37. Bölüm

BÖLÜM OTUZ ALTI

monsoleil016
monsoleil016



Selam! Bu bölüm biraz üzüleceğiz 🥹 Bunun için bana çok kızmayın olur mu? Yaptığım her şeyin bir sebebi var 🙏🏻

Ayrıca bölüm okunma sayısıyla, oy ve yorum sayıları hiç orantılı değil. Ben her hafta emek verip sizin için buradaysam, siz de lütfen varlığınızı belli edin. Finale az bir zaman kalmışken, sınır koymak istemiyorum.🙏🏻

Hepinize şimdiden iyi okumalar. Bu bölümü yazarken Sezen Aksu'nun Dua şarkısını çok dinledim, belki siz de dinlemek istersiniz.❤

İyi okumalar!

 

                                                                                                       

ONAT AKTAN KARA

Bu mesleğe ilk başladığımda kendimi hayattaki en soğukkanlı insanlardan biri zannederdim. Hangi durum, şart olursa olsun ona karşı dimdik duracağımı düşünürdüm. Gözümün önünde çok kardeşim can vermişti, hepsinde vatan sağ olsun deyip ayaklanmayı bilmiştim. Çünkü böyleydi, biz ölürdük ve vatan sağ olurdu. Olmak zorundaydı. Kaosun tam ortasında, silah sesleri kulaklarımı sağır ederken adını duydum. Birce. Önce bir patlama sesi, sonra insanların çığlıkları ve ardından gelen o cehennem sessizliğiyle gözlerim onu aradı. Ve gördüm.

Birce sendelediğinde vücudu sarsıldı. Kanın göğsüne yayıldığını gördüğümde içimde bir şeyler koptu. Zaman yavaşladı. Silahı tutan Acar'ın yüzündeki o pis gülümsemeyi fark ettim ama umurumda bile değildi.

"BİRCE!" sesim boğazımı yırttı, kulaklıkta yankılandı ama sanki ona ulaşmadı. Ayakları yerden kesildiğinde geriye doğru düştü. Nefes almayı unuttum. Bedenim kendi kendine harekete geçtiğinde düşünmedim bile. İnsanların arasından nasıl geçtiğimi, kime çarptığımı, önümde beliren adamlara nasıl ateş ettiğimi hatırlamıyordum. Tek bildiğim, ona ulaşmam gerektiğiydi. Dizlerimin üzerine çökerek onu kollarımın arasına aldığımda göğsünden sıcak kanın parmaklarıma aktığını hissettim. Kan kaybediyordu.

"Birce! Gözlerini aç, lanet olsun gözlerini aç!" ama açmadı. İçimde yükselen panik dalgası beni boğuyordu. Nabzını kontrol ettim. Zayıftı, çok zayıftı. O kadar savaşmıştım, o kadar ölümle burun buruna gelmiştim ama hiçbiri bu kadar içimi yakmamıştı.

"Aybars!" diye bağırdım. "Ecevit'e söyle ambulansa geçsin!" her şeye rağmen Ecevit'i de yanımıza almıştık. Acil bir durum olursa, erken müdahalede bulunsun diye dışarıda bir minibüsün içinde bizi bekliyordu. Kulaklığımdan gelen sesleri duymuyordum. Yiğit'in çığlığı mıydı? Oğuzhan'ın küfürleri mi? Hiçbiri önemli değildi. Birce'yi kaybedemezdim. Ellerim titriyordu. Parmaklarımı yüzüne götürdüğümde yanağına hafifçe vurdum.

"Hadi Birce. Güzelim, ben buradayım. Beni duyuyorsun değil mi?'' dudağını oynattığını gördüğümde eğilip ne söylediğini duymaya çalıştım ama lanet olsun ki sesi bir fısıltıdan ibaretti.

''Sikeyim!'' Oğuzhan yanıma geldi.

''Komutanım, çıkarmamız gerekiyor. Ecevit kapıda bekliyor.'' kafamı kaldırdığımda içinde bulunduğum şok halinden çıkmam gerektiğinin farkındaydım. Birce'yi kollarımda taşırken dünya etrafımda bulanık bir girdaba dönmüştü. Sesler uğulduyor, nefesim boğazımda düğümleniyordu. Çok fazla kan kaybediyordu. Çıkış kapısına doğru koşarken kimseyi umursamıyordum. Arkadan gelen bağrışlar, patlayan silah sesleri, telsizden yükselen boğuk sesler hiçbiri önemli değildi. Birce'nin hayatı pamuk ipliğine bağlıydı. Kapıyı omzumla açıp dışarı çıktığımda soğuk hava ciğerlerime doldu ama bu bile beynimin içindeki çığlıkları susturmadı. Ecevit neredeydi? Gözlerim onu aradı. Karanlığın içinden fırlayan siluetleri seçmeye çalıştım ve onu gördüm. Ecevit, ambulansın yanında bekliyordu.

"Yardım et!" diye bağırdığımda sesim, boğuk ve çaresizdi. Ecevit hızla yanıma koştuğunda yüzündeki ifade ciddiyetin ötesindeydi. Tıbbi çantasını açarken bana kısık sesle ama net bir şekilde konuştu:

"Nereden vuruldu?" Birce'yi yere yatırdığımda ellerim titriyordu. Kan göğsünde miydi? Karnında mı? Ecevit'in yüzü gerildi. Ellerini hızla Birce'nin altına kaydırdığında kanın nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. Derin bir nefes aldı ama gözlerindeki tedirginlik beni boğmaya yetti.

"Onat." sesi boğuk çıkmıştı. "Kurşun rahmine saplanmış. Çok fazla vakit kaybettik, hemen hastaneye götürmeliyiz," sanki dünyam başıma yıkıldı. Rahmi mi? Beynim durdu. İçimde bir şeyler ezildi ve parçalara ayrıldı. Midem bulandığında nefesim kesildi.

"Onu yaşat, Ecevit!" diye kükredim. "Ne gerekiyorsa yap ama onu yaşat!" Ecevit başını salladığında gözlerindeki telaş saklanamayacak kadar büyümüştü.

"Sedyeye alın, kanamayı durdurmalıyım! Hemen, hemen Onat!" içimdeki panik, öfkeyle karışıyordu. Birce'nin cansız gibi görünen yüzüne baktım. Göz kapakları hafif aralıktı ama tepki vermiyordu. Ambulansın kapıları açıldığında Oğuzhan ve Aybars hızla sedyeyi getirirken ben Birce'nin elini sıkıca tutmuştum. Ambulansa biner binmez, içimde bir şeyler parçalandı. Her şey kontrolden çıkıyordu. Birce'nin başı kucağımdaydı, teni her geçen saniye biraz daha solgunlaşıyor, dudakları kan kaybından beyazlıyordu. Ellerim titriyordu ama yine de elini bırakmadım. Bırakamazdım.

"Ecevit, bir şeyler yap! Allah kahretsin, kanı durdur!" Ecevit'in yüzü gerildi, alnında ter damlaları birikmişti. Elindeki gazlı bezleri hızla kurşunun giriş yerinin üzerine bastırdı. Gözlerimi oraya kaydırmaya bile cesaret edemedim.

"Onat, sakin ol. Kan kaybını yavaşlatmaya çalışıyorum ama hastaneye ulaşmadan kesin bir şey yapamam!" onu duyuyordum ama söyledikleri içime sinmiyordu.

"Sakin mi olayım? Lan ölüyor!" diye bağırdım. Ecevit'in gözleri bir anlığına bana döndü. Gözlerindeki telaşı görüyordum. Beynim zonkluyordu. Birce'ye odaklıydım. Titreyen kirpiklerine, solgun yanaklarına, sımsıkı kapalı göz kapaklarına bakıyordum.

"Beni burada bırakma, tamam mı? Sakın bırakma. Daha yapacak çok şeyimiz var. Daha konuşacak çok şeyimiz var." diye fısıldadım ama cevap vermedi. Ecevit tansiyonunu kontrol ederken dişlerini sıktı.

"Onat, nabzı çok zayıf. Şoka giriyor. Damar yolu açmam lazım." hızlıca serum hazırladı. Birce'nin koluna iğneyi batırırken nefesimi tuttum.

"Birce, duyuyor musun beni?" gözleri aralanmadı, dudakları kımıldamadı. O an göğsümde korkunun keskin bir sancısını hissettim.

"Hastaneye ne kadar var?" diye sordu Ecevit, şoföre seslenerek.

"On dakika!" on dakika.

"Dayan güzelim, sakın pes etme," diye mırıldandım. "Sen pes etmezsin, değil mi?" yanıt vermiyordu. Geçen on dakika bana on asır gibi gelmişti. Ambulans hastanenin önünde durduğunda kapılar hızla açıldı. Beyaz önlüklü hemşireler ve doktorlar her şeyin kontrol altında olduğunu gösteren profesyonellikle hareket etse de benim için dünya sarsılıyordu. Onu sedyeyle içeri alırlarken, elim parmaklarının arasından kaydı. Birce'nin elleri soğuktu. Bunu asla unutmayacağım kadar soğuktu. Ecevit sedyenin yanında koşarken bana baktı.

"Onat, burada beklemen gerek."

"Hayır, ben de geliyorum!" diye atıldım ama bir hemşire beni kollarımdan tuttu. "Lütfen, doktorların çalışmasına izin verin! Zorluk çıkarmayın" dedi ve kapılar kapandı. Ben kapının önünde, hayatımda ikinci kez gerçekten çaresiz hissettim. Dizlerim titrediğinde nefesim düzensizleşti. Bir adım geri attım, duvara yaslandım ve avuçlarımı saçlarımın arasına geçirdim.

"Ne olur dayan, Birce." kapılar kapanmıştı. Birce içerdeydi, ben dışarıda. Koridorun beyaz duvarları, parlak ışıklar ve başımdan aşağı boşalan o lanet olası çaresizlik hissi beni terk etmiyordu. Derin bir nefes aldım. Dizlerimin titremesine, göğsümde büyüyen korkunun yüzüme yansımasına izin vermedim. Yıkılmayacaktım. Dış kapı açıldığında nefes nefese bir grup insan içeri daldı. İlk gelen Aybars oldu. Üstü başı darmadağınıktı, belli ki hastaneye gelirken durmamış, nefesi yettiğince koşmuştu. Gözleri bir an üzerimde gezindi, yüzümde en ufak bir çatlak arar gibi baktı ama bulamayınca dişlerini sıktı.

"Onat komutanım, nasıl? Birce nasıl?" yanıt veremedim. Bilmiyordum. Ardından Şimal ve Selin yetişti. Selin'in gözleri kıpkırmızıydı, Şimal ise kaşlarını çatmış, soluk soluğaydı.

"Ne oldu? Komutanım, ne oldu?" diye sordu Şimal.

"Rahminden vuruldu." sesim soğuktu Selin'in eli ağzına gitti.

"Hayır." diye fısıldadı. Oğuzhan ve Alperen biraz geriden geldiler ama gözlerindeki endişe her şekilde belliydi.

"Kim yaptı?" diye sordu Oğuzhan, sesi sertti. "Acar mı?" tek kaşımı kaldırdım.

"Evet." Oğuzhan'ın gözleri buz kestiğinde Alperen dişlerini sıktı ama benim içimdekiler daha büyük bir fırtınaydı. Çünkü hepsi öfkelenebilirdi, bağırabilirdi, duvarları yumruklayabilirdi. Ama ben? Ben sadece bekleyebiliyordum. Sarsılmaz bir kaya gibi dimdik duruyordum ama içimde bir şeyler yavaş yavaş çatlıyordu. Aybars omzuma sertçe dokundu.

"Komutanım, bir şey söyleyin. Bu şekilde durmayın.'' başımı iki yana salladım. "Şu an önemli olan tek şey Birce'nin yaşaması." Şimal derin bir nefes aldı:

"O yaşayacak. Hepimiz yanındayız." dedi. Ama ben hiçbir şey duymuyordum. Sadece kapının ardında hayatımın anlamı için verilen savaşı bekliyordum. Hastanenin kokusu ciğerlerimi yakıyordu. Zaman durmuş gibiydi. Kapıya kilitlenmiş gözlerimle içeriden gelecek her sese, harekete odaklanmıştım. Kapı açıldığında Ecevit göründü. Yüzünden iyi bir şey söylemeyeceğini anlamıştım. Sanki onca zamandır vücudumu taş gibi sıkan o gerginlik, o an içime çöreklenen korkuyla daha da büyüdü. Ecevit'in yorgun, mahvolmuş bakışları üzerime düştü.

"Onat." sesi kalbimi deldi.

"Söyle." bir adım yaklaştığında arkada herkesin soluğunu tuttuğunu duyabiliyordum.

"Kurşun rahmine isabet etti." bunu zaten biliyordum.

"Ağır bir kanama oldu. Organ çok fazla hasar aldı. Onarılamayacak kadar." içimde bir şeyler kırıldı. Ecevit derin bir nefes aldı ve devam etti.

"Onat, rahmi almak zorunda kaldık." başımın içi uğuldamaya başladı.

"Ne?" sesimi tanımıyordum.

"Eğer almazsak kan kaybından ölürdü. Rahim, kurşunun yarattığı tahribatla kullanılamaz hale gelmişti. Doku kaybı çok fazlaydı, toparlama şansımız yoktu. Bu yüzden almak zorunda kaldık." ağır bir darbe almış gibi sendeledim. Dizlerimi kilitledim, devrilmemek için. Ama içimde bir şeyler çoktan devrilmişti. Ecevit gözlerini kaçırmadan devam etti.

"Onat...bu... çocuk sahibi olamayacak demek." işte o an, yıkıldım. Dışarıdan bakınca dimdik duruyordum. Omuzlarım düşmemişti, sesim titrememişti. Ama içimde fırtınalar kopuyordu. Ciğerlerim sıkışıyordu. Mideme yumruk yemişim gibi soluğum kesiliyordu. Birce'nin sesini hatırladım.

"Biliyor musun, çocukları hep çok sevdim. Ama kendime hiç itiraf edemedim." kan beynime sıçradı.

Önce Acar'ı vurmalıydım. Sonra tekrar vurmalıydım. Ve bir daha. Arkamı döndüm ve kimseye bakmadan hastanenin boğucu koridorlarından kendimi bahçeye attığımda ciğerlerime dolan soğuk hava bir anlığına beni sersemletti. Ama acımı dindirmedi. Ellerimi dizlerime dayayıp nefes almaya çalıştım. Göğsüm sıkışıyordu, sanki içimde bir bıçak vardı da her nefes alışımda biraz daha derine saplanıyordu. İçimde kopan fırtınayı hiç kimse bilmiyordu. İçimde kıyamet kopuyordu. Gözlerimi sıkıca kapattım ama olmadı. Birce'nin yüzü zihnimin içine kazınmış gibiydi.

"Bir gün çocuğumuz olursa, ne yaparsın Onat?" sesi kulaklarımda yankılandı. Sıcaktı, umut doluydu. Şimdi? Şimdi ise içeride, ameliyat masasında, en büyük hayalini kaybediyordu. Ellerimi yumruk yaptım. Kendi içimde çığlık atmak istedim.

Neden o? Hayat, ondan zaten çok şey almamış mıydı? Çocukken bir aile sıcaklığı bile yaşayamamıştı. Büyüdüğünde, güvenmek istediği herkes onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Şimdi ise, elinde kalan son umudu da kaybediyordu. Peki ben? Ben hiçbir şey yapamıyordum. İçimde bir volkan gibi öfke, pişmanlık ve çaresizlik birbirine karıştı. Yumruklarımı sertçe sıktım, gözlerim doldu ama direndim.

Direnemedim, ilk damla yanaklarıma düştüğünde, içimdeki fırtına daha da büyümüştü. Kahroldum. Onu koruyamadım. Birce'nin hayalini koruyamadım. Onun o parlayan gözlerinde, umutla konuştuğu o cümleler şimdi içimi lime lime ediyordu. Gözlerimi açtım. Boğazım düğümlendi. Nasıl anlatacaktım ona? Nasıl bakacaktım o güzel gözlerine?

"Komutanım?" başımı kaldırdığımda karşımda Aybars duruyordu. Arkasında Selin, Şimal, Alperen, Oğuzhan vardı. Hepsi gözlerinde endişeyle bana bakıyordu. Ama ben kimsenin gözlerine bakamadım. Aybars yanıma oturduğunda elini omzuma koydu ama ben hâlâ yerde, ellerim dizlerime kapanmış, nefes almaya çalışıyordum. İçim içime sığmıyordu. Öfke, acı, çaresizlik hepsi birbirine karışmıştı. Birce hastanenin içinde, hayatta kalma mücadelesi veriyordu ve ben burada, hiçbir şey yapamıyordum. Birden Oğuzhan'ın sesi gür bir şekilde yankılandı:

"Bunu onlara yedirmeyeceğiz!" başımı kaldırdım. Hepimiz aynı şeyi hissediyorduk; öfke, intikam. Şimal kollarını kavuşturduğunda çenesini sıktı.

"Bu yaptıklarının bedelini ödeyecekler." dedi. Gözleri alev alevdi. "Bize dokunanın yanacağını bilmiyorlar mı sanıyorlar? Biz kimiz unutmuşlar." Selin gözlerini hastane kapısına dikmişti, yumrukları sımsıkıydı.

"O kız o cehennemin ortasına hepimiz için girdi." dediğinde sesi çatallandı. "Tek başına! Sırf biz başarılı olalım diye kendi hayatını ortaya koydu. Şimdi öylece oturup bekleyecek miyiz? Siktirip gitsinler! Onları bitireceğiz!" Alperen yere tükürdü, gözleri kıpkırmızıydı.

"Şu an içimde birine sıkmadığım her kurşun boğazıma düğümleniyor! Bizden birini böyle vuranın yaşamasına izin vermem!" dediğinde Aybars dişlerini sıktı.

"Birce bizim kardeşimiz. Ailemizin bir parçası. O içeride yaşam savaşı verirken biz hiçbir şey olmamış gibi devam edemeyiz." Oğuzhan gözlerini kıstı.

"Hani bir söz vardır ya; eğer bir askeri yaraladıysan, onun silah arkadaşlarının cehennemini başlatmışsın demektir." bakışlarını bana çevirdi. "Komutanım, bu iş burada bitemez.'' yavaşça doğruldum. İçimde biriken öfkeyi dizginleyemiyordum. Beni tanımıyorlardı, bilmiyorlardı. Birce'yi elimden aldıklarını sanıyorlardı. Ama yanlış yapmışlardı. Önüme baktım. Sakin, sert bir sesle konuştum:

"Birce uyanınca, tek başıma ava çıkacağım.''

''Komutanım, albay buna müsaade etmeyebilir.'' bakışlarım bir ok misali Aybars'a saplandı.

''İçeride kim yatıyor biliyorsun değil mi Aybars? O orospu çocuğunun bir gün daha nefes almasına müsaade etmem. Edemem.'' ayaklandım. Birce'nin yanına gitmem gerekiyordu. Orada daha fazla yalnız kalamazdı.

''Şimdi içeri geçiyorum. Birce uyandığı an albayla planı yapacağım.'' bakışlarımı Aybars'a çevirdim.

''Hazırlan. Beraber ava çıkıyoruz.''

BİRCE SAĞLAM

Göz kapaklarım beton gibi ağırdı. Açmaya çalıştıkça sanki içime çöken bir yorgunluk, beni tekrar karanlığa çekmeye uğraşıyordu. Ama beynim inatçıydı, pes etmezdi. Zihnimin derinliklerinden bir fısıltı yükseldi:

"Uyan." gözlerimin altından gelen yanma hissi, uzun süredir kapalı olduklarını söylüyordu. Bir an, nerede olduğumu hatırlayamadım. Kafamın içinde uğuldayan bir boşluk vardı, sanki bedenim bana ait değilmiş gibi hissediyordum.

Sonra, bir acı dalgası hissettim. Önce belirsiz, hafif bir baskıydı. Sanki midemin altına bir bıçak saplanmış gibi keskin ve yakıcı bir sancıydı. İçim boşaltılmış gibi hissettiren, nefesimi kesen bir histi. Gövdemin alt yarısı yabancı gibiydi. Bilinçsizce elimle karnımı yoklamaya çalıştım ama bileğimde bir direnç hissettim. Serum. Hastanedeydim. Gözlerimi açmaya zorladım ama ışık, gözbebeklerimi acıtarak içime işledi. Göz kapaklarımı yeniden kapattığımda birkaç saniye öylece kaldım. Sonra tekrar açtım. Tavan beyazdı. Odanın içinde hafif bir makine uğultusu vardı. Serumun damla damla akışını duyabiliyordum, derin bir nefes duydum. Birinin varlığını hissettim. Başımı hafifçe yana çevirdiğimde Onat'ı gördüm. İlk başta yüzü bulanıktı. Ama o gözleri tanımamam imkansızdı. Çökük, uykusuzdu. İçinde tarifsiz bir acı taşıyan o bakışlar, yıllardır düşmediği bir savaştan henüz çıkamamış gibiydi.

"Neden böyle bakıyorsun?" bunu sormak istedim ama ağzımdan sadece kısık bir inleme çıktı. O an, yüzündeki yorgun ifadenin yerini şok ve endişe aldı.

"Birce?" sesindeki şaşkınlık barizdi. Onat'ın şok olmuş gözleri, gözlerime kilitlenmişti. Bir anlığına nefes almayı unuttuğunu fark ettim. Gözlerindeki koca adam gitmiş, yerine sanki kırılmış bir çocuk gelmişti. Beni gördüğüne inanamıyormuş gibiydi. Gördüğü için şükrediyormuş gibiydi. Ses çıkarmaya çalıştım ama boğazım kupkuruydu. Dudaklarımın arasından sadece kısık bir inilti döküldü. Onat'ın bakışları anında değişti.

"B-birce?" boğuk ve titrek bir sesti. Onun, asla titremeyen, asla zayıflık göstermeyen sesi, şimdi ise bir fısıltı gibiydi. Göz kapaklarımı kırpıştırarak ona odaklanmaya çalıştım. Yüzü iyice netleştiğinde, içim acıdı. Gözlerinin altı çökmüştü. Sakalları uzamıştı. Çatlamış dudaklarını ısırıyor, nefes almayı hatırlamak için mücadele ediyordu sanki. Tanıdığım sert, kaya gibi adam gitmişti. Karşımda oturan adam, derin bir korkunun, tarifsiz bir acının izlerini taşıyordu. Güçsüzce gözlerimi kırptığımda boğazım yanıyordu.

"Ne oldu?" sesim bir fısıltıdan ibaretti. Onat, dizlerinin üzerine çöküp ellerimi avuçlarının arasına aldı. Başını ellerime doğru eğdiğinde alnını hafifçe parmaklarıma yasladı. Derin bir nefes aldı, öyle bir nefes ki sanki bunca zaman nefes almayı unutmuş, günler sonra ilk defa nefes alıyor gibiydi. Ne olmuştu bana?

"Çok korktum, Birce!" sesi titredi. Aniden başını kaldırdı ve yeniden bana baktı. O çelik gibi sert Onat gitmişti. Karşımda duvarları yıkılmış bir adam duruyordu.

"Ölüyorum sandım, Birce. Ölüyordun sandım!" gözlerim doldu. Gücüm yetse, ellerimi kaldırıp yüzüne dokunurdum. Ama yapamadım. Bedenim hâlâ bana ait değilmiş gibi hissediyordum. Onat gözlerini sıkıca yumduktan sonra hızla ayağa kalktı. Titriyordu.

"Doktoru çağırmalıyım." yutkunup başını iki yana salladı, sanki ne yapacağını bilemiyormuş gibi saçlarını geriye itti. Birkaç adım attı, sonra geri döndü, sanki bırakıp gitmeye korkuyormuş gibiydi.

"Bekle burada! Sakın bir yere kıpırdama, tamam mı? Sakın!" güçsüzce gülümsedim. Sakın kıpırdama mı? Belimden aşağısını hissetmiyordum bile. Onat kapıyı hızla açıp bağırdı:

"Doktor! Doktor! Uyan-" sesi çatallaştı. Onat. Koskoca Onat. Şimdi bir çocuğun kaybettiği oyuncağını bulduğunda hissettiği şükür gibi, beni bulmuş ve bırakmak istemeyen bir adam gibiydi. İçim sıcacık bir şeyle doldu. Sonra aniden, yeniden gelen o keskin sancı nefesimi kesti. Onat'ın hızla dışarı çıkışıyla odada yalnız kaldım. Yalnız ama garip bir his içimi kemiriyordu. İçimde bir eksiklik vardı ama ne olduğunu bilmiyordum. Nefesimi kontrol etmeye çalışırken, kapının aniden açıldığını duydum. İçeri ilk giren doktor oldu. Hemen ardından Selin, Aybars, Şimal, Alperen ve Oğuzhan içeri doluşmuştu. Gözlerindeki panik, endişe, korku anlaşılamayacak gibi değildi. Hepsini tek tek yüzlerinden okuyabiliyordum. Şimal ilk tepki veren oldu. Beni öyle görünce elini ağzına kapattığında gözleri dolmuştu.

"Birce." ismimi sanki beni kaybetmekten korkmuş gibi fısıldadı. Selin ise hiç düşünmeden yanıma geldi ve elimi sıktı. Parmakları titriyordu.

"Allah'ım, sonunda! Sana şükürler olsun." dedi boğuk bir sesle. Alperen ve Oğuzhan, odanın köşesinde durmuş, sadece bana bakıyorlardı. Oğuzhan gözlerini kaçırıyordu. Alperen ise sıkılı yumruklarıyla kendini bir şeylerden alıkoymaya çalışıyor gibiydi. Aybars beni baştan aşağı süzüp derin bir nefes aldı. Kıpırdayamadı.

"İyi misin?" diye sordu. Ama sesi boğuk ve kısıktı. Cevap vermeye çalıştım ama konuşmak, sanki ağır bir yük taşımak gibi zordu. Bu sırada doktor dosyasını açtı ve ciddi bir ifadeyle konuşmaya başladı.

"Oldukça ağır bir ameliyat geçirdiniz, Birce Hanım." odadaki hava bir anda değişti. Herkes doktorun dudaklarına kilitlendi.

"Kurşun, oldukça kritik bir noktaya isabet etmişti. Çok fazla kan kaybettiniz. Operasyon sırasında sizi stabil tutmak için epey çabaladık. Birkaç gün boyunca vücudunuzun toparlanması gerekecek. Ağrı kesiciler ve sıvı takviyeleri alıyorsunuz, o yüzden biraz halsiz hissetmeniz normal." herkes sessizdi. İçeride sadece doktorun sesi duyuluyordu. Onat, doktorun her kelimesini ciddiyetle dinliyordu. Ama bir şey eksikti. Doktor bir şeyler saklıyordu. Bunu hissediyordum. Ama neyi? Bana söylemek istemediği şey neydi? Gözlerimi kısarak doktorun yüzüne dikkatlice baktım. Soğukkanlı ama temkinliydi. Onat nefes bile almadan doktoru izliyordu. Doktor, bir an bana döndü.

"Sorunuz var mı?" diye sordu nazikçe. Sormam gereken bir şey var mıydı? Bir şeylerin ters gittiğini biliyordum. Ama ne olduğunu bilmiyordum. Doktorun sözlerinden sonra oda sessizliğe gömüldü. Herkes birbirine bakıyordu ama kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda doktor, hafifçe başını sallayarak dosyasını kapattı.

"Dinlenmeniz gerek, Birce Hanım. Vücudunuz toparlanma sürecinde. Lütfen kendinizi zorlamayın." ardından bakışlarını Onat'a çevirdi.

"Size ihtiyacım olursa haber veririm." Onat başını hafifçe salladı. Ama gözleri hâlâ bende takılıydı. Doktor, kısa bir süre daha bana bakıp ardından odadan çıktı. Kapı kapandığında içimdeki huzursuzluk daha da artmıştı. Odanın içinde Aybars, Şimal, Selin, Alperen ve Oğuzhan vardı ama benim gözlerim yalnızca Onat'ı aradı. O, yatağımın yanında, kollarını göğsünde kavuşturmuş, sessizce beni izliyordu. Sustum. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Hastalığımı, yorgunluğumu, ağrılarımı bir kenara ittim. Şu an asıl önemli olan neydi? Acar, kaçırılan kızlar, hepsi aklımdaydı.

"Nerede?" diye sordum kısık bir sesle. Onat kaşlarını çattı.

"Kim?" sesimi biraz daha toparladım. Sert olmam gerekiyordu.

"Acar, nerede?" odadaki hava bir anda buz gibi oldu. Şimal ve Selin başlarını önlerine eğdi. Aybars kollarını sıktığında dişlerini gıcırdattı. Oğuzhan ve Alperen birbirlerine kısa bir bakış attı ama hiçbiri tek kelime etmedi. Gözlerimi Onat'a çevirdim. Onun gözlerindeyse bıçak gibi keskin bir öfke vardı.

"Bunları düşünmemen gerek, Birce."

"Onat-"

"Hayır!" diye kesti sözümü. Elini saçlarına attı ve birkaç adım atıp derin bir nefes aldı. Kendi içinde öfkesini dizginlemeye çalıştığını görebiliyordum. Ama başaramıyordu. Gözlerini tekrar bana çevirdiğinde öfkeyle doluydu.

"Gereken yapılacak." onun bu sözleri içimde soğuk bir ürpertiye neden oldu.

"Gereken derken?" Onat'ın çenesindeki kas gerildi.

"Ben halledeceğim." sesindeki sertlik, odadaki herkesi yerinde dondurdu. Oğuzhan hafifçe başını kaldırdığında Onat'a uyarı dolu bir bakış attı. Ama Onat, bana bakmayı sürdürüyordu.

"Neden bana açık konuşmuyorsun?" diye sordum. Onat bir adım daha yaklaştı.

"Çünkü bazı şeyleri bilmek zorunda değilsin, Birce." cümleleri bir emir gibiydi. Ve ben sevgilimden emir almayı sevmezdim. Gözlerimi kısmış, onun yüzüne dik dik bakıyordum ki Aybars araya girdi.

"Kaçırılan kızlar güvende. Operasyon başarıyla tamamlandı." derin bir nefes aldım. İçimde bir nebze olsun rahatlama hissi belirmişti. Ama Onat'ın gözlerindeki o öfke, o karanlık bakışlar beni hâlâ huzursuz ediyordu.

"Sakın aptalca bir şey yapma." ama o hiçbir şey söylemeden sadece bana baktı. Ben o bakıştan, çoktan kararını verdiğini anladım. Onat'ın bakışları sertti. Bu konunun burada kapanmasını istiyordu. Bu bakışı, daha fazla üstelememem gerektiğini açıkça belli ediyordu. Onunla inatlaşmanın hiçbir anlamı yoktu, şimdilik. Derin bir nefes alıp konuyu değiştirdim.

"Yiğit nerede?" bu sefer Selin cevap verdi.

"Kızların yanında, evde kalıyorlar.'' başımı hafifçe salladım. Yiğit'in böyle bir şey yapacağını zaten biliyordum.

"O iyi mi peki?" Selin hafifçe gülümsedi.

"Sana ne kadar kızgın olduğunu bilsen, bunu sormazdın." kaşlarımı çattım.

"Neden kızgınmış bana?" Aybars derin bir iç çekti.

"Seni kaybedeceğiz diye çok korktuk." Onat onu uyardı.

"Aybars." Aybars omuz silkti ama gözlerindeki o hüzün kaybolmadı. Yiğit'in neden kızgın olduğunu biliyordum aslında. Ben onun yerinde olsaydım, ben de sinirlenirdim. Sessizlik kısa bir süre odayı doldurdu. Oğuzhan bir adım attı.

"Seni böyle görmek iyi geldi." Alperen başını salladı.

"Gerçekten. Az daha..." devamını getiremedi. Onların gözlerindeki endişeyi gördüğümde, aslında ne kadar büyük bir şey atlattığımızı fark etmiştim. Bu kez ben gülümsedim.

"Bu kadar üzgün bakmayın bana. İyiyim." Şimal derin bir nefes aldı.

"Şimdilik." odaya yine bir sessizlik çöktüğünde Onat bir adım öne çıktı.

"Birce'yle yalnız konuşmak istiyorum." diğerleri, birbirlerine kısa bakışlar attılar. Ama hiçbiri itiraz etmedi. Aybars, elini hafifçe yatağımın kenarına vurdu.

"Dinlen biraz. Sonra konuşacağız." Şimal hafifçe gülümsedi.

"Sakın kendini zorlamaya kalkma." Oğuzhan ve Alperen, Selin başlarını sallayıp sessizce kapıya yöneldiler. Birkaç saniye içinde, odada sadece ben ve Onat kalmıştık. Onat, odada yalnız kaldığımız an derin bir nefes aldı. Ama bana bakmıyordu. Bakışlarını yere sabitlemiş, ellerini yumruk yapmıştı. Bu kadar gergin olmasına anlam veremiyordum.

"Onat?" diye seslendim. Başını hafifçe kaldırdı ama yine de gözlerini benden kaçırıyordu. Bir şey söylemeye çalışıyordu ama kelimeler boğazına düğümlenmiş gibiydi. Onun bu hali, bana gerçekten korkmam gereken bir şey olduğunu hissettirdi. Yatağın yanındaki sandalyeye çöker gibi oturduğunda ellerini saçlarının arasına geçirdi. Neredeyse boğuk bir sesle fısıldadı:

"Birce, sana anlatmam gereken bir şey var." içimde tarifi zor bir hisle başımı salladım. Devam etmesini bekledim. Ama etmiyordu. Sadece oturuyordu. Gözlerimin içine bakmaktan kaçınıyor, nefes alışları düzensizleşiyordu. Onu böyle görmek, içimde derin bir sıkışmaya sebep oldu.

"Ne oldu Onat?" diye sordum. Beni ilk gördüğü zamanki sert, soğukkanlı Onat yoktu karşımda. Sadece bana bakıyordu. Dudakları aralandı ama kelimeleri öyle zorlanarak çıkardı ki, bunu söylemenin onu nasıl parçaladığını iliklerime kadar hissettim.

"Doktorlar, onlar, mecbur kaldılar, Birce." kaşlarımı çattım. Ne demekti bu?

"Ne demek mecbur kaldılar?" Onat'ın gözleri kısıldı. Bunu söylemek ona o kadar ağır geliyordu ki bir şeyler onu engelliyordu. O an içimde bir panik yükseldi.

"Onat, bana ne oldu?" elini uzattı ama bana dokunamadı. Sonra boğazı düğümlenmiş bir şekilde en ağır cümlesini kurdu.

"Kurşun, rahmine geldi.'' kalbimin atışı durdu. Bir saniyeliğine nefes bile alamadım. Ama Onat'ın sesi devam etti.

"Kanamayı durdurmaları gerekiyordu." içimde yükselen korku, yavaş yavaş büyümeye başladı. Ellerim farkında olmadan battaniyeyi sıktı.

"Onat." onun gözleri, benim gözlerime kilitlenmişti artık. Ama gözleri yaşlarla doluydu. İlk defa, Onat'ı böyle gördüm. İlk defa, bu kadar çaresiz, bu kadar paramparçaydı. Ve sonra, o kelimeyi söyledi.

"Rahmini almak zorunda kaldılar." dünya durdu. Etrafımdaki her şey bulanıklaştı. Nefes alamıyordum. Bir şey içimi sıkıştırıyordu. Bir an, beynim bunu algılamayı reddetti. Ama Onat'ın gözlerindeki acı, bu gerçekti. Onat devam etti.

"Mecbur kaldılar, Birce. Yapabilecekleri başka bir şey yoktu." bu cümle, bir bıçak gibi içime saplandı. Nefesim düzensizleştiğinde anladım. Ben artık anne olamayacaktım. Bu gerçeği bir kere kavrayınca, tüm dünyam yıkıldı. Bütün hücrelerim bu gerçeğe isyan etti. Gözlerim doldu ama ağlayamıyordum bile. Sadece boğazımdan hıçkırık gibi bir ses çıktı. Elim istemsizce karnıma gitti. Ama artık orada bir şey yoktu. Hiçbir şey.

"Hayır." diye fısıldadım. Onat olduğu yerde donmuş gibiydi. Yüzündeki acıyı görmek bile dayanılmazdı. Elini bana uzattı ama ben geri çekildim.

"Bunu bana nasıl yaparlar Onat?" sesim titriyordu. Tüm vücudum titriyordu.

"Beni, beni eksik bıraktılar." gözümdeki yaşlar, artık durdurulamazdı. Onat ayağa kalktığında saçlarını çekti. O da perişandı.

"Birce, ne yapabilirlerdi? Söylesene ne yapabilirlerdi?" sadece ağlıyordum.

"Ben anne olamayacağım." Onat başını yana çevirdiğinde dudaklarını sıktı. Bunu duyduğunda gözleri bile doldu. Bana güçlü görünmeye çalışıyordu. Sadece derin nefes aldı ve fısıldadı:

"Seni eksik bırakmadılar, Birce." ama bu beni teselli etmiyordu. Eksiktim. İçimde bir yer paramparça olmuştu. Öyle bir acı vardı ki, nefes almak bile zulümdü. Damarlarımda kan değil, mutsuzluk akıyordu sanki. Onat yüzüme bakıyordu. Ona her baktığımda, her kelimesini duyduğumda, her nefesini hissettiğimde, bu gerçeği daha çok kavrıyordum.

Ben artık anne olamayacaktım.

Bedenimden sökülüp alınmıştı bu ihtimal. Ve Onat buna izin vermişti. Öfke midemi bulandırıyordu. Dişlerimi sıktım. Parmaklarım yastığın kenarını öyle bir kavradı ki, tırnaklarım avucuma battı. Onat hâlâ sessizdi, bana bakıyordu. Sanki bir şey söylemesini bekliyordum. Ama hangi kelime bu acıyı hafifletebilirdi ki? Konuşmaya başladığımda sesim titriyordu.

"Sen... Buna nasıl izin verdin?" Onat'ın yüzü gerildi.

"Birce-"

"Sen buna nasıl izin verdin, Onat?!" bağırdığım an sesim odada yankılandı. Ama umurumda değildi. Bütün hücrelerim isyan ediyordu. Yatağın üzerinde doğrulmaya çalıştım ama vücudum bana ihanet ediyordu. Ellerimi sıktığımda nefesim düzensizleşti.

"Gözünü seveyim bana açıklama yapma!" Onat kaşlarını çatmış, dişlerini sıkıyordu. Ama beni durdurmadı. Duramazdı.

"Nasıl... nasıl bana sormadan böyle bir şeye izin verdiniz?!" gözyaşlarım istemsizce süzülüyordu yanaklarımdan. Onat nefes aldı, ellerini saçlarına attı.

"Sana sormadan yapmadılar, Birce! Sormaya zaman yoktu! Ölüyor-"

"Ölüyor muydum?!" ona doğru eğildim. Kendimi dizginleyemiyordum artık.

"Hani sen benim yanımdaydın?! Hani ben bir başıma değildim?! Nasıl, nasıl benim hayatıma dair böyle bir şeye karar verirsiniz?! Sen nasıl, nasıl bunu kabul edersin?!" sesim çatallandı.

"Ben anne olamayacağım artık, Onat! Bunu anlayabiliyor musun?!" Onat başını yana çevirdi. Gözlerindeki acıyı gördüm. Ama o acı, benim içimde kopan fırtınanın yanında bir hiçti. Benim ruhum paramparçaydı. Onun dudakları titredi. Duramıyordum. İçimden yükselen öfke, korku ve acı beni ele geçirmişti. Onat'a doğru eğildiğimde göğsüne vurdum. Zayıf, çaresiz vuruşlardı ama her biri benim içimde kopan fırtınayı yansıtıyordu.

"Neden beni koruyamadın?!"

"Birce-"

"Neden beni koruyamadın?!" bütün bedenim titriyordu. Onat ellerimi tuttu ve durdurmaya çalıştı. Ama ben pes etmeyecektim.

"Ben böyle olsun istemedim!" Onat'ın yüzü acıyla gerildi.

"Göğsümü siper etsem bile seni o kurşundan koruyamazdım, Birce!" O an, gözlerinin içine baktım. Ve orada yalnızca pişmanlık gördüm. Bir anda başım döndü. Öfke, acı, çaresizlik hepsi bir aradaydı. Nefesim kesiliyordu, gözlerim karardı.

"Birce!" Onat'ın sesi bulanıklaştı. Bir şeyler titriyordu. Sert bir el koluma dokunduğunda telaş içinde bir kadın sesi duydum.

"Hemen sakinleştirici verin, hastanın tansiyonu yükseldi!" küçük bir iğne, kolumdan içeri girerken acısını hissettim. Umurumda bile değildi. Gözyaşlarım hâlâ akıyordu. Ama nefesim yavaşlıyordu. Öfkeden titreyen parmaklarım gevşedi. Bedenim ağırlaşmaya başladı. Onat'ın sesi hâlâ kulağımdaydı.

"Özür dilerim, sevgilim.'' bu özür hiçbir şeyi geri getiremezdi. Gözkapaklarım kapanırken, karanlık içime çökmeye başladı.

Her şey, yavaş yavaş sessizliğe karıştı.

YAZARIN AĞZINDAN

Gökyüzü, acıyı paylaşır gibi kapkara olmuştu. Onat'ın gözleri hâlâ Birce'nin odasının kapalı kapısına kilitliydi. İçindeki fırtına dinmiyor, yüreğindeki sızı her geçen saniye büyüyordu. Yutkundu ama boğazına oturan o yumruyu geçiremedi.

Bir adım geriledi. Sonra bir adım daha. Birce'nin odasına dönüp yeniden yüzüne bakmak, onun o acıyla sarsılmış halini görmek istemiyordu. Kendi nefesi bile ona fazla geliyordu artık. İçinde kabaran öfke, çaresizlikle birleşince ruhunu bambaşka bir karanlığa sürüklüyordu. Birce'nin feryadı, kulaklarında yankılanmaya devam ediyordu.

"Sen nasıl, nasıl bunu kabul edersin?!" kendi içindeki hesaplaşma daha da büyüdü. Onu koruyamamıştı. Ve bu gerçekle yaşamak, ölümden beterdi. Bütün vücudunu saran öfkeyle yumruğunu sıktıktan sonra bir hışımla arkasını döndü. Geniş omuzları gerildi, boynu kaskatı kesildi. Adımları, koridorun taş zemininde yankılandı. Hızlı, öfkeli, kararlı, bir an bile duraksamadan bahçeye yöneldi. Kapıyı açtığında soğuk gece havası ciğerlerine dolmuştu. Ama içindeki yangını dindirecek hiçbir şey yoktu. Aksine, ateşine körük oluyordu. Etrafına bakmadan derin bir nefes aldıktan sonra ağır ama kesin bir sesle konuştu:

"Pençe bahçeye. Şimdi." sesinde öyle bir soğukluk vardı ki, etraftaki askerler anında duraksadı. Aybars, Şimal, Oğuzhan, Selin ve Alperen, göz göze geldiler. Kimse sorgulamadı. Onat'ın sesi, tartışmaya açık değildi. Hepsi bir anda harekete geçti. Yorgunlardı, kırgındılar. Yürekleri, tıpkı Onat gibi öfkeyle doluydu. Ama ne olursa olsun, komutanlarının arkasındaydılar.

Onat, içindeki fırtınayı biraz olsun susturabilmek için ellerini saçlarına attı. Nefesi düzensizdi. Yüreği yangın yerine dönmüştü. Ama bunu gösterecek zamanı yoktu. Şimdi düşülecek zaman değildi. Hemen ardından kapı açıldı, tim bahçeye doluştu. Aybars, Onat'ı süzerken gözleri kısıldı.

"Ne oldu komutanım?" Onat, etrafındaki gözlere tek tek baktı. Hepsi bitkindi ama gözlerindeki ışık sönmemişti. İç çektikten sonra konuştu:

"Albayla görüştüm. İki kişi yola çıkıyoruz." sesi netti, soğuktu. Gözleri öyle bir parlıyordu ki, buz kesmiş gibiydi. Selin kaşlarını çatıp bir adım öne çıktı.

"Ne görevi bu?" Onat, saniyelerce cevap vermedi. Sonunda sessizliği bozduğunda, sesi tok ve ölümcüldü.

"Acar." tek kelime yetmişti. Herkes nefesini tutmuş, ortam bir anda gerilmişti. Onat başını kaldırdığında gözlerini Aybars'a dikti.

"İstersen gelmek zorunda değilsin." sesi netti. Duygularına yer bırakmamaya çalışıyordu ama Aybars Onat'ı tanıyordu. Onun içinde kopan fırtınayı görüyordu. Geri çekilmek mi? Asla. Gözleri, adeta ateş gibi parladı.

"Ben burada sadece Birce'nin tim arkadaşı değilim, komutanım. Bu devletin bir askeriyim. Bu bir görev. Benim için de onurum kadar kutsal." sesindeki o çelik gibi sertlik, bahçedeki herkesin tüylerini diken diken etmişti. Onat, Aybars'a birkaç saniye baktıktan sonra yüzündeki gülümsemeyle başını salladı. Sessizlik, karanlık gecenin içinde yankılandı. Onat, yutkundu. Sonra ağır adımlarla bir adım öne çıktı.

"Dinleyin beni. Bu iş burada kalmayacak." gözlerini teker teker hepsinin üzerinde gezdirdi.

"Birce'ye yapılanın hesabı sorulacak." sesindeki keskinlik, havayı bıçak gibi kesiyordu.

"Ve bunu yapacak olan biziz." Aybars başını salladı. Gözleri kararlılıkla doluydu.

"Ne zaman yola çıkıyoruz?" Onat gözlerini kıstı.

"Sabah olmadan." ve gece, intikam yemini eden iki adamın sessizliğiyle çalkalandı.

 

Bölümle ilgili düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz.

Instagram/Tiktok/X:monsoleil777

 

Bölüm : 17.04.2025 19:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...