14. Bölüm

BÖLÜM ON ÜÇ

monsoleil016
monsoleil016

Merhabalar. Bir hafta aradan sonra tekrardan birlikteyiz. Bölüm günlerimizi Perşembe olarak değiştirmeye karar verdim, artık her Perşembe birlikteyiz.💖 Sizden ufak bir ricam olacak. Yorum yapıp, eleştirmeniz benim için çok önemli. Ve on üç bölüm boyunca hikayede olan yorum sayısı yok denecek kadar az. Her hafta bölüm atıyorum, bunun karşılığında yorumlarınızı ve eleştirilerinizi görmek beni çok mutlu eder. Lütfen benden bunları esirgemeyin. 💖İyi okumalar!

Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777

 

İlk kez birine karşı bir şeyler hissettiğimde -ya da hissettiğimi sandığımda-yirmi üç yaşındaydım. O zamanlar, hayatımın aşkını bulduğumu sanarak, içimde çiçekler açıyor gibi hissediyor, etrafıma sanki ışık saçıyormuşum gibi dolaşıyordum. O karmaşık duygunun adına kendi kendime "aşk" dedim. Emre, yirmi beş yaşındaydı. İlk görev yerimde tanışmıştık. O havacıydı. Başlangıçta bana gösterdiği ilgi hoşuma gidiyordu ama zamanla her şey değişmişti. Aramızdaki bağ yavaş yavaş zehre dönüşmeye başladı. Toksikleşen ilişki, beni yormaya ve tüketmeye başlamıştı. O an anlamıştım ki, insan belli bir yaştan sonra sırtına yük değil, omzuna omuz olacak birini arıyor.

Emre'den sonra hiç kimseyle ciddi bir bağ kurmamıştım. Onat'la tanıştığımdan beri, içimde tekrar kıpırdanan duyguların ne kadar derin ve gerçek olduğunu daha iyi anlıyordum. Onda hissettiğim şey, sadece hoşlanmak ya da geçici bir çekim değildi. O, sanki hayatımın eksik kalan parçası gibiydi. Bazen birini ilk gördüğün anda bile, senin için ne ifade edeceğini anlardın. Ben anlamıştım. Alperen'in sesiyle birlikte gözlerimiz ona döndüğünde alkolün etkisiyle saçmalamaya başlamıştı bile.

"Hayır. Şu an hayal görüyorum. Onat yüzbaşım, Birce yomutanımı kucaklayacak değil ya? Amına koduğumun salağı, gördüğün hayale bak." gözlerini yumduktan birkaç saniye sonra yeniden açtı. Biz hâlâ aynı şekilde birbirimize sarılmıştık. Önce bizi süzdü, sonra dua edercesine başını göğe kaldırdı.

"Allah'ım, bana bunu neden beden yapıyorsun?"

"İçeri geç Alperen." Onat'ın sesi tok ve netti. Alperen irkildiğinde gördüklerinin hayal olmadığını nihayet kabullenmişti.

"Ben bir şey görmedim komutanım. Emredersiniz!" diyerek asker selamı verip, marş adımlarıyla içeri yönelmişti.

"Aptal." Onat başını sallayıp sonra tekrar gözlerini bana çevirdiğinde hâlâ kollarındaydım. Dakikalardır beni taşıyordu ama yüzünde en ufak bir yorgunluk belirtisi yoktu. Alnıma nazik bir öpücük kondurduktan sonra beni yavaşça yere indirdi.

"Biraz daha içeri geçmezsek, senaryo üretmeye başlarlar." başımı usulca salladım ve sessizce terasa yöneldim. İçeri yaklaştıkça kahkahalar, konuşmalar belirginleşmişti.

"Yani diyorsun ki içeride cinler var ve sana hayal gördürdüler?" terasa adımımı atmamla birlikte gözler üzerime çevrildi.

"Birce, sen içeride bir şey gördün mü?" diye sordu Sinem. Alperen'in neden böyle bir şey uydurduğunu hemen anlamıştı, muhtemelen ne yapacağını şaşırıp, bu absürt yalanı söylemişti.

"Yoo, ne göreceğim? Ne içirdiniz siz bu çocuğa, halüsinasyon görmeye başlamış." Alperen'in bana attığı ters bakışı gördüğümde keyifle gülümsedim.

"Neyse komutanım. Çok içmişim ben herhalde. Haklısınız." ben de iyi durumda sayılmazdım ama gururuma yediremeyip çaktırmamaya çalışıyordum.

"Bu güzel gecenin sonuna geldik. Yarın sabah içtima var, herkes güzelce dinlensin." Onat'ın sesiyle irkildiğimde orada olduğunu fark etmemiştim. Göz göze gelmemeye çalışıyordum; çünkü bana bakarsa, ne kadar utandığımı anlayacaktı. Herkes toparlanmaya başladı. Şimal hâlâ yerinden kalkmamıştı ama o an üzerine gitmek istemedim.

"Her şey çok güzeldi Aybars, ellerine sağlık." dedim. O da epey alkol almıştı ama kendinde görünüyordu.

"Her zaman beklerim." dedi gülümseyerek. Diğerleriyle vedalaştık ve aşağıya indik. Yine aynı kadro: Oya, ben, Sinem ve Onat. Kızlar arka koltuğa geçtiğinde bana ön koltuk düşmüştü. Onat kontağı çevirdi ve yola koyulduk.

"Nasıl hissediyorsun?" diye sordu. Biraz daha ayılmıştım. Asıl sarhoşluğumun nedeni alkol değil, Onat'ın dokunuşlarıydı.

"İyiyim, kendime geldim." dedim. Dikiz aynasından baktığımda, kızların çoktan uyuduğunu görmüştüm.

"Aslında az içtin. Neden böyle oldun?" hafifçe gülümsüyordu. Yüzündeki ifade dalga geçer gibi değil, meraklıydı.

"Bilmiyorum." diyerek başımı çevirdim. Ona daha fazlasını belli etmeye niyetim yoktu.

"Ben biliyorum sanki." kaşımı kaldırıp ona sertçe baktım. Bu oyunu kimin kazanacağı belli olmazdı.

"Neymiş o?"

"İkimizin ateşi sarhoş etti seni." dediğinde gülümsemesi yüreğime işledi. Bir insan bu kadar güzel gülmemeliydi. Bu, açıkça bir haksızlıktı.

"Tek beni mi yaktı, yüzbaşım?" dedim tüm vücudumla ona dönerek yaklaşmamla birlikte o da bana doğru eğildi.

"Sen yandıysan, ben kül oldum diyelim." dudakları dudaklarıma yaklaşmıştı ki, arka koltuktaki kızların varlığını hatırlayıp geri çekildim. O da durumu fark ettiğinde hafifçe öksürüp yeniden arabayı çalıştırdı.

İkimiz de sağlıklı düşünemiyorduk. Bu gece bedenimizi değil, ruhumuzu yoran bir gecenin gecikmiş sarhoşluğuydu. Eve ulaşmam gerekiyordu. Yolun sonunda, nihayet apartmanın önüne geldiğimizde birbirimize aynı anda döndük. İlk o konuştu.

"Seninle birlikte, en güzel gecelerimizden birinin başlangıcını yaşadık bu gece." kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Midemde kelebek değil, kelebek ordusu uçuyordu.

"Sen hayatımda olduğun sürece kötü bir gecem olacağını sanmıyorum, Birce." gözleri ışıl ışıldı. Çünkü benimkiler de öyleydi. İçimde beliren bu duygu, beni alt üst ediyordu.

"Bundan benim de şüphem yok." dedim. Ne söylediği ne hissettirdiği konusunda en ufak şüphem kalmamıştı. Başını salladı ve alnıma yine o usul öpücüğü kondurdu. Keşke zaman orada dursa, o koltukta öylece kalabilseydim. Ama gerçek dünya bizi bekliyordu.

"Haydi kalkın, geldik." dedim arka koltuğa dönerek. Oya ve Sinem'den ses çıkmıyordu. Onat'a döndüm.

"Böyle uyanacaklarına inanıyor musun?"

"Bana bırak." dedi. Ne yapacağını merak ediyordum ama cevabımın bile gelmesine fırsat vermeden gür sesi yankılandı:

"Asker, kalk!" aslında çok bağırmamıştı ama sesi öyle tok çıkmıştı ki, Sinem ve Oya bir anda doğruldular.

"Emret komutanım!" dedi Oya.

"Komutanım ben uyumuyordum." deyince Sinem kahkahayı basmıştım. O an Onat'a teşekkür etmeyi bile unuttum.

"Ulan Onat, bana mı, ablana mı bağırıyorsun? Bu ne biçim uyandırma?" dedi Oya. Sinem de suratını buruşturmuştu.

"Yani neredeyse enişte diyecektik ama tam şu an vazgeçtim."

Onat'ın gözleri sadece bana kilitlenmişti. Son kez göz göze geldikten sonra usulca arabadan indim. Diğerleri de toparlandı. Bu hem fiziksel hem duygusal olarak yorucu geçen gecenin artık son bulma vaktiydi. Ama içimde bir yer, daha yeni başladığını fısıldıyordu.

Sabah uyanınca başımın ağrıyacağını sanıyordum ama Onat'ın ısrarlarıyla bol bol su içmiştim; şimdi ise beklediğimin aksine, pırıl pırıl ve ağrısız bir güne gözlerimi açmıştım. Çok fazla uyumamıştım ama dinçtim. Sinem'den daha erken çıkıyordum evden. Onun mesaisi birkaç saat sonra başlıyordu. Hızla üzerime kamuflajımı ve botlarımı geçirip karargâhın yolunu tutmuştum.

Yolda adımlarımı sayarken, dün gece Onat'la yaşadıklarımız bir film gibi gözümün önünden geçiyordu. İçimde bir yerlerde utangaçlık doğuyor, sonra bu duygunun yerini yavaş yavaş bastırılamayan bir istek alıyordu. Ona karşı hissettiğim bu çekimi artık inkâr edemezdim. Ama bu belirsizlik, asıl içimi kemiren buydu. Kaçak oynamak bir yanıyla eğlenceliydi belki ama diğer yanım netlik istiyordu. Ne yaşıyorduk biz? Düşüncelere gömülmüş şekilde karargâhın kapısına gelmiştim bile. Nöbetçi askerle selamlaştım ve içeri girdim. Tam o sırada Aybars'la karşılaştık.

"Günaydın komutanım," dedim. Sivilde dost, içeride ast üsttük.

"Günaydın Birce. Toplantı odasına geçiyoruz, yeni gelişmeler var," dedi ve ben başımla onaylayıp peşine düştüm. Operasyonun akıbeti neydi? Sadece Ekin'den haber mi bekleyecektik? Toplantı odasına girdiğimde yüzbaşı dışında herkes yerini almıştı. Yüzlerde dün gecenin yorgunluğu vardı.

"Günaydın. Hâlâ ayılamadınız sanırım," dedim hafif alaycı bir tonda. Alperen'le göz göze geldiğimde, dün geceye dair pek az şey hatırladığını zannediyordum.

"Alperen, ne yaptın? Eve gidince cinlerini de gördün mü?" dedim, hafifçe gülerek. Ama yüzündeki sinsi sırıtış beni yanılttı, hatırlıyordu.

"Görmedim komutanım. Ama sizin görmemi bu kadar istemeniz, enteresan," dedi. Kaşımı kaldırdım.

"İstediğini görebilirsin," dedim soğukkanlılıkla. O sırada Oğuzhan'la göz göze geldiğimde sanki çapraz sorguya alınmış gibiydim.

"Cinleri görmüyoruz ama hissetmemek mümkün değil komutanım," dedi o da, ince bir imayla.

"Dikkat edin de çarpmasın o cinler sizi," dedim tam o sırada kapı açıldı ve bakışlarımız Onat'a döndü. Odaya adım attığında hepimiz aynı anda ayağa kalkmıştık.

"Günaydın. Oturun," dedi ve göz göze geldiğimizde, aramızdaki tüm mesafeyi yok etmiş gibiydi. Yüzünde sadece benim görebileceğim bir tebessüm belirdikten sonra ciddiyetle diğerlerine döndü.

"Şu çocuk çetesiyle ilgili yeni bilgilerimiz var. Erkin bu işi tek başına yürütmüyor. Yıllardır bu işi yapan bir çete var; çocukları onlara götürüyor, karşılığında birkaç yıl sonra geri alıyor," dedi.

"Eğitip tekrar mı yanına alıyor?" diye düşündüm içimden. Sanki aklımdan geçenleri okuyor gibi devam etti:

"Çocuklara askeri eğitim veriliyor." şerefsizler kendi ordularını kuruyordu.

"Peki neden sadece kız çocukları?" diye sorduğunda Selin, ben de başımı sallamıştım. Neden hiç erkek çocuk yoktu?

"Bunun özel bir sebebi olup olmadığını araştırıyoruz. Kaçmayı başaran birkaç çocuk olduğu söyleniyor, onlara ulaşmaya çalışacağız," dedi Aybars. O sırada Şimal'in bakışlarının Aybars'a hiç kaymadığını fark ettim. Dün gece aralarında bir şey mi geçmişti?

"Boris konuşacağını söyledi komutanım," dedi Aybars. "Muhtemelen serbest kalamayacağını anlayınca fikrini değiştirdi." Onat ayağa kalktı.

"Güzel. Şu an birkaç saat dışarıda olacağım. Öğlene doğru getirin, sorguya alacağız," dedi. İçim huzursuz oldu. Nereye gidecekti? Ve daha da önemlisi, her gidişinde böyle içim sıkılacak mıydı? Diğerleri dışarı çıktığında ben de tam kapıdan çıkacaktım ki sesiyle duraksadım.

"Birce, sen kal." dönüp yüzüne baktım.

"Oya'nın işleri için çıkacağım. Şırnak'a gitmemiz gerekiyor. Onu yalnız göndermek istemiyorum," dedi. Bu demekti ki Dilek'le karşılaşacaktı. Karışmaya hakkım yoktu ama içimde bir sıkıntı dolaşıyordu.

"Yardım edilecek bir şey var mı?" dedim, sakin kalmaya çalışarak.

"Yok, düşünmen yeter. En geç öğleden sonra dönerim," dedi. Başımı usulca salladığımda içimden geçenleri ona belli etmemeye çalışıyordum. Aklıma, beni habersiz bırakarak gittiği o iki gün geldi.

"Teşekkür ederim, haber verdiğin için," dedim. Gözleri gözlerime değdiğinde, aramızda görünmeyen bir köprü kuruldu. Ama ben o köprüden sağ salim geçemedim; gözlerinde yine kayboldum.

"Seni hayatımla ilgili şeylerden haberdar etmek beni mutlu ediyor," dedi yumuşakça. Bu adam son zamanlarda o kadar çok net konuştu ki ne diyeceğimi bilemiyordum.

"Senin de böyle şeyleri bana söylemen beni mutlu ediyor. Ama lütfen, bu kadar ulu orta yapma. Kalpten gideceğim," dedim gülerek. Gülüşü yüzüne yayılmıştı. Üniformanın içindeki ciddi suratı, benimle konuşurken bir çocuğun yüzüne bürünüyordu.

"Çıkayım artık, Oya bekliyor. Görüşürüz," dedi ve yanağıma kondurduğu hafif öpücükle tüm stresim silinip gitti. Kokusu odada kalmıştı sanki. Derin bir nefes çekip kendi odama yöneldiğimde koridorda yeni gelen teğmenlerden bir grup gözüme çarptı. İster istemez gülümsemiştim. Altı yıl önce ben de böyle girmiştim bu kapıdan. Bir yanım inançla doluyken, diğer yanım bu özgüvenin bedelini ağır ödeyebileceğinden korkuyordu. Ama iyi ki korkumu dinlememiştim. İyi ki buradaydım. Odama geçip telefonumu elime aldığımda WhatsApp'ta Onat'ın ismine dokundum. Son görülme iki dakika önceydi.

Birce Sağlam: "Oya'nın yanına geçtin mi?"

Mesajım anında görüldü.

Onat Aktan Kara: "Geldim bebeğim. Şimdi çıkacağız."

Koltuğa oturup biraz bekledim. Yazmalı mıydım?

Birce Sağlam: "Müsait olduğun zaman yazabilirsin. İstersen."

İçimde yine o utangaçlık baş göstermişti. İki dakika sonra telefon titredi.

Onat Aktan Kara: "Senin bana rahatsızlık vermen mümkün mü Birce? Arabayı Oya kullanacak. İstediğin kadar mesajlaşabiliriz :)"

Birce Sağlam: "Mesajlaşırsam işimi nasıl yapabilirim yüzbaşım :)"

Onu sinir etmek hoşuma gidiyordu. Bir mesaj beklerken gelen fotoğraf ise tüm tahminlerimi altüst etti. Dün gece çekilen bir fotoğraftı bu: O kulağıma eğilmiş bir şey söylüyordu, ben de gülümseyerek ona bakıyordum. Sevgili gibi duruyorduk.

Onat Aktan Kara: "Sen hep böyle bana güzel gülecek misin?"

İş yoğunluğu yoktu, şanslıydım. Yoksa doğru düzgün konuşamazdık.

Birce Sağlam: "Sen de beni hep böyle şaşırtacak mısın? Çok güzel konuşuyorsun, kendimi odun gibi hissediyorum."

Saniyeler sonra cevap geldi.

Onat Aktan Kara: "Ben ikimizin yerine de konuşurum. Ama sen şaşırmaya alışsan iyi edersin."

Birce Sağlam: "Birbirimizi şaşırtacağımız günleri sabırsızlıkla bekliyorum o zaman."

Kalbim hızlandığında telefon tekrar titredi.

Onat Aktan Kara: "Şu mesajı atarken ne düşündüysen, benim de sabırsızlıkla beklediğime emin olabilirsin Birce."

Telefonu elimden bırakmak zorunda kalmıştım. Utanç tüm bedenime yayıldığında şu anda burada olsaydı, utanmaktan konuşamazdım. Birkaç saat sonra işime gömülmüştüm ki kapı çaldı.

"Gel," dedim. İçeri yeni gelen teğmenlerden biri girdi.

"Komutanım, Onat komutanım sizi sorgu odasına çağırıyor." demek ki dönmüştü. Onun son mesajına cevap verememiştim. O da üstüne bir şey yazmamıştı. Acaba Dilek'le karşılaşmış mıydı? Ne konuşmuşlardı? Sorgu odasının önüne gelmiştim bile. İçeri girince Onat'ı camın diğer tarafında görmüştüm. Bizse, tim olarak izleme odasındaydık.

"Başladınız mı?" dediğimde Oğuzhan başını çevirdi.

"Onat komutanım birebir kendi girmek istedi. Şimdi içeri girdi." onaylayarak başımı salladım. Kalın cam ses geçirmiyordu ama bilgisayardan gelen Onat'ın tok sesi duyuluyordu.

"Şimdi seninle sıfırdan başlıyoruz." Boris'in özgüvenli tavrı yerini sessizliğe bırakmıştı. Günlerdir burada tutuluyordu. Erkin'in onu yüzüstü bıraktığını artık fark etmişti.

"Burada sana saatlerce nutuk çekeceğimi sanma komutan," dedi Boris. Onat gözünü bile kırpmadan cevap verdi:

"Ben ne kadar istersem, sen o kadar konuşacaksın. Bunu hâlâ anlamadın mı?" Boris'in sağ gözü seğirdiğinde stres altındaydı.

"Ne soracaksan sor," dedi boğuk bir sesle. Onat elindeki dosyadan bir fotoğraf çıkarıp önüne sürdü.

"Bu adamı tanıyor musun?" başını iki yana salladı. Onat, sandalyeden doğrulup uzun kollarıyla Boris'i ensesinden tuttuktan sonra suratını fotoğrafa yaklaştırdı.

"Bir daha sormayacağım. Fransa için önemsizsin. Kimse seni geri istemiyor. Bu odadan çıktığın an yok sayılabilirsin. Mevzu ülkemse, gözümü kırpmam." sözler etkisini gösterdiğinde Boris derin bir nefes alıp konuşmaya başladı.

"Erkin'in sürekli alışveriş yaptığı çetenin başındaki adam bu." Onat'ın gözünün seğirdiğini gördüğümde bir şeyler çözülüyordu.

"Ne alışverişi?" çocuklardan alışveriş gibi söz edilmesi onu delirtmişti. Haklıydı da. O orospu çocuğu çocuklardan sanki satılabilecek bir eşya gibi bahsediyordu.

"Hakkari'deki yoksul ailelerin çocuklarını alıyor, sonra yurtdışındaki bir gruba veriyor. Onları eğitimli asker haline getirip kendi amaçları doğrultusunda çalıştırıyor." bu sözlerden anlaşılıyordu ki tamamen bireysel hareket ediyordu.

"Neden özellikle kız çocukları?" Onat sorulması gereken en can alıcı soruyu sormuştu. Eğer düşündüğüm şey doğruysa, Erkin'i ilk gördüğüm yerde öldürecektim. Boris rahatsız olmuştu. Oturuşunu düzeltip sesi titrek bir şekilde konuşmaya başladı.

"Bakın, bu adam tam anlamıyla bir sosyopat. Öyle lafın gelişi değil, tıbbi olarak konmuş bir teşhis bu. Ne yapacağını, neyi neden yaptığını anlayamıyorsunuz. Bugün sizi çok sevdiğini söyler, ertesi gün uykunuzda boğabilir. Bir gün kızlardan çok erkeklerin bu iş için daha uygun olduğunu söylediğimde silahını çekip beni dizimden vurdu. Şaka yapmıyorum, gerçekten vurdu." Onat derin bir iç çekti.

"Bana ne amına koyayım onun deliliklerinden? Sen ne anlatıyorsun bana? Bana elle tutulur bir şey söylemen için tam on saniyen var. Yoksa bu odadan çıkar, seni de ölü sayarım." Boris'in gözleri büyüdüğünde yüzü soldu.

"Ben... benim-" Onat son derece sakindi.

"Süren başladı. Son sekiz." Boris telaşla derin bir nefes aldığında oltaya yakalanmış balık gibiydi. Onat çıkmak için ayağa kalkınca daha da panikledi.

"Tamam, tamam! Bir davet olacak!"

"Sazan avı," diye mırıldandı Aybars. Onat tekrar yerine oturdu.

"Ne daveti?" Boris odaya göz gezdirdiğinde bir şeyler arar gibiydi. Bulamayınca Onat'a döndü.

"Bugün ayın kaçı?" Onat'ın kaşları çatıldı.

"Yedi Eylül." Boris başını hızlıca salladı.

"İki gün sonra, yani dokuz Eylül'de Ankara'da bir davet olacak. Sözde bir arkeolog, hazinenin yerini bildiğini iddia ediyor. Erkin onunla orada görüşecek. Kalabalıkta dikkat çekmeden buluşmaları için bu müzayedeyi seçtiler." bu bilgi bizim için bir lütuftu.

"Yerini biliyor musun?" Boris başını salladı.

"Bana davetiye gönderildi. Adresi üzerinde yazıyor." Onat yerinden kalktığında çıkışa yöneldi. Ancak Boris'in ardından gelen sözleri adımlarını durdurdu.

"Bana ne olacak? Ölecek miyim?" Onat'ın yüzünde kısa bir süreliğine bir gülümseme belirdi ama Boris'e döndüğünde o ifade tamamen silinmişti.

"Sana bir sır vereyim mi, Boris? Hiçbir Türk askeri, karşısında silahsız ve savunmasız birini öldürecek kadar vicdansız değildir."

                                                                                                  🫧

Boris ile olan konuşmanın ardından albayla bağlantıya geçmiştik. Davet iki gün sonraydı. Bugün 7 Eylül'dü ve yarın yola çıkacaktık. Tüm tim, Ankara'ya doğru hareket edecekti.

"Erkin sadece beni ve Birce'yi tanıyor. Diğer hiç kimseyi bilmiyor. Bu bizim için bir avantaj. İkimiz arka planda kalacağız. Diğer herkes ön planda olacak; kimi garson, kimi güvenlik kılığında. Gecenin sonunda Erkin'i almadan oradan çıkmayacağız." hepimiz aynı anda bağırdık:

"Emredersiniz komutanım!"

"Yarın özel uçakla Ankara'ya gidiyoruz. Davetten önce mekâna sivil kıyafetle girip bazı hazırlıkları yapacağız. Oradaki hiç kimse asker olduğumuzu bilmeyecek. Hiç kimse." odada çıt çıkmıyordu. Bu, Erkin'i yakalamak için elimizdeki en büyük fırsattı. Onat sözlerini bitirip odadan çıktığında, Oğuzhan neşeyle arkasından seslendi.

"Bu ne güzel gündür Yarabbim! Sonunda o gözüne sıçtığımın adamını paketleyeceğiz!" ama içimde bir şey hâlâ bu işin bu kadar kolay olmayacağını fısıldıyordu.

"Şimdi ne yapacağız komutanım?" Selin'in Aybars'a yönelttiği soruyla herkesin bakışları ona döndü.

"Herkes bireysel idmanına devam ediyor. Gevşemek yok. Hadi salona!"

Spor yapmak zihnimi berraklaştırıyordu. İdman sırasında düşüncelerim dağılır, yüküm hafiflerdi. Herkes kendi alanına çekildiğinde standart programıma başladım. Eskisi gibi kendimi zorlamıyordum. Gençliğimdeki gibi öfkemden güç almıyor, hırsımı bedenimden çıkarmıyordum. Yaş aldıkça içimdeki sükûnet artmış, kontrolü öğrenmiştim.

Saatler geçmişti. Salonda yalnız kaldığımı fark ettiğimde hızlıca duş alıp karargâhtan ayrıldım. Sinem çoktan eve geçmişti. Onun evde olduğunu bilmek, eve dönmek için başlı başına bir sebepti. Yürürken telefonuma ne zamandır bakmadığımı fark etmiştim. Onat'tan bir mesaj gelmişti. Bir fotoğraftı. Tıkladım. Kum torbasına gözlerimi dikmiş, saçlarım terden alnıma yapışmıştı. Fotoğrafın altındaki mesajı okuyunca içim sıcacık oldu:

Onat Aktan Kara: "Saçlarının dağılması, kendinden emin duruşunla sen bu dünyaya hem benim için hem de Türk askeri olmak için gelmiş olabilir misin?"

Telefon elimde, apartmanın girişine varmıştım. Yüzümde istemsiz bir tebessüm belirmişti. Asansörün önünde tuşa bastığımda Onat'a yanıt yazmaya başladım.

Birce Sağlam: "Eğer içimde sana karşı durduramadığım bu histen bahsediyorsan, evet. Bu dünyaya senin için gelmiş olabilirim."

Asansöre bindiğimde aynadaki yansımama gözlerim takıldı. Kendimi hiçbir zaman çirkin bulmazdım. Güzelliğimin farkındaydım. Asansör durunca kapı açıldı, evime doğru yürüdüm. Kapının önüne geldiğimde içeriden gelen yemek kokusu beni gülümsetmişti. Sinem'in varlığı her daim sıcaklık ve huzur demekti. Kapıyı açtığımda yüzünde kocaman bir gülümsemeyle karşıdaydı.

"Aman aman, kim gelmiş? Evimin direği gelmiş!" hiç beklemeden sarıldı bana.

"Vaov, ne oldu? Bu ne sarılması?" yüzüne bakıp gülümsedim.

"Sana sarılmak için bir sebep mi lazım?"

"Tabi ki hayır. Hadi, yemek hazır." ellerimi yıkayıp üzerimi değiştirdiğimde masaya geçtim. Telefonuma tekrar uzandığımda Onat'ın yeni mesajına tıkladım.

Onat Aktan Kara: "Hadi kaç bakalım, kaçabilirsen benden :)"

Bir mesajın bu kadar içimi kıpırdatmaması gerekiyordu. Ama ediyordu işte. Yüzümde istemsizce açan gülümsemeyi Sinem fark etmemiş olabilir miydi?

"Anlat." tabii, pat diye konuya girdi.

"Ne anlatayım?" onu sinirlendirmeyi seviyordum.

"Seni böyle güldüren şey ne? Ağız kulaklarında, anlat hadi." kollarımı kavuşturup gözlerine baktım.

"Onat'a karşı bir şeyler hissediyorum." kaşını kaldırdığında sorgu başlamıştı.

"Bu zaten belliydi. Sen farkında değil miydin?"

"Farkındaydım. Ama aramızda bazı yakınlaşmalar olduğunda emin oldum." bakışları bana kilitlendi.

"Nasıl yakınlaşmalar?"

"Düşündüğün gibi değil. Sadece öpüştük. Ama öpüşürken kucağındaydım." yüzünde muzip bir gülümseme belirdi.

"Peki, sadece bu kadar mı?"

"Ters bakma. Devamı olsaydı anlatırdım."

"Ne zaman oldu bu?"

"Geçen gece, Aybarslara gittiğimizde." şaşırdı.

"Ne ara ya?"

"Sen önünü bile göremiyordun Sinem. Beni nasıl fark edecektin?"

"Ne hissettin?" işte beklediğim soru geldi.

"Emre'yle de öpüşmüştüm. Ama onunla sanki mecburmuşum gibi hissediyordum. Onu üzmemek içindi. Ama Onat, yanımda olsa bile içim alev alıyor. Teni tenime değmese bile varlığıyla bu hissi yaşatıyor." gözleri yumuşadığında yüzünde sıcak bir tebessüm oluştu.

"Buna cinsel çekim ya da ten uyumu diyorlar bebeğim. Emre'yi hiçbir zaman tam anlamıyla sevmedin, bir çekim hissetmedin. Onat'la aranızda gerçek bir çekim var. Belki daha fazlasını keşfetmeniz gerekir ama bir kıvılcım bile seni yakıyorsa, mesele budur." haklıydı. Onu yargılamazdım, o da beni. Bu yüzden kardeşimdi.

"Yaşayıp göreceğiz. Akışına bırakmak istiyorum artık."

"Bu arada, yarın Ankara'ya gidiyorum. Görev." gözlerindeki endişeyi saklamaya çalışsa da görüyordum.

"Nasıl bir görev?"

"Önemli bir şey değil. Yakında dönerim. Sen yalnız kalabilecek misin? İstersen Oya'nın yanında kal."

"Dışarıda askerler var. Güvenlik yüksek. Sorun olmaz."

"Göreve gitmem seni üzüyor mu?" elimden tutarken gözlerinde gördüğüm hüzün içimi sızlatmıştı.

"Senin mesleğin bu Birce. Ve senin için her şeyden önce geldiğinin farkındayım. Endişeliyim sadece." elini sıktım.

"Ben kıyıcıyım, bilirsin. Endişelenme." kahkahası odayı doldurduğunda içimdeki ağırlık hafifledi.

"Git ve onlara günlerini göster."

Geceyi birlikte geçirdiğimizde izleyemediğimiz filmi izledik. Sabah erkenden yola çıkacağımız için Sinem'in ısrarıyla erkenden yattım. Belki de uzun zamandır ilk defa, huzurla uyuyacaktım. Bu uykunun, uzun süre hatırlayacağım son huzurlu uykum olacağından habersizdim.

                                                                                                   🫧

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte karargâha vardım. Ortalık bir hayli hareketliydi; son kontroller yapılıyor, herkes bir telaş içerisindeydi. Onat, her şeyin eksiksiz olduğundan emin olmak için yeni gelen teğmenlerin tabiri caizse canına okuyordu.

"Eğer teçhizatta en ufak bir eksik çıkarsa, gözünün yaşına bakmam, biliyorsun değil mi?" diye sertçe uyardı. Karşısında, neredeyse benden on santim uzun bir kadın dimdik duruyordu. Yeni gelen teğmenlerden biriydi. Yaşına göre oldukça olgun bir duruşa sahipti ama bakışları en az duruşu kadar kendinden emindi.

"Evet, komutanım," dedi sert bir ses tonuyla.

Onat başını onaylarcasına salladıktan sonra arkasını döndüğünde gözleri benimle buluştu. Yüzündeki o sert, buzlardan örülmüş ifade yumuşadı. Belki de sadece bana öyle geliyordu ama sabah sesini duymak bile içimde bir yerleri huzurla dolduruyordu.

"Günaydın," dedi, sesi alışık olduğumdan bile daha sıcak geliyordu kulağıma.

"Günaydın komutanım." disiplin gereği, karargâh sınırları içerisindeyken rütbe kurallarına uymalıydık. Bu aramızdaki her şeyden önce geliyordu.

"Hazır mısın?" ses tonunda gizli bir kaygı, gözlerinde ise geleceğe dair bir endişe vardı. Zor bir görevin bizi beklediğini başından beri biliyorduk.

"Her zaman." cevabım netti. Bakışları derinleştiğinde bir anlığına ilk tanıştığımız zamanki gibi hayranlıkla bana baktı.

"Ona ne şüphe." tam göz göze kalmıştık ki Alperen'in sesi araya girdiğinde bu anı yarıda böldü.

"Çok af edersiniz, komutanım. Albay kalkış için sizi bekliyor." Onat'ın bakışları yavaşça Alperen'e döndü. Az önce bana gösterdiği sıcaklık yerini buz gibi bir ifadeye bırakmıştı.

"Bu iki oldu," dedi soğuk bir sesle. Ne demek istediğini önce anlayamadım. Alperen'in de anlamadığı yüzünden belli oluyordu.

"Ne iki oldu, komutanım?" Onat, benim yanımdan geçip Alperen'in karşısına dikildiğinde boyları neredeyse aynıydı ama Onat'ın iri yapısı onu daha heybetli gösteriyordu.

"Bu, bizi ikinci kez bölüşün." beynimde bir şimşek çaktı. O geceyi kastediyordu. Alperen'in ne söylediği umurumda değildi, gözlerim hızla Onat'a döndü.

"Çok özür dilerim, komutanım. Ben... albay şey yapınca... ben de şey yaptım. Şey... şey yapayım, ben gideyim..." asker selamı verip hızla uzaklaştı. Cümle kurmayı başaramadan kaçıp gitmişti.

"Bunu söylemene gerek var mıydı?" dedim dişlerimi sıkarak. Henüz aramızdaki durumu netleştirmemişken başkalarının aklına şüphe sokmasının zamanı değildi.

"Gerek duymasam söylemezdim." bir kaşımı kaldırarak ona baktım.

"Bunu sonra konuşacağız. Şimdi müsaadenizle, albayı bekletmeyelim, komutanım."

Başını salladı. Önümde yürümeye başladığında onu takip ettim. Dışarı çıktığımızda tüm tim ve albay bizi bekliyordu. Hemen arkadaşlarımın yanına geçtim. Albay, Onat'ı görür görmez konuşmaya başladı.

"Normalde helikopterle gitmeniz planlanmıştı. Ancak, tam davet öncesi Hakkâri'den askeri helikopter kalkması dikkat çeker. Bu yüzden plan değişti." bizim için fark etmezdi. Gideceğimiz yer, nasıl gideceğimizden daha önemliydi.

"İki saat içinde uçağınız kalkıyor. Herkes sivil kıyafetlerini giysin ve havaalanına doğru hareket etsin."

"Emredersiniz!" sesleri bir ağızdan yükseldiğinde hepimiz hazırlık için içeri yöneldik.

Hızla üzerime haki kargo pantolon ve koyu renk bir crop sweat geçirdim. Genellikle spor giyindiğim için, insanlar beni her zaman yaşımdan daha küçük zannederdi. Hazırlandığımda dışarı çıktım ve köşede Onat'ı, yeni gelen kadın teğmenle konuşurken görmüştüm. Altında sade bir pantolon, üstünde ise kollarından kaslarının belli olduğu bir tişört vardı. Yanındaki kadın yine geçen gün gördüğüm aynı kişiydi. Onat'la sürekli konuşuyor olması ilgimi çekmişti. Tam göz göze gelmek üzereydik ki Onat bakışlarını bana çevirdi, kıza kısa bir şey söyleyip yanıma doğru yürümeye başladı. Kızın bakışları önce Onat'a, sonra bana çevrildi. Gözlerindeki ifadeyi çözemedim. Onat'ın önüme gelmesiyle göz teması kesildi.

"Hazır mısın?" bakışlarımı ona çevirdiğimde, gözleri üzerimde gezinirken buldum.

"Hazırım, komutanım." kafasını onaylarcasına salladı. Ardımızdan gelen adımlarla tüm ekip toplanmıştı.

"İki araçla gideceğiz. Aybars, sen erkekleri al. Kızlar benimle." itiraz eden olmadı. İçten içe sevinmiştim bile. Erkekler Aybars'ın aracına yönelirken biz Onat'ın aracına doğru ilerledik. Kızlar arka koltuklara yerleştiğinde, tam yanlarına oturacakken Şimal kapıyı kapatmıştı. Kaşlarımı çatarak baktığımda ön koltuğu işaret edip bana öpücük attı. Evet, göz göre göre öpücük attı. Derin bir nefes alıp sabırla ön koltuğa oturdum. Arabayı çalıştırdığı anda içimizde kısa bir sessizlik hâkim oldu. Beş dakikanın sonunda sessizliği Şimal bozdu.

"Komutanım, Range Rover bu bölge için fazla lüks değil mi sizce de?" arabalara olan ilgisini hatırladım. Aybars'ın aracını da detaylıca yorumlamıştı. Onat dikiz aynasından Şimal'e baktı.

"Gittiğim yerlerde dikkat çekmeyi severim." bu söz beni şaşırtmıştı. Yola bakmaya devam ettim ama Onat'ın beni izlediğini hissediyordum.

"İddialı sözler bunlar, yüzbaşım," dedim sakin bir sesle.

"İddialı değilim. Potansiyelimin farkındayım," diye yanıtladı gülümseyerek. Evet, bu çok sinir bozucuydu. Bu karizma ve vücutla dikkat çekmemesi mümkün değildi zaten.

"Siz de Ankara'da yaşıyordunuz değil mi komutanım?" Selin ilk kez konuşuyordu.

"Evet. Ailem oradaydı. Ama artık tamamen buradayım." Selin yalnızca başını salladığında Onat, sohbeti ilerletmek istercesine sordu:

"Sen neresindesin Ankara'nın?" dikiz aynasından Selin'in yüzüne baktığımda gözleri yolda sabitti.

"Altındağ." Onat'ın bakışları aniden dikiz aynasında Selin'i buldu. Gerildiğini hissetmiştim.

"Altındağ zor bir lokasyondur. Zor olmadı mı?" Selin'in yüzünde buruk bir tebessüm belirdi.

"Yanan bir evin içindeysen, her yer yanıyordur komutanım. Hangi semtte, hangi şehirde olduğunun bir önemi yoktur." sözleri içime bir ok gibi saplandı.

Dakikalar sonra havaalanına varmıştık. Yol boyunca zaman uzadıkça uzamıştı sanki. Onat arabayı görevli askere teslim ettikten sonra içeri geçtik. Kimliklerimiz gösterilince x-ray kontrolüne gerek kalmadan geçtik ve hep birlikte uçağa bindik. Tesadüf bu ya, Onat'la yan yana düşmüştük. Cam kenarına geçtiğimde, üçlü koltukta sadece ikimiz vardık. Hostesin uyarısıyla kemerlerimizi bağladık. İçimden gelen konuşma isteğini bastırmaya çalışırken o ilk konuşan oldu.

"Bana bir söz verebilir misin, Birce?" bakışlarım hemen ona döndü.

"Neyle ilgili?" yüzü ciddileşti.

"Kendini tehlikeye atmayacaksın."

"Ben bir askerim. Buna nasıl söz verebilirim?" sesim yumuşaktı.

"Ne demek istediğimi biliyorsun. Olası bir durumda plan dışına çıkmanı istemiyorum." derin bir nefes aldığımda gözleri, anlık dudaklarıma kaydı.

"Emredersiniz, komutanım." geri çekilip koltuğuna yaslandı.

"Benimle baş başayken rütbeye gerek yok." gülmemi engelleyemedim.

"Nedenmiş?"

"Gerginsin," dedi.

İçimde günlerdir biriken o anlam veremediğim huzursuzluğu fark ettiğini anlamıştım. O, sadece elimi tutarak bu yükün bir kısmını üzerime almaya hazırdı. Elim üstünde gezinirken, sanki kalbimdeki ağırlık hafiflemişti.

"Neden gerildiğini bilmiyorum ama ellerim hep ellerinde." bu sözlerle içimdeki duvarlar çatladı. Yanağına bir öpücük kondurdum.

"İyi ki varsın." göz göze geldiğimizde içimde kıpırdayan her şeyi onun bakışlarında buldum.

"Sen de iyi ki varsın, biricik. Hep ol."

Başımı omzuna yasladım. Saniyeler gibi gelen ama yaklaşık bir saat süren o yolculukta uçağın indiğini ancak gürültüyle fark ettim. Onat'ın omzunda uyuyakalmıştım ve beni uyandırmamıştı. Gözlerini açtığımda, bakışları gözlerime kilitlenmişti. Uykulu hâlimle ona bakarken fark etmiştim, bu adam benim kalbime çoktan sızmıştı.

"Geldik." başımı usulca salladım. Arkaya döndüğümde, timdekilerin hazır bir şekilde inmek için beklediğini görmüştüm. Oturduğum yerde toparlandıktan, kemerimi çözdükten sonra ayaklanan Onat'ın peşinden ben de kalktım. Uçağın dar koridorundan geçip dışarı çıktığımızda, bizi pistin hemen kenarında bekleyen siyah bir araç karşıladı. Normal şartlarda böyle bir karşılama mümkün değildi. Ama bizim mesleğimizin doğası gereği, zaman zaman bu tür ayrıcalıklar sağlanıyordu. Araç, genişliğiyle neredeyse bir limuzini andırıyordu; hepimiz rahatlıkla sığdık. İçeri yerleştikten sonra Onat konuştu:

"Davetin yapılacağı yere gidiyoruz. Tekrar hatırlatıyorum, kesinlikle kimsenin bizden haberi olmayacak. Hiç kimsenin." Selin, aklımdaki soruyu sanki okurcasına sordu:

"Komutanım, oranın müdürünün bile bizden haberi olmayacaksa, biz oraya gittiğimizde kendimizi kimin yerine tanıtacağız?" Onat'ın bakışları hepimizin yüzünde gezindi. Gözleri kısa bir süre duraksadıktan sonra cevapladı:

"Organizasyon şirketiyle anlaşıldı. Şirketin başındaki kişi emekli bir asker. Ona operasyondan bahsedildi. Bizden sonra gelecek olanlar, bizim onların ekibinden olduğumuzu söyleyecek." şans bizden yanaydı. Bu gece planlandığı gibi giderse, Erkin'i etkisiz hale getirmek için önümüzde hiçbir engel kalmayacaktı.

"Anlaşıldı komutanım." dedim ve bakışlarımı pencereye çevirdim. Ankara'ya en son akademiden mezun olduğumda gelmiştim. Sonrasında görevlendirme çıkmış ve hemen ayrılmıştım. Bu şehir garipti; alışınca insanın kalbini ısıtan bir yerdi ama bir türlü ısınamayanlara da soğuk yüzünü gösterirdi.

"Gözünü sevdiğimin Ankarası. Gençliğimiz gençti burada." dedi Oğuzhan, içli bir ses tonuyla.

"Kimine cennet, kimine ise içinden bile geçmek istemediği bir şehir." Onat'ın sözleriyle gözlerim ona döndü. Onun için bu şehir daha zordu. Gençliğini burada geçirmiş, hayatının en değerli insanını burada kaybetmişti. Bir zamanlar hatıralarla dolup taşan bu şehir, onun için artık sessiz bir mezar gibiydi. Dakikalar sonra aracımız görkemli bir yapının önünde durdu. Arabadan indiğimde gördüğüm manzara karşısında küçük bir şok yaşadım. Adeta bir kasrı andırıyordu. Minyatür bir saray gibiydi; Ankara'da böyle bir yerin varlığından bile haberim yoktu.

"Vay be." herkes yapıyı hayranlıkla izliyordu. Onat'ın sesi bu sessizliği bozdu:

"Şimal, konuşma işi sende. Biraz ilgili ve bu konularda bilgili biri gerekiyor." Şimal şaşkınlıkla önce bana, sonra Onat'a baktı:

"Komutanım, bu konuda bilgim yok ki." Onat, gözlerini kısmıştı:

"O zaman bilgilenmek için beş dakikan var. İçeri girene kadar iyi bir süre."

Şimal'in seçilme sebebi açıktı: sıcakkanlı ve iletişime açık biriydi. Üstelik kıyafetiyle bizden daha şık görünüyordu. Telefonunu çıkardığında hızlıca araştırmalara başladı. İçeri adım attığımızda, yapının geniş bahçesi dikkatimi çekmişti. Bahçede hummalı bir temizlik çalışması vardı; demek ki davet burada gerçekleşecekti. Kapıdaki görevli bizi görünce hafifçe gülümsedi. Kimi muhatap alması gerektiğini kestiremiyor gibiydi. Tam o anda Şimal, bu tereddüdü avantaja çevirerek öne çıktığında adamın gülümsemesi Şimal'i görünce daha da belirginleşti.

"Merhabalar. Fırat Bey siz misiniz?" bu sözleri duymak beni şaşkına çevirdi. Adamın adını nasıl öğrenmişti? Dakikalar önce burada konuşacağını öğrenmişti sadece. Zekasına hayran kalmamak elde değildi. Adam, Şimal'in uzattığı eli sıktı:

"Evet, Fırat benim. Sizin adınızı öğrenebilir miyim?"

"Leyla. Memnun oldum." gerçek kimliklerimizi açıklamak yasaktı, bu yüzden uydurma isimler kullanmak gerekiyordu.

"Ekibimle geldik. Malum, yarınki davet oldukça önemli. Sizi mahcup etmek istemeyiz." Fırat Bey başını salladı:

"Evet, yurt dışından önemli misafirlerimiz olacak. Her şeyin kusursuz olması şart. Buyurun, içeri geçin, teftiş edin. Sonra görev dağılımını bana iletirsiniz. Şimal, nazikçe başını sallayıp ekibe döndü:

"Hadi, içeri geçelim." Fırat Bey yanımızdan uzaklaşmıştı ama büyük ihtimalle güvenlik kameralarından izleniyorduk. Şimal elinde bir defter taşıyordu; arabada almış olmalıydı.

"Formalite icabı da olsa bir şeyler karalamam gerekiyor. Gün sonunda görev dağılımını Fırat Bey'e sunacağım." Onat etrafı süzerek görevleri dağıtmaya başladı:

"Oğuzhan ve Alperen, siz temizlik ekibindesiniz. Şimal, organizasyon sorumlusu olarak ortalıkta ol. Selin ve Aybars, karşılama görevindesiniz. Birce'yle ben, operasyonu araçtan yürüteceğiz." Erkin bizi tanıdığı için içeride yer alamazdık. Planımız, içerideki her hareketi dışarıdan koordine etmekti. Alperen de çıkmadan önce güvenlik kameralarının kayıtlarını silecekti. Şimal, herkes için takma isimler belirledi ve not aldı. Sonrasında hep birlikte salonu gezmeye başladık. Yanımda Alperen vardı:

"Komutanım, burası oldukça büyük. Böyle bir yerde neden davet yapılır ki?" sorusunda haklıydı; konuya uzak biri için bu durum garip gelebilirdi.

"Zenginler gösterişi sever Alperen. Ne konuşulduğundan çok, nerede konuşulduğu ilgilerini çeker." başını sallayarak etrafı incelemeye devam etti. Yaklaşık on dakika sonra tekrar dış kapının önünde buluştuğumuzda Fırat Bey de yanımıza gelmişti:

"Planlama yaptınız mı Leyla Hanım?" Şimal, tatlı bir gülümsemeyle elindeki kağıdı uzattı:

"Evet, burada herkesin görev yeri ve ismi yazıyor." Fırat Bey, kağıdı aldı:

"Tamamdır. Yarın sabah organizasyon ekibi gelecek. Akşam da görüşmek üzere." biz de aynı nezaketle karşılık verdik. Araca binerken istikametimizin karargâh olduğunu biliyorduk.

"Mekanla ilgili genel bir analiz elde ettik. Akşam mimari planlar da elimize ulaşacak. Son değerlendirmeyi o zaman yaparız." Onat'ın bakışları Alperen'e döndü:

"Kamera kayıtları silindi mi?"

"Tamam komutanım."

"Güzel." gözleri bir anlığına bana döndü.

Kısa sürede karargaha vardığımızda herkes sırayla inerken en son ben inmiştim. Girişteki asker bizi selamlayarak içeri aldı. Biz içeri girerken, içeriden biri çıkıyordu. Uzun boylu, sarışın ve mavi gözlü bir yüzbaşıydı. Onat'ı görünce yüzünde samimi bir gülümseme belirdi. Onat'la sarıldıklarında aralarındaki dostluğun derinliğini hemen hissettim.

"Yüzbaşım, hoş geldin."

"Hoş bulduk." biz de görevde olduğumuzun bilinciyle selam verdik. Yüzbaşı gülümsedi:

"Geçin içeri." Onat kısa bir bakışla beni yokladı; burada olduğumdan emin olduktan sonra yürümeye devam etti. Bu ufak hareket yüzümde tebessüm oluşturmuştu.

"Şu yiğitlere bak ya. Maşallah hepsine." Oğuzhan'ın sözleriyle bakışlarım bahçeye kaydı. Yeni teğmenler eğitimdeydi.

"Biz de böyleydik bir zamanlar. Bir yanımız da deli cesareti, bir yanımız toy da korkusu." Aybars haklıydı. Her asker içinde cesaret taşırdı ama ilk görevde o tarif edilemez heyecan hep olurdu. Koridordan geçerken selam veren personel, saygıyla başlarını eğiyordu. Henüz adını öğrenmediğimiz yüzbaşı bizi cam duvarlı bir odaya yönlendirdi.

"Vay anasını." Alperen'in fısıltısını duymazlıktan geldim ama yüzündeki pişman ifadeden onu duyduğum anlaşılmıştı.

"Ben Yüzbaşı Caner Demir. Evinize, yuvanıza hoş geldiniz Pençe. Toplantı odasına geçin." odaya girip yerleştiğimizde, Onat ve Yüzbaşı Caner baş köşeye oturdu.

"Şükür tekrar kavuşturana yüzbaşım." Onat'ın sözleriyle Caner hafifçe gülümsedi:

"Görevde karşılaşmak da varmış." ciddileşti:

"İstediğiniz şey geliyor. Kat planları beş dakika içinde burada olacak." bakışları tek tek hepimizin üzerinde dolaştı:

"Hepsi maşallah, turp gibi. Sana da böyle bir tim yakışır Onat." tam o sırada kapı çaldı. Bir asker içeri girip selam verdikten sonra, Caner Yüzbaşı'nın önüne dosyayı bıraktı.

"Bütün planlar burada, komutanım." asker dosyayı masaya bırakıp selam verdikten sonra Caner komutan başıyla onaylamıştı. Asker, sessizce odadan çıkarken Caner dosyaya eğildiğinde gözleri kısa bir anlığına Onat'a kaydı.

"Oldukça büyük bir yer. Destek istemediğine emin misin, yüzbaşım?" Onat yüzünde sakin bir ifadeyle başını salladı. Dosyayı alıp masanın üzerine yaydığında kalemlikten bir kalem aldıktan sonra planı işaretleyerek konuşmaya başladı.

"Konuştuğumuz gibi, ben ve Birce arabadan size dahil olacağız. Giriş oldukça büyük; Selin ve Aybars, siz karşılamada yer alacaksınız. Aslında işin en kritik kısmı size düşüyor. Erkin'in ön kapıdan girmeyeceğini düşünüyorum. Arka tarafta bir kapı daha var fakat o sokağa araçla girmek neredeyse imkânsız. Bu yüzden aracı girişe yakın bir yerde bırakacaklarını tahmin ediyorum ve biz de Birce'yle arka kapıya yakın bir noktada konumlanacağız. Ama sizin gözünüz hep dışarıda olacak." kalemle planın üzerindeki noktaları işaret ederken devam etti:

"İçeri girdikleri anda, Oğuzhan ve Alperen'e haber vereceksiniz. Onlar, arka kapının hemen yanındaki temizlik odasında olacak. Hedef içeri girer girmez harekete geçmeyeceğiz. Görüşmesi gereken kişiyle buluşmasını bekleyecek, sonra her ikisini aynı anda paketleyeceğiz. Bu yüzden Erkin içeri girdiği andan itibaren adım adım peşinde olmanız önemli. Anlaşılmayan bir şey var mı?" hiç kimseden ses çıkmadı.

"Güzel," dedi ve dosyayı kapatırken gülümsedi. "Şimdi serbestsiniz. Ankara'yı özlemişsinizdir."

Çoğumuzun gençliği bu şehirde geçmişti. Herkes dağıldıktan sonra, Şimal'in sesiyle bakışlarım ona döndü.

"Ben arkadaşlarımla görüşeceğim. Bir planı olmayan bize katılabilir." bir plana dahil olmak istiyor muydum, emin değildim. Gözüm istemsizce Onat'a kaydığında o da, Şimal'e ne cevap vereceğimi merak edercesine bana bakıyordu. O an anladım; bu plan çoktan yapılmıştı ve içinde ben de vardım.

"Ben gelmek isterim," dedi Aybars. Beklediğim gibi ilk gönüllü oydu. Aralarında olup biteni öğrenmek için sabırsızlanıyordum. Şimal bana baktığında gözlerim Selin'e kaydı ve onu işaret ettim. Canı sıkkın görünüyordu. Muhtemelen Ankara'ya dönmek onun için kolay olmamıştı.

"Benim bir planım var ama Selin belki sizinle gelmek ister," dedim. Selin başını kaldırıp baktı.

"Teşekkür ederim davet için. Ama ben askeriyede kalacağım," dedi kibar ama mesafeli bir tonla. Israrın işe yaramayacağını biliyorduk.

"Eğer fikrini değiştirirsen, beni arayabilirsin," dedi Şimal. Gülümsemesi sıcak ve içtendi. Selin ise ruhsuz bir tebessümle karşılık verdiğinde aramayacağını hepimiz biliyorduk. Odadaki herkes çıktıktan sonra Onat'la baş başa kaldık. Tek kaşımı kaldırıp sorgularcasına baktım.

"Bir planın var gibi görünüyor?" dedim. Yüzünde o can alıcı gülümsemesi belirdi.

"Seni büyüdüğüm yere götürmek istiyorum." bu sözleri duyduğumda gülümsememi bastıramadım. Adımlarım istemsizce ona yöneldi. Önünde durduğumda, boyunun uzunluğundan dolayı başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. Bu kadar küçük hissetmek ilk kez hoşuma gidiyordu. Uzun bir kadındım ama onun yanında kendimi minicik hissediyordum.

"Nereye gittiğimizin bir önemi yok. Sen yanımda olduktan sonra." gözlerindeki ışık parladığında cümlemin onu mutlu ettiğini anlamıştım. Elini yanağıma uzattı, parmak uçlarıyla nazikçe tenime dokundu.

"Şu an seni öpemem," dedi alçak sesle. "Ama öpebilmek için çok şeyimi feda edebilirdim." yanaklarımın ısındığını, kızardığımı hissedebiliyordum. Bakışlarımı kaçırdım, onun sıcaklığından uzaklaşmak istercesine birkaç adım geri çekildim. Ellerimi birbirine vurup alkış sesi çıkardım.

"Rota sizde yüzbaşım. Buyrun," dedim, kapıyı işaret ederek. Gülümseyerek önden yürüdü, ben de arkasından takip ettim. Askeriyeden çıktığımızda kapının önünde bir araç bekliyordu. Onat sürücü koltuğuna geçti, ben de hemen yanına oturdum.

"Bu da benim deyip düşüp bayılayım bari," dedim, gözlerimi arabaya gezdirerek. Güldü.

"Hayır, benim değil. Bugünlük kiraladım." araba Ankara sokaklarında ilerlerken camdan dışarı baktım. Bir yanım bu şehri özlemişti, diğer yanım hâlâ buraya ait olmadığını fısıldıyordu. Tabela, Pursaklar'a yaklaştığımızı gösterdiğinde sesim, düşüncelerimi bastırdı.

"Pursaklar bebesi, ha?" bu sözümle öyle bir kahkaha attı ki istemsizce ona döndüm. İlk defa Onat'ı böyle kahkahayla gülerken görüyordum. Bu anı hafızama kazımak istedim. Bakışlarını bana çevirdiğinde hâlâ tebessüm ediyordu.

"Sence bende 'bebe' olacak tip var mı?" dedi.

Bu kez ben gülmüştüm. Gülüşüm onu bir an susturduğunda derin bir iç çekip gözlerini yola çevirdi. Kavşaktan sağa dönüp dar bir sokağa girdi. Araba durduğunda geldiğimizi anladım. Aynı anda arabadan indik. Onat benim tarafıma gelip elini uzattı.

Bakışlarım önce eline, sonra gözlerine kaydı. Elini tuttuğumda yüzünde memnuniyet dolu bir ifade belirmişti. Birlikte mahalle arasında yürümeye başladık. Onun çocukluğuna, gençliğine, belki de ilk kalp çarpıntılarına tanıklık eden bu sokaklar, şimdi beni misafir ediyordu. Onat tam bir şey söylemek üzereydi ki, arkamızdan bir kadın sesi yükseldi:

"Oy oy! Kim gelmiş?! Benim kara cihanım gelmiş. Aktan'ım!" Onat'ın gözleri sesin geldiği yöne döndükten sonra yüzünde sıcacık bir gülümseme belirdi. Sonra yeniden bana döndü.

"Aktan'ın dünyasına hoş geldin, Birce."

 

 

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz. 💖

Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz.

Instagram/Tiktok/Twitter:monsoleil777

 

Bölüm : 31.10.2024 19:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...