

NOT: MEDYADA ŞATONUN GİRİŞİNİN BİR TEMSİLİ GÖRSELİ BULUNMAKTADIR. (BU GÖRSEL YAPAY ZEKA TARAFINDAN YAPILMIŞTIR.)
🕯🕯🕯
İnsanoğlu; ruhları solmuş, zihinleri kirlenmiş ve kalpleri çirkinleşmiş günahkârlardır. -Amara D.
Doğarken ruh masumdur,
Zihin berrak ve tazedir,
Kalp saf ve temizdir,
Ama sonra zaman geçer,
Kötülüğe bulanır ruhlar,
Düşünmekten yoksun olur zihinler,
Kararır kalpler,
Ve bunlar bir bütün olur,
Böylelikle olur insanoğlu günahkâr.
Elimde tuttuğum şiir kitabında gezinen gözlerim yazılanları okudu. Okuduklarımdan bir anlam çıkartmak gerekirse; insanoğlunun ne kadar değişken bir varlık olduğunu söyleyebilirdim.
Hiçbir zaman hep oldukları gibi kalmıyorlardı. Değişiyor ve gelişiyorlardı. Tabii bu değişim her zaman iyi yönde olmuyordu. Bir çocuk düşünün, küçükken kötülük nedir bilmez. Lâkin zamanla çevresinden edindiği deneyimler onu bugün olduğu kişiye dönüştürürdü.
Ve eğer çevresi kötüyse kötü etkilenirdi. Çünkü kötülük, kötülüğün içinde var olurdu. İyi birinin kötü olma olasılığı çok azdı. Genellikle iyiymiş gibi görünün kötüler vardır. Onlarda içlerinde gizlenmiş o yanları tetiklendiği an gerçek yüzlerini gösterirlerdi.
İnsanı günaha sokanda buydu. İçlerindeki; ruhlarındaki, zihinlerindeki ve kalplerindeki saklı yanlarıdır. Onlar açığa çıktığı an yüzlerindeki maske düşerdi.
Mesela şehvet düşkünü bir insanı hayal edin; normal bir hayatı var. Her sabah işine gidip geliyor. Ailesi ve sevdikleri ile vakit geçiyor. Bunlar güzel şeyler değil mi? Evet, öyle gözüküyor. Ama bakın dediğime dikkat edin öyle gözüküyor, diyorum. Lakin aslında hiçbir şey gözüktüğü gibi değildir.
Dışardan gördükleriniz ile insanın içsel dünyası bir değildi. O insan ne kadar sıradanmış gibi görünse de ruhu şehvete açtı.
Zihni durmadan cinselliğe kayıyordu. Kalbi tüm bu düşünceler ile hızla atıyor onu heyecanlandırıyordu. Aynı zamanda dışarıya soğuk ve sakin görünüşlü bir maske takıyordu. Ve siz onun neyi arzuladığını asla anlayamıyorsunuz.
Bu elbette sadece şehvet düşkünü bir insana özel bi' durum değildi. Artık herkesin yüzünde bir maske vardı. Ve herkes birbirini kandırıyordu.
Mesela; hayatını mükemmelmiş gibi sergileyenler aslında öyle bir hayatın içinde değildi. Sadece öyle olmayı arzuluyorlardı.
Mesela; mutlu bir evliliği olduğunu söyleyenler arka planda geçim sıkıntısı, çocuk sorunu ve eşler arası anlaşmazlıklar yaşıyordu.
Mesela; öğrenciler okudukları bölümler için çok çalışıyorlardı ve tek istedikleri başarılı olup bir gelecek elde etmekti. Ama aslında çoğu okumak istediği bölümde bile değildi. Sadece elindekiler ile yetinmek zorunda kalıyorlardı.
Anlayacağınız insanlar ilk önce kendilerini sonra başkalarını kandırıp birer maske ile ortalıkta dolanıyordu. Bu da ikiyüzlülüktü. İşte tam da bu yüzden ben insanlardan haz etmiyordum. Bir türlü kendilerini oldukları gibi kabul edemiyorlardı. Oysa biz iblisler öyle değildik. Kim olduğumuz, nereden geldiğimiz ve nasıl yaşamayı seçtiğimiz konusunda nettik.
Ben şehvet iblisiydim. Cinsellik benim için önemliydi. Bunu dillendirmekten ve göstermekten geri durmazdım. Neden olduğum şeyi saklama ihtiyacı duyacağım ki? Kimden çekineceğim?
Aslında benim gibi özgürce olduğu kişiyi göstermeye can atanlardan mı? Benim yaşantıma sahip olamayan ama bunu isteyenlerden mi? Ne demek istediğimi anladığınızı düşünüyorum. Ve tüm bunları gülünç bulduğumu söylemek isterim...
Hadi! Artık bırakın başkalarının sizin hakkınızda ne düşündüğünü! Asıl siz kendi hakkınızda ne düşünüyorsunuz? Bunun cevabını verin ve ona göre yaşayın. Çünkü bu hayat sizin ve sadece sizin istediğiniz gibi yaşanacak...
Zihnimin içinde insanlığa seslenmem bitince ellerimin arasındaki şiir kitabının ciltli siyah kapağını kapadım. Parmaklarım kapaktaki gümüş grisi yazılarda gezindi.
Ruh, zihin ve kalp.
Sonra kitabı komodinin üstüne onu aldığım yere geri bıraktım. Kitap bana ait değildi. Sabrina onu ortak salondaki komodinin üstünde açık bir vaziyette bırakmış gitmişti. Bir an dikkatimi çektiği için elime alıp kitabı kapatayım diye parmaklarım hareket etmişti ki beyaz sayfada siyah mürekkep ile yazılan kelimelere gözüm takılmıştı.
Okumak da beni derin düşüncelere sürüklemişti. İç çekip boş olan ortak salonda gözlerimi gezdirdim. Yeni eşyalar ortamı farklılaştırmıştı. Ama güzel görünüyordu. Diğer iblislerde sabah ki işlerini bitirip geri gelince görmüşlerdi. Hepsi de beğenmişti. Şimdi ise odalarında kendi hallerinde takılıyorlardı.
Birkaç saat sonra akşam yemeği için aşağı inerlerdi. Onlara Lucifer'dan bir davet aldığımı söylememiştim. Asmedous ile bile daha konuşmamıştım. Kâğıdı okuduktan sonra yakmış, günlük işlerimi halletmek için harekete geçmiştim. Şimdi ise işlerimi bitirmenin rahatlığı ile ortak salona gelmiştim. Amacım koltuğuma oturup biraz dinlenmekti lakin odağım şiir kitabına kayınca yapamamıştım.
Ayakta öylece salonun ortasında durmayı bırakıp odadan çıktım. Bugün yerimde duramıyordum. Aşağı giriş katına indim. Giriş katımız lobi gibi düzenlenmişti. Birkaç yerde oturmak için koltuk, süs eşyaları, heykeller ve dikenli güllerle dolu vazolar bulunuyordu.
Tavandan tam ortada kalan boş alana doğru sarkan büyük bir avize vardı. Avize katman, katman aşağı doğru spiral şekilde iniyordu. Pırlantalardan ve elmaslardan yapılmaydı.
Çift kanatlı dev giriş kapısının iki yanlarına beşerli sıra olarak dizilmiş tavandan zemine uzanan, kemerli gotik pencereler bulunuyordu. Bu da içeriyi fazlasıyla aydınlatmaya yetiyordu. Hatta güneş ışınları avizenin taşlarına vuruyor etrafta farklı bir görüntü oluşturuyordu.
Zemin parlak mermerdendi. Kırmızı ve siyah renkler birbirine karışmış, mermerde sanki ebru sanatı yapılmış gibi dağınıktı ama güzel gözüküyordu. Onlarla uyumlu siyah ve kırmızı duvar kağıtları taş duvarları süslüyordu. Duvarların belirli yerlerinde tablolar asılıydı.
Hepsi gotik tarzdaydı. Hatta bazılarını Daron yapmıştı. Şeytan ve melek tabloları, cehennem tasvirleri, cadılar, vampirler ve daha bir sürü tasvir tabloları vardı. Birkaç tanede manzara resmi vardı lakin baya kasvetli bir havaları vardı. Çift kanatlı kapı tarafından tam karşıya bakınca katın iki tarafından da yukarı çıkan siyah mermerden yapılmış, uzunca ama dar basamakları olan merdivenler bulunuyordu.
Merdivenlerin birinci katta buluştuğu nokta balkon gibiydi. Diğer katların merdivenleri birinci katın tam ortasından ikiye ayrılmış bir şekilde yukarı çıktığı için balkon gibi olan alan sadece birinci katta bulunuyordu. Merdivenle bir şekilde yukarı çıktığı için balkon gibi olan alan sadece birinci katta bulunuyordu.
Merdivenlerin orta boşluğunun ardından gözüken arka tarafta ise bir koridor vardı. Orası da arka kapıya, ormana bakan kısma çıkıyordu.
Tüm bunlar dışında kat sağ ve sol olmak üzere iki kemerli koridora da ayrılıyordu. Kapının sol tarafındaki kalan koridorda bar, şehvet salonu ve insanlar için tuvaletler bulunuyordu. Koridorun girişinde protokol bariyerleri vardı. Akşam olunca iki koruma orada dikilirdi.
Gelen misafirlerin adlarını listeden kontrol ederlerdi. Çünkü yalnızca üyeler ya da yeni üyelik yaptırmak isteyenleri içeri kabul ederdik. Öylesine bir kerelik gelenleri kabul etmezdik. Sonra tüm bu üyelik işleri bittiğinde onlara büyülü su içirirdik.
-Şato ve içinde olan şeyler hakkında kimse ile konuşamasınlar diye- Böylece koridorun diğer tarafına geçmelerine izin verilirdi.
Kapının sağ tarafında kalan koridorda ise mutfak, çamaşır odası ve büyükçe bir kütüphane bulunuyordu. O koridora çalışanlar harici kimsenin girmesine izin yoktu. Akşamları insanlar o tarafa ya da yukarı çıkmasınlar diye de korumaları merdivenlerin ve koridorların başına koyardık.
Çünkü bazen insanlar meraklı olabiliyordu. Bu da onlara pahalıya patlıyordu. Önlem almamızdaki amaç da buydu. Son olarak koridorların dışarı bakan duvar kısımlarında aynı giriş kapısının iki yanında olan boydan boya, kemerli gotik pencereler bulunuyordu.
Bu pencereler yukarıdaki katların koridorlarında, ortak salonda ve yemek odasında da bulunuyordu. Böylece şatoda gündüzleri ışık sorunumuz hiç olmuyordu. Akşamları ise avizeler ve duvar aplik lambaları ile işimizi görüyorduk.
"Efendim, bakar mısınız?" Yan tarafımdan gelen ses ile etrafı incelemeyi kesip başımı sol tarafa çevirdim. Carlos'u uşak kıyafetleri içinde gördüm. Üstünde siyah renk, arka tarafı uzun etekli ve eteğin belinden aşağısına kadar yırtmacı olan bir ceket ile beyaz bir gömlek ve altında siyah bir pantolon vardı.
"Bir sorun mu var?" Hayır, dercesine kafasını oynattı. "Sadece kış bahçesi için hazırlıkların tamamlandığını söylemek istedim. Daron bey de çizimi az önce bitirip bana teslim etti. Yarın işçiler gelip yapmaya başlayacaklar."
Dudaklarım keyifle yukarı kıvrıldı. "Güzel, beni ilerleyen zaman tekrar bilgilendirirsin." Kafasını saygıyla eğip, "Elbette efendim," dedi. Ardından geri çekilerek arkasını döndü ve mutfak tarafına ilerledi. Bende şatonun dev kapısını büyü fısıldayarak açtığım gibi dışarı çıktım.
1000 dönümlük bir araziye sahiptik. Çok fazla büyüktü ve arka taraftaki orman kısmının belirli bir yeri de araziye dahildi. Aslında burada bizden başka kimse yaşamadığı için tüm tepe ve orman bize ait sayılırdı. Çünkü insanlar buraya normal şartlarda ayak bile basmazdı. Yüksek bir tepede yaşadığımızdan olsa gerek...
Önümde bulunan birkaç mermer basamaktan indim. Gözlerim hemen şatonun dört bir yanını sarmış dikenli güllere kaydı. Şatonun siyah taş duvarlarının sadece iki metre ötesine düzgün bir şekilde dikilmişlerdi.
Gözlerimi güllerden ayırıp ön bahçenin belirli yerlerinde kollara ayrılan döşeme taş yolunda yürümeye başladım. Taş yolların etrafı ve arazinin tamamı kısa çimenlerle kaplaydı. Bunu özel olarak biz yapmıştık.
Çünkü önceden şatonun etrafı toprak ve kayalardan ibaretti. Dümdüz yürümeye devam ederken şatonun dış, gotik tarzdaki dev demir kapısının sivri uçlarını olduğum yerden görebiliyordum. Kapının iki yanından başlayarak arazinin etrafını saran örme taş duvarlar sarmaşıklar ile kaplıydı.
Ayrıca kapının iki yanında bulunan ön duvarlar boyunca dikilmiş bodur şimşir ağaçları vardı. Arazinin sol tarafında kalan taş duvarların birkaç metre önünde ise duvar boyunca sırayla dikilmiş elma ağaçları vardı. Buradan bakınca çok uzakta gibi görünüyordu.
Sağ duvar tarafında da aynı şekilde elma ağaçları varken yine sağda ama arazinin arka tarafına yakın yerde ise çalışanların kaldığı ev vardı. Şato ile ev birbirlerine çapraz kalacak şekilde yapılmıştı. Ve aralarında hayli bir yol vardı.
Bir de çalışanların evinin önünün biraz gerisinde kalan yerde kapı tarafına doğru uzayan büyükçe bir otopark alanı bulunuyordu. Akşam gelen müşterilerimizin arabaları oraya çekilirdi. Bunun için tuttuğumuz birkaç vale akşamları buraya gelirdi.
Onun dışında bugün Veronika'ya aldırdığım çiçek tohumları bahçenin çeşitli yerlerine dikilmişti. Veronika büyü kullanmış olsa gerek ki tohumlar şimdiden filizlenmeye başlamıştı.
Taşlı yolda ilerlemeyi sürdürerek şatonun arka tarafına gittim. İleride orman başlangıcı olduğunu işaret eden ağaçlar vardı. Onların gerisinde kalan alan ise boştu. Tabii bu birkaç gün içinde değişecekti.
Çünkü o boş alanı güzel bir kış bahçesi dolduracaktı. Aslına bakarsanız büyü ile kış bahçesini yapmam birkaç dakikamı bile almazdı. Lakin ben hem çalışanların hem de iblislerin bir şeyler ile uğraşmasını istiyordum. Zaten verdiğim görevler bu yüzdendi. Boş, boş durmak bana göre değildi. Etrafımdakilerde öyle olmamalıydı.
Çevreyi incelemeyi kesip şatonun arka kapısına ilerledim. Geri dönmektense buradan şatoya girmek daha mantıklıydı. Kilitli kapıyı bir büyü fısıldayarak açıp içeri girdim. Koridor boyunca ilerledim. Giriş kısmına gelince sağ tarafa dönüp merdivenlerden yukarı çıktım.
Üçüncü kata gelince sola dönüp koridorda ilerledim. Sonra sol tarafta kalan odama girip kendimi yatağa attım. Bana bu kadar yürüyüş yeterdi. Biraz dinlenmek istiyordum. Yorulduğumdan falan değildi. Öyle kolay kolay yorulmazdım.
Çünkü yorulmam için çok fazla güç harcamam gerekiyordu. Sadece son olan olaylar ile ilgili çok fazla düşünmüştüm ve bu da beni kötü etkilemişti. Canımı sıkmıştı. Tabii ki de çok çabuk sıkılan biri olduğumdan bunu yadırgamadım. İç çekip gözlerimi kapadım.
Keşke bende Orlan gibi kolayca uyuyabilseydim. Ama mümkün değildi. Zihnimin içindeki ses asla susmadığı için uyku ile aram iyi değildi.
Bir süre kendi kalp atış sesimi dinledim. İnsan kalbim ritmik şekilde ve sakince kan pompalıyordu. Tabii normal kırmızı insan kanı pompalamıyordu. Siyah iblis kanı pompalıyordu. Bu da iblis yanımızın insan yanımıza göre baskın olduğunu işaret ediyordu.
Durum böyleyken Veronika'nın hamile kalmış olması da saçmalıktı. İblis yanının insan tarafının üreme sistemine baskın gelememesi de komikti. Ama bunda Veronika'nın da hatası vardı. Kendini içinde bulunduğu insan bedenine çok kaptırmıştı. Büyüsünü bile doğru düzgün kullanmıyordu.
Oysa büyü bize yaratıcılarımız tarafından hediye edilmişti. Onlarda büyüyü Hekate'den almıştı. Büyü ve cadı tanrıçası zamanında şeytan krallara büyü vermişti. Neden verdiğini bilmiyordum. Aralarında ki bir anlaşmadan olsa gerekti. Şimdi bu yüzden sadece biz günah iblisleri ve şeytan krallar büyü gücüne sahiptik.
Meleklerin bile büyüsü yoktu. Lakin oldukları melek türüne göre bazı güçleri olduğunu biliyordum. Onlar gökyüzünde cennette yaşıyordu. Cehennem ile savaşa girmedikleri sürece aşağı inmezlerdi ki yüzyıllardır bir savaş olmamıştı.
Barış antlaşması diye saçma sapan bir şey imzalamışlardı lakin kimsenin buna taktığını düşünmüyordum. Sadece uzun zamandır aralarında büyük bir sessizlik hâkimdi. Öyle de kalmasını umut ediyordum. Bir de melekler ile uğraşamazdım. Aslında daha önce hiç saf bir melek görmemiştim ama bir nefil görmüştüm.
Melek insan melezi; düşmüş meleklerin çocukları, bazı meleklerin yüz karası olduğunun kanıtıydı. Tabi aynı şey şeytanlar içinde geçerliydi. Çünkü şeytan insan melezi olan nefilimlerde vardı. Şeytanlar ve melekler yeryüzüne bizim gibi insan bedenleri ile gelirdi.
Böylece rahatlıkla cinsel ilişkiye girip çocuk yapabilirlerdi. Ne kadar şeytan ve melek tarafları ağır basması gerekse de ilk defa insan bedenine girdiklerinde o bedende hemen hakimiyet kuramazdılar.
Biz bile 22 yılda görünen o ki tamamen hâkim değildik. Veronika bunun en büyük kanıtıydı. Aslına bakarsanız bir şeytanın insandan çocuğu olmasına şaşırmıyordum. Şeytanlar hesapçıydı. Ve şeytanın en sevdiği şey insanları günaha sokmaktı. Bunun en iyi yolu ise tohumlarını insanlara ekmekti.
Böylece günah yeryüzünün her tarafına yayılacaktı. Beni asıl şaşırtan meleklerin böyle bir günaha girmesiydi.
O iyilik dolu kalpleri nasıl olur da çirkinleşirdi!
Saf ışıktan olan ruhları nasıl olur da kararırdı!
Temiz zihinleri nasıl olur da kirlenirdi!
İronik değil mi? Hayat işte ne oldum değil ne olacağım diyeceksin, dedirtirdi. Ellerimi karnımın üstüne koyarak işaret parmağımdaki zirkon taşlı yüzük ile oynamaya başladım. Sağa, sola çevirip duruyordum. Garip bir alışkanlıktı.
Ve bana hep Asmedous'u hatırlatıyordu. Onun ne kadar yakınımda olduğunu, ona ait olduğumu... Titredim. İnsan bedeninin anlam veremediğim bir başka özelliği. Yattığım yerde doğrulup oturur hale geldim. Hazır ortalık sakinken Asmedous ile konuşsam iyi olurdu. Ağzımdan iki büyü kelimesi çıktı.
"Mens vinculum." Ardından zihnimden çıkan hayali bağların Asmedous'un zihnine doğru sinsice kıvrıldığını hissettim. O bağlar onun zihni ile buluştuğunda bir elektrik akımı bedenime yayıldı.
Sonra onun sesini zihnimin dört bir yanında duydum. "Luxuria, iblisim." Soru sormamıştı. Ama sesinde bir merak vardı. Onunla daha dün görüşmüşken şimdi tekrar iletişime geçmemi yadırgamış olmalıydı. Neticede genellikle bir şey olduğunda o benim ile iletişime geçiyordu.
"Efendim, müsait miydiniz?"
"Evet, ne oldu?"
"Size bir haberim var."
"Söyle." Sesi hükmediciydi. Kendisi de zaten hükmet için doğmuştu.
"Lucifer bugün Supervia aracığıyla bana bir mektup gönderdi." Sözlerime devam edecekken lafımı kesti. "İçinde ne yazıyor?"
"Beni sarayına davet ediyor. Bir de Supervia ile ilgili tehdit etti ama o problem değil."
"Tehdit mi etti? Neden?" İlk sorduğu şeyin davet değildi tehdit olması garip bir zevk verdi. "Supervia ile aramızda birkaç anlaşmazlık oldu. Bende onu zorunlu olarak cehenneme geri gönderdim." Ne demek istediğimi anladığını biliyordum.
Zihnimin içinde yankılanan kahkaha sesi bunu kanıtladı. "Ah, o zavallı iblis hâlâ seninle uğraşılmayacağını anlamadı mı?" Dudaklarım yukarı kıvrıldı. "Eminim cehenneme gidip gelmek bunu düşünmesine neden olmuştur."
"Bu hallerine bayılıyorum. Benim iblisim olduğunu tekrar, tekrar kanıtlıyorsun."
"Sayenizde efendim."
"Şimdi davet konusuna dönelim. Lucifer'ın davetini kabul edecek misin?" Bu tuzak soruydu. Ve ben asla böyle bir tuzağa düşmezdim.
"Eğer siz izin verirseniz gidebilirim."
"Yani vermezsem gitmezsin?"
"Gitmem efendim."
"Lucifer normalde kimseyi sarayına davet etmez. Böyle bir fırsatı geri mi çevireceksin?" Beni sınıyordu. Bunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. "Lucifer benim için bir anlam ifade etmiyor. Benim için siz ne derseniz odur."
Biraz itaatkâr davranmaktan zarar gelmezdi. Ayrıca Asmedous böyle olmama bayılıyordu. Eh, bende hedefe giden yolda biraz kendimden ödün verebilirdim. "Çok tatlısın Luxuria, şu an burada olsaydın o güzel ağzını becerirdim."
Tüm bedenim bu fikir ile titrerken bacaklarımın arası zonkladı. Beni nasıl tahrik edeceğini biliyordu. Yine de içimde filizlenen şehveti baskıladım. Şu an yeri değildi.
"Her neyse. Lucifer'ın davetini kabul edebilirsin. Sonrada benim yanıma gelirsin."
"Elbette, efendim." Bir an sessizleşti. Sonra tekrar sesini duydum.
"Bu arada Luxuria, o şeytanın seni becermesine izin verme." Ah, kıskançlık mı seziyordum? "Bunun o tarzda bir davet olduğunu sanmıyorum."
"Olsun, sen yine de ona karşı dikkatli ol. Unutma sen bana aitsin." Evet, biliyorum. Bunu zaten hiç unutturmuyordu. Hatta bazen bu sahiplenici tavrı hoşuma gidiyordu. "Elbette efendim. O konuda bir endişeniz olmasın."
"Güzel, cehenneme geldiğinde görüşürüz."
Bunlar son sözleri oldu. Sonra zihnimizdeki bağlar aniden koptu. Alt dudağımı ısırıp ayağa kalktım. Yarın ya da diğer gün cehenneme gidip Lucifer ile görüşsem olurdu. O kadar da acelesi yoktu. Özellikle beni tehdit ettikten sonra koşarak ayağına gidecek değildim.
Ayrıca bu davetin sinsi bir plan olma olasılığı da yüksekti. Sonuçta Uraza'nın yaratıcısıydı. Ve o benden nefret ediyordu. Lucifer'nın da bana bayılacağını sanmıyordum. Yine de bana büyük bir zarar veremeyeceğini biliyordum.
Çünkü kimse düzeni bozup bir günah iblisini yok edecek kadar aptal olamazdı. Cehennemde kaos çıkardı. Asmedous Lucifer'ın saltanatına ağır bir darbe indirirdi. Hm, bu aslında hoş bir gösteri olabilirdi. Tabii bu benim yok olmadığım bir gerçeklikte olursa iyi olurdu. Yoksa benim için hiç eğlenceli olmazdı.
Kıkırdayarak makyaj masama ilerleyip önünde bulunan pufa oturdum. Masanın üstündeki gümüş renkli, arka yüzeyinde ve sapında işlemeleri olan tarağı elime alıp saçlarımı taramaya başladım. Keyifli olduğumda yaptığım bir şeydi. Ve şu an çok keyifliydim. Saçlarımı taramaya devam ederken kendi uydurduğum bir şarkıyı mırıldanmaya başladım.
"Güzeller, güzeli bir iblis vardır."
"Nam-ı dillere destandır."
"Biraz soğuk biraz gaddardır."
"Yine de kimse koyamaz ona karşı."
"Kan kırmızı saçları parlarken ışıltıyla."
"Ona bakanları etkiler gri gözleriyle."
"Göz kamaştırır güzelliğiyle."
"Bedeni şehvet ile dolup taşar."
"Herkes onun için deli olurken."
"Sahip olmak isterler ona."
"Oysa onun tek istediği kraliçe olmaktır."
"Ve o isteğine sahip olmadan asla durmayacaktır."
Pekâlâ bu tam olarak şarkı sayılmazdı. Ama olsun kendi uydurduğum kelimeleri belirli bir ritim ile söylemekten keyif alıyordum. Ayrıca bence cümleler uyumluydu. Ve beni anlatıyordu. Saçlarımı taramayı bitirince ayağa kalktım. Kafamı balkon camından gözüken havaya çevirdim.
Güneş batıyordu. Ve odamdan manzara mükemmel gözüküyordu. Keyifle iç çekip kendi etrafımda dans edercesine döndüm. Dudaklarımda bir gülümseme oraya yer edinmişti. Neden bu kadar mutlu olduğumu düşünüyorsunuz değil mi? Açıkçası bende bilmiyordum. Sanırım sadece her şey istediğim gibi olmaya devam ettiği içindi. Çok fazla dediğim dediktim.
Tabii biraz da otoriterdim. Hep istediğim olsun isterdim. Eh, işte istediklerim olunca da böyle oluyordum. Yani fazla sorgulamanıza gerek yok. Özellikle benim gibi deli dolu bir şehvet iblisini...
Dönerek dans etmeye devam ederken odamın kapısı sertçe açıldı. Kapı kırmızı kağıtlar ile kaplı duvara çarptı. Aniden dans etmeyi kesip olduğum yerde dikleştim. Gri gözlerim bir yırtıcı gibi avına kilitlendi.
Uraza yeni yıkandığını belli eden ıslak beyaz saçları ile kapımın önünde duruyordu. "Kapılar boşuna odaların girişine konmadı. İlk önce çalıp içeri girmek için müsaade iste! İzinsiz neden giriyorsun?"
Burnundan solurcasına kapının eşiğinden içeri girip kapıyı sertçe kapattı. Odamda karşılıklı olarak dikiliyorduk. Kafamı ne var dercesine salladım.
"Lucifer senden bir cevap bekliyor," dedi. "Ne cevabı?" Bunu sırf onu sinir etmek için sormuştum. Lucifer'dan davet aldığımı ağzından duymak istiyordum. Çenesi öfkeyle gerildi. Kibir iblisimiz sinirlenmişti. Güzel. "Davetine ne zaman geleceğini merak ediyor."
Sözler ağızından zorla çıkıyor gibiydi. Yüzü iğrenç bir şey yemiş gibi buruştu. Gülümseyerek arkamda kalan yatağımın kenarına oturup bacak, bacak üstüne attım. "Ah, doğru Lucifer beni sarayına davet etmişti. Sani bu davet işi nereden çıktı?"
Uraza’nın ayaktaki bedeni patlamaya hazır yanardağ gibi kabarmıştı. Omuzları gerginleşmiş, elleri iki yanında yumruk olmuştu. Yüzü de onda pek görmediğim bir mor tona bürünmüştü. "Senin yaptıklarını öğrendikten sonra nasıl biri olduğunu merak etti. Ondan seni görmek istiyor."
Diğer şeytan krallar ile görüşmezdik. Yani birbirimizin yaratıcılarını sima olarak tanırdık ama onlar bizim ile hiç tanışmamıştı. O yüzden Lucifer'ın bu isteği gayet makuldü.
"Umarım ona beni yanlış anlatmamışsındır." Küçümseyici bir bakış attı. Aldırmadım. Kendinden başka herkese öyle bakardı. Kibir iblisi işte kendinden başka herkesi yok sayardı. Benim ile sorunu olması da bu yüzdendi. Ben ona kendimi fazlasıyla gösteriyordum. Beni yok sayamıyordu. Bu da onu deli ediyordu.
"Sadece beni nasıl öldürdüğünü anlattım. İlk başta öfkelense de sonradan bana bunu yapanı merak etti." Sarı gözleri dikkatle üstümde gezindi. "Tanımadığın kişiler bile sana ilgi gösteriyor. Bunu nasıl başarıyorsun anlamıyorum. Lucifer'ın sana ceza vermesi gerekirken davet etmesi tamamen saçmalık."
Ellerimi yatağa bastırıp sırtımı geri gerdim. Dudaklarımda itici bir gülümseme hâkimdi. "Evet, öyle bir etkim var," diye sakince konuştum. "Neyse ne. Cevabın ne? Ne zaman Lucifer'ı görmeye gideceksin?" Sağ elimi yataktan çekip tırnaklarımı incelemeye başladım.
Kan kırmızısına boyanmış badem şeklinde uzun tırnaklarım vardı. Hepsi aynı hizada kusursuz görünüyordu. Gri gözlerimi tırnaklarımdan Uraza'ya çevirdim. "Yarın ya da ertesi gün giderim."
"Dalga mı geçiyorsun?! O mektubu alır almaz gitmen gerekirken hâlâ burada olman bile Lucifer'a bir hakaret. Şimdi ise önemsizmiş gibi geçiştiriyorsun." Elimi dizimin üstüne koyup tırnaklarımla bir ritim tutturdum.
"Lucifer'ın mektupta bana müsait olduğumda gelebileceğimi yazdığını hatırlıyorum."
"Yani?" Diye sorduğunda gözlerimi devirdim. "Yani müsait olduğumda gideceğim. Eminim bunu hakaret olarak algılamaz."
"Şu an bana meşgulmüş gibi gelmedin."
"Yo meşgulüm."
"Dans ederken mi? Çünkü az önce seni amaçsızca dans ederken buldum." Omuz silktim. "Keyfim yerindeydi ondan dans ettim."
"İyi şu an bittiğine göre Lucifer'ın yanına gidebilirsin." Bana emir verebileceğini düşünmesi ile gerildim. Hâlâ ders almamıştı değil mi?
"Dediğim gibi yarın ya da diğer gün müsait olduğumda giderim."
"Amara şu inadını bırak. O cehennemin efendisi ona bana davrandığın gibi davranamazsın."
"Öyle bir amacım yok."
"Neden gitmiyorsun o halde?"
"Akşam yemeği saati geldi. Aşağı inip yemek yiyelim." Ayağa kalkıp yanından geçerek kapıya ilerledim. Sorusunu geçiştirdiğim için öfkeyle soluduğunu duydum. "Gerçekten katlanılmaz birisin." Gülerek ona öpücük attım.
"Aşağı gel Uraza. Akşam yemeğinde sana bir sürprizim var," diyerek odadan çıktım. Merdivenlerden aşağı süzüle, süzüle indim. Uraza'nın arkamdan geldiğini biliyordum. Az önce dediklerim ile merakını cezbetmiştim.
Birinci kata geldiğimizde hemen yemek odasına girdik. Diğerleri yerlerine çoktan oturmuştu. Bende yerime yerleştim. Solumda oturan Veronika'ya gülümsedim. Onunla birkaç saat önce akşam yemeğinde
Uraza'ya hamile olduğunu söylemesi konusunda anlaşmıştık. Böylece Uraza ne tepki verirse versin Veronika'ya ve bebeğe bir şey yapamayacaktı. Uraza tam karşımdaki yerini alınca dudaklarımda iğneleyici bir gülümseme oluştu. Gülümsemenin de bir silah olduğundan bahsetmiş miydim?
"Oo Uraza hoş geldin. Dün akşam gözlerimiz seni aradı." Daron oturduğu sandalyesinde geriye yaslanmış yüzündeki her zaman ki sinsi gülüşüyle Uraza'ya bakıyordu. Oysa Uraza ona kısa bir bakış atıp önüne döndü.
Tabağının yanındaki peçeteyi alıp dizlerinin üstüne serdi. Beyefendi görgü kurallardan da hiç ödün vermezdi. Gözlerimi devirip kırmızı şarap dolu kadehi elime aldım. "Afiyet olsun," diyerek kadehten bir yudum içtim.
Yemeğin ilk on dakikası sessiz geçmişti. Veronika gergin olduğundan Sabrina ile bile konuşmuyordu. Yalnızca sanki yıllarca aç kalmış gibi yemek yiyordu.
Tipik Veronika'ydı. Boğazımı temizleyip Veronika'ya anlamlı bir bakış attım. Bakışımı görünce elindeki tavuk budunu yavaşça -bunu yapmak istemediği çok açıktı- tabağına geri bırakmak zorunda kaldı. Oturduğu yerde dikleşti. Kafasını Uraza'ya doğru çevirdi.
"Uraza sana bir şey söylemem gerekiyor," deyince bütün gözler Veronika'ya çevrildi. Diğerleri ne diyeceğini bilse de ne olacağını bilmediklerinden gerilmişlerdi. Uraza umursamaz bir şekilde kafasını salladı.
"Ne söyleyeceksin?" Dedi. Veronika sertçe yutkundu. Elleri masanın iki yanından masa örtüsünü sıkıyordu.
Uraza ise tabağındaki bifteği kesmekle ilgileniyordu. Hiç dikkatini bile vermiyordu. Cidden tüm gözlerin onun ve Veronika'nın arasında gittiğini fark etmiyor muydu? "Dikkatini bana verirsen söyleyeceğim." Veronika'nın sesi sert çıkmıştı.
Anlaşılan Uraza tarafından görünmezlikten gelinmeyi sevmiyordu. "Kulaklarım iyi duyuyor. Sen ne söyleyeceksen söyle." Bunu gözlerini tabağından çekmeden söylemişti. Veronika'nın dudaklarında zorlayıcı bir gülümseme oluştu.
"Kulaklarının iyi duyduğunu sanmıyorum. Yoksa çoktan onu fark ederdin." Uraza kafasını kaldırıp Veronika baktı.
Kaşları çatılmıştı. "Neyi fark ederdim?" Diye sorma gafletine düştü. Veronika sandalyesinden bir hışımla kalktı. Sinirlenmişti. Kahverengi sandalye mermer zemine düşerken gürültü çıkardı.
"Onun kalp atış seslerini!" Veronika çığlık atarcasına bağırdı. Uraza olduğu yerde kaskatı kesildi. "Ne saçmalıyorsun sen? Kimin kalp atışından bahsediyorsun?" Diye Veronika'ya çıkıştı. Veronika ise dimdik ayakta durmuş sert bakışlarını Uraza'ya doğrultmuştu.
"Senin çocuğunun kalp atış seslerinden bahsediyorum. Hâlâ anlamadıysan söyleyim; hamileyim!" Diyerek tekrar bağırdı.
Ve o an Uraza'nın dünyasının başına yıkılışına şahit oldum.
🕯🕯🕯
Bölüm Hakkında Düşünceleriniz Ve Önerileriniz?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |