"Saçma sapan sorular soruyorsun Sinem. Ne yapabiliriz ki yani?" dedim ama yüzümden her şey anlaşılıyordu. Yüzünde sinir bozucu bir sırıtış belirdi.
"Tamam, daha net nasıl belli edebilirdin bilmiyorum." anlamıştı tabii. Anlamayacak gibi değildi.
"Akşam Aybars'a gidiyoruz. Gelmek ister misin?"
"Çevir gazı, yanmasın. Hemen konu değiştir. Rahatsızlık vermeyeyim size?" ayaklandığımda masayı toplamaya başlamıştım.
"Saçmalama, ne rahatsızlığı? Zaten doğru düzgün vakit geçiremedik. Gel, güzel olur." akşama kadar sohbet ettik. İlk iş gününde yaşadıklarını, Turgay'la nasıl bir sistemle çalıştığını anlattı. Eski çalıştığı yerin terörle bağlantılı olduğu kesinleşmişti. Umut Albay'ın araştırmaları, olayların Erkin'le bağlantılı olduğunu ortaya koymuştu. Saat ilerledikçe hazırlanmak için odaya geçtik.
"Ne giyeceğiz şimdi?" dedi Sinem, kaşlarını çatarak. Onun klasik kriziydi. Ne giyeceğini bulamazsa dolabı dağıtır, sonunda da ağlardı. Evet, ağlardı.
"Terasta oturacakmışız. Evde olacağız sonuçta, çok şık olmana gerek yok," dedim. Dolaba yürüyüp kendine aynada baktı. Ardından bana döndü.
"Bebeğim, ben eşofmanla bile şık olabilen bir kadınım." haklıydı. Gerçekten öyleydi.
"Mevzu ben değilim, sensin. Onat seni görünce nutku tutsun istiyorum." Onat'ın beni beğenmesi hoşuma giderdi elbette ama ev ortamında dikkat çekmek de istemiyordum.
"Evdeyiz Sinem. Çok abartmak istemiyorum." dolaptan birkaç kıyafet seçip bana uzattı.
"Kendini bana bırak. Git, şunları giy gel." ısrar etmek boşa olacaktı. Hızla duşa girdikten sonra giyinmiştim. Üzerime salaş beyaz bir gömlek ve yırtmaçlı uzun kot etek giymiştim. Boyum uzun olduğu için bu tarz etekler bana yakışıyordu. Gold renkli bir kolye ve kare formda küpeler takmıştım. Ev ortamı için biraz gösterişli olabilirdim ama bugün Sinem'in dediğini yapacaktım. Saçlarımın uçlarını hafifçe maşaladıktan sonra odadan çıktım. Koridorda Sinem'le karşılaştık.
"İnanılmaz görünüyorsun. Şu fiziğini doğru kıyafetlerle ortaya çıkarmadığın zaman yemin ederim seni vurasım geliyor," dedi Sinem, beni baştan ayağa süzerken.
Bakışlarımı ona çevirdiğimde o da azımsanmayacak kadar etkileyici görünüyordu. Benim aksime biraz daha sportif bir tarz tercih etmişti. Kumaş pantolonunu sporlaştırarak kombinlediği kısa, balıkçı yaka kazak onu daha da zarif göstermişti.
"Senin de benden aşağı kalır bir yanın yok. Maşallahın var," dedim gülümseyerek. O da şımarık bir edayla etrafında bir tur döndü. Aramızdaki kahkahalar yankılanırken, telefonu elime alıp Onat'ı aradım. Zaten birlikte gideceğimizi söylemişti.
"Efendim fıstığım?" dedi telefonu açar açmaz. Her defasında farklı bir sevgi sözcüğüyle karşılaşmak içimi ısıtıyordu.
"Biz hazırız Onat. Eğer müsaitsen çıkalım mı?" dedim heyecanımı gizleyemeden.
"Süper, Oya da gelecek. Beş dakikaya kapınızdayım," dedi ve telefonu kapattı. Hızla aşağıya indik. Oturduğumuz mahalle Hakkari'nin en nezih yerlerinden biriydi. Binanın iç ışıkları yandığında geldiklerini anlamıştım. Apartman kapısından önce Oya çıktı, ardından Onat belirdi.
"Kız Birce, bu ne güzellik böyle?" dedi Oya, gözlerini üzerimden ayırmadan.
"Teşekkür ederim Oya. Sen de harika görünüyorsun," dedim nazikçe. Bakışlarım arkasındaki Onat'a kaydığında yüzünde beliren bir hayranlıkla bana bakıyordu. Kızlar arabaya ilerlemişti ki, Onat yanıma gelip yanağıma usulca bir öpücük kondurdu.
"Her geçen gün daha güzel bir halini nasıl görebiliyorum, hâlâ anlayamıyorum," dedi.
"Ben de bunu senin için düşünüyorum, biliyor musun?" dedim gözlerimin içine bakarken.
"Şu an, birlikte eve gitsek daha iyi olurmuş gibi hissediyorum," dedi alçak sesle. Bir adım yaklaşıp aramızdaki mesafeyi kapattım.
"Öyle olacağına eminim. Ama şu an bizi bekleyen insanları daha fazla bekletmemeliyiz," dedim ve yanağına kısa bir öpücük kondurarak arabaya yöneldim. Arka koltukta Sinem ve Oya çoktan sohbete başlamıştı. Onat da arabaya binip yola koyuldu. Ev çok uzak değildi. Evin önünde duran araçlar, diğerlerinin çoktan gelmiş olduğunu gösteriyordu. Asansörle en üst kata çıktığımızda Aybars kapıyı açmıştı bile.
"Hoş geldiniz!" dedi neşeyle. Sivil kıyafetle onu çok az görmüştüm. Beyaz gömleği ve dikkat çeken kızıl saçlarıyla oldukça çarpıcı görünüyordu.
"Hoş bulduk," dedik hep bir ağızdan. İçeri girdiğimizde tim masasının başında yerini almıştı bile. Teras genişti ve tamamen kapatılmıştı. Masa özenle hazırlanmış, her ayrıntı düşünülmüştü.
"Hoş geldiniz, komutanım," dediler, hep bir ağızdan.
"Oya, bizim tim. Çocuklar, bu da ablam Oya," dedi Onat.
"Çok memnun oldum," dedi Oya, sıcak ve içten bir gülümsemeyle.
"Biz de memnun olduk, Oya Hanım Abla," dedi Oğuzhan. Yüzümdeki tebessüm büyüdü.
"Oya Hanım Abla ne evladım? Ya Oya Hanım de ya Oya abla," dedi Alperen gözlerini devirerek.
"İsterseniz Oya abla diyebilirsiniz. Ya da sadece Oya. Hangisi sizi rahat hissettirirse," diye araya girmişti Oya.
İçeriden gelen tabak takırtılarıyla başımızı çevirdiğimizde Şimal'i ellerinde servis tabaklarıyla gelirken gördüm. Göz kamaştırıcı gülüşüyle yine tüm ışığı üzerine çekmişti. Anlaşılan bizden önce gelmiş ve Aybars'a yardım etmişti.
"Hoş geldiniz," dedi. Oya'yla tanıştıktan sonra herkes masaya geçti.
"Herkesin ne sevdiğini bilemediğim için, ayrı ayrı mangal yaptım. Burada balık, burada et, burada da tavuk var," dedi Aybars gururla.
"Neden zahmet ettin Aybars komutanım?" dedim mahcup bir sesle. Omzunu silkti.
"Hepimiz uzun zamandır şöyle bir ziyafeti hak ettik bence," dedi. Diğerleri de başlarını sallayarak onu onaylamıştı.
"O zaman bu gecenin sakisi benim!" dedi Alperen, ve herkes gülüşerek bardaklarını ona uzattı. Rakıları tek tek doldururken,
"Vatan için!" diye seslendi. Hepimiz aynı anda bardaklarımızı kaldırıp "Şehitlerimiz için," diyerek tokuşturduk.
Rakının tadını sevdiğim söylenemezdi ama bu sıcak ortamda içmek, o acı tadını unutturuyordu. Herkes kendi arasında koyu sohbete dalmıştı. Sinem ve Oya bir köşede konuşuyor, Şimal Aybars'la fısıldaşıyor, Oğuzhan, Alperen ve Selin şakalaşıyordu. Onat'ın ne yaptığına bakmak için başımı çevirdiğimde, bana baktığını fark ettim. Alkolün de etkisiyle, bakışlarımı ondan kaçırmadım.
"Çok güzelsin," dedi.
"Sen çok güzel bakıyorsun," dedim, sesim yumuşak ve içtendi. Gözleri bir kez daha parladığında içimde bir yerlere dokunduğunu hissediyordum.
"Şu an seni öpmek istiyorum," dedi gözlerini gözlerime kilitleyerek.
"Peki seni tutan ne?" dedim, meydan okurcasına.
Hiç beklemeden ayağa kalktı, elimi tuttu ve beni de kaldırdı. Masadaki kimse bizi fark etmemiş gibiydi. Herkes kendi dünyasına dalmıştı.
Koridora çıktığımızda sırtımı duvara yasladı. Dudakları dudaklarımı bulduğunda zaman durmuş gibiydi. Öpüşürken, hissettiğim şey sarhoşluk değildi. Bu tamamen Onat etkisiydi. Ellerinin eteğimin yırtmacından bacaklarıma ulaştığını hissettiğimde, içim titredi.
Tam o an bir ses duyduk. Balkon kapısından gelen gıcırtıyla ikimizin de bakışları aynı yere kaydı.
"Hassiktir..."
Bölümle ilgili düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz. 💖
Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz.
Instagram/Tiktok/Twitter:monsoleil777
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 49.67k Okunma |
3.75k Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |