8. Bölüm

BÖLÜM YEDİ

monsoleil016
monsoleil016

Merhabalar! Bir hafta aradan sonra kavuştuk 💖 Her hafta burada olmaya çalışıyorum. Bunun karşılığı olarak oy ve yorumu bana çok görmeyin lütfen. Unutmayın sizin yorumlarınız ve oylarınızla motive oluyorum.💖 Olaylara artık giriş yaptık, hikaye asıl şimdi başlıyor.🔥 İyi okumalar!

Bu kitaptaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.

Instagram/Tiktok/Twitter:monsoleil777

Hayatınızda hiç bitmez, geçmez dediğiniz dönemler oldu mu? Benim o dönemim başlamış bile değildi. Sanırım o gün, hayatımın kırıldığı, geri dönüşü olmayan bir yerden ilerlemeye zorlandığı gündü. Zaman bazen saat gibi akmazdı. Bazen saniyeler saat gibi, saatler ömür gibi gelirdi insana. Uçakta geçirdiğimiz o dakikalar, pilotun gözlerimizin önünde bayılması, çaresizlikle mücadele etmemiz unutamayacağım bir andı.

Yardımcı pilot durumu toparlamış, paniklemiş hosteslerin yardımıyla acil iniş prosedürü uygulanmıştı. Kimseye tam olarak ne olduğunu anlatmamıştık ama yolcular da bir şeylerin ters gittiğini sezmişti. Uçak, tekerleklerini yere değdirdiği anda herkesin omuzlarından görünmeyen bir yük kalkmıştı. Motorların yavaşlayan sesi eşliğinde, kabin içine bir sessizlik çöktü. Sanki herkes nefesini tutmuş, inişle birlikte topluca bir nefes vermiştik.

Yüzbaşının yanındaydım, koltuklarımıza tekrar oturmuştuk. Uçak durur durmaz ambulans piste yanaşmıştı. Kapılar açıldığında, sağlık ekipleri hızlı adımlarla içeri girmiş, sedyeyi sürüklerken göz göze geldiğim bir hemşire bana kısa bir bakış atmıştı. Pilotun yüzü hâlâ solgundu. O kadar beyazdı ki neredeyse hayalet gibi görünüyordu. Ama yaşıyordu. Bu yeterliydi, şimdilik.

Tüm yolcular tek tek tahliye edilirken, camdan dışarı bakıyordum. Gözüm pistin kenarına park etmiş ambulansa takıldı. Bir görevli telsizle bir şeyler konuşuyor, diğeri ise pilotun başucunda duruyordu. Kalbim hala olması gerekenden daha hızlı atıyordu. Olayın sıcaklığı tenime, ellerime sinmiş gibiydi. Her nefes alışımda, göğsümde o bastırılmış korkuyu duyuyordum. Yüzbaşının sesiyle irkildim.

"Kim yaptıysa profesyoneldi." başımı çevirdiğimde gözlerimi yüzüne dikmiştim.

"Sizce uçağın içindeydi mi?" bu soru ağzımdan güçlükle çıkmıştı. Soru ağzımdan çıkar çıkmaz, cevabını öğrenmek istemediğim bir şeye dönüşmüştü.

"Bilmiyorum," dedi yüzbaşı. Gözlerini camdan ayırmadan:

"Belki içerideydi. Belki sadece dışarıdan bir müdahaleydi. Ama bir şey çok açık, bu bir mesajdı." yaşananlar değildi beni sarsan, belirsizlikti, bilememekti. Kimin dost, kimin düşman olduğunu, neyin ne zaman tekrar üzerimize çökeceğini bilememekti. Olay yerinden uzaklaşan ambulansı izlerken, yüzbaşının yanında oturuyordum ama zihnim o uçaktaydı. O düğümün içinde, o ilk müdahalenin anında, o gözlerini aralayan adamın hayata dönme anını düşünüp duruyordum. Yüzbaşı hafifçe koluma dokunduğunda:

"İyisin değil mi?" gözlerimi yere indirdim.

"İyiyim," dedim ama yalan söyledim. Çünkü değildim. Neyin içine çekildiğimizi hala bilmiyorduk. İleriden gelen tanıdık bir sesle başımı kaldırdım.

"Şu kurban olduğumun komutanın gelişine bakar mısınız?" bu sesi bin kişi arasından ayırt edebilirdim. Oğuzhan'dı. Her zamanki gibi lafını esirgemeyen, keyfi yerindeyse neşesiyle ortalığı şenlendiren Oğuzhan. Ardından Alperen belirdiğinde yüzündeki gerginlik okunuyordu. Oğuzhan'ın aksine ses tonu sertti.

"Hoş geldiniz komutanım." ona cevap vermeden hızla dışarıya yöneldim. Sessizliğim dikkat çekmiş olmalıydı ama kimse bir şey sormadı. Yüzbaşı, hemen arkamdan yaklaştı ve sakin bir sesle konuştu:

"Birliğe gidip, albaya her şeyi anlatmamız gerekiyor."

"Emredersiniz komutanım," dedim kısaca. Gözlerini üzerimde hissettim ama ona bakmamıştım. Arabanın ön koltuğuna oturduğumda gözlerimi yoldan ayırmadan öylece bekledim. O da arabanın diğer tarafından dolanıp yanıma oturdu. Aramızda bir karışlık mesafe vardı ama sessizlik, kilometreler kadar uzundu.

Havaalanıyla karargah arası oldukça kısa bir mesafeydi. Bu kısa yolculukta tek kelime etmeden, sadece düşüncelerimizin sesiyle baş başa kalmıştık. Karargâhın giriş kapısını gördüğümde içimde tuhaf bir kıpırtı oluştu. Sanki yıllardır oraya adım atmamışım gibi heyecanlandım. O bina benim için sadece bir görev yeri değildi, ruhumun sığınağıydı. Üzerimizde dalgalanan bayrak, o benim vicdanımdı, kalbimdi. Bayraksız birinin vicdanı da kalbi de eksik olurdu. Yüzbaşı önümde, ben arkasında ağır adımlarla albayın makam odasına yürüdük. Üzerimizdeki gerilim, her adımda kendini hissettiriyordu. Yüzbaşı kapıyı tıklattığında içeriden gelen tok ses:

"Gel," dedi albay. Kapıyı açıp içeri girdiğimizde aynı anda asker selamına geçmiştik.

"Geçin, oturun çocuklar," dedi albay, masasının önündeki tekli koltukları işaret ederek. Karşılıklı koltuklara oturduğumuzda, albay kaşlarını çatarak doğrudan konuya girdi:

"Haberler sizde. Dinliyorum." yüzbaşı hiç vakit kaybetmeden konuşmaya başladı.

"Teröristlerin kimlikleri tespit edildi komutanım. Erkin ve Ekin Koç. İkiz kardeşler. Ünlü arkeolog Vural Koç'un evlatlık edindiği çocukları. 2008 yılında nüfuslarına geçirilmişler. Kimliklerini araştırması için Aybars'ı görevlendirdim. Muhtemelen şu an kapının önündedir." yüzbaşı cümlesini bitirir bitirmez kapı çaldı. Aybars içeri girdiğinde selamını verdi ve elindeki dosyayı albayın masasına bıraktı. Ardından bir adım geri çekilip beklemeye başladı. Timdeki en kıdemli ikinci isimdi. Bu yüzden yüzbaşı ona karşı daha sert, daha talepkardı. Sorumluluğu büyüktü, bunu ikisi de iyi biliyordu. Albay dosyayı açtı ve belgeleri okumaya başladı.

"Erkin Koç. 1994 Sinop doğumlu. Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Şu an Los Angeles'ta bir hukuk bürosu var. İkameti orada görünüyor. İki yıldır Türkiye'ye giriş çıkış yapmamış." albay gözlerini belgelere dikerek homurdandı.

"Yersen tabi." yüzbaşı devam etti.

"Babası birkaç ay önce buradaydı. Korunan alana girmek için ortalığı birbirine kattı. Kafayı oraya takmıştı. Geri döndü ama gözü arkada kaldı. Muhtemelen o da işin içinde." albay başını sallayarak devam etti:

"Zaten böyle arkasında güç olan tiplerin tek başına bir şey yaptığı görülmemiştir. Ya birilerinin maşasıdırlar ya da arkalarında ciddi para vardır." yüzbaşıyla aynı anda başımızı salladık.

"Sen kardeşini tanıyor musun Birce?" sorusu karşısında istemsizce yüzbaşıya döndüm.

"Hayır komutanım. Gördüysem bile hatırlamıyorum." albay tekrar dosyaya göz attı.

"Ekin Koç. 1994 Sinop doğumlu. ODTÜ Psikoloji mezunu. Şu an Los Angeles'ta bir klinik işletiyor. Tıpkı abisi gibi iki yıldır Türkiye'ye adım atmamış." dayanamayıp araya girdim.

"Beni yanlış anlamayın komutanım. Bu kansızlık insanın karakterinde olan bir şey. Ne mevki fark eder ne de zaman. Ama bu ikisi belli ki aklı başında, kültürlü insanlar. Ellerinde böyle olanaklar varken neden dağa çıksınlar? Oturmayan bir şeyler var." yüzbaşı devreye girdiğinde bakışlarım ona döndü.

"Erkin'in en büyük motivasyonu sensin. Takıntı haline getirmiş seni. Psikopatça. Ama kardeşi? O neden peşinden gitti? Ün, para, konfor bunları geride bırakıp dağa çıkmak mantıklı değil."

"Babaları yıllardır bir şeyin peşinde. Bu çocukların onun evlatlıkları olduğunu söylediğiniz anda anlamıştım. Takıntılı bir herif. Yıllarca kazı yaptı. Devletin yasakladığı alanlara bile girdi. Yakaladık, cezasını çekti. Ama durmadı. UNESCO tarafından korunan özel bir alan var. Yerini sadece devletin belirli isimleri biliyor. İçinde ne olduğu bilinmiyor. O alanın peşindeler." yüzbaşı, sanki iç sesimi duymuş gibi yine sözcü oldu.

"Peşine düştükleri şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyiz albayım?" albay omuz silkti.

"Şu an net bir bilgimiz yok. Ama bunun için arkeolog talebinde bulunacağım. Devlet tarafından onaylı birileri. En kısa sürede burada olacak." ardından hemen birkaç telefon görüşmesi yaptı. İşi o kadar hızlı çözdü ki, şaşırmadan edemedim. Ertesi gün, arkeolog karargâhta olacaktı.

''Pilotun durumu nasıl?'' uçak indiği an albaya haber gitmişti. Yüzbaşı derin bir nefes aldı.

''İyi komutanım. Güvenlik kameralarına bakılıyor. Zehirleyen kişi en kısa sürede ortaya çıkacaktır.'' albay sıkıntılı bir şekilde başını salladı.

"Bu bir mesaj, üstüne düşelim. Şimdi siz de evlerinize gidin, dinlenin çocuklar," dedi.
Ayağa kalktığımızda selam verip odadan çıkmıştık. Yüzbaşı hemen arkamdaydı. Fiziksel olarak bitkin değildim belki ama zihnen içim lime limeydi. Bu gece, beynimi susturmak için ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Kapının kapanışıyla karargahın koridoruna adım atarken, arkamdan gelen sesle duraksadım.

"Evine git Birce. Biz diğerleriyle antrenman yapacağız ama sen dinlen. Her şey üst üste geldi." dedi yüzbaşı. Başımı yavaşça ona çevirdim. Boyu uzun olduğu için istemsizce kafamı kaldırmam gerekiyordu. Gözlerimin içine baktığında, kelimeler boğazıma dizildi. Yine de soracağım sorudan kaçamadım.

"Peki ya siz? Siz dinlenmeyecek misiniz komutanım?" dedim. İçimden kendime küfrediyordum. Sana ne be kızım? Niye böyle pat diye sorular soruyordum ki? Ama işte, dilimin kemiği yoktu. Yüzbaşı başını hafifçe yana eğdiğinde dudaklarının kenarında etkileyici bir gülümseme belirdi.

"Yorgun olduğumu kim söyledi ki?" cevabın karizmatikliği, tüylerimi diken diken etmeye yetmişti. Bu adamın sadece sesi değil, yürüyüşü, bakışı, duruşu bile etkileyiciydi. Henüz kamuflajın altındaki vücudu görmesem de omuzlarının genişliği ve yürürken ki adımları bile insanın içini titretecek cinstendi. Gözlerimi hızla ondan kaçırıp arkamı döndüm. İçimde, dudaklarımın ucuna kadar tırmanan sırıtışa engel olamıyordum. Tam adım atmıştım ki, sesi bir kez daha arkamdan yankılandı:

"Dikkat et kendine, Birce." arkamı dönmeden, hafifçe başımı eğip yürümeye devam ettim. Yüzümdeki tebessüm, güneş gibi parlıyordu. Karargahtan çıktığımda, içimde garip bir kıpırtı vardı.

 Karargahtan çıktığımda, içimde garip bir kıpırtı vardı

Bazı hayatlar vardı. Dışarıdan bakıldığında kusursuz görünen, herkesin sahip olmak isteyip de yalnızca hayal edebildiği hayatlar. Ama o hayatların içinde yaşayanlar için, bazen o kadar boğucuydu ki; değil içinde olmak, hatırlamak bile istemezlerdi. Çünkü insanoğlu nankördü. Elindekini küçümseyip ulaşamadığına hayrandı.

Kastamonu'dan döndüğüm gece, bütün bu düşünceler zihnime üşüşmüştü. Yatakta, tavanın karanlığına baka baka geçmişin izlerini susturmaya çalıştım. Oysa ne zaman kendimden kaçsam, geçmişim bir dalga gibi yükselip yeniden yüzüme çarpıyordu. Uykuya sığınmam bu yüzdendi. Uyursam geçmiyordu belki ama erteleniyordu. O an için yeterliydi.

Sabahın ilk ışıklarında uyanmıştım. Duşa girip suyun altında bir nebze olsun arındığımı hissediyordum. Aynanın karşısına geçtiğimde, uzun zamandır kendime bu kadar dikkatle bakmamıştım. Yüzüm yorgundu ama güzelliğimi örtmemişti. Belime kadar uzanan saçlarımı tarayıp sıkı bir at kuyruğu yaptığımda uzun zaman sonra rimel sürdüm. Ela tonlarındaki gözlerim hemen ortaya çıktı. Kamuflajlarımı giydim ve artık hazırdım.

Karargah sadece beş dakika uzaklıktaydı. Bahçeye vardığımda timin hepsi oradaydı.
Şimal, Selin'le konuşuyor, Aybars Alperen'e bir şeyler anlatıyordu. Oğuzhan ise beklenmedik şekilde sessizdi. Belli ki yüzbaşıyı bekliyorlardı. Beni ilk gören Şimal oldu.

"Günaydın komutanım," diyerek ayağa kalktı. Onunla birlikte timdeki herkes, Aybars hariç, askeri selam vermişti. Ben de Aybars'a aynı şekilde karşılık verdim. Selam, askerde kişiye değil, rütbeye verilir. Ne kadar samimi olursan ol, kurallar değişmezdi. Senden üstün biri sırtını dönmüş dursa bile, ona selam verirdin. Bu saygının kanunuydu. Aybars gözlerini bana çevirdi.

"Özlettin kendini," dedi.

"Teröristin kimliği ifşa oldu," dedim. Aslında bu cümleyi ona değil, diğerlerine söylemiştim. Zaten Aybars, dün odada her şeyi dinlemişti.

"Nasıl?" dedi Selin. Gözleri büyümüş, yüzü gerilmişti. O da biliyordu. Çocukluğumdaki karanlık, artık sadece bana ait değildi. Ve bu beni rahatsız ediyordu.

"Yüzbaşı geldiğinde gerekenleri anlatacaktır," dedim. Daha fazlasını anlatacak gücüm yoktu. Son iki gün, zihnimde deprem gibi geçmişti. Konuşma daha fazla uzamadan herkesin esas duruşa geçmesiyle başımı kaldırdım. Yüzbaşının geldiğini anlamıştım. Ben de yerime geçip dimdik durduğumda akışlarım yavaşça onun geldiği yöne doğru kaydı.

Kitapsız, kitap gibi adamdı. Kendine özgü yürüyüşü, omuzlarındaki yükü saklamayan tavrı, bakışlarıyla oldukça etkileyici duruyordu. Gözleri, herkesin üzerinden geçerken, benimkilerde oyalanmıştı. Ne ben gözlerimi ondan kaçırabilmiştim, ne o benden.

''Rahat.'' sesi duyulduğunda, refleksle hepimiz aynı anda rahat pozisyonuna geçtik. Gözlerini önce üzerimde gezdirdi, sonra diğerlerinin üzerinde dolaştırmaya devam etti.

"Son gelişmeleri içeride konuşacağız. İçeri geçin.'' odanın kapısından sırayla içeri girerken gözüme ilk çarpan albay oldu. Ama yalnız değildi. Yanında, yaklaşık 1.85 boylarında, hafif sakallı, sarışın bir adam vardı. Kıyafeti sivildi. Albay hepimize oturmamızı söyledikten sonra baş köşeye geçti. Sağ tarafına yüzbaşı oturmuştu, solunda ise o sivil adam vardı.

"Arkeolog Melih Baş." dedi albay, adamı eliyle işaret ederek. Melih, başını hafifçe eğerek bizi selamladı.

"Olaylar beklenmedik bir evreye ulaştı." diye devam etti albay. Ardından yüzbaşıya döndü:
"Tim'e özet geç."

Yüzbaşı, Kastamonu'ya gidişimizden uçaktaki zehir olayına kadar olan süreci hızlıca özetledi. Anlatım sırasında Melih'in gözlerinin birkaç kez bana kaydığını fark ettim ama önemsemedim. Albay yeniden devreye girdiğinde:

"Bu bölgede büyük bir hazine ya da başka bir şey var. Tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Ancak bu şerefsizler, vatanın kalbine göz dikecek kadar gözü dönmüşse, onlardan önce bizim buna ulaşmamız şart. Melih Bey bu bölge üzerinde uzun süredir çalışıyor. Bazı yerlerde hala bilgi eksikliği var. Onları da araştıracak ve çalışmalarını bizimle birlikte sürdürecek." içinde bulunduğumuz durumun ağırlığı artık inkar edilemezdi. Albayın yüzbaşıya dönen bakışları yeni emri haber verdi:

"Bugün timle beraber araziye çıkın. Melih Bey'i de yanınıza alın. Bölgede genel bir teftiş yapın."

"Emredersiniz komutanım." dedi yüzbaşı ve ayağa kalktı. Biz de onunla birlikte kalktığımızda albay, Melih'e döndü:

"Arazi sonrası yanıma uğrarsanız memnun olurum. Kolay gelsin." Melih başını sallayarak onayladığında ardından gözlerini yüzbaşıya çevirmişti. Aralarında yaklaşık beş santimlik bir boy farkı vardı. Melih'in yapılı sayılabilecek bedeni, yüzbaşının yanında daha az etkileyici duruyordu.

"Türk askerine elimden geldiğince destek vermek isterim. Hadi başlayalım." diyerek elini tokalaşmak için uzattı. Yüzbaşı, uzanan ele kısa bir bakış attı. Yüzünden bu temasın hoşuna gitmediği açıkça belliydi. Tokalaşmak yerine elini Melih'in omzuna iki kez vurdu. Melih'in eli havada kaldı. Neden böyle davrandığını anlamamıştım. Melih kaşlarını kaldırıp bana histerik bir gülümsemeyle baktı. Tam o sırada yüzbaşının sesi sertçe yankılandı:

"Aybars, siz Melih Bey'le önden gidin. Pençe, biz aynı araçtayız." Melih'in bakışları bana çevrilmişti. Yüzbaşının tavrı oldukça sertti ama yorum yapmak bana düşmezdi. Herkes yola çıkarken Şimal'le biraz geride kalmıştık.

"Yüzbaşı neden böyle davrandı adama?" diye sordu Şimal. Omuz silktim.

"Ters biri. Fazla sorgulamaya gerek yok." cevabım onu güldürmüştü. Araçlara binip yola koyulduğumuzda içeride alışılmadık bir sessizlik hakimdi. Yüzbaşı, gözlerini hepimizin üzerinde gezdirerek konuştu:

"Araziyi iyi analiz edeceksiniz. Gerekirse oturup ders çalışır gibi çalışacaksınız. Aradıkları şey neyse, önce biz bulmalıyız." bakışları Oğuzhan'a kaydı. Ancak Oğuzhan pencereye dalmış, tamamen kendi dünyasındaydı.

"Duydun mu Oğuzhan?" Oğuzhan'ın bakışları bir anda keskinleştiğinde gözleri kan çanağını andırıyordu.

"Anlaşıldı, komutanım." yüzbaşının gözleri ön camdan ayrılmazken, Oğuzhan bana bakmıştı. Dudaklarımı kıpırdatarak sessizce sordum: "İyi misin?" başını sallayıp zayıf bir tebessümle karşılık verdi ama iyi değildi. Ama bu konuşmanın yeri ve zamanı değildi. Araziden döner dönmez sorgulayacaktım. Araçlar durduğunda, Aybars ve Melih çoktan inmişti. Biz de indiğimizde yüzbaşı haritayı göstererek konuşmaya başladı:

"Bu arazi büyük. Bir kısmı Hakkari'ye, diğer kısmı Şırnak'a bağlı. O yüzden yıllardır sahiplik konusunda tartışma sürüyor. Önce Hakkari tarafına bakacağız." sonra bize döndü:

"Birce ve Oğuzhan bizimle geliyor. Aybars, sen Şimal, Selin ve Alperen'le köye inin. Halk arasında bu hazine hakkında illa dedikodu dönmüştür. Araştırın." yürümeye başladık. Yüzbaşı ile Melih önden ilerliyordu ama konuşmalarını duyabiliyorduk.

"Bu topraklar tarih boyunca paylaşılmak istenmedi. Medeniyetin beşiği burada. Türkiye, tarihi miras açısından çok zengin. Devlet bazı kazıları gizli yürütüyor. Aranan bir şey var ama ne olduğu halka açıklanmıyor."

"Peki biz kazı izni alabilir miyiz?" diye sordu yüzbaşı. O an durmuştu, biz de arkasında durduk.

"Normalde zor. Ama işin içinde terör şüphesi varsa izin alınabilir." Melih birden bana dönüp sordu:

"İsminiz neydi? kaşlarım çatıldı. Şu an bunun ne alakası vardı?

"Birce." yanımda Oğuzhan bile Melih'e "Bu ne alaka?" dercesine baktı. Melih başını salladı. Yüzbaşı, onun üzerine sertçe döndü:

"Burada yetkili kişi benim. Zorunda kalmadıkça askerimle konuşulmasını istemem." Melih, ses tonunu yüzbaşına benzeterek karşılık verdi:

"Albay, bana yardımcı olacak kişiyi seçme hakkım olduğunu söyledi. Bu sizin kuralınız mı, yüzbaşım?" yüzbaşının bakışları keskinleşti.

"Kural değil. Ama yeri geldiğinde gerekli kişiyle konuşmanıza kimse engel olmaz." tartışma büyüyecek gibiydi. Oğuzhan'ın durumuna güvenemediğimden söze ben girdim:

"Komutanım, daha önce Vural Koç'un burada kazı yaptığı söylenmişti. Belki de dikkat dağıtmak içindi. Gerçek hedef farklı olabilir mi?" yüzbaşının bakışları Melih'te bir süre takılı kaldıktan sonra bana döndü:

"Bunu öğrenmenin tek yolu var. Kazmak." Melih onayladı.

"İzinler için uğraşacağım." yürüyüşümüz boyunca sessizlik hakimdi. Sonunda araçlara geri döndüğümüzde diğerleri henüz gelmemişti. Melih sessizce yanıma yanaştığında:

"Nasılsınız?" Kabalık olmasın diye kısa cevap verdim:

"Sağ olun."

"Sanırım isminizi sormam biraz acele oldu." dediğinde istemsizce güldüm. Yüzbaşının gözlerinin üzerimizde olduğunu hissetmek, içimdeki gerginliği artırıyordu.

"Melih ben. Tekrardan tanışalım. Memnun oldum, Birce." elini uzattı. Yüzbaşından sonra bu eli sıkmazsam ayıp olurdu.

"Sağ olun." elini sıktım ama memnun olmamıştım. Ardımı dönüp araca binecekken, beni durduran bir soru geldi:

"Bugün benimle kahve içmek ister misin?" şaka mıydı bu? Lisede miydik? Yüzüm ona dönük değildi ama aniden vücudumu çevirdim:

"Pardon, anlayamadım?"

"İş çıkışı bir kahve içebilir miyiz?" içimdeki gülme dürtüsüne engel olamadım. Bu gülüşümü samimi sanmış olacak ki o da güldü.

"Şu an kimseyle kahve içmek gibi bir düşüncem yok Melih Bey, sağ olun.'' yüzü anında soldu. Arkasında duran yüzbaşının dudaklarında ise anlık bir gülümseme belirdi. Ardımı döndüm ve araca bindim. Oğuzhan yanıma otururken sordu:

"Kahve içmek istediğiniz kişi yüzbaşı olabilir mi acaba komutanım?" gözlerimi ona diktim.

"Sabahtan beri tek kelime etmiyorsun, şimdi mi açıldı dilin Oğuzhan?" yüzünde gülümseme vardı, bakışlarını cama çevirdi. Kısa süre sonra Şimal, Selin, Alperen ve yüzbaşı da araca bindi. Melih başka araca geçmişti. Bu beni rahatsız ettiği için değil ama iyi olmuştu.

"Ne öğrendiniz?" yüzbaşı, gözlerini Şimal'e çevirdi.

"Komutanım, yurt dışından bu bölgeye kazı için çok talep oluyormuş. Kamp kuranlar bile varmış ama izin alamamışlar. Esnafa göre ise burada bir şey yok, sadece birilerinin attığı söylentiler var."

"Söylenti neymiş?" Selin söze girdi:

"Atatürk cumhurbaşkanı olduğunda, yaveri buraya bir gömü saklamış. İçinde Türkiye'yi yok etmeye yönelik çizilmiş haritalar ve altınlar varmış. Rivayet bu yönde."

"Hurafelerle ilerleyemeyiz. Gerçeği en kısa sürede öğrenmek zorundayız." Alperen, aklındaki soruyu dile getirdi:

"Komutanım, bu Melih denen arkeolog izin işlerini halledecek, değil mi?" yüzbaşı başını salladı:

"Evet. Ama sürece ben de dahil olacağım. Hızlı ilerlememiz lazım."

Araçta bir sessizlik hakimdi. Yüzbaşıyla arada sırada göz göze geliyor, ben bakışlarımı kaçırınca o da gözlerini benden çekiyordu. Dakikalar geçtikten sonra karargaha varmıştık. Yüzbaşı ve Melih albayın odasına gidip izin meselesini konuşacaklarını söyledi. Dağıldığımızda herkes o gün bireysel antrenman yapacaktı.

Benim ilgi alanım dövüş sanatlarıydı. Özellikle kick boks yaparken kendimi daha güçlü, daha dengede hissediyordum. Kum torbalarının olduğu odaya ilerlerken içeride yalnız olacağımı düşünmüştüm. Ancak içeride son hızla kum torbasına yumruk atan Oğuzhan'ı görünce adımlarım yavaşladı. Onu yalnız bırakmak istedim ama içimdeki bir ses, konuşmaya ihtiyacı olduğunu fısıldıyordu.

"Müsaade var mı?" dediğimde, yumruklarını durdurdu ve bana döndü. Üzerinde yeşil askeri tişört, altında kamuflaj pantolon vardı.

"Estağfurullah komutanım. Müsaade sizin," deyince, yanına geçip ben de torbanın karşısında yerimi aldım.

"Nasılsın Oğuzhan?" dedim ve o an kum torbasına sert bir yumruk savurdum. İçimde biriken öfkeyi, kederi ve kırgınlığı dövüşle boşaltmak bana hep iyi gelmişti.

"İyiyim komutanım, siz nasılsınız?" diye sordu. Yumruklarımı indirip bedenimi ona döndürdüm. Benim durduğumu fark edince, o da gözlerini bana çevirdi.

"Gerçekten nasılsın Oğuzhan?" diye sorduğumda, derin bir nefes aldı ve olduğu yere birdenbire çöktü. Bu ani hareketi beklemiyordum ama yadırgamadan hemen yanına, onunla aynı hizaya çöktüm.

"İyi değilim. Kendimi hep dağ gibi görürdüm, dağ gibi delikanlıyım sanırdım. Meğer o dağ, yıkılmaya ne kadar da hazırmış," dedi. Sessiz kaldım, devam etmesini istiyordum.

"Bir kız kardeşim var komutanım. Sizden güzel olmasın, çok güzel bir genç kız. Bu yıl üniversiteyi bitirdi. İki ay önce karşıma geçip, 'Abi, ben evleneceğim' dedi. Daha yirmi yaşında. Babam yok biliyorsunuz, Gonca bana babamdan kalan en değerli emanet. O yaştaki birini nasıl bir başkasına emanet edebilirim ki? 'Olmaz,' dedim. 'Daha çok gençsin. Birkaç yıl çalış, hayatı tanı, karşındaki adamı iyice anla, öyle konuşuruz,' dedim." duraksadı. Sonra anlatmaya devam etti:

"O benim daha açmamış goncam komutanım. Onu öyle kolayca birine veremem. Hep iyiliğini istedim. O da bilirdi ne kadar düşkün olduğumu. Ben de onun bana düşkün olduğunu sanırdım." tırnak etleriyle oynuyordu. Koparmaya başlamıştı. Gerginliği her halinden okunuyordu. Kum torbası olmasa, duvarları yumruklayacak gibiydi.

"Kaçmış komutanım." bu cümle beynimde yankılandığında bakışlarımı hızla ona çevirmiştim.

"Nerede olduğunu biliyor musun?" diye sordum. Başını yavaşça salladı.

"Siz Kastamonu'dayken albaydan izin alıp gittim. Kapılarına dayandım. Nikah kıymışlar bile. Bir günde her şeyi halletmişler. Gonca'yla oturup konuştum. 'Bu kadar mı sıkıldın bizden?' dedim. Ağladı, 'Sizi de onu da çok seviyorum,' dedi. Ama sonunda, 'Onu bırakamam,' dedi. Delirdim komutanım. Evi alt üst ettim. Polis geldi. Ama evli olduğu ve kendi rızasıyla orada bulunduğu için bir şey yapamadım." yerimde dikleştiğimde gözleri bana çevrildi.

"Ne kadar zor olduğunu tahmin edebiliyorum," dedim. "Yaşamadım ama seni anladığımı bilmeni isterim. Peki, eşi nasıl biri?" gözlerindeki yaşları sildiğinde içim cız etti. Bir abinin kız kardeşi için duyduğu endişe, benim asla tam olarak anlayamayacağım bir sevgi türüydü.

"Zengin bir aileden. Hatta aşiret denebilecek türden. Çocukla aralarında üç yaş var. Ne zamandır tanışıyorlar, nasıl başladı bilmiyorum. Gonca bana evlenmek istediğini söylediğinde, gözüme hiçbir şey görünmedi. Sadece onun yaşına odaklandım. 'Bu yaşta böyle şey mi olur' dedim."

"Yaşı elbette çok genç ama belki bazı şeyleri yaşayarak öğrenmesi gerekiyordur Oğuzhan?" dediğimde başını kaldırdı. Gözlerinde küçük bir çocuğun kırılgan hüznü vardı. İçim bir kez daha burkuldu.

"Komutanım, demeyin öyle. O bir şey yaşamasın. Allah onun yaşayacağı bütün kötülükleri bana versin," dediğinde, elimi omzuna koydum.

"Böyle söyleme. İkisini de al karşına, konuş. Belki çocuk düşündüğün gibi değildir. Eğer aklı başındaysa, saygılıysa zaman tanımak gerekir. Gonca'ya da her zaman evinizin kapısının açık olduğunu hissettir. Onunla inatlaşmak, daha kötü sonuçlar doğurabilir. Bu evliliği onayladığımı söylemiyorum ama doğru olan bu." derin bir nefes aldığında omzumdaki elimi tutmuştu.

"Sağ olun komutanım. Var olun," dedi ve ardından ayağa kalktı. Üzerine gitmedim. Sadece odadan çıkışını izledim. Her insanın içinde kendine ait bir dünyası vardı. Bazen, o dünyanın içinde kayboluyorduk. Ayağa kalkıp kum torbasına doğru ilerlediğimde üzerimdeki askeri tişörtü çıkarınca yarım atletle kalmıştım. Kum torbasına attığım her yumruk, birer öfke patlamasıydı. Karşımdaki torba, sanki yıllardır yüzleşemediğim her şeyin cisimleşmiş haliydi.

Arkamda birinin varlığını hissettiğimde, refleksle arkamı dönüp yumruk savurdum. Ancak yüzbaşının eli, yumruğumu anında havada yakaladı. Onu görmek, şu an için en son beklediğim şeydi. Üstelik üzerimde yalnızca yarım atlet vardı.

"Her arkanda olana yumruk atar mısın böyle?" dediğinde elimi hızla çekip geri aldım.

"Fiziksel olarak evet ama ruhen arkamda duranları canım bildiğim çok olmuştur," dedim. Ardından yan tarafta duran tişörtü hızla üzerime geçirdim. Başını yana eğmişti, gözleri yalnızca gözlerimdeydi.

"Anladım," dedi ve başka bir şey söylemeyince ben konuya girdim.

"Neden gelmiştiniz komutanım?"

"Burası ortak bir alan diye biliyorum ama yanılıyor muyum?" dedi, kaşlarını hafifçe kaldırarak. Haklıydı, aptalca bir soruydu.

"Doğru diyorsunuz. O zaman ben sizi rahatsız etmeyeyim," deyip arkamı dönmek üzereyken bileğimden yakaladı.

"Neden rahatsız edesin?" rahatsız etmeliydim. Çünkü içimde bir ses, onun kamuflajı çıkarıp dar tişörtüyle kalacağını, benim de ona trenin öküze baktığı gibi bakacağımı söylüyordu.

"İşim vardı, ben gideyim," deyip kurtulmaya çalıştım. İki adım ilerlemiştim ki arkamdan gelen bir soru beni durdurdu:

"Melih'in kahve teklifini neden reddettin Birce?" donup kaldım. Bu soruyu beklemiyordum. Ne diyebilirdim? "Kahve içip sonra başka şeyler yapmak istediğim kişi sizsiniz," mi? diyecektim.

"Çünkü istemedim." dedim ona dönerek.

"Neden istemedin?'' farkındaydı. Normalde kartları çık oynardım ama bu adam beni suskunlaştırıyordu. Gözlerimi ondan ayırmadan cevapladım.

"Canım öyle istedi." bana bir adım daha yaklaştı. Geri çekilmedim.

"Genelde canının istediğine göre mi hareket edersin?" başımı salladım.

"Peki, canın bu gece benim evimde, benimle kahve içmek ister mi?" olduğum yerde çakıldım kaldım. Böyle bir teklif beklemiyordum. Tam aksine, beni terslemesini ummuştum. Kollarımı göğsümde bağlayıp göz temasımızı daha da derinleştirdim.

"Siz askerlerinizi hep evinize kahve içmeye mi davet edersiniz?" gözlerinde koyu bir gölge belirdi.

"Sence her askerimi evime davet edecek biri gibi mi duruyorum?" söylediğimden pişman oldum ama geri adım atmak istemedim.

"Sizi yeterince tanımıyorum, bilemem." bana doğru eğildi. Aramızdaki mesafe yok denecek kadar azdı.

"İyi. Tanımadığın insanlar hakkında bu kadar kesin yargılara varma o zaman," dedi. Cevap veremedim.

"Şimdi çıkabilirsin." dediğinde ciddiyetini koruyordu. Asker selamı verip usulca yanından ayrıldım.

"Emredersiniz komutanım." bu çekim canımı yakacak gibi hissediyordum ama aynı zamanda hızla gelişen bu şeyler beni düşündürüyordu. Derin bir nefes aldığımda odama geçtim. Üstümü hızlıca değiştirip karargahtan ayrılmıştım. Eve kadar olan yol boyunca gözümün önünde sadece yüzbaşının yüzü vardı. Eve ulaştığımda hava kararmıştı. Kısa bir duş alıp üzerimi değiştirdim. Ardından mutfağa geçip kendime basit bir şeyler hazırlayıp yedim. Ama zihnim hâlâ aynı kişide takılıydı. Sessizliğe bürünen evde televizyonu açmıştım. Elime aldığım telefondan WhatsApp bildirimlerine göz gezdirirken, "PENÇE" adlı grubun üstüne dokundum. Mesajlar birer birer açılmaya başladı.

Onat Aktan Kara: Yarın şafak vaktiyle karargahta olun. Göreve gidiyoruz.

Oğuzhan Bozkurt: Sonunda!

Alperen Kayhan: Çok şükür ki rabbime birilerini deşebileceğiz.

Selin Manas: Görev yeri belli mi yüzbaşım?

Onat Aktan Kara: Fark eder mi?

Parmaklarım otomatik olarak yüzbaşının profil fotoğrafına kaydı. Fotoğraf net değildi ama o bulanık çerçevenin içinden bile boyuyla, duruşuyla, varlığıyla buradayım diyordu. Nefesimi tuttuğumda onu düşünmek istemedim. Belki de ilk kez duygularımı mantığın önüne koyacaktım. Televizyonu kapattığımda düşüncelerime ve o ani dürtüye teslim olmuştum.

Yatak odasına geçip altıma paraşüt kumaştan, krem rengi pantolonumu giydim. Üstüme bej bir crop geçirdiğimde saçlarımı tepeden gevşekçe topladım, kalan tutamlar omuzlarımdan aşağıya süzüldü. Aynaya kısa bir göz atıp kapıyı kilitledim. Dışarı çıktım. Ayaklarım beni bilinçsizce, hızla onun evine götürüyordu. "Ne yapıyorum ben?" sorusu zihnimde bir kez belirdi ama üzerine düşünmeden bastırdım. Dönmeye kalkarsam, kendime yenilirdim. Bazen bir adımı atmak için düşünmekten çok hissetmek gerekirdi. Ben tam da bunu yapıyordum.

Evlerimizin birbirine yakın olması sayesinde beş dakika sonra apartmanın önündeydim. En üst katta oturduğunu biliyordum. Albay, teraslara helikopter inmesi gerekirse diye hepimize üst katları tahsis etmişti. Işık yanıyordu, içerideydi. Acaba yalnız mıydı? Bu soru içimde döndü dolaştı. Kendimi dış kapının nasıl açılacağını düşünürken buldum. Tam o anda içeriden biri çıktı. Göz göze gelmeden hızlıca içeri süzüldüm.

Asansöre doğru ilerlerken kalbim, göğüs kafesime sığmıyordu sanki. Kulağımda atan nabzım, düşüncelerimi bastıracak kadar güçlüydü. Kabinin aynasında kendime baktığımda gergindim ama fena görünmüyordum. "Ya bana neden geldin derse?" düşüncesi kafama saplandı. "Canım istedi" dersem, başlarım canına diyerek beni kapı dışarı eder miydi? Gülümsedim.

Asansör durduğunda kapılar açılırken derin bir nefes aldım. Katta tek bir daire vardı, karşımdaki daire onunkiydi. Zile bastım. Açmadığı her saniye geriliyordum.

Kapı açıldığında, Onat karşımdaydı. Saçları ıslaktı, alnından birkaç damla su şakağına doğru süzülmüştü. Ellerini saçlarına götürmüş, karıştırıyordu. Beni gördüğünde elleri saçlarında asılı kaldı. Gözleri önce şaşkın, ardından anlamaya çalışan bir ifadeye büründü.

"Birce?" sesindeki şaşkınlık, beni burada görmeyi hiç beklemediğini açıkça belli ediyordu. Duruşumu bozmadım. İçimde bir sarsıntı hissetsem de kendimi topladım. Zaten buradaydım. Geri adım atmak gibi bir lüksüm yoktu.

"Kahve kaldı mı?" dedim. Yüzünde beliren kısa bir tebessümle başını hafifçe eğdi.

"Sana kahvem her zaman var," dedi ve kapının kenarına çekilerek bana içeri geçmem için yol verdi. Evin içine yayılan sandal ağacı kokusu dikkatimi çekmişti. İçeri girer girmez gözlerim çevreyi taradı. Sadeliğin ve düzenin iç içe geçtiği bir daireydi. Ayakkabılığın ucunda bir kadın ayakkabısı gördüm. Detaylara fazla takılmak istemesem de zihnim kendiliğinden çalıştı.

Bohem tarzda döşenmiş salonun beyaz koltuklarından birine usulca oturmuştum. Onat da karşımdaki tekli koltuğa geçti. Aramızda birkaç karıştan fazla bir mesafe vardı ama aramızdaki mesafe sadece fiziksel değildi, bunu ikimiz de biliyorduk.

"Nasıl içersin kahveyi?" diye sordu.

"Türk kahvesi. Sade," dedim. Gözlerinin içine bakmamaya dikkat ettim. Her bakışı, yeni bir anlam yüklemeye müsaitti. Bunu şu an istemiyordum. Başını sallayıp mutfağa yöneldiğinde gidişiyle birlikte içeride bir süre sessizlik hakim oldu. Salonda yalnız kalmıştım ama kafamın içi kalabalıktı. Timden biri bizi böyle görse ne derdi? Belki de hiçbir şey dememeliydim. Bu gece sadece biraz sessizlik istemiştim. Biraz da huzur. Birkaç dakika sonra kahvelerle geldiğinde elinde ince bir fincan ve bir kupa vardı. Fincanı bana uzattı.

"Afiyet olsun," dedi.

"Teşekkür ederim," dedim nazikçe. Kahveyi avuçlarımın arasına aldığımda ısısı içimi ısıtmıştı. Kendi kupasından bir yudum aldıktan sonra bana döndü.

"Fikrini değiştiren ne oldu?" diye sordu aniden. Sorusu beni hazırlıksız yakaladı ama yüzümdeki ifadeyi bozmadım. Sadece fincanı dudaklarıma götürüp bir yudum aldım. Zaman kazanmaya çalışıyor değildim; sadece kelimeleri doğru seçmek istiyordum.

"Bir sebebi yok. Düşünmedim pek," dedim. Göz teması kurmadan söylemiştim bunu.

"Bazen düşünmemek iyi gelir," dedi sessizce.

"Bazen," diye yineledim. Telefonunun çalmasıyla aramızdaki an dağıldı. Bakışıyla benden izin istediğinde başımı hafifçe sallayarak karşılık verdim.

"Efendim, canım?" dedi karşı tarafa. İnce bir kadın sesi geldi telefondan. Kapı girişinde gördüğüm kadın ayakkabısını hatırladım. İçimdeki huzursuzluk büyüdü.

"Çok müsait sayılmam, bir şey mi oldu?" dedi ve ardından bir süre sessizlik oldu. Dinliyordu.

"Ne zaman geliyorsun?" diye sordu sonra. Karşı taraftan gelen cevaba gözlerini kapattı. "Tamam bağırma, bir haftaya buradasın," deyip telefonu kapattıktan sonra bana döndü.

"Başıma bela bir ablam var." dedi yarı gülümseyerek. Kaşlarımı kaldırdığımda şaşkınlığımı gizlemeye çalışmadan:

"Ablan mı?" sesim biraz daha yumuşamıştı şimdi.

"Evet. Aramızda bir yaş var ama kendini yaşça kadar büyük zannediyor. Kadın versiyonum diyebiliriz. Bir o kadar inatçı." gözlerinde bir sıcaklık vardı. Ondan bahsettiğinde mutlu olduğunu anlamamak imkansızdı.

"Zor biri olduğunuzu düşünmüyordum," dedim hafif bir alaycılıkla.

"Demek öyle." dedi, kaşlarını kaldırarak. "Ama zor biri olduğumu kabul ettiğine göre, ablam hakkında ne düşündüğünü merak ettim."

"İçime doğdu sadece. Belki zordur ama merhametlidir." sözlerim onu etkilemiş gibiydi. Gözleri hafifçe yumuşadı.

"Zor biridir Oya. Ama hayattaki tek dayanağım da odur." ilk defa bu kadar kişisel bir bilgi veriyordu bana. Devamı geldi.

"Annemizi geçen sene kaybettik. Oya'nın bunu kabullenmesi zor oldu ama bir şekilde hayatımıza devam etmeyi öğrendik." içim burkuldu.

"Başınız sağ olsun," dedim sessizce.

"Sağ ol. Oya'yla aynı evde yaşamayacağız. Alt katı ona kiraladım. Lojmanda kalmak istiyordu ama yakın olması daha güvenli."

"Anlıyorum. Yakın olmak bazen iyidir. Benim de hayatta her şeyden sakınacağım biri olsaydı, muhtemelen ben de böyle yapardım," dedim. Bakışlarımız kısa süreliğine kesişti.

"Benim gözümde Oya, dünyaya kazık çakacak tek insan," dedi. Ardından gözlerinde bir hüzün belirdi.

"Sadece annenizi mi kaybettiniz?" dedim, sözlerimi dikkatle seçmeye çalışarak. Bakışlarını masaya çevirdikten birkaç saniye sonra tekrar bana döndü.

"Babamla görüşmüyoruz." daha fazla bir şey sormadım çünkü sınırı aşmak istememiştim. Saygı duymam gerektiğini farkındaydım. Tam o sırada mideme bir sancı saplandı. Önce irkildim, ardından bedenim istemsizce öne doğru kıvrıldı.

"Birce?" Onat'ın sesi endişeliydi ama olduğu yerden kalkmadı. Uzaklığı koruyordu, sanki sınır ihlali yapmamaya dikkat ediyordu.

"Bir şeyim yok. Biraz uzanabilir miyim?" iki büklümdüm. Mideme saplanan sancı, nefesimi kesmişti. Yanıma gelip dikkatlice belimden tuttuğunda doğrulmama yardım etti. Canım o kadar yanıyordu ki göğüs kafesimin altına, sanki içerden sivri bir bıçak saplanıyordu.

"Sakin ol. Buradayım, tutuyorum seni. Uzan." dedi yumuşak bir sesle. Koltuğa doğru yönlendirdiğinde neredeyse düşecek gibiydim. Nefes almam bile acı veriyordu, her soluk ciğerlerime batıyor gibiydi.

"Birce, bana yardımcı olman lazım. Şu an bir kriz mi geçiriyorsun? İlacın var mı?" diye sordu, gözleri dikkatle bana bakıyordu. Derin bir nefes alıp başımı iki yastık arasına gömdüm.

"Reflüm var. Mide asidim yükseldiği zaman göğsüm, midem ve bazen sırtıma kadar yayılan bir ağrı saplanıyor. Özellikle stresliysem, boş mideyle kalmışsam ya da çok hızlı bir şey yemişsem böyle oluyor. İlacımı içiyorum her gün ama şu an yapabileceğimiz pek bir şey yok. Sadece biraz uzanmam yeterli." hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı.

"Sıcak su torbası getiriyorum. İyi gelecektir." dedi ve mutfağa yöneldi. Şu an olduğum yerde kıvranıyordum. Bir süre sonra elinde havluya sarılı sıcak su torbasıyla geri döndü.

"Havluyu karnına yasla. Eğer ağrı geçmezse hastaneye gidiyoruz." dedi net bir şekilde. Karnıma havluyu koyduğum anda ağrı öyle bir sıçradı ki istemsizce inledim. Dizlerimi göğsüme çekerken, gözümden yaşlar süzüldü. Hemen yanıma çöküp elimi tuttu.

"İçeride su kaynarken internetten baktım. Şu an yapılacak en iyi şey; sıcak uygulama ve seni rahatlatmak. Derin derin nefes al. Buradayım." elimi tutuşu, içimdeki sancının yanına farklı bir kıpırtı ekledi. Karmaşık, utangaç, sıcak bir duyguydu. Midemdeki yanma biraz hafiflerken, bu kez kalbimde bir şeyler kaynamaya başladı.

"Biraz otursam iyi olacak sanırım." dedim zorlanarak. Hemen elini belime yerleştirip beni nazikçe kaldırdığında destek olmuştu. Yanıma oturdu. Sıcak su torbasını bu kez sırtıma koyduğumda ağrım biraz hafiflemişti.

"16-17 yaşlarımda başladı. Önce kalp sanıldı, sonra mideden şüphelendiler. Her bölümden doktor gördüm. En sonunda reflü olduğu anlaşıldı. O zamandan beri ilaçlarımı düzenli alıyorum. Ama yine de bazı günler bu şekilde kriz gibi vuruyor işte." konuştukça rahatlıyordum, ağrı yavaş yavaş geriye çekiliyordu. Onun gözleri de üzerimdeydi, dikkatle dinliyordu. Elimdeki yüzüğe dokundu.

"Kim aldı bunu?" diye sordu. Hafif bir gülümsemeyle başımı eğdim.

"Kendim aldım." dedim gülümseyerek. Bakışları doğrudan bana döndüğünde ilk defa bu kadar yakındık, nefesini hissedebiliyordum.

"Neden güldün?" dedi.

"Birinin bana bunu alabileceğini düşünmüş olma ihtimalinize." dedim usulca. Bakışlarım ellerime kaydı.

"Neden biri sana bir şey almayasın Birce?" dedi, sesi içime işledi.

"Elimde bir yüzük olsa burada olmazdım, yüzbaşım." dedim. Bakışları derinleştiğinde omuzları bana döndü, tüm vücudu da ardından bunu takip etti.

"Öyle bir kadın olmadığını görebiliyorum. Hayatında biri olduğunu düşünsem, sana kahve teklifinde bulunmazdım." yaklaştığını hissediyordum. Karnımdaki ağrıyı tamamen unutmuştum. Şu an tek düşündüğüm; nefesinin tenime çarpmasıydı.

"Bugün sende bir farklılık vardı. Yaklaşınca daha iyi anladım." dediğinde gözlerim hafifçe kısıldı.

"Neyden bahsediyorsunuz?" elleri kirpiklerime değdi.

"Rimel sürmüşsün. Kirpiklerin zaten gür ama şimdi daha da dikkat çekiyor." dedi. Dokunuşu o kadar hafifti ki gözlerimi kapatma ihtiyacı duydum. Kalbim göğüs kafesimden çıkacak gibiydi. Tam o anda telefonumdan bir mesaj sesi geldi. Ardından yüzbaşının parmakları elmacık kemiklerime indi. Gözlerimi açmadım. Bu anın bozulmasını istemiyordum. Her şey öyle yakındı ki telefon bu kez çalmaya başladığında gözlerimi açmak zorunda kaldım.

"Aç istersen." dedi alçak bir sesle. Nefesi yüzüme değiyordu; sıcaktı, temizdi. Gözlerimi kaçırdım.

"Açayım." dedim. Ellerimin titrediğini hissettiğimde pantolonuma bastırarak gizlemeye çalıştım.

Telefonu elime aldığımda, WhatsApp'ta bilinmeyen bir numaradan gelen mesaj dikkatimi çekti. Açtığımda tüm duyularım kapandı. Mesajda, yüzbaşıyla benim yeni çekilmiş bir fotoğrafımız vardı. Saniyeler önce çekilmişti. En korkunç kısmıysa, yüzbaşının göğsüne doğrultulmuş bir kırmızı lazer noktaydı. Bir keskin nişancının hedefindeydik. Başımı öylesine ani çevirdim ki boynumda bir şeyler gerildi.

"Yüzbaşım yere yatın!" diye haykırdığımda tam o an evin içine giren kurşunla birlikte camlar paramparça oldu.


Yeni bölümlerden ve alıntılardan haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımı takip edebilirsiniz.

Instagram/Tiktok/Twitter: monsoleil777

 

Bölüm : 27.09.2024 19:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...