
Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.
Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777
"Vatanı yaşatmak için, evvela ihanet edenleri yok etmeli."
-Nihal Atsız
Altında yaşadığı bayrağa saygısı olmayan, yediği kaba tüküren hiç kimseye zerre kadar acımam yoktu. Önüme koysalar, bir saniye bile düşünmeden kafalarına sıkardım. Asker olmanın gerçeklerinden biri de buydu: Teröriste merhamet yok; sivile vicdanla yaklaş. Bize akademide, daha ilk günden bu ilke ezberletilmişti.
Yatağımda bulduğum pamuk ve kurşunu alıp karargaha geldiğimde, yalnız olmadığımı anlamıştım. Timdeki herkesin evine aynı şekilde girilmiş, aynı tehdit mesajı bırakılmıştı. Kısacası: evlerimiz ifşa olmuştu. Bu aslında sürpriz değildi. Terörün göbeğinde askerlik yapıyorsan, bir gün hedef tahtasına yerleşmen kaçınılmazdı. Toplantı odasında, timdeki herkes sessizce oturuyordu. Az önceki akşam yemeğinin sıcaklığı, yerini buz gibi bir gerilime bırakmıştı. Birden kapı açıldığında yüzbaşıyla albay içeri girdi. Daha birkaç saat önce beraber gülüp sohbet ettiğimiz adamlarla, şimdi karanlık bir savaş planının eşiğindeydik. Onları görür görmez esas duruşa geçmiştik. Albay sert bir ses tonuyla:
''Rahat.'' dedi. Herkes pozisyonunu değiştirdi ama hiçbirimiz gevşemedi. Gerilim, iliklerimize kadar işlemişti.
''Arkadaşlar, durumun ciddiyetini artık tam anlamıyla idrak ettiğinizi umuyorum.'' dedi albay.
Tam o sırada Alperen'in dişlerinin arasından bir küfür sızdı. Hepimiz sinirliydik. Kendi tabiriyle birkaç saat önce aşko kuşko modunda olan Şimal bile gözlerinden ateş çıkarıyordu. Sessizliği Onat yüzbaşı bozdu:
''Askerimin evine kadar girecek kadar pervasız olan o 'deli yüreği' tanımak için sabırsızlanıyorum.'' bakışlarım istemsizce yüzbaşına kaydığında kaşları çatılmış, parmaklarıyla masaya ritim tutuyordu. Bakışlarımı fark etmiş gibi birden başını kaldırdı ve göz göze geldik. Hemen albaya dönüp içimdeki soruyu yüksek sesle sordum:
''Kamera kayıtlarına bakıldı mı komutanım?'' albay, başıyla beni onayladı.
''Şimdi getirecekler. Gelmek üzere.'' Oğuzhan devreye girdi.
''Daha bir araya geleli 48 saat bile olmamışken, nasıl olur da hepimizin kimlikleri ve evleri deşifre ediliyor komutanım?'' yüzbaşı tam ağzını açacakken kapı çaldı, içeri bir er girdi. Elindeki laptopu masaya bırakıp projeksiyona bağladı. Görüntüler netleştiğinde, herkes nefesini tutmuştu.
Sokakta biri yürüyordu. Peşinden ise ondan 10-15 santim daha kısa başka biri onu adım adım takip ediyordu. Bu adamların kim olduğunu görmek için istihbarata ihtiyaç duymamıza gerek yoktu. Onlar Serkef adlı terör örgütünün öncü yüzleriydi. Her yerde aranan o iki siluet şimdi evimizin önündeydi.
''Dibimize kadar girmiş şerefsizler.'' dedi yüzbaşı. Haklıydı, resmen ellerini kollarını sallaya sallaya evlerimize kadar girmişlerdi.
O sırada ekrandaki görüntüde bir hareketlenme olmuştu. Gözlerimiz aynı anda kameraya odaklandı. Maskeli oldukları için yüz tanıma sisteminin devreye girmesi mümkün değildi. Adam kameraya doğru döndü, ardından kadın da onu takip etti. Erkek, elinden bir çiçek çıkardı, kameraya yaklaştı ve kendince bir selam çaktı. Kadın ise parmak uçlarını dudaklarına götürüp öpücük attı, sonra yürümeye devam ettiler.
''Ağlayan gelin çiçeği.'' Selin'in sesi odada yankılandığında herkes ona dönmüştü.
''İsyan anlamına gelir.'' diye devam etti, sesi ciddiydi.
''Bu şaklabanlar neyin peşinde?'' dedi Şimal, gözlerini kısarak. Tam o an albay devreye girdi, tok sesiyle:
'''Bize gözdağı vermeye çalışıyorlar. Planlar değişti arkadaşlar. Yarınki operasyon iptal.'' yüzbaşı söze karıştı:
''Aklınızda ne var, albayım?''
''Yerel halktan ciddi bir destek alıyorlar. Hatta kendi içlerinde maddi yardım sağlamak için bir dernek bile kurmuşlar. Yarın pazar var. Oraya gideceksiniz. Yani sokağa karışıp halkın nabzını ölçeceksiniz.''
''Yüzümüz tanınmış olabilir mi komutanım? Eğer öyleyse görev riske girer.'' dedi Alperen, endişesini gizlemeye çalışmadan.
''Hayır, timin yüzü henüz deşifre olmadı. Dün evlerinize giren şerefsiz de sizi tanımıyor. Sadece gözdağı vermeye çalıştı. Sivil kıyafetle gidip dikkat çekmeden kamufle olacaksınız. Zaten işiniz bu, askerlik sadece silahla değil, akılla da yapılır.'' hepimiz başımızla onu onayladık.
''Bugün burada kalıyorsunuz. Yarın içtimadan sonra doğrudan çarşıya çıkacaksınız.''
''Emredersiniz.'' albay dışarı çıktı. Ardından yüzbaşı bize döndüğünde gözleri parlıyordu.
''Yarın elimiz boş dönmeyeceğiz. Bu şerefsizler hangi akla hizmet Türk askeriyle alay etmeye cüret ediyorlar? Onlara bu işin bedelini acı bir şekilde ödeteceğiz. Anlaşıldı mı Pençe?'' hep birlikte odayı sarsarcasına bağırdık:
''Emredersiniz.''
''İyi geceler.'' dedi yüzbaşı ve odadan çıktı. Onun çıkmasıyla birlikte saatlerdir odada hakim olan ölüm sessizliği dağılmıştı. Hepimiz ne yapacağımızı biliyorduk.
"Çok affedersiniz komutanım ama biz neyin içine düştük böyle, amına koyayım?" askeriyede küfür duymaya çok alışmıştım. Bir süre sonra, kelimeler değil niyetler rahatsız eder hale geliyordu. Alperen'in bu serzenişiyle Aybars'ın aniden histerik bir şekilde güldüğünü fark ettim.
"Ne bekliyordun oğlum? Hakkari'ye gelip dağlarda Heidi'yi mi bulacaktın?" haklıydı. Doğru, burası masal diyarı değildi, burası sınır hattıydı.
"Ben o anlamda söylemedim komutanım. Film sahnesi gibi yaşadıklarımız. Yok isyan çiçeği, yok kameraya öpücük. Resmen sinema çekiyor orospu çocukları."
"O yatağın üstüne bıraktıkları pamuğu götlerine tıkayınca gelen pişmanlık hissini görmek istiyorum." dedi Oğuzhan, hâlâ kıpkırmızıydı. Öfkesini yutamıyordu, damarları boynundan alnına kadar belirginleşmişti.
"Yeter, herkes yatağına geçsin. Yarın uzun bir gün bizi bekliyor." Aybars komutanın emriyle birlikte herkes birden ayağa kalkmıştı. Kızlarla kaldığımız odaya geçtiğimizde herkes sessizce kendi yatağına uzandı. Işıklar kapatıldı ama kimse uyumuyordu. Zaten bizim için bu hep böyleydi. Dışarıda o orospu çocukları rahat rahat dolaşırken, bize huzur yoktu. Uyku, lüks sayılırdı. Şimal'in sesi düşüncelerimi dağıttı:
"Birce Komutanım, asker olmasaydınız ne olurdunuz?" klasik bir soruydu bu. Her askere en az bir kez sorulurdu.
"Hiç olurdum." bu, öylesine söylenmiş bir cümle değildi. Ben gerçekten bir hiçtim. Hayatıma anlam katan, beni hayata tutunduran tek şey mesleğimdi. O yoksa ben de yoktum.
"Ayrıca asker olmak isteyen birinin içinde başka bir mesleğin sevdası olmaz, olamaz."
"Çok haklısınız komutanım," dedi Selin. Ardından o güne kadar bu tür konuşmalara pek katılmayan Şimal'in sesi duyuldu:
"Benim yoktu. Ama ailem istemedi. Çocukluktan beri manken ya da oyuncu olmamı istiyorlardı." güzeldi hem de çok güzeldi. Ama gönlüne bir kez vatan sevgisi düşmüşse birinin, ne güzellik kalırdı geride ne de başkalarının beklentisi.
"Ben de onları dinlemedim. Onlar da beni pek umursamadı zaten. Neyse, iyi geceler."
Oda derin bir sessizliğe gömüldü. Her birimizin bu noktaya gelene kadar nelerle savaştığını bir tek biz biliyorduk.
Sabah, gün ışığıyla gözlerimi açtım. Hızlıca kızları uyandırdığımda birlikte bahçedeki içtima alanına çıkmıştık. Timin geri kalanı da kısa sürede toplandı. Yüzbaşının gelişiyle esas duruşa geçmiştik.
"Rahat," dediğinde pozisyonumuzu aldık.
"Albayla görev üzerinde son değerlendirmeyi yaptık. Herkes ikişerli gruplara ayrılacak. Kişi sayısından dolayı bir grup üçlü olacak. Birce, sen benimle geliyorsun. Oğuzhan ve Alperen siz berabersiniz. Aybars, sen de Şimal ve Selin'le olacaksın." Onat'la aynı grupta olmak zorunda mıydım? Nedenini açıklayamasam da yanında kendimi huzursuz hissediyordum. Ama bu huzursuzluk rahatsızlık değildi, daha çok kontrol edemediğim bir şeydi. Belki de bu yüzden kendimden korkuyordum.
"Hepiniz gidip üstünüzü değiştirin. Yarımşar saat aralıklarla çıkacağız. Aynı anda çıkarsak dikkat çekeriz. Sürekli kulaklıkla bağlantıda kalacaksınız. Az konuşun, çok gözlemleyin."
"Emredersiniz," diyerek içeri döndük. Kızlarla üzerimizi değiştirirken hepimiz sade, sportif giysiler tercih etmiştik. Ne de olsa hâlâ görevdeydik. Bahçeye çıktığımızda Aybars ve yüzbaşı bizi bekliyordu. Onların da seçimi spor kıyafetlerden yana olmuştu. Onat, sivilde de aynı duruşla duruyordu. Yakışıklıydı. Evet, bunu reddedemezdim. Ama onunla ilgili düşüncelerimi fark ettiğim an, gözlerimi ondan kaçırdım. Böyle şeylere yer yoktu.
"Alperen ve Oğuzhan önden çıktılar. Aybars, siz de kızlarla birlikte çıkın."
"Emredersiniz komutanım." Aybars önde, kızlar arkada yürüyüp araca bindiler. Yüzbaşının bakışlarının üzerime döndüğünü hissettiğimde istemsizce ona dönmüştüm.
"Görevde ikimiz evli bir çiftiz. Hakkari'ye yeni taşınmışız. Günlük alışverişimizi yapıyoruz." içimdeki huzursuzluk bir kez daha büyümüştü. Bu sefer nedenini biliyordum. Kötü değildi ama rahattı da diyemezdim. Onat'la yan yana, karı koca gibi olmak, içimdeki asker, bu yakınlığı reddediyordu.
"Emredersiniz komutanım," dedim. Ses tonum sertti. Uzaktım, nettim ve sınırları belli etmek istiyordum.
"İtiraz edersin diye düşünmüştüm." kaşlarımı çattım. Ne demek istemişti?
"Neye komutanım?" başını hafif yana eğdiğinde sanki beni ezberlemiş gibi baktı. Lafı dolandırmıyordu.
"Evlilik fikrine." gözlerimi kısmıştım. Ne ima etmeye çalışıyordu? Sessizliğimi bölerek yine soğukkanlılıkla cevapladım:
"Yüzbaşımın emrine karşı boynum kıldan incedir." yüzünde hafif bir gülümseme belirmişti. Derin bir nefes aldı ve gözlerini kaçırmadan konuştu:
"Seninle işimiz var, Birce." bu cümlenin alt metnini kurcalayacak vakit bırakmamıştı. Tam soracaktım ki lafa devam etti:
"Hadi çıkalım. Tim çarşıya varmıştır bile." arabaya yürüdük. Dün akşam yemeğe geldiğinde de dikkatimi çekmişti, arabası son modeldi. Sürücü koltuğuna geçtiğinde, ben de yanına oturmuştum. Arabanın hareket etmesiyle birlikte görev de başlamıştı. Kulaklıktan bir ses yükseldi.
''Biz şu an pazarın içindeyiz yüzbaşım. Dolaşıyoruz.'' Aybars'ın sesi kulaklıkta çınladı.
''Biz de aynı şekilde.'' Alperen'in karşılığı kısa ve netti.
''Tamamdır. Biz de şimdi çıktık. Gerekmedikçe kulaklığı meşgul etmeyelim. Acil durum olursa ne yapacağınızı biliyorsunuz.'' dedi Onat yüzbaşı. Sesi kapatmasıyla arabanın içindeki sessizlik daha bir belirginleşti.
''Birinin sesinin bu kadar yakından gelmesi oldum olası beni sinir etmiştir.'' dediğinde başımı çevirip ona baktım. Bakışlarım istemsizce yüz hatlarına takılmıştı. Burnunun kemiksiz düzgünlüğü, dudaklarının net konturu fazla güzeldi. Fazla dikkat dağıtıcıydı. O da bana döndüğünde göz göze geldik. İlk beş saniye içinde ne yapacağımı bilemeden ona öylece baktım. Sonra kendimi toparlayıp hızla bakışlarımı yola çevirdim.
''Görev zamanları çok sinir oluyorsunuz o zaman yüzbaşım.'' dedim, sesi yumuşatmaya çalışarak.
''Görev arkadaşlarım beni rahatsız etmez, alıştım artık.'' dedi. Arabayı sola kırarken büyükçe bir meydanda durmuştuk.
''Sen in. Ben arabayı park edip geliyorum.''
''Emredersiniz.'' deyip arabadan indim. Şehir merkezi eskiydi. Yabancı olduğumuz çok belliydi. İnsanlar çekinmeden bana bakıyordu. Rahatsız edici bir baskı vardı üstümde. Dikkat dağıtmak için telefonumu çıkardım ama ekran boştu. Geri cebime koydum.
''Birce, sevgilim.'' ismimi duyduğumda irkilerek kafamı kaldırdım. Onat yüzbaşı, elini uzatmış beni bekliyordu. Kaşlarıyla arkamı işaret ettiğinde birkaç esnafın bizi göz hapsine aldığını fark etmiştim.
''Geldim canım.'' dedim. Elini tuttuğumda avucumun onun elinde nasıl kaybolduğunu fark ettim ve kalbim biraz hızlandı. Bir an ikimiz de ellerimize baktık. Sonra hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam ettik.
''Buna gerek var mıydı yüzbaşım?''
''Arkamda bütün esnaf bizi izlerken sana bacım mı deseydim?'' dedi. Sesi ciddi gibi gelse de dudaklarının kenarında beliren tebessümle birlikte ben de gülümsemiştim.
''Şu pazardan çıkana kadar gerçek bir karı-koca gibi davranmak zorundayız Birce.'' başımı salladım. Tamam. Bu sadece bir görevdi. Sadece bir görev. Çarşının içine doğru ilerledikçe beklediğimden fazla çeşitlilik olduğunu fark ediyordum. Elini hâlâ tutuyordum. Yüzüm sıcak, içim bir kıpırtı içindeydi. Bakışlarımı ellerimizden uzak tutmaya çalışıyordum. Kulaklıktan Selin'in sesi geldi:
''Yüzbaşım burada kalabalık bir grup var. Yaşlı bir adam, buradaki topluluğa bir şey anlatıyor. Onları dinlemek için buradayız.'' yüzbaşı çok kısık sesle:
''Anlaşıldı.'' dediği sırada bir kız çocuğu sesi duyuldu:
''Ablam, abim maşallah size. Bu yakışıklı abim bu dünya güzeli ablama bileklik almak istemez mi?'' en fazla on yaşındaydı. Yüzbaşı dönüp kıza baktı. O yürüyünce ben de yürümek zorunda kalmıştım.
''Ne kadara satıyorsun bunları bakalım?'' kız Onat'a hayranlıkla bakıyordu.
''Gönlünden ne koparsa abi.'' yüzbaşı cebinden iki yüz lira çıkardı. Elimi o sırada bırakmıştı. Avuç içim nemlenmişti, boşluğunu hissettim.
''Sen bu parayı al. Bana da bir şey verme.''
''Olmaz öyle şey. Şu güzel ablama birkaç tane bileklik vereyim, ödeşelim abi.'' gülümsedim.
''Peki öyle olsun. Seçsin bakalım şu güzel ablan, alalım.'' güzel ablan. Yüzbaşı bana bakıyordu. İçimde bir yer titredi. Tam konuşacaktım ki:
''Yüzb-'' elimi tutup hafifçe sıktı.
''Yani hayatım, sen seç. Senin hediyen olsun.''
"Hayatım." bu kelime boğazımda düğümlendi. Onat yüzbaşının gözlerinde kısa bir ışıltı gördüğümde bunu kontrol edememişti. Küçük kız bileklikleri gösterdi. Yüzbaşı birini aldı, bileğimi nazikçe tuttu. Nefesim kesildi. Bilekliği takarken bakışları tekrar bana döndü. Küçük kız gülümsedi:
''Allah sizi hiç ayırmasın. O bileklik bir ömür bileğinden hiç çıkmasın ablam.''
''Amin.'' Onat yüzbaşının sesi içime işledi.O anın gerçekliğinden kulaklıktan gelen sesle sıyrıldım:
''Komutanım, şu an Aybars üsteğmenimin ve kızların olduğu kalabalığın içindeyiz. Burada anlatılan şeyler pek hoş değil. Aynı zamanda etrafta birçok gözlemci var.'' bakışlarımız birbirini bulmuştu. Gözlerinde ciddiyet vardı ama o önceki sıcaklık hâlâ oradaydı. Hızla kızın yanından ayrıldık ve kalabalığın olduğu yöne ilerledik. Konuma yaklaştıkça meydandaki topluluğu gördük. Onat yüzbaşı elimi daha sıkı tutmuştu. Yaşlı bir adam ortada oturuyor, çevresinde yaklaşık elli kişi onu dinliyordu. Bizim ekip ise dikkat çekmeden onların arasındaydı. Birden beni kolunun altına çekti. Yakındık. Fazla yakındık. Başımı kaldırmak zorundaydım.
''Şu an çok fazla göz üzerimizde. Sessizce pazarı gezerken, bir yandan adamı dinleyeceğiz.'' başımı salladım. Gözlerim onun bakışlarına kilitlenmişti. Yüzümün ifadesini kontrol altında tutmak için içimden yirmiye kadar saymak zorunda kalmıştım. Pazarda ilerlerken tezgâhlara göz gezdiriyor gibi yapıyorduk. Ama hepimiz biliyorduk ki aslında oyun içinde oyundaydık.
''Onlar ne yaparsa yapsın amaçlarına ulaşamayacaklar.'' kalabalıktan destekleyici sesler yükseldi.
''Bu aralar güvenlik önlemlerini arttırmışlar.'' yüzbaşı bana döndü. Sakin olmamı ister gibi göz kırptı.
''İstedikleri kadar arttırsınlar. İkizler yine bir yolunu bulur. Hakkari sadece bizimdir, bizim kalacaktır.'' kulaklıkta tüm timin küfrettiğini duydum. Bir anda saat üç yönünde bir hareketlilik fark ettim.
''Yüzbaşım, saat üç yönünde iki adam çocuğu arabaya binmek için zorluyor.'' bakışları hemen o yöne dönmüştü.
''Adamları ve çocuğu alın. Herkes arabaya.'' dediği anda ekip harekete geçti. Selin çocuğu aldığında diğerleri ise adamları etkisiz hale getirmişti. Onat tekrar elimi tuttuğunda geri dönüyorduk.
Karargahın önüne vardığımızda, yüzbaşının arabasından inmemizle birlikte, nöbet tutan askerler hızla esas duruşa geçti. Selamlar verildi ama o hiçbirine bakmadı. Yanımdan geçerken, hâlâ elimi bırakmamıştı. Koridor boyunca adımlarımız yankılanıyordu. Sessizlik, bas bas bağırıyordu. Soğuk, gri duvarlar arasında sadece botlarımızın zemine çarpan sesi vardı. Yüzbaşı önde, ben hemen arkasında yürüyordum. Dönüp bana bir kez bile bakmamıştı. Tam sorgu odasına varmak üzereyken kapı açıldı, albay karşımıza çıktı.
"Hoş geldiniz çocuklar," dedi, yüzündeki ciddiyet bir milim oynamadı. "Eliniz dolu gelmişsiniz, duydum." yüzbaşı başını eğerek yanıtladı.
"Evet komutanım. Şahıslar sorgu odasında. İfadeye hazırlar." albay başıyla onaylayıp yürümeye başladığında peşine düşmüştük. Odanın önüne geldiğimizde, içeriden Aybars çıktı.
"Komutanım," dedi, sesi her zamankinden daha gergindi. "Şahıslardan biri, özellikle Birce Üsteğmen'e ulaştırılmasını istediği bir flash bellek taşıyordu." bir anlık sessizlik oldu. Albay kaşlarını çattı.
"Birce mi?" diye sordu sertçe. Yüzbaşı da dönüp bana baktı.
"Ne alaka?" ben de en az onlar kadar şaşkındım.
"Benim adımı nereden biliyor? Neden bana vermek istesin ki?" Aybars cebinden siyah, metalik bir flash bellek çıkardı.
"Kime verileceğini ısrarla söyledi komutanım. Özellikle Birce üsteğmen izlemeliymiş." Albay gözlerini kısmıştı.
"Gösterin bakalım." yüzbaşı belleği aldı ve sorgu odasının hemen yanındaki kontrol odasındaki bilgisayara taktı. Ekran bir anda aydınlandı. Kısa bir süre hiçbir şey olmadı ardından bir video başladı.
Ekranda beliren adamı gördüğüm anda içimde bir şeyler çökmüştü. Sessizlik bir anlığına nefesimi kesti. Timdeki birkaç kişi küfretti. O adam... O görüntü... O ses tonuyla... Tüm hücrelerim buz kesmişti. Onu tanıyordum. Yüzünü tanımıyordum belki ama o gözler, o mavi, cam gibi gözler ve sesi zihnime çivi gibi çakılıydı.
"Hola, Birce," dediğinde odada herkes bana döndü. Albay videoyu durdurdu.
"Bu da ne demek?" diye sordu. Gözlerim ekranın boşluğunda asılı kalmıştı. Kelimeler ağzımda birikti, yutkundum. Yüzbaşı sessizce devam ettirdi videoyu.
"Beni hatırlamanı isterdim ama sanırım hâlâ tanımayacaksın uğur böceği." o kelimeyle, bir çocuk odasının kapısı zihnimde aniden açıldı. Yıllar önce, o lakapla bana sadece bir kişi böyle seslenmişti. Gözlerimi kaçırdım, midem bulanmıştı.
"Yıllar geçti ama ben seni hiç unutmadım. Sen beni unutmaya çalıştın ama ben seni büyürken izledim. Sessizce. Her adımını." ekrandaki adam elini cebine attı. Çıkardığı şey küçük bir yapma çiçekti. Mor ve siyah.
"Bu çiçeği sana armağan ediyorum. Senin için, sana rağmen." ekran karardı. Odaya tam anlamıyla bir ölüm sessizliği çökmüştü. Gözlerim yanıyordu ama tek bir damla yaş dökmedim. Dizlerim boşalmıştı ama ayakta durmayı başardım. Yüzbaşının eli kolumun altına girmişti bile, fark etmemiştim. Albay ise gözlerini benden ayırmadan konuştu.
"Birce, kim bu adam?" boğazım kurumuştu.
"Çocukluğumdan biri." yüzbaşının çenesi gerilmişti. Sesi endişeliydi.
"İyi misin?"
"Evet," dedim. Aslında hiç iyi değildim. Tam o sırada dış kapıdan bir asker daha geldi, gözleri bana dönüktü.
"Komutanım, diğer odadaki şahıs da konuşmak istiyor. Yalnızca Birce üsteğmenle görüşmek şartıyla." Albay bakışlarını bana dikti.
"Görüşmek ister misin?" bir adım ileri çıktım. Artık korkmuyordum. Dizlerim titriyordu, evet. Ama içimde büyüyen başka bir şey vardı, bu hesaplaşma arzusuydu. Bu sefer kaçmayacaktım. Başımı dikleştirdim. Sözlerim netti:
"Evet, yüzleşeceğim." yüzbaşının gözleri gözlerimdeydi.
"Yanındayım," dedi, yalnızca benim duyabileceğim kadar sessiz bir şekilde söyledi.
Bu savaş sadece geçmişimle değil, aynı zamanda geleceğimleydi.
Yorumlarınız ve oylarınız benim için kıymetli. Umarım yolumuz hep aydınlık ve uzun olur. 💖🫧
Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz.
Instagram/Tıktok/Twıtter:monsoleil777
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 49.67k Okunma |
3.75k Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |