
Merhabalar! Bu zamana kadar ki en uzun bölümümüzle geldim. :) Her hafta elimden geldiğince bölüm atmaya çalışıyorum. Bunun için bile bir yorum ve oyu hak ettiğimi düşünüyorum. 💖 Okuyan herkes oy verse, bir de yorumlarını benimle paylaşsa emin olun bu benim için teşvik edici bir şey olur. 🙏🏻 Şimdiden iyi okumalar.💖
Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777
Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar, hayatta daima en korkusuz olanlardır. Çünkü geride bırakacak bir şeyin yoksa, hiçbir şey seni tutamaz. Bu mesleği seçmemin en büyük sebebi de buydu. Vatan uğruna ölmeyi, gerektiğinde şehit olmayı kim istemezdi? Hele ki arkanda ağlayacak bir çift gözün bile yoksa, bu kaçınılmazdı.
Beş yıllık görev süremde ölümle defalarca burun buruna gelmiştim. Sayısız kez arkadaşımı toprağa verdim. İnsan bir noktadan sonra alışıyor sanıyor ama hayır, o acıya alışılmıyordu. Sadece kabuk tutuyor, içindeki ateşse hiç sönmüyordu. Aksine, her ölümde yeniden harlanıyordu.
İçeriye kurşun girdiği an zihnimde aynı anda elli farklı senaryo canlandı. Ya yüzbaşına isabet ettiyse? Ya şu an kanlar içinde yerdeyse? Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Sadece bir kurşun sıkılmıştı ama nişancının hâlâ orada olup olmadığını bilmediğim için sürünerek yüzbaşının olduğu tarafa doğru ilerlemeye başladığım anda sesini duymuştum. Hayatımda ilk kez bir sesi duyduğum için bu kadar mutlu oldum.
"Birce, yaralı mısın?" değildim. Ve sesinden anladığım kadarıyla o da değildi.
"Hayır, siz?" dedim, gözüm karanlığa alışmaya çalışırken. Bacağımda elini hissettim. Elimi sıktı. Güven vermek ister gibiydi.
"İyiyim. Nişancı tek kurşun attı. Muhtemelen orada değil ama yine de dikkatli olmalıyız. Sen önden salona geç, ben peşinden geleceğim." itiraz edecek oldum ama yüzbaşının sesi bu kez daha sertti.
"Bu bir emirdir asker, rica etmiyorum." dizlerimin üzerinde ilerleyerek salona vardım. Ayağa kalkıp içeriye göz gezdirdiğimde yüzbaşı, pencerenin kenarında elinde silahıyla dışarıyı kontrol ediyordu. Dışarıdan gelen karmaşa içinde mahalleli bağrışıyordu. Yüzbaşı cebinden telefonunu çıkarıp birini aradı.
"Benim evin oraya bir ekip yönlendirin. Silahlı saldırıya uğradık. Kurşun izi ve güvenlik kameraları incelenecek." bakışları bana döndüğünde göz göze geldik.
"Sen nereden anladın?" dedi. elimdeki telefonu ona uzattım. WhatsApp'ta gelen mesajı açıp ona gösterdiğimde bir küfür savurdu. İkimiz de ayağa kalkmıştık. Polis sirenlerinin sesi yaklaşıyordu, dışarı çıkmak zorundaydık.
"İyisin değil mi? Ağrın varsa hastaneye gidelim," dediğinde gözlerinde bir endişe vardı.
"İyiyim. Ağrıyla başa çıkabilirim." tam kapıya yönelecekken kolumdan tutup beni kendine çevirdi.
"Hiçbir şeyle tek başına başa çıkmak zorunda değilsin Birce. Artık değil. Bunu unutma." sözleri kalbimin en derin yerine dokunmuştu. Gözlerinde kendi yansımamı gördüm. İlk kez onu kendime bu kadar yakın hissetmiştim.
"Olur," diyebildim sadece. Mahalleye indiğimizde kalabalık çoktan toplanmıştı. O sırada bir polis memuru yanımıza doğru geldiğinde:
"Ne oluyor burada?" yüzbaşı cebinden kimliğini çıkarıp gösterdi. Memur, bir anda üslubunu değiştirdi.
"Kusura bakmayın yüzbaşım. Silah sesi duyulmuş, pencere kırık, saldırı olduğu belli."
"Terör saldırısı. Halka yansıtıp panik yaratmayın. Olay yeri inceleme gelecek, siz çevreyi boşaltın," dedi yüzbaşı. Sonrasında hızla karargaha geçmiştik. Yolda Aybars'ı arayıp tüm timin on dakika içinde hazır olmasını emretmişti. Karargaha vardığımızda beni durdurdu.
"Telefonunu Turgay'a ver. Konum bilgisi alması lazım." Turgay siber suçlarla ilgileniyordu. Masasına gittiğimde beni görünce ayağa kalktı.
"Hoş geldiniz komutanım. Gerçi yüzünüzden pek hoş gelmediğiniz belli."
"WhatsApp'tan gelen mesajdaki numaranın konumunu bulman ne kadar sürer?"
"Normalde iki dakika. Eğer şartlar kötüyse beş."
"Şartlar çok anormal. On dakika sonra konum yüzbaşının masasında olsun," dedim ve odasına yöneldim. Yüzbaşının odasında tim çoktan toplanmıştı.
"On dakikaya konum elinizde." dedim ve sessizlik içinde herkes bana döndü.
"Birce'yle saldırıya uğradık," diye söze başladı yüzbaşı. Mesajı, görüntüyü, keskin nişancı hedefini anlattığında herkesin yüzünde öfke vardı.
"Bu dağ faresini çok bekledik," dedi Selin.
"Turgay konumu belirlesin, çıkıyoruz," dedi yüzbaşı. "Hazırlanın." Odama geçerken Şimal ve Selin arkamdan geldiler.
"Komutanım, iyi misiniz?" diye sordu Şimal.
"Eğer şu dağ faresini kapana kıstırırsak, çok daha iyi olacağım." hazırlanıp tekrar odanın önüne geldiğimde yüzbaşı da tam çıkıyordu. Aynı anda Turgay koşarak yaklaştı.
"Komutanım, mesajı atan kişi şu an arıyor. Telefon sizde." telefonu aldığımda hoparlörü açtım.
"Uğur böceği," dedi tanıdık o iğrenç ses. Yüzbaşı gözlerini kapayıp başını bana doğru salladığında 'sakin ol' der gibiydi.
"Saklandığın delikten çıkmaya mı karar verdin dağ faresi?" dedim.
"Hareketlerin pek hoşuma gitmedi, kendimi hatırlatayım dedim." yüzbaşının işaretiyle araçlara doğru ilerlemeye başlamıştık.
"Yüzbaşını öldürmemi mi istiyorsun? Aranızda ne var?" dediğinde kahkahayı patlattım.
"Sen götündeki donu dik tut önce şerefsiz. Yüzbaşını öldürmek sana mı kaldı?" yüzbaşının gülüşünü duymuştum ama ona bakmadım:
"Yüzbaşını belki öldüremem ama bir sivili öldürürsem bu seni daha çok üzer bence. WhatsApp'a bak." sözleri bıçak gibi kesildikten sonra telefon kapanmıştı. Bildirim sesiyle mesajı açtığımda bir video gönderilmişti. Depo gibi bir yerdeydi. Ortada sandalyeye bağlanmış biri vardı. Kamera döndüğünde ekranda yine Erkin belirdi.
"Hey millet, izliyorsunuz değil mi?" dedi maskesinin ardından.
"Elimdeki beceriksiz, sizin vurmak için tuttuğum keskin nişancı. Yakından bile vuramıyor." adamın başına hafifçe vurduktan sonra yumruk attı.
"Onu tanıdınız mı?" dedi sırıtarak. "On beş dakikanız var. Gelmezseniz, ölür." gözlerim yüzbaşına kilitlendi.
Telefon elimde, kalbim yumruk gibi boğazıma dayanmış halde gözlerimi ekranın siyahına dikmiştim. Videonun bitmesiyle içerideki herkes buz kesmişti. Her birimizin aklında tek bir şey vardı: On beş dakikamız vardı ve biri ölecekti. Bakışlarımı yüzbaşına çevirdiğimde, onun da çoktan bana döndüğünü gördüm. Parmaklarım hâlâ telefona kilitlenmişken dudaklarım oynadı.
"Bu defa elimizden kaçamayacak." dedim alçak ama net bir sesle. Yüzbaşı başını salladı.
"Turgay, IP izini anlık olarak takip etmeye devam et. Konumda sapma olursa anında haber ver." dedi.
"Emredersiniz," dedi Turgay ve bilgisayarına gömüldü. Yüzbaşı gözlerini bize çevirdiğinde:
"Hedef bölgeye baskın yapıyoruz. Sivil önceliğimiz. Erkin orada olmayabilir ama bu bir tuzak da olabilir. Dikkatli olacağız." herkes başını salladı. Bu sefer Erkin'in planını altüst edecektim.
Dakikalar sonra zırhlı araçla hedefe varmıştık. Burası şehir dışında terk edilmiş bir sanayi bölgesiydi. Depo, yıkık dökük, duvarlarında kurumuş grafitiler olan geniş bir yapıydı. Karanlık çökmüştü ama etrafın sessizliği, yaklaşan fırtınanın habercisi gibiydi. Yüzbaşı göz ucuyla Aybars'a baktı.
"İçeri ilk sen giriyorsun, Birce" dedi. Bunun benim hatamı telafi etmem için bir fırsat olduğunun farkındaydım.
"Emredersiniz komutanım." dedim.
İçimde yanan ateş, vücuduma taşan bir cehennem gibi yayılmıştı. Gözümü bile kırpmadan elimdeki otomatik silahı kontrol ettiğimde tabancamı belime yerleştirdim, çelik yeleğimi sıktım. Kaskımı başıma geçirdim. Yüzbaşı telsizden konuştu:
"Siyah birim, hedef girişine hazır. Birce içeri giriyor. İki numara, sağdan koruma. Üç numara arka kapıdan sızma yapacak. Harekete geçin." içeri sızarken kalbim bir çekiç gibi göğsümde atıyordu. Tüm vücudum tetikteydi. Sol elimin baş parmağıyla bastığım el fenerini açtım. Işık dar bir hüzme gibi karanlığı yardı. Attığım her adımda içimdeki sessizliği daha da iyi duyuyordum. Korku yoktu. Sadece öfke ve kararlılık vardı. Depoya adım attığımda içeriden gelen boğuk bir inilti sesi duyuldu. Kulaklığımdan gelen fısıltıyla irkildim:
"Sol taraf, hareket var." döndüm. Orada, masanın hemen arkasında, sandalyeye bağlı bir adam vardı. Gözleri kan çanağına dönmüştü, ağzı bağlanmıştı. Ayak bileklerinden sıkıca sabitlenmişti. Yüzüne baktığımda yaşıyordu. Ama bir şeyler yanlıştı. Etrafa göz gezdirdiğimde duvarın dibindeki küçük bir siyah kutu dikkatimi çekti. Bir flaşla patlayan kırmızı ışık bana gerçeği haykırdı: Patlayıcı vardı.
"Yüzbaşım, içeride sivil canlı ama bir tuzak söz konusu. Patlayıcı var. Kırmızı LED ışık yanıyor. Geriye sayım başlamamış ama..."
"Zaman kaybetme. Sivilin ellerini çöz, patlayıcıya müdahale edemeyeceksen onu çıkar," dedi yüzbaşının sesi kulaklıktan. O an kararımı vermiştim.
"Hayır. Onu burada bırakmayacağım. Patlayıcıyı devre dışı bırakacağım." telsizden birkaç itiraz sesi yükseldiğinde yüzbaşının sesi ise diğerlerinden daha sertti.
"Birce! O adamı kurtaracağız ama senin ölmeni göze alamam!"
"Ben alırım komutanım," dedim. Sesimdeki kararlılık çok netti. Elim titremeden bıçağımı çıkardım, sivilin iplerini keserken bir yandan da diğer elime küçük çantamı aldım. Patlayıcıyı devre dışı bırakmak, bize verilen standart eğitimde vardı ama pratikte her bomba başka bir canavardı. Bunu biliyordum. Yaklaştığımda zaman durmuştu. Parmaklarım her kabloya dokunurken beynim milyonlarca olasılığı tarıyordu. Ter alnımdan damlıyordu ama elim titremiyordu.
Kırmızı mı, mavi mi?
Gözüm bir anda çakıl taşı gibi yerleştirilmiş küçük bir mıknatısa takıldı. Bu, kablonun manyetik tetikleme sistemine sahip olduğunu gösteriyordu. Yani mavi kesilirse patlama tetiklenirdi.
"Sol alttaki yeşil kabloyu keseceğim," dedim. "Eğer bu mesaj yayını keserse..."
"Birce..." dedi yüzbaşının sesi. "Sana bir şey olmasın. Lütfen..."
Ve kestim.
Tık.
Işık söndü.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldığımda:
''Temiz.Sivili çıkarıyorum." dedim. Alkış gibi yükselen sevinç seslerini kulak arkası ettim. Adamı omzuma aldığımda bedenim kan ter içindeydi ama kalbim zaferle çarpıyordu. Depodan çıktığımızda hava çoktan kararmıştı ama içimdeki aydınlık bir güneş gibi parlıyordu. Yüzbaşı beni karşılayacak şekilde ilerlemişti. Gözleriyle baştan aşağı beni süzdükten sonra adamı bizden teslim alan sağlık ekibine döndü.
"Sivili kurtardık," dedim.
''Tebrik ederim.'' gülümsedim.
"Ben sadece yapmam gerekeni yaptım komutanım." Arkamdan Alperen'in sesi geldi.
"Komutanım bomba sizin uzmanlık alanınız değildi ya. CIA alsın sizi, helal olsun!" Şimal kahkahayı bastı.
"Komutanım gözünüzün ne kadar kara olduğunu tescillemiş olduk. Sizin yanınızda ölüm bile geri adım atar." tam ona cevap vereceğim an, telsizden Turgay'ın sesi geldi:
"Komutanım, konumun doğruluğunu test ettim. Video önceden kaydedilmiş. Erkin mekanda hiç olmamış. Yayını başka bir yerden gönderdiğini tespit ettim. Yerini bulamadım ama bir dijital iz bıraktı. Artık peşindeyiz." yüzbaşı derin bir nefes aldıktan sonra bana dönmüştü.
"Bu savaşı kazanacağız Birce. Ama bu gece, sen kazandın." başımı eğdim. Gözüm uzaklara takılmıştı. Çünkü biliyordum savaş yeni başlıyordu. Yüzbaşı eliyle, parmağımı tutana kadar kesildiğinin farkında bile değildim. Muhtemelen bu hengame içinde olmuştu.
"Elin kesilmiş. Ne yapmak lazım?" dedi usulca.
Gözlerim gözlerini bulduğunda bakışlarındaki ifadeden dolayı içimin ürperdiğini hissettim. Bakışlarında bir şey vardı. Adını koyamadığım bir şeydi. İçeriye timdekiler girince elini çekmek zorunda kaldı. Ama bakışları hâlâ üzerimdeydi. Ben ise gözlerimi kaçırdım. Aracın çalıştığını duyduğumda herkesin yerini aldığını anladım ama algılarım hâlâ ondaydı. Kendime kızdım. Duruşumu toparlamaya çalıştım ki tekrardan sesini duydum.
"Birce'nin eli kesilmiş, onun için revire gidiyoruz. Ben de ağrı kesici yaptıracağım, başım çatlıyor." eliyle şakaklarını ovdu.
"Revirden sonra toplantı odasına geleceğim. Bugünü gerekirse sabaha kadar konuşacağız."
sözleri sertti. Timden çıt çıkmadı. Araç karargâhın önünde durduğunda herkes indi. Yüzbaşıyla revirin yolunu tutmuştuk.
"Ivır zıvır işlerden hiç hoşlanmam," dedi, sesi isyan eder gibiydi.
"Ben de," dedim kısaca. Bakışlarını üzerime çevirdiğinde:
"Canın acıyor mu?" omuz silktim.
"Bundan çok daha kötülerini gördüğümüze eminim, yüzbaşım." o anda adımları aniden durmuştu. Neden durduğunu anlamadım. Birkaç adım önünde durup ona döndüm.
"Bundan çok daha kötülerini gördüğünde ben yoktum, Birce." sözleri kalbimin orta yerine bir darbe gibi indiğinde içimde bir şeylerin yıkıldığını hissettim ama yüzüme yansıtmadım.
"Bazen insanın elinde olmuyor bazı şeyler, yüzbaşım. Sizin elinizde olsaydı, muhtemelen bu halde olmazdım." bakışlarında bir parıltı belirdi.
"Bilmen güzel," dedi ve yürümeye devam etti. Revirin kapısına geldiğimizde içeri girdik. Masada telefonuyla oyalanan sarışın bir hemşire başını kaldırdı ama sadece yüzbaşına baktı. Mavi gözleri, yüzbaşına bakışınca daha da parladı.
"Buyurun, komutanım," dedi. Yüzbaşı başını göstererek,
"Çok da buyurmuş sayılmayız. Bana ağrı kesici yapılacak." dedi, sonra bana döndü.
"Birce'ye de pansuman yapılacak. Tek misin?" hemşire, parlayan gözlerle başını salladı.
"Tekim, komutanım. Siz geçin sedyeye, geliyorum." yüzbaşı bana döndü.
"Otur sen."
"Olmaz, komutanım. Siz oturun," dedim.
"Birce, inat etme. Oturur musun, lütfen?" o ses tonuyla konuşunca karşı koymak mümkün değildi. Oturduktan kısa bir süre sonra hemşire geldi. Ama gözleri sadece yüzbaşını görüyordu.
"Yüzbaşım, oturun, size bir ağrı kesici hazırlayayım.'' yüzbaşının bakışları sertleşti.
"Sedyede oturan Birce ise önce onunki yapılacak. Öncelik kadınlarındır, değil mi Aslı Hemşire?" kızın bakışları bana döndüğünde belli ki sinir olmuştu. Ama yapacak bir şey yoktu.
"Haklısınız, yüzbaşım. Ben pansumanı yapayım," dedi. Yüzüme bakmadan elindekileri hazırladı ve hiç nazik olmayan bir şekilde pansumana başladı. Canım acıdığında istemsizce inledim.
"Biraz yavaş olur musun?" yüzüne yapmacık bir gülümseme yerleşti.
"Tabii, komutanım." gözleri öfke ve kıskançlıkla parlıyordu. Pansumanı bitirdiğinde yüzbaşı sedyeye geçti. Tam çıkmak için ayağa kalkacaktım ki sesi beni durdurdu.
"Burada kal, Birce." ısrar etmedim. Kızın rahatsız olacağını bile bile, inadına kaldım. Hemşire bu kez yumuşak hareketlerle yüzbaşına müdahale etmeye başladı. Ama yüzbaşının bakışları hâlâ bende takılıydı.
"Göz renginiz çok güzel, yüzbaşım," dedi hemşire cilveli bir sesle. Onat'ın bakışları ona sadece bir saniyeliğine kaydıktan sonra onu cevapsız bırakmıştı.
"Evli misiniz, yüzbaşım?" ama cevapsız kalmak Aslı hemşireyi yıldırmadı. Bu soru beni sinirlendirdi. Ne yapacaktı? Evli değilse nüfusuna mı alacaktı? Yüzbaşı bu kez hiç ona bakmadan konuştu. Gözlerini gözlerime dikti.
"Şu anlık hayır." yanaklarımın kızardığını hissettim. Utanmasam "Benimle mi evleneceksiniz, komutanım?" diyecektim. Hemşire, üstüne alındı herhalde ki konuşmaya devam etti.
"Peki, tahminen ne zaman düşünürsünüz?" yüzbaşı, sedyeden indi. Sert bir bakışla kıza döndü.
"Seninle? Hiçbir zaman." kızın yüzü renkten renge girdiğinde yüzbaşı çıkarken ben de arkasından yürüdüm. Geçerken hemşireye sahte bir gülümsemeyle:
"Kolay gelsin," dedim. koridora çıkar çıkmaz adımlarını yavaşlattı. Yanıma geldi.
"Bu revire gelen hemşirelerin yemeklerine afrodizyak koyuyorlar galiba." gülmemek için kendimi zor tuttum. Bana döndü.
"Neden gizliyorsun gülüşünü?"
"Saygısızlık etmek istemem, komutanım." bakışları parladı.
"Senin gülüşünü hiçbir zaman saygısızlık olarak görmem, Birce." sonra tekrar yürümeye başladı. Ardında kalakaldım. Bazen öyle sözler söylüyordu ki zihnimde yankılanıp kalıyordu.
Kendimi toparlayıp Onat'ın peşinden toplantı odasına doğru ilerlemeye başlamıştım. İçeri girdiğimde albay da dahil herkesin masanın etrafında oturduğunu gördüm. Selam verdikten sonra benim için ayrılan yere oturmuştum. Albay'ın bakışları benimle yüzbaşı arasında gidip geldi.
''İyi misin Birce?'' dediğinde başımı sallayıp ''Sağ olun komutanım, iyiyim.'' Bu sefer bakışları yüzbaşını buldu.
''Sen iyi misin Onat.'' yüzbaşı bariton sesiyle cevap verdi. Sesinde herhangi bir duygu kırıntısı yoktu.
''Sağ olun komutanım.'' bu sefer bakışları timdeki diğerlerini bulmuştu.
"Az sonra arkeolog gelecek. Hazinenin ne olduğunu tespit ettiler," dedi albay, yüzünde ciddiyet vardı. Kimseden çıt çıkmadı. Birkaç dakika sonra kapı çaldı. Camdan yansıyan gölgeden Melih'in geldiğini anlamıştım. Ardından sesi duyuldu:
"Komutanım, girebilir miyim?"
"Geç, evladım," dedi albay tok bir sesle. İçeri giren Melih, odadaki tek boş sandalyeye, tam karşıma oturdu. Gözleri doğrudan yüzüme takıldığında bakışları direkt elimdeki sargıyı bulunca yüzü ekşidi.
"Birce komutanım, iyi misiniz?"
"İyiyim. Görev kazası." bakışlarımı yere sabitlemiş, göz temasından kaçınmıştım.
''Geçmiş olsun.'' albayın sesiyle bakışları tekrardan albaya döndü.
"Ne buldun, anlat bakalım," dedi albayın sert sesiyle. Melih hemen dikleşti. Önündeki evrakları dikkatle masanın üzerine yerleştirdi ve konuşmaya başladı:
"Komutanım, anlatılan efsanelerle gerçekler arasında bir ortak payda var: hazine. Ama bu, bildiğimiz türden sıradan bir hazine değil." evrakları arasında gezinirken sesi ciddileşmişti.
"Rivayetlere göre bu, eski Türk devletlerinden kalma bir yazıt. Bu yazıtta, dünyanın en büyük hazinesinin yerinin yazılı olduğu söyleniyor. 2019 yılında The Observer'ın baş muhabiri Edson William, röportaj için Hakkari'ye geliyor. Yerel halk, klasik hikayeyi ona da anlatıyor. Bu röportaj, İngiltere'de birkaç arkeoloğun dikkatini çekiyor. Asıl olaylar da işte bundan sonra başlıyor."
Melih, elindeki evraklardan birinin fotoğrafını çıkarıp masanın ortasına koymuştu. Fotoğraftaki adamın gözleri, mecazi değil, gerçekten simsiyah ve donuktu. Yüzündeki ifade o kadar ifadesizdi ki, hayatımda ilk kez böyle birine rastlıyordum.
"Bilin bakalım, bu arkeologlarla birlikte, izinsiz kazı yapan kişi kimmiş? Aradığımız adam: Vural Koç." bu, Erkin ve Ekin'i evlatlık edinen adamdı.
"Yasa dışı kazı yapıyor. Koruma altındaki bir alanı kazmasına rağmen ceza almıyor. Öyle bir çevresi var ki..."
"Çok yorum yapmadan anlatsan olmaz mı?" dedi yüzbaşı sertçe. Odada buz gibi bir hava estiğinde herkes şaşkınlıkla yüzbaşına dönmüştü. Ama o, sanki hiçbir şey olmamış gibi bakışlarını Melih'in üzerinden ayırmadı. Melih de bu kez bakışlarıyla karşılık verdi. Albayın boğazını temizlemesiyle dikkat tekrar ona döndü.
"Devam et," dedi. Melih önündeki evraklara döndü:
"Sonuç olarak, kazdıkları yerde ne yazıt buldular ne de hazine. Eğer gerçekten o yazıtın yerini tespit etmek istiyorsak, gerekirse tüm Hakkari'yi kazmamız gerek." bakışlarını yüzbaşına dikti.
"Bu yüzden, komutanım, bir ekibe ve en önemlisi devletin iznine ihtiyacım var. Devlet, özellikle kazılmamış bölgelere müsaade etmiyor. Siz izin işini halledene kadar, daha önce kazılmış bölgeleri araştırabiliriz." albayın derin bir nefes verişini duyduk.
"Ekip işini hallederim. İzin için de gerekli mercilerle görüşürüm. Ama bu süreç ne kadar sürer Melih?" Melih bir an durakladı.
"Komutanım, bu iş çetrefilli. Devasa bir araziden bahsediyoruz. Net bir tarih veremem ama ekip iyi olursa elimden gelenin en iyisini yaparım." albay başını salladı.
"Tamam. Ben izin işlemlerini başlatacağım. Sen de kendi ekibini oluştur. İşimize yarayacak, süreci hızlandıracak kişiler olsun." Melih yerinden kalktı.
"Tamamdır komutanım. En geç yarın ekibin listesini ulaştırırım." masadakilere selam verdikten sonra odadan ayrılmıştı.
"Bu çocuğa ne kadar güveniyoruz, albayım?" yüzbaşının sorusu odaya bomba gibi düştü. Albay, ona döndü.
"Devlet adına çalışan birini ne zaman sorgulamaya başladın, Aktan?" ilk kez ikinci adıyla ona seslenmişti.
"Haddim değil komutanım. Ama bu kadar kritik bir operasyonun içine dahil etmeli miyiz, emin değilim." bu noktada ona hak veriyordum.
"Haddime değil belki ama ben de yüzbaşıma katılıyorum, komutanım," dedi Aybars. Sözleri beni şaşırtmıştı.
"Sonuçta burada birbirimizden başka güvenebileceğimiz kimse yokken, dışarıdan birini içimize almak doğru mu bilmiyorum. Görevini yapsın elbette ama sadece görevini. Detaylara karışmasın." albay hafifçe gülümsedi.
"Dediklerinizi düşüneceğim. Kendisine karargahta bir oda tahsis edin. Çalışmalarını oradan yürütsün."
"Emredersiniz komutanım." albay odadan ayrıldı. Onun peşinden hemen içeri Turgay girmişti.
"Komutanım, girebilir miyim?" yüzbaşı başını salladığında Turgay, elinde dizüstü bilgisayarıyla içeri girdi.
"Erkin'in evinin konumunu tespit ettim," dediğinde, yüzbaşının kaşları havaya kalktı.
"Hadi be!" bu tepki Alperen'den gelmişti.
"Dağ faresi sonunda kapana sıkıştı," dedi Selin soğukkanlılıkla.
"Nasıl tespit ettin?" yüzbaşı, doğal olarak şüpheyle yaklaşıyordu. Askeriyeye sızan hainlerin varlığı malumdu; bizzat ben de buna tanıklık etmiştim.
"Komutanım, geçen yıl kendi yazılımımı geliştirmiştim. GPS tabanlı bir takip programı. Operasyonlarda kullandım, başarılı oldu. Şüphelinin fotoğrafını yüklüyorsunuz, program en son nerede görüldüğünü bildiriyor."
"Oğlum, sen zeka küpüsün," dedi Oğuzhan, uzun zaman sonra ilk kez konuşarak. Ona dönüp içten gülümsediğimde aynı tebessümü bana göndermişti. Turgay, Oğuzhan'a gülümsedikten sonra yüzbaşına döndü.
"Evin konumu, Google Haritalarda bile görünmüyor. Ne tür bir yazılımcıyla çalışıyorlarsa artık. Alan boş arazi olarak işaretlenmiş."
"Ya gerçekten boşsa?" dedi yüzbaşı.
"Komutanım, kendime güvenim tam. Eğer bu yazılım işe yaramasa, bunu size asla sunmazdım."
"Biz gidebiliriz, komutanım." bu kez ayrılmaz ikili konuşmuştu: Alperen ve Oğuzhan.
"Siz hiçbir yere gitmiyorsunuz. Akşama iki asker görevlendireceğim. Eğer orada bir şey çıkmazsa, sabah eşyalarını toplarsın, Turgay." Turgay, bu söze alınmadı, tam tersine yüzünde hafif bir gülümseme vardı.
"Emredersiniz komutanım," dedi. İstemsizce ben de gülümsedim.
"Evinize gidin. Sabah 06:00'da herkes içtimada olacak," dedi yüzbaşı. Herkes aynı anda yerinden kalktı. Yüzbaşı önden çıkınca, tim üyeleri birbirlerine baktılar.
Her ne kadar Erkin yakalanmasa da başarılı bir operasyon geçirmiştik. Eve gidip dinlenmek hakkımızdı.
Hayatta en sevmediğim şeylerden biri alarm sesiydi. O keskin, zangır zangır titreten sesi duymamak için çoğu zaman psikolojik bir savunma mekanizması geliştirip alarmdan önce uyanırdım. Uykuya düşkün biri sayılmazdım ama bir insanın o gaddar sesle uykusundan uyanmasına hep karşıydım. Elimi komodinin üzerindeki telefona uzatıp alarmı susturdum. Yeni almış olmasam, muhtemelen duvara fırlatırdım. O derece sinirle uyanıyordum.
Saat 05.30'u gösteriyordu. Hemen yataktan çıkıp kendimi duşa attım. Hakkari'nin o boğucu havası yine üzerime çökmüştü. Yazın kavurucu, kışın dondurucu bir yerdi burası. Şu an Nisan ayındaydık ama bazı geceler hâlâ kemiklere işleyen bir soğuk vardı.
Duştan çıkınca hızla kamuflajımı giyip saçlarımı sıkı bir at kuyruğuyla toplamıştım. Botlarımı bağladıktan sonra apartmandan çıktım. Hava hâlâ karanlıktı, gün doğmamıştı. Bazen kendi kendime "öğretmen olsaydım nasıl biri olurdum, ya da doktor olsaydım?" diye düşünürdüm. Ama ne zaman böyle hayallere dalsam, kendimi yine kamuflajımın içinde, dağların arasında buluyordum. Bu benim yolumdu. Düşünceler içinde yürürken karargâha varmıştım bile. Saat 05.55'ti. Kapıdan çıkan timi görünce hepsine günaydın dedim, ardından aralarına karıştım.
"Başlayalım bakalım," dedi Oğuzhan, ellerini ovuşturarak. Sanki bir dövüşe hazırlanıyordu.
"Ne yalan söyleyeyim, heyecanlandım," dedi Şimal.
"Tamam bu kahpeleri öldürmesi falan zevkli de," diye söze girdi Alperen, Şimal'e dönerek, "dağ, taş tırmanmanın zevki de bir başka be bacım."
"Cıvıtma, Alperen," dedi Aybars kısa ve sert bir sesle. Aslında Alperen'in kötü bir niyeti yoktu. Aybars da bunu biliyordu. Ama görev başındayken disiplin, bizim için her şeydi. Karargâh kapısında onu gördüm. Yeni tıraş olmuştu. Üstelik bu sefer saçlarını da kestirmişti. Üç numara. Her haliyle nefes kesiciydi. Aybars'ın:
"Dikkat!" sesiyle hepimiz hazır ola geçtik.
"Rahat," dedi yüzbaşı. Seni görünce rahat olmak mümkün müydü be yüzbaşım, diyemedim elbette. Bakışlarını üstümde hissettiğimde, ben de gözlerimi ona çevirmiştim. Sert bakıyordu ama bana bakarken bakışları hep biraz yumuşuyordu sanki. Yanımda duran Selin'e çevirdiği bakışlarında tekrar o sertlik belirdi.
"Turgay haklıymış," dedi sonra. "Özel bir mülke ev yaptırmış orospu çocukları. Devletin arazilerine çökmeye alışmışlar, fark edilmiyorlar bile. Bir süre izlenecekler. Duruma göre harekete geçeceğiz." ardından yüzünde beklenmedik bir tebessüm belirdi.
"Bugün paintball'a gidiyoruz."
"Ha?" dedi Oğuzhan, adeta hislerimize tercüman olarak.
"Anlamadım, paintball derken komutanım?" diye sorduğumda gözleri bana döndü.
"Sabah antrenmanınızı orada yapın istedim." dedi ve ardından ekledi, "Dün Şırnak'tan bir tim gelmişti. Komutanları arkadaşım. Ondan rica ettim. Pençe timi, Gökbörü'ye karşı." bu antrenman eğlenceli olacağa benziyordu. Bazen, çok nadir de olsa askeriyede böyle kaçamaklar yapılırdı. Yüzbaşıyla baş başa yürürken sorduğu soruyla kendime geldim.
"Benim takımımda olmak ister miydin?'' sanki sıradan bir soru sormuş gibiydi. Oysa ki sorunun benim kalp atışımı hızlandırdığı aşikardı.
"Benim isteğimin bir önemi var mı ki?" dedim, refleksle.
"Bilmem," dedi göz ucuyla bana bakarak. "Bunu öğrenmek istersen eğer, akşam benimle bir yemek yiyebilirsin." olduğum yerde durdum. Bakışlarım ona kaydığında şaşkındım.
"Benimle yemek mi yemek istiyorsunuz?"
"Sorum gayet net, Birce." yüzümün alev aldığını hissettim. Dışarıdan belli olmasın diye hemen saçma bir şey söyledim.
"Evde yemeğim hazırdı aslında..." o hiç bozuntuya vermeden cevapladı:
"Senin elinden yapılan bir yemeği yemek beni mutlu eder. Eğer istersen tabii."
"Tamamdır, yiyelim," dedim. Ve hemen ardından adımlarımı hızlandırdım. Resmen yüzbaşıyla flört etmiştim. Oğuzhan'ın sesiyle bir anda düşüncelerim dağıldı ve bakışlarım ona döndü.
"Yüzbaşı sizi sinirlendirecek bir şey mi söyledi komutanım? Kıpkırmızı olmuşsunuz." yüzünde o kendine has, alaycı gülümsemesiyle bana sataşıyordu.
"Yok Oğuzhan. Ama senin yüzünü kırmızıya boyamak için sabırsızlanıyorum." tam o sırada yüzbaşı ön koltuğa yerleşti, ardından araç hareket etti.
"Komutanım ama biz aynı takımdayız, Oğuzhanıma bir şey yapmayın," dedi Alperen, sonra da koskoca adamı kollarının arasına alıp çocuksu bir şefkatle sardı.
"Yemin ederim sizin bu ilişkiniz beni mahvediyor," dedi Şimal, gözlerini devirmeyi de ihmal etmemişti. Oğuzhan, Alperen'e biraz daha sokulup gözlerini Şimal'e çevirdi.
"Niye mahvoluyorsun bacı? Senin sarılacak kimsen yok diye mi?" Şimal'in dudaklarından dökülen kelimelerle aracın içindeki hava bir anda değişti.
"Olmadığını nereden biliyorsun ki?" istemsizce gözlerim Aybars'ı aradı. Yüzünde bir tebessüm yakaladım. Aralarında bir şeyler döndüğü belliydi ama sorgulamak haddime değildi.
"Ooooo..." Alperen'le Oğuzhan'ın sesleri bir ağızdan yükselmişti.
"Zevzekliği kesin," dedi Aybars, sesi sertti. Şimal ona dönüp baktığında, yüzünde saklamadığı bir memnuniyet vardı. Bakışlarımı dışarı çevirdiğimde bulunduğumuz bölgedeki dağlar baş döndürücü bir ihtişama sahipti. Yüksek, heybetli zirveleriyle gökyüzüne meydan okuyor gibiydiler. Gözlerimi onlardan alamamıştım.
Ancak bir anda o hissin içine düştüm: İzlenme hissi. Başımı hafifçe çevirdiğimde, dikiz aynasında yüzbaşının beni izlediğini görmüştüm. Hazırlıksız yakalanmak her zaman içimde bir utanç doğururdu. Bakışlarımı kaçırdığımda kalbim hızla çarpmaya başlamıştı.
Birkaç dakika sonra araç durdu. İndiğimizde önümüzde kocaman, ormanlık bir arazi uzanıyordu. Parkurlar döşenmişti. Manzaraya göz gezdirirken istemsizce gülümsedim. İçinde bulunduğumuz durum, nedense bana çok komik gelmişti.
"Komutanım, sizce de çok komik değil mi?" Selin yanımda durmuş, yüzünde her zamanki memnuniyetsiz ifadesiyle bana bakıyordu.
"Biraz," dedim gülümseyerek. Yüzbaşının ilerlediğini fark ettim. Bakışlarım onu takip etti. İlerideki bir grup askerin yanına yürüyordu. Bahsettiği tim buydu. Grubun başındaki komutan olduğunu düşündüğüm adam yüzbaşıya gülerek yaklaştı ve onu kucakladı.
"Özlemişim Onat'ım," dedi adam.
"Ben de devrem," diye yanıtladı yüzbaşı, başını sallayarak. Sonra arkasını döndü ve yüksek sesle,
"Gel tim!" diye seslendi. Biz de onların yanına doğru ilerledik.
"Pençe Timi," dedi, bizi göstererek. "Bu da Atakan yüzbaşı," diye tanıttı diğer timin yüzbaşını. Hepimiz hazır ola geçtik, ardından rahat komutuyla eski pozisyonumuza dönmüştük. Karşı tim de yedi kişiden oluşuyordu. Sadece bir kadın vardı aralarında, diğerleri erkekti. Atakan yüzbaşı onları tanıttıktan sonra bize döndü:
"Amacımız koordine olmak arkadaşlar. Olayı ciddiye alın. Onat Yüzbaşınızla ben kenarda gözlemde olacağız. Adil olması için iki hakem şart." tam o sırada karşı timdeki kadının bakışları Onat'a takılmıştı. Gözlerindeki hayranlığı fark ettim. Uzun uzun ona bakıyordu. Ancak benim onu izlediğimi fark edince bakışları sertleşti ve hızla başını çevirip komutanların tarafına baktı.
"Herkesin birbirini tanıması için yaka kartları hazırladık," dedi Atakan Yüzbaşı.
"Paintball'u biliyorsunuz. Tek vuruş, sınırsız boya. Oyunun sonunda sadece bir kişi hayatta kalırsa, o kişi galip sayılır." hepimize imitasyon silahlar verildi. Gerçek silahları ellerimizde tutmaya alışınca bu plastik kopyalar oyuncak gibi gelmişti.
"Bu oyuncaklar da ne böyle?" dedi Selin, memnuniyetsizce. İlk kez onunla aynı fikirdeydim.
"Ne bekliyordun Selocan, dağa mı çıkıyoruz şu an?" dedi Oğuzhan, sırıtışını eksik etmeden. Selin ise gözlerini devirmekle yetinmişti.
"Takımlar kendi aralarında kısa bir toplantı yapabilir. İki dakika sonra başlıyoruz." Onat ve Atakan yüzbaşı kendi aralarında konuşmaya başlamıştı bile. Biz de kendi içimize çekildik. Aybars konuşmaya başladığında hepimiz ona döndük:
"Bunun bir oyun olduğunu biliyoruz. Ama karşımızdakiler de bizim kadar iyi. Bu oyundaki başarı bile yüzbaşının gözünde imajımızı tazeler. Koordine olalım." herkes başını sallayarak onay verdi.
"Şimal, sen benimlesin. Alperen ve Oğuzhan ayrılmaz ikili olarak kalıyor. Selin, sen de Birce'yle."
bana döndüğünde bakışları netti.
"Size güveniyorum." Onat yüzbaşının sesi tekrar yükseldi.
"Hazır mısınız?" hep bir ağızdan:
"Evet komutanım!" diye haykırdık.
"Başlayalım o zaman. Süre sınırı yok. Gerekirse sabaha kadar buradayız. Gazanız mübarek olsun." herkes bir yana dağıldı. Selin'le göz göze gelip aynı anda ormanın sol tarafına doğru koşmaya başladık.
İleride bir kıpırtı hissettiğimde Selin'i elimle durdurmuştum. Adımlarını anında kesti. İşaret ettiğim noktaya baktığında, iki adamı o da fark etmişti. Sürünerek yaklaştık. Onlar fark etmeden çoktan menzile girmiştik. Selin, adı Ali olan askeri, ben de Tuna'yı vurmuştum.
"Kural 1: Düşmana asla arkanı dönme." Selin yanımda kıkırdadı. O anda telsizden Atakan yüzbaşının sesi geldi:
"Ali ve Ömür, oyun dışı." Tuna hâlâ bana bakıyordu.
"Bazen kaderine razı olmak gerekir, değil mi üsteğmenim?" sesinde garip bir imalı ton vardı. Selin'le ilerlemeye devam ettik derken telsizden Alperen'in vurulduğunu duyduk.
"Hayret, ekürisi hâlâ ayakta," dedim, Selin'in yüzüne kocaman bir gülümseme yayılmıştı. Bir boya kapsülü tam önümden geçtiğinde Selin beni tuttu, ağaç arkasına çekti.
"Teröriste sıkıyorlar sanki, Allahsızlar," dedi. Gülümsedim.
"O zaman ne diyoruz Selocan, ya herro ya merro!" ağaçtan çıkıp ateş etmeye başladım. İkisini de vurmuştum.
"Geriye iki kişi kaldı."
''Komutanım, siz herkesi vurmaya ant içmiş olabilir misiniz?" yaka kartında Furkan yazıyordu. Ona döndüm:
"Görev buysa, yerine getirmek gerek Furkan." derken Selin vuruldu. Boyaya baktı, ardından bana.
"Hani beraber kazanacaktık?" gülmemek elde değildi. Kendimi yere attım.
"Size güvenim tam, komutanım. Öldürün onları. Çıkışta sizi bekliyor olacağım." Aybars ve Şimal'in de oyun dışı kaldığını duymuştum. Sadece bizim timden ben ve Oğuzhan kalmıştık.
İleride kadın komutanı gördüğümde dikkatliydi. Onu nişan almak üzereydim ki takım arkadaşı geldi. O anda Oğuzhan'dan gelen iki el silah sesi duyuldu. Erkek vurulmuş, ardından kadın da Oğuzhan'ı vurmuştu.
Artık ikimiz kalmıştık. Sessizce yaklaştım. Göz göze geldiğimiz an, harekete geçti. Ancak yana doğru yuvarlandığımda atışları boşa gitmişti. Kamuflajım işe yaramıştı. Hemen karşılık verip onu vurdum. Yüzü düşerken son sözümü söyledim:
"Kural 2: Ne olursa olsun, odağın düşmanda olsun." bakışları üstündeki boyaya, ardından bana kaydı. Tam cevap verecekti ki telsizden Onat Yüzbaşı'nın sesi duyuldu:
"Kazanan: Birce. Tebrikler Pençe!" bizimkilerin alkışları ormanın içinde yankılandı.
"Tebrik ederim." askerin sesiyle irkildim. Sesin geldiği yöne döndüğümde, yakasındaki karttan adını okudum: Elif.
"Teşekkür ederim, Elif," dedim ve merkeze doğru yürümeye başladım. Tim arkadaşlarımı görmemle birlikte coşkulu bir alkış tufanı başladı. Gülümsemem yüzüme yayıldığında adımlarım hızlanmıştı.
"Tim'in gururusun sen! Canım komutanım!" Şimal'in sevgi dolu sarılışı içimi ısıttı. Kendimi tutamadım, kollarımı ona doladım. Fakat çevredeki bakışları fark edince hemen geri çekilmiştim. Gözlerim yüzbaşını aradığında nedense ilk kez birinden takdir görmek istiyordum. Sıradan bir övgü değil; gerçekten hak ettiğime inanacağım bir takdir istiyordum. Göz göze geldiğimizde, bakışlarındaki o parıltıyı hissettim ve içimdeki heyecanı bastıramadım.
"Tebrik ederim, Birce." gülümsedim.
"Sağ olun, komutanım." ardından bakışlarım Atakan yüzbaşına kaydı. Onun değerlendirmesi daha sert olurdu, o yüzden daha dikkat kesildim.
"İyi iş çıkardın. Tebrikler, asker." ciddiyetle başımı sallayarak karşılık verdim:
"Sağ olun, komutanım." tam o sırada Onat yüzbaşı diğer time döndü.
"Siz de iyi iş çıkardınız. Tebrikler çocuklar." hep bir ağızdan cevap geldi:
"Sağ olun!"
"Amacımız size askeri bir eğitim vermek değildi," dedi. "Zaten bu bir askeri eğitim değil, bunu siz de biliyorsunuz. Burada asıl hedefimiz, takım olmanın ne demek olduğunu hatırlatmaktı. Ve görüyoruz ki başarılı olduk." gözleri tek tek hepimizi taradı. Ardından Atakan yüzbaşı, vedalaşmaya başlayınca ayrılık vaktinin geldiğini anladım. Aybars da karşı takımdakilere el sıkıp vedalaşıyordu. Herkes sırayla birbirine başarılar dileyip araca doğru yürümeye başladı. Tam aracın yanına vardığımızda Elif'in sesi arkadan geldi. Sesini sadece en arkada ben ve önümde yürüyen yüzbaşı duyacak kadar düşük bir tonda söylemişti:
"Onat, bakar mısın?" yüzbaşı birden durduğunda derin bir nefes aldı ve arkasını döndü. Onat mı? İçimde bir şüphe belirdi. Daha bugün tanıştığı bir yüzbaşıya uluorta ismiyle seslenecek kadar ileri gidemezdi. Demek ki tanışıyorlardı.
"Onat yüzbaşım, konuşabilir miyiz?" dediğinde, yüzbaşının gözleri bana döndü.
"Siz geçin, ben geliyorum." dedi. Tek kelime etmeden araca yöneldim. Araçtakilerin çoğu yerlerini almıştı. Alperen başını camdan çıkarıp konuşan ikiliye bakarak pis pis sırıttı.
"Yüzbaşım av peşinde galiba." sinir sistemimde bir şey yer değiştirdi.
"Zevzek zevzek konuşma, geç içeri." timden gelen bakışlar üzerime çevrildi. Sert bir çıkış yapmıştım, farkındaydım.
"Birce Komutanım, tersinizden mi kalktınız?" Oğuzhan'ın iğneleyici sesini duydum. Gözlerimi ona çevirdiğimde susması gerektiğini anlamıştı, elini ağzına götürüp fermuar çeker gibi yaptı. O sırada yüzbaşının araca doğru geldiğini görünce başka tarafa baktım.
"İlerle." dedi ön koltuğa geçerken. Yanındaki yaver aracı çalıştırdı.
"İyi iş çıkardınız çocuklar," dedi yüzbaşı. "Şu an Erkin'in evi gözetleniyor. Günlerdir dışarı çıkmadı. En ufak bir harekette müdahale edeceğiz. Bu arada sabah antrenmanları aksatılmayacak." gözleri tekrar bana döndü.
"Bu oyunun galibini, antrenmanlar için başa geçirecektim. O kişi sensin." şaşkındım.
"Aybars komutanım varken, benim olmam uygun olur mu?" bakışları Aybars'a, ardından saniyelik bir süreyle Şimal'e kaydı.
"Aybars komutanın dikkati başka yerlerde olmasaydı, başınızda olabilirdi." yakalanmışlardı. Aybars sessizliğini koruduğuna göre düşündüğüm doğruydu.
"Siz nasıl uygun görürseniz." dedim ve önüme döndüm. Ama içimdeki siniri bastıramıyordum. Ona dönüp bakmak istemiyordum. O ise hâlâ bana bakıyordu; bunu hissedebiliyordum. Yine de bakmadım. Araç uzun bir yolculuktan sonra karargâhta durdu. Herkes indikten sonra yüzbaşının önünde sıraya geçti.
"Yarın aynı saatte burada olacaksınız. Bu kez başınızda Birce olacak. Antrenmanı nasıl yaptıracağını anlatmama gerek yok, değil mi?" içimdeki sinir daha da büyüdü ama belli etmedim.
"Yok, komutanım." gözlerimin içine bakıyordu.
"Tamam. Dağılabilirsiniz. Birce, sen kal." neden ben kalıyordum? Diğerleri karargâha dağılırken, yüzbaşının sesiyle tekrar dönüp baktım.
"Akşam yemeği konusundaki fikrin hâlâ aynı mı?" alaycı bir gülüş dudaklarımdan kaçtı. Sinirlendiğimde dilim bir yılan gibi sivrileşirdi.
"Elif komutanı gördükten sonra sizin fikriniz değişmiş gibi geldi." ne alakaydı! Şu çenemi tutamamış ve büyük bir gafta bulunmuştum. Yüzünde hafif çarpık bir gülümseme belirdi.
"Elif'le yemek yemem seni rahatsız eder miydi?" ona öyle sert bir bakış attım ki karşımdaki biri bana böyle baksa kendi hayat tercihlerimi sorgulardım.
"Hem onunla hem benimle yemeğe çıkabilecek kadar geniş bir mezhebiniz varsa, yolunuz açık olsun." deyip arkamı döndüm. Ben sanırım yürek yemiştim, bunun başka bir açıklaması yoktu. Ama sinirlenince dilimi tutamamak, beni tanıyanların bildiği en iyi şeydi. Kolumdan tutup beni kendine çektiğinde nefesim kesildi. Gücü öyle keskindi ki, direnmem mümkün değildi. Bakışları bu kez ciddiydi.
"Başkasıyla yemek yiyecek olsam, seninle bu karargâha kadar gelmezdim. Onunla oradan direkt yemeğe geçerdim." delirtmekte ustaydı.
"Çok istiyorsanız gitseydiniz. Sizi tutan mı oldu?'' gözleri ışıldadığında dudaklarında sinsice bir gülümseme yayıldı.
"Sen tuttun." o an göz göze geldiğimizde zaman durmuş gibiydi. Bir sözüyle içimi kıpır kıpır eden adam, başka bir sözüyle sinir sistemimi tarumar ediyordu. Madem onun tarzı buydu, ben de oyuna dahil olurdum.
"Akşam sekizde evde olursunuz." arkamı dönüp yürüdüğümde arkamdan güldüğünü biliyordum. İstemsizce benim de yüzümde bir tebessüm belirdi.
🫧
Evde misafir ağırlamayı her zaman sevmişimdir. Görevde olduğum yerlerde kalıcı düzenim olmasa da arkadaşlarımı kahveye davet etmek bir alışkanlıktı. Ama evde yemek falan yoktu tabii, küçük bir yalandı. Hemen koşar adımlarla eve gittiğimde hızlıca bir duş almıştım.
Saate baktığımda henüz 18.00'di. İki saatlik bir sürede her şeyi rahatlıkla yetiştirebilirdim. Zaten hayatım boyunca işlerimi hep " yap, çık" modunda yürüttüğüm için bu tempo bana yabancı değildi. Üzerimi değiştirip mutfağa geçtiğimde hızla ama özenle yemeği hazırlamaya koyuldum. Yaklaşık bir saat içinde üç çeşit yemek çıkardım. Üstelik içimde bir de tatlı yapma arzusu belirmişti. Bazen içimdeki ev hanımına dur demek imkansız oluyordu. Hele ki bu akşam Onat yüzbaşı gelecekti; sanki içimde görünmeyen bir el her detaya titizlikle dokunuyordu.
Az daha uğraşsam, masaya alevli tabaklarla servis yapacaktım. Saate baktığımda 19.30 olmuştu. Odaya geçip üzerimi değiştirdim. Omuzdan düşük krem rengi bir kazak, altına da açık mavi bir mom jean giymiştim. Hafif bir makyaj yapıp küpelerimi taktım. Tam aynadan kendime son bir kez daha göz gezdirirken, zil çaldı. Kalbim istemsizce hızlandığında sanki liseli bir genç kız gibi heyecanlanmıştım. Bu tuhaftı. Kapıya yönelmeden önce portmantodaki aynadan kendime bir kez daha baktım. Tamamdı. Güzel görünüyordum. Aynı anda kapıyı açtım.
Oradaydı.
Onat yüzbaşı, bütün heybetiyle karşımda duruyordu. Bu, onu sivil kıyafetle ikinci görüşümdü. İlki evine gittiğim zamandı ama o zaman sadece sade bir tişört giymişti. Şimdiyse beyaz gömleğiyle karşımdaydı. Ve tanrım, çok yakışıklıydı. Öyle ki gözlerim istemsizce takılıp kalmıştı.
"İçeri almayacak mısın?" dedi, dudaklarında hafif bir tebessümle. Gözlerimi ondan kaçırarak hemen kenara çekildim.
"Hoş geldiniz," dedim nazikçe. İçeri adım attığında gözleri evi inceliyordu. İlk geldiğinde tartıştığımız için sanırım pek inceleme fırsatı bulamamıştı. Onu salona davet ettim. İki kişilik, sade ama özenli bir masa kurmuştum.
"İsterseniz oturun, ben yemekleri getireyim," dedim. Bakışları tekrar bana döndü.
"Askeriye dışında benimle sizli bizli konuşmana gerek yok, Birce. Ayrıca, her şeyi birlikte yapabiliriz. Neden seni mutfakta yalnız bırakayım ki?" dedi. İçimde bir tebessümle önden ilerledim. Mutfağa vardığımızda yemeklerin bulunduğu tencerelerden birini ona verdiğimde diğerini ben almıştım.
"Başka bir şey var mı?" diye sordu.
"Her şey masada," dedim. Masaya döndüğümüzde tabağına uzanacakken tabağını önümden çekti.
"Bana hizmet etmene gerek yok. Yemeğimi kendim koyabilirim." Kepçeyi elimden alıp çorbayı önce kendine, sonra bana koydu.
"Misafir olan sizsiniz," dedim hafifçe. Bakışları uyarı doluydu.
"Misafir olan sensin," diye düzeltti. Ardından gülümsedi.
"Zaten pek misafir olacağımı sanmıyorum." bu cümlelerin beni rahatsız etmesi gerekirken, içimde kelebekler uçurması hiç adil değildi. Kaşığını çorbasına daldırıp ağzına götürdüğünde nefesimi tutar gibi oldum.
"Eline sağlık, çok güzel olmuş," dedi. İçimdeki tüm gerginlik bir anda dağılmıştı.
"Afiyet olsun," dedim gülümseyerek. Sonraki yemeklerde servisleri ben yaptım, bu kez ses çıkarmadı.
"Bu kadar kısa sürede bu kadar şeyi nasıl yaptın?" diye sordu. Omuz silkip gülümsedim.
"Elim oldukça pratiktir. Evde birilerini ağırlamayı da çok severim." bakışları bir süre gülümsememde takılı kaldı. Yemekten sonra salona geçmiştik.
"Umarım profiterol seviyorsundur," dedim mutfağa doğru yönelirken.
"Birce, bu kadar uğraşmana gerek yoktu. Sen ne yaparsan yerim ben," dediğinde içimde tatlı bir mutluluk kıpırdadı. Tatlıları getirdiğimde ilk lokmayı aldığında gözleri şaşkınlıkla açılmıştı.
"Hayatımda yediğim en iyi profiterol olabilir bu."
"Sevindim," dedim hafifçe başımı eğerek. Bakışları hâlâ üzerimdeydi. Bir süre sonra ortamın çok sessizleştiğini fark edip ortaya bir soru attım:
"Kardeşiniz ne zaman geliyor?"
"Muhtemelen bir hafta içinde." bakışlarımız birleştiğinde gözlerine uzun süre bakamadım, nedense her seferinde utanıyordum. Bunu fark etti.
"Neden yüzüme bakmıyorsun, Birce?"
"Yüzüne bakmamı mı isterdin?" diye sorduğumda hafifçe gülümsedi.
"Soruya soruyla cevap diyorsun?" bu kez gözlerimi kaçırmadım.
"Biraz da senin taktiğinle ilerleyeyim dedim." bakışları ciddileşti.
"Eğer özel olmazsa, hayatına dair şeyler sorabilir miyim?"
"Tabi.'' dedim.
"Hayatında ciddi biri oldu mu?"
"Ciddi denemez ama oldu elbette," dedim dürüstçe.
"Senin?" ona sen diye hitap etmek garip geliyordu.
"Olmadı," dedi.
"Neden?" anlaşılan içimdeki meraklı Melahat bugün susmayacaktı.
"Ben hep önceliğini görev olarak gören bir askerdim."
"Görev ayrı, sosyal hayat ayrı, yüzbaşı," dedim gülümseyerek. Ama cümleyi bitirmedim.
"Hem baksanıza, talibiniz çok maşallah. Elif komutan bugün bakışlarını sizden alamadı." gülümsedi ama yorum yapmadı. Yerinden kalktı, yanıma geldi. Koltuğa oturduğunda aramızda artık mesafe kalmamıştı.
"Birce, seninle bir konuda anlaşalım," dedi gözlerime bakarak.
"Beni beğenen çok, evet. Ama ben bir kişiye ilgi duymaya başladığım anda, gözüm başka kimseyi görmez. Son birkaç haftadır ilgimi biri çekiyor." sesi alçaldı. Elini uzattığında yüzüme düşen saçı nazikçe kulağımın arkasına itti. Kalbim karnıma doğru çekildi sanki. Ne oluyordu?
"Ve ben gizli saklı şeylerden hoşlanan biri değilim. Neysem o'yum. Sana karşı içimde durduramadığım bir çekim var. Nedenini bilmiyorum. Ama bu tek taraflı değil gibi hissediyorum. Tabii eğer sen-'' sözünü kesmek için elimle dudaklarına dokundum.
"Eğer aksi bir durum olsaydı, benim evimde bana bu kadar yakın olamazdınız, yüzbaşı." gözleri ışıldadı. Bu kez gözlerinde başka bir şey vardı, arzu. Aynı arzu bende de vardı. Bakışlarımızda açıkça hissediliyordu. Elimi aramızdan çektiğimde bana doğru eğildiğinde onu durdurmak istemedim. Ben de istiyordum.
Zil çaldı.
Zaman sanki o sihirli anı kıskanmıştı.
Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi yazabilirsiniz.💖
Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz.
Instagram/TiktokTwitter: monsoleil777
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 49.67k Okunma |
3.75k Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |