
MERHABA ÖNCEKİ BÖLÜM KISA OLDUĞU İÇİN BU BÖLÜMÜDE YAYINLADIM
BEĞENMEYİ VE YORUM YAPMAYI UNUTMAYALIM LÜTFEN
Evlenmek isteyemezdim de zaten!" diye sözünü kesti Fenya. "Söylesene, sizden biri ister miydi bunu, mesela bütün gençliğini özgür ve bağımsız olmak için harcamış, şimdi tam amacına ulaşmak üzere, tam eşikte olan, hayatını sadece bu uğurda, meslek hayatı uğruna, sorumluluk uğruna, bağımsızlık uğruna yaşayan genç bir insan bunu ister miydi! Hayır! Bunu bir yaşam amacı olarak hayal edemiyorum bile, bir yuva, bir aile kurmak, ev kadını olmak, çocuk yapmak, bunlar bana çok yabancı şeyler, çok! Belki sadece şimdi böyle, belki sadece hayatımın bu döneminde. Kim bilir? Belki de ben böyle bir yaşama uygun biri değilim. Aşk ve evlilik aynı şey değildir."
FeniçkaLou
Andreas-Salomé
ÖZLEM
Telefonun alarm sesi odanın sessizliğini delip geçtiğinde, içimdeki huzursuzlukla birlikte uyanmak zorunda kaldım. Göz kapaklarım birbirine yapışmış gibiydi, adeta beton dökülmüş gibi ağır... Zorlukla araladığım gözlerim, loş odada titreyen dijital saat ışığına takıldı: 06:27.
Derin bir iç çektim.
“Allah’ım… Bu nasıl bir sabah?”
Başımın içi uğulduyordu, . Geceden kalma yorgunluk kemiklerime işlemişti. Henüz yedi saatlik uykumu tamamlayamamıştım. Vücudum, beynime direniyor; “biraz daha” diye yalvarıyordu. Ama hayat, hiç bitmeyen görevleriyle karşımdaydı. Mihri okula bırakılacaktı, ardından iş, trafik ve Emir Bey’in bitmek bilmeyen titizliği...
Mihri’yi dün akşam bana bıraktığında, "Geç kalmam," demişti. Ama dönmemişti. Elim istemsizce telefona uzandı. Ekranı kaydırdım. Kardelen’den gelen mesaj, gecenin bir yarısında gelmişti.
“Korkut’layım. Bugün biraz gecikeceğim özür dilerim . Mihri sana emanet. Öptüm.”
Gözlerimi devirdim. “Resmen kızı bana kilitlemiş,” diye mırıldandım sinirle
Telefonun ekranını hızla kapatırken kolumu oynattım, yanımda bir sertlik hissettim. Başımı çevirdiğimde dün gece üzerimde uyuya kaldığım bilgisayarı fark ettim. Kapağı hâlâ açıktı. Ekranda soluk mavi bir ışık yanıyordu. Muhtemelen Emir Bey’in hazırlamamı istediği sunumun son haline göz gezdirirken dalmıştım. Belki de yine onun detaylara boğduğu notlarını okurken zihnim teslim olmuştu uykunun karanlığına.
Bilgisayarı kapatmadan önce yazdığım cümle hâlâ açık ekrandaydı:
Altında ise Emir Bey’in büyük harflerle yazılmış notu:
“YETERİNCE DETAY YOK.”
Derin bir nefes aldım. Gözüm Mihri’nin odasına takıldı. “Hadi bakalım,” dedim kendi kendime, battaniyeyi üzerimden sıyırırken.
“Yeni bir gün, yeni bir savaş...”
Koşar adımlarla banyoya yöneldim. Ayaklarım yerdeki soğuk fayanslara çarptıkça irkiliyordu ama vücudum, sabahın erken saatlerine karşı koymak için tüm gücünü topluyordu. Göz kapaklarım hâlâ ağırdı,
Aynanın karşısına geçtiğimde yüzümle göz göze geldim. İç çekmemle aynadaki yansımam aynı anda soldu. Saçlarım darmadağın, yastığa karşı girdiği savaşı kaybetmiş bir ordu gibiydi. Hızla bir toka kaptım, saçlarımı gelişi güzel tepeye diktim. Dağınık da olsa artık gözümün önünden çekilmişlerdi. Diş fırçasını ağzıma alırken mutfağa gittim , kahvaltı için dolabı karıştırmaya başladım. Bir yandan temizlik, bir yandan zamanla yarış… Mihri hâlâ derin uykusundaydı.
Derin bir nefes aldım ve sesi biraz yükselttim:
“Mihriiiiii, uyaaaan!”
“Ah Mihri hanım, şu an halan dayınla işleri pişiriyor, sen burada horul horul uyuyorsun!”
“Kız, uyan diyorum sanaaa!”
Sabır… Sabır da bir erdemdi sonuçta. Sonunda, minik bir hışırtıyla Mihri gözlerini araladı. Yorganın altından çıkan yüzü, . O kadar şirindi ki... Kardelen burada olsaydı önce yanağını öper sonra da nazikçe ısırırdı. Ama şimdi burada ben vardım, o yüzden bu hakkı kullanma sırası bendeydi.
Yanağına hafifçe bir öpücük kondurup, gülümseyerek dedim:
“Günaydıııın!”
Mihri tek kelime etmeden bana baktı. Ne bir "günaydın", ne de minik bir gülümseme...
“Cadı!” dedim içimden, sonra yanağını hafifçe ısırdım.
“Ahhh, acıdı!” diye bağırdı hemen.
“Yalan söyleme, güzellik. Acısa şu an apartmanı ayağa kaldırırdın.”
“Seni Kardelen’e söyleyeceğim!”
“Söyle canım, senin mi sözü geçer benim mi? Sence ona ben mi daha yakınım, sen mi?”
Dudaklarını büzüp kaşlarını çatınca cevap geldi:
“Bana inanır!”
Kahkahamı tutamadım.
Hızla Mihri’yi hazırladım. Elbiselerini seçtim, saçlarını taradım; tokasını takarken yüzüme bakan minik gözlerinde bir şeyler gizliydi ama o an fazla üzerinde durmadım. Kahvaltıyı arabada yapması için iki sandviç hazırladım, suyunu ve minik elma dilimlerini de çantasına ekledim. İki dakikada evi toparladım, ayakkabılarımı ayağıma geçirip kapıyı kilitledim.
Dışarı çıktığımızda, park yerime doğru bir bakış fırlattım.
“Yine en uzağa park etmişim!” diye söylendim istemsizce.
Sabahın serinliğinde yokuş aşağı yürürken, Mihri sessizce yanımda ilerliyordu. Normalde kuş gibi öten çenesi susmuş, minik yüzü ifadesizdi. O minik mavi gözler… Genelde içinde parlayan merak ve heyecan bugün pusluydu. Gözlerinin feri sönmüş gibiydi.
Arabanın kapısını açmadan önce eğildim, göz hizasına indim.
“Ne oldu, Mihri?” dedim,
Cevabı kısa ama iç burkucuydu:
“Kardelen yok.”
Başını eğmişti, ellerini montunun ceplerine gömmüştü. Ayaklarıyla küçük bir taş itiyordu yere bakarken.
“Tabii yok,” diye geçirdim içimden. “Keyfi yerindedir o. Kim bilir dün gece neler yapmıştır,
Ama bunu Mihri’ye söyleyemezdim.
“Ben buradayım, cadı,” dedim, sesime neşe katmaya çalışarak.
Ama Mihri başını hafifçe iki yana salladı.
“Hayır… O başka.”
“Nasıl başka?” diye sordum, bu kez gerçekten merak ederek.
Cevabı kısa ve netti.
“Başka işte… Onu seviyorum. Nerede acaba?”
Arabaya yerleştikten sonra Mihri hâlâ sessizdi. Küçük parmakları camın kenarına dayanmış, gözleri dışarıda bir noktaya sabitlenmişti. İç çekişi, camda buğulu bir nefes gibi belirdi. Onun bu haline bakarken içimde küçük bir sızı daha kabardı.
Kafamdan geçeni sesli söylememek için zor tuttum ama içimden fısıldadım:
“Sanırım bu geceden sonra sana yeni bir kuzen gelebilir, minik cadı…”
Çünkü dün gece Kardelen’in Korkut’la olduğunu çok iyi biliyordum.
Bakışlarımı Mihri’ye çevirdim, sonra kendime çeki düzen vererek gülümsedim.
“Minik cadı, Kardelen’i biraz rahat mı bıraksan? Onun da bir hayatı var sonuçta…”
Başını bana çevirdi. Gözlerinin içinde titreşen bir şey vardı. Belki hayal kırıklığı, belki de kıskançlıkla karışık saf bir sevgi.
“Peki ya beni bırakacak mı?” dedi, sesi çatallıydı. O an gözlerinin dolmak üzere olduğunu fark ettim.
“Tabii ki hayır, minik cadı,” dedim, elimi usulca saçlarına uzatıp okşarken.
“Şimdi söyle bakalım, Kardelen’i seviyor musun?”
Başını önüne eğdi. Dudakları kıpırdadı ama ses neredeyse duyulmazdı:
“Evet... çok.”
- “ o şu ara biraz Leyla oldu,” dedim ve farkında olmadan tebessüm ettim.
“Leyla mı? O da ne?” diye sordu şaşkın gözlerle.
“Yani… biraz aşk böceği oldu,” dememek için kendimi tuttum, sadece gülümsedim ve konuyu değiştirdim.
“Mihri, duydum ki okulda hiç arkadaşın yokmuş,” dedim hafif şakacı bir ses tonuyla.
Anında cevap geldi, savunmaya geçerek:
“Kardelen benim arkadaşım!”
“Ama okulda demek istedim.”
Omuzlarını silkti, gözlerini camdan ayırmadan söylendi:
“İstemiyorum!”
“Minik cadı,” dedim, bu kez ciddi ama sevecen bir sesle, “okulda arkadaş edinmek için biraz daha çaba harcamalısın. Kardelen hep yanında olamaz.
Bu sözüm üzerine bana öyle bir baktı ki,
Okulun önüne geldiğimizde arabayı kenara çektim. Mihri çantasını kaptı, kapıyı açarken ben de eğilip yanağına bir öpücük kondurdum.
. Gözüm bir an kapının aralığından dışarı kayarken, o hızla eğilip kulağımı ısırıverdi!
“Ayy! Mihri!”
Kahkahalarla koşarak uzaklaşırken arkasından seslendim:
“Seni var ya, göreceksin gününü! Cadı!”
Yanaklarımda hafif bir sızı, yüzümde yorgun bir gülümseme kaldı geriye.
Mihri’yi bıraktıktan sonra hızla arabama döndüm. Artık görev tamamlanmıştı ama gün daha yeni başlıyordu. İş yerinde beni bekleyen dosyalar, toplantılar ve tabii ki... Emir Bey.
Trafik, sabah sabah bir kâbus gibiydi. Herkes aynı saatlerde yola çıkmış, şehir yine nefes almayı unutmuştu. Kırmızı ışıkta önümde duran araba inadına hareket etmiyor gibiydi.
Gözlerimi devirdim. Sanki direksiyonla konuşur gibi, sabırsızca mırıldandım:
“Allah aşkına… yeşil yanar yanmaz sürsene!”
Elim radyoya gitti, sonra vazgeçtim. Sessizlik, sabahın yorgunluğunu biraz daha katlanılır kılıyordu.
Nihayet, nefes nefese şirket binasının önüne vardığımda saat dokuzu çoktan geçiyordu. Gecikmenin yarattığı telaşla direksiyonu hızlıca sola kırıp ilk bulduğum boşluğa park ettim. Araba daha durur durmaz çantamı kaptım, topuk seslerim beton zeminde yankılanırken koşar adımlarla asansöre yöneldim. Ancak o telaşla park yerindeki çıkıntılı bir taşa ayağım takılacak gibi oldu. Kalbim ağzıma geldi ama... Allah’a şükür, yere kapaklanmadan dengemi toparladım.
“Kendine gel Özlem,” dedim içimden, “gün daha yeni başlıyor.”
Asansör aynasında kendime bir göz attım. Saçlarım darmadağın, göz altlarımda uykusuzluğun çemberleri. Yine de gülümsedim; başka çarem yoktu.
Asansörden indiğim gibi ofisime yöneldim. Koridorlar bomboştu, sanki herkes nefesini tutmuş beni bekliyordu. Hızla bilgisayarımı açtım ve dosyaları kontrol etmeye başladım. Gözlerim satır satır ekranı tararken Tam başımı kaşıyacakken kapının aralığında bir gölge belirdi.
Şule. Yüzü bembeyaz, nefesi düzensiz, gözleri panikle açılmıştı. Sanki birazdan düşüp bayılacak gibi duruyordu.
“Özlem! Özlem! Felaket!” diye feryat etti.
Başımı kaldırdım, kaşlarımı çattım.
“Şule, ne oldu? Sabah sabah ruhunu mu teslim ettin? Suratın kireç gibi!”
Kapıyı kapattı, yanımdaki koltuğa kendini bıraktı.
“Kızım, biz bittik. Öldük. Mahvolduk. Mezara giriyoruz Özlem!”
“Ayy, dur bir! Bir baştan anlat. Ne oldu?” dedim, derin bir nefes alarak.
Şule ellerini birbirine kenetledi, sesi titriyordu:
“Dün hani bana WhatsApp’tan belge göndermiştin ya... çıktı alayım diye?”
“Evet?” dedim temkinli bir sesle, beklediğim kötü haberin ucundan tutar gibi.
Başını öne eğdi, mırıldanarak devam etti:
“İşte... çıktıları alırken... şey… sohbet ettiğimiz mesajlar da yazılıydı. Onları da almışım…”
Bir anlık sessizlik oldu.
Sonra beynimden aşağı kaynar sular döküldü.
“NE?!” diye bağırdım, ayağa fırlayarak.
“Ne diyorsun sen Şule? HANGİ mesajlar?”
“Yani... dedikodular. Hani... Emir Bey’e taktığın lakaplar, saçma önerilerini tiye aldığımız yazışmalar, o emojiler... hepsi!”
Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi.
“ALLAH SENİ NE YAPMASIN ŞULE!”
Ellerimle saçlarımı tuttum. Panik tüm bedenimi sardı. İçimdeki tek sakin ses "kaç" diyordu ama o sesin sesi bile titriyordu artık.
“Ne yapacağız şimdi? Resmen kovulduk biz!”
Şule umutsuzca başını salladı:
“Evet Özlem, bitti bu iş. O çıktıların hepsi Emir Bey’in odasında! Fark ederse... yandık!”
Bir an durdum. Gözlerimi kapattım. Panik, çözüm üretmezdi. Ben... bir kriz yöneticisiydim. En azından şimdi öyle olmalıydım.
Derin bir nefes aldım.
“Tamam. Dur. Sakin ol. Hemen içeri gidip dosyayı bulacağım. Çaktırmadan aradan o sayfaları çıkarırım.”
Şule gözlerini kocaman açtı:
“Gerçekten mi? Şimdi mi?”
“Evet. Şu an. O dosyada kaç sayfa varsa bulup çıkaracağım. Sen de etrafa göz kulak ol. Emir Bey geldi mi, bir şey dedi mi hemen haber ver!”
“Evet ama... riskli, Özlem. Ya yakalanırsak?”
Şule’nin sesi titrekti, gözleri korkuyla doluydu.
Ama ben çoktan kararımı vermiştim. Onun endişesine kulak asmadım.
“Şule, yakalanırsam zaten kovulacağım. En azından denemiş olurum,” dedim kararlı bir tonda.
O anda kader, tam zamanında bir oyun oynadı. Koridordan gelen ayak sesleriyle birlikte Emir Bey’in odasından çıktığını ve lavaboya doğru ilerlediğini gördük.
“İşte fırsat!” diye fısıldadım.
“Bekle burada, ben gidiyorum,” dedim ve Şule’nin tepki vermesine bile izin vermeden, adımlarımı hızlandırıp Emir Bey’in odasına daldım.
Oda, her zamanki gibi düzenliydi. Derli toplu, biraz fazla steril… Sanki içinde insan yaşamıyordu da bir dergi çekimine hazırlanmış gibiydi. Ağır meşe masasının üzerinde düzgünce istiflenmiş dosyalar vardı. Adeta bana meydan okuyorlardı.
Zaman daralıyordu.
Titreyen ellerimle dosyaların arasında aradığım o talihsiz çıktıyı bulmaya çalıştım. En altta kalmıştı! Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Derin bir nefes alıp kağıdı çekip aldım. İşte o mesajlar: kahkahalarla yazılmış dedikodular, emojiler, Emir Bey’e taktığımız lakaplar... Hepsi burada.
Tam işimi bitirip çıkmak üzereydim ki… kapı kolu oynadı.
Yandım.
Refleksle masanın altına kıvrıldım, nefesimi tuttum. İçimden,
“Allah’ım, lütfen oturma... lütfen oturma,” diye dua ediyordum.
Kapı açıldı. Tanıdık ayak sesleri odaya girdi. Ağır, emin ve sert… Emir Bey’in adımlarıydı. Masaya yaklaştı. Dizlerimin üzerinde çökülüydüm,
Ama beklenmedik bir şey oldu.
Kapı çalınmadan açıldı. İnce, kırık bir kadın sesi duyuldu:
“Emir, konuşmamız gerek.”
Bedenim dondu.
“Ne konuşacağız? Dün gece her şey oldu, bitti,” dedi Emir, sesi buz gibi.
Kadın sanki ağlamamak için kendini zorluyordu:
“Nasıl yani? Beni böylece bırakacak mısın?”
“Uzaklaş benden. Defol git!”
Sesi öyle keskin ve öfkeliydi ki kalbim kadının yerine sızladı.
“Ama ben... sandım ki...”
“Ne sandın?”
Emir Bey alayla güldü.
“Görüntülerin elimde. Ne zaman istersem kullanırım.”
Sözleri kafamda çınladı. Damarlarım buz kesti.
Şok içindeydim.
Emir Bey sadece soğuk, mesafeli ve takıntılı biri değilmiş…
O bir şantajcıydı. Bir kadını tehdit ediyordu. Ve ben, tüm bunları masanın altından nefes bile almadan dinliyordum.
Kadın uzun süre cevap veremedi. Sessizliği yalnızca derin nefes sesleri bozuyordu. Yutkunmaları odanın içinde yankılanıyor gibiydi.
Tam o anda dışarıdan Şule’nin sesi duyuldu:
“Emir Bey! Efendim, arabanızın yanlış yere park etmişsiniz Az önce anons geçtiler!”
Emir Bey sinirle kapıyı açtı ve çıktı.
o sırada bir arama sesi duydum sanırım kadın gitmemişti
“Rana... geldim. Tüm gururumu ayaklar altına aldım. Ama o beni tehdit ediyor. Eğer abim öğrenirse… ben dayanamam. Onun gözlerindeki hayal kırıklığını görmeye hazır değilim.”
Ardından topuk sesleri yavaşça uzaklaştı.
Şule’nin sesi bir kez daha yankılandı:
“Özlem! Nerdesin?”
Kendime geldim. Titreyen ellerimle masanın altından çıkıp dosyayı aldım. Ayakta durduğumda bacaklarım uyuşmuştu ama bunun sırası değildi.
Koşar adımlarla odadan çıkıp Şule’nin yanına vardım. İkimiz de nefes nefeseydik. O, olan biteni anlamaya çalışıyordu, ben ise hâlâ duyduklarımı sindiremiyordum.
Ofisime dönerken Şule’ye dönüp sessizce söyledim:
“Üzüldüm o kadına. Şule, Emir Bey tam bir sapık. Kadınlara karşı şantaj yapıyormuş… iğrenç bir adam!”
Şule gözlerini fal taşı gibi açtı.
“Ne diyorsun sen? Ciddi misin?”
Başımı salladım.
“Evet. Ve düşün, bu adam şirkette nasıl popüler… Yakışıklı diye herkes peşinde. Ama ben bu adamın oyunlarını bozacağım, Şule. Bir kadını tehdit eden biri, ne kadar takım elbise giyerse giysin... çürüktür.”
Şule usulca başını salladı.
Şule derin bir nefes aldı, yaşadıklarımızın ağırlığını sindirmeye çalışıyordu. Ben ise hâlâ kalp atışlarımı düzene sokmaya çabalıyordum. Sessizliği bozan hafif bir tıklama oldu. Ofis kapısı yeniden çalındı.
İçeri giren, güvenlik görevlisi Tahsin Amca’ydı. Yıllardır bu binada görevliydi; yüzünde her zaman hafif yorgun ama sevecen bir ifade olurdu. Elinde rengârenk kağıtlardan yapılmış, zarif bir buket tutuyordu. Adeta bir çocuk elinden çıkmış gibi sade ama içten görünüyordu.
"Özlem kızım, bu sana geldi," dedi, imalı bir gülümsemeyle.
Şule’yle göz göze geldik. Şaşkınlığımızdan ne diyeceğimizi bilemedik. Ardından Şule fısıltıyla:
“Özlem… çok güzel.”
Buket elimdeydi şimdi. Renk renk, özenle kıvrılmış kâğıtlar, çiçek formunda bir araya getirilmişti. Uçları ince tellerle sabitlenmiş, küçük detaylar ihmal edilmemişti. Hiçbir çiçek gerçek değildi, ama hepsi ruhuma gerçek dokunuşlar yapıyordu.
Şule hemen kağıdı çekti ve yüksek sesle okudu:
“Özgürce dokunabileceğin çiçekler...”
Cümle içime dokundu. Gözlerimi çiçeklerden ayırmadan, yutkunarak fısıldadım:
“Bu... şimdiye kadar aldığım en düşünceli hediye olabilir.”
Ama... kimden?
“Bu şirketteki biri olmalı,” dedi Şule hemen. Gözleri şüpheyle daralmıştı, dedektif edasıyla etrafı tarıyordu.
“Seni tanıyan biri. Kimden şüpheleniyorsun?”
Başımı iki yana salladım.
“Bilmiyorum…”
Ama içimde bir kıpırtı vardı. Bu jest, rastgele birinden gelmiş olamazdı. Buket sıradan değildi. El emeği, zaman isteyen, hatta duygu gerektiren bir şeydi bu. Bu çiçekleri hazırlayan biri, beni gerçekten tanıyordu. Ellerimle dokunduğumda, sanki karşımdaki insanın kalbine dokunuyordum.
“Seni tanıyor, Özlem,” dedi Şule. “Düşünsene… kağıttan çiçek yapıp sana gönderen biri var. Herkes gül gönderir, ama bu kişi seni gerçekten anlamış.”
Haklıydı. Alerjim vardı benim çiçeklere
Ofiste bu kadar yoğun çalışırken kimsenin beni böyle düşündüğünü sanmazdım. İnsanlar sabah selam verip akşam veda eden otomatlardan ibaretti sanki. Ama biri... beni farklı görmüştü.
Şule hâlâ bana bakıyordu.
“Bir fikrin yok mu? Belki de yeni çalışanlardan biridir.
- Sanmıyorum dedim
kısa süre sonra
Belgeleri imha ettim. Şule bana yardım etti. Gün, tüm telaşına rağmen rayına oturmuştu. Ama ben raydan çıkmıştım. Zihnim sürekli o cümlede takılıydı:
“Özgürce dokunabileceğin çiçekler.”
Kimin zihninden çıkabilirdi böyle bir cümle?
Biraz çalıştıktan sonra bir mola verdim. Masamın köşesindeki bukete bakarken, yüzümde istemsiz bir tebessüm oluştu. Stresten ağırlaşan bedenim hafifledi. Renkli çiçeklerin varlığı, bu beton duvarlar arasında sanki bir nefes deliği açmıştı.
Artık tek bir şey istiyordum: Kim olduğunu öğrenmek.
Bundan sonraki her adımımı biraz daha dikkatle atacaktım. Gözlemlerimi artıracaktım. Belki bir bakışta, bir davranışta yakalayabilirim o ince ruhu.
Ve kim olduğunu öğrendiğimde… belki ilk defa birine teşekkür ederken gerçekten heyecan duyacaktım.
Gün boyu sayfalar dolusu işin içinden çıkmıştım. Başım ağrıyor, gözlerim yorgunluktan bulanık görüyordu. Fakat en son yapılması gereken işi de tamamlamıştım: Emir Bey’in imzası gereken belgeler. Dosyaları elimde sıkıca kavrayarak odasına yöneldim.
Ama her adımda, içime bir ağırlık çöküyordu. Bugün masanın altına saklanırken duyduklarım, hâlâ zihnimde yankılanıyordu. Kadına ettiği sözler, tehditleri, alaycı ses tonu… O adam sadece soğuk ve mesafeli biri değildi. O adam tehlikeliydi.
Kapının önünde derin bir nefes aldım ve iki kez tıkladım.
“Gir,” dedi içeriden, o tanıdık, kibirli sesiyle.
Kapıyı açtım. İçeri adım attığım anda, içerideki hava bir anda sıkıştı sanki. Burası bir ofis değil, bir baskı odasıydı. O ağır masanın arkasında otururken, gözlerini üzerime dikmişti.
Dosyayı uzattım. Sadece imzalamalı, sonra hemen çıkmalıydım. Ama Emir Bey dosyayı alırken gözlerini benden bir an bile ayırmadı. Kalbim sıkıştı. Tırnaklarımı avuç içime gömerek kendimi tuttum.
Kalemini aldı, birkaç evrakı imzaladı ama dosyaları geri vermedi. Bakışları, imza atmaktan çok beni analiz ediyordu.
Kaşlarını hafifçe çattı. Ardından dudaklarının kıyısında sinsice kıvrılan o gülümsemeyle konuştu:
“Bugün hızlısın… aferin.”
Sözleri, kulağıma bir iltifat gibi değil, bir uyarı gibi geldi. Tüylerim diken diken oldu. Zihnim alarm durumuna geçti. Gözleri, gözlerimden kayıp boynuma, sonra üzerime kaydı. Saklayamadığı o bakışlar, içimi iğrendirdi.
Ve sonra…
“Bu gece boşsan, bir şeyler içebiliriz,” dedi. Ardından gülerek ekledi:
“Hem belki bu stajyer unvanını kaldırırım.”
Beynime kan sıçradı. O an her şey durdu. Sözleri midemi bulandırdı. Bu teklifin ardındaki iğrenç ima, kanımı dondurdu.
Ama asıl şok, zihnimdeki bir başka ihtimaldi. Ya… ya bu sabah gelen o yapma çiçekleri o göndermişse? “Özgürce dokunabileceğin çiçekler…” O not, bu pisliğin oyununun bir parçası mıydı? Beni kandırmak, etkilemek, güvenimi kazanmak için gönderilmiş bir yem mi?
Hayır.
Hayır!
Böyle biri... o kadar zarif bir şeyi düşünemezdi. Çiçekler samimiydi, bu adam ise yalnızca iğrençti.
Derin bir nefes alıp, sesimi sabit tutarak:
“Emir Bey, sağ olun ama başka birine sözüm var,” dedim.
Bu cümle onu durdurur sandım. Ama hayır. Gözlerimin içine baktı. Gülümsedi.
“Israr ediyorum,” dedi.
Sabrım taşmıştı artık. Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi ama sesim keskin ve nettı:
“Etmeyin, lütfen.”
Dosyayı hızla kaptım ve arkamı döndüm. Kapıyı açarken parmaklarım titriyordu. Odanın eşiğinden dışarı adım attığım anda, ciğerlerime dolan havayla beraber, içimdeki öfke ve tiksinti dışarı taştı.
Koridorda yürürken, hâlâ onun bakışlarını sırtımda hissediyordum. İçimde karmaşık bir his vardı. Hem öfkeliydim, hem kırılmış, hem de... kafamda hâlâ aynı soru dönüyordu:
“Neden o çiçekleri düşündükçe içim ısınıyor?”
Bir şey çok netti:
O buket… onun olamazdı.
İş çıkışı Şule'nin ısrarına dayanamayarak onun bir arkadaşının çalıştığı mekâna gitmeyi kabul etmiştim. İçimde günün ağırlığı, zihnimde Emir Bey’in iğrenç teklifleri… Hepsinden uzaklaşmak istiyordum. Sadece bir akşam, sadece biraz kafa dağıtmak…
Barın köşesindeki loş ışıklı yüksek tabureye oturdum. Şule, arkadaşının yanına gittiğinde yalnız kalmıştım. Barmene alkol oranı düşük, meyveli bir kokteyl söyledim. Soğuk cam bardağı parmaklarımın arasında döndürürken, etrafı izlemeye başladım.
Derken… bakışlarım istemsizce bir noktada dondu.
Köşede, biraz karanlıkta kalmış bir masada, sert bakışlı biri dikiliyordu. Siyah tişört, koluna oturmuş, güçlü hatları belli. Yanında, patronu olduğu belli olan bir adam—Halil İbrahim ve yanında oturmuş Güney denen mafya
"Bu Maraşlı öküz burada ne iş yapıyor?"
Kendi kendime, alayla mırıldandım.
Şule yanıma döndü,
“Özlem, lavaboya gidiyorum. Alkol hafif çarptı galiba,” dedi gülümseyerek.
Başımı salladım.
“Git git, ben burada sosyalleşiyorum (!) zaten.”
Son yudumu da aldım. Alkol dilimin ucunu hafif uyuşturmuştu. Omuzlarım gevşemiş, içimdeki gerginlik bir nebze dağılmıştı. Belki de bu yüzden fark etmeden bir an, Halil İbrahim’e doğru başımı çevirip gülümsedim — hafif alaycı, yarı dalgın bir gülümseme.
O an barmenin sesi duyuldu.
“Kardeş, bana oradan bir...”
İsmini bilmediğim sert bir içki söylemişti Halil İbrahim. Sesi kalın, kararlıydı.
Gevşemişliğin etkisiyle omzumu silktim. Hafif bir kahkaha koyuvermiş olabilirim. Ne yaptığımın farkında değildim.
O ise bunu kaçırmamıştı.
“Komik mi?” dedi sertçe, sesi tam önümdeydi şimdi.
Başımla ona döndüm, yüzünde buz gibi bir ifadeyle bana bakıyordu. Gözlerinde öfke değil, daha çok... merak vardı.
“Aa, sen konuşabiliyormuşsun,” dedim, alayla. “Ben de seni sessiz korumalardan sanmıştım.”
“-Güzel taktik.”
Kaşlarımı çattım.
“Ne diyorsun sen be?”
Yüzünde belli belirsiz bir küçümseme belirdi.
“Zor kadını oynamana diyorum,” dedi. Sanki içimden geçenleri okumuş gibiydi.
Sertçe bir adım attım ona doğru.
“Sen ne diyorsun Maraşlı öküz?”
Bu kez gözlerinde bir kıvılcım çaktı.
“Maraşlı olduğumu nereden biliyorsun?” dedi gülerek. “Yoksa beni merak mı ediyorsun?”
Yanağımda sıcaklık hissettim, ama geri adım atmadım.
“Sen kendini ne sanıyorsun?” dedim,
“Ben seni değil, patronunu merak ediyorum.Güney baktım .Halil İbrahim ise bana sinirle baktı bu adamın derdi neydi benimle
Kaşları çatıldı. O an gözlerinin ışığı değişti.
“Ve seni de, sadece onun koruması olduğun için araştırdım,” dedim, bir adım daha yaklaştım. Artık mesafemiz nefes boyuydu.
Gözlerini kısmıştı. Sesi buz gibiydi ama altındaki kıvılcım saklanamazdı:
-“Senin bu içi boş özgüvenin nereden geliyor?” dedi Halil İbrahim
Sonra eğildi, sesi biraz daha alçaldı.
“Yoksa... seni öptüğüm için mi?”
Sözleriyle beraber içimdeki tüm duvarlar çatladı. Gözleri gözlerimdeydi. Öyle derin, öyle yakıcı ki… sanki içimi okuyor, geçmişimde gizlediğim duyguların ipini çekiyordu.
Yutkundum. Alkol mü, yoksa onun bu tuhaf cazibesi mi — bilmiyordum, ama ayaklarım sabit durmuyordu sanki.
“Seninle ilgili hiçbir şey... önemli değil,” dedim. Ama sesim, kendinden o kadar emin değildi.
“İyi,” dedi Halil İbrahim.
Kardelen bayıldığında yaşanan panik hâlâ boğazımda düğüm gibi duruyordu. Gün boyu ağzımda acı bir tat, kalbimde kıpır kıpır bir tedirginlik vardı. Ve en kötüsü, o gecenin sabahı gözlerimi açtığımda kendimi hastanenin refakatçi odasında bulmuştum… Halil İbrahim’in başucumda durduğu bir odada.
Sersem gibiydim. Hem Kardelen’in durumu, hem gece boyunca yaşanan koşuşturma, hem de en kötüsü... onun orada olması.
Halil İbrahim, sırtını duvara yaslamış, kollarını göğsünde kavuşturmuş, sanki hiçbir şey olmamış gibi dimdik durmuştu. Yüzü ifadesiz, sesi buz gibiydi:
“Biraz sakin olmayı dene.” dedi
İşte o an... kontrolü kaybettim.Kardelen, Güney ve Halil ibrahim Korkut komadayken sürekli baskılıyorlardı kesinlikle arkadaşımın hasta olmasında onların büyük payı vardı .Güney sürekli arkadaşıma bencil olmakla suçluyordu Kardelen hassastı bu konularda hemen ruhu hastalanırdı her şeyin bir nedeni vardır ama onlar anlamıyordu ..
Masada duran küçük serumu kaptığım gibi üstüne fırlattım.
“Sakin ol, ha?! Senin sakinliğin batsın Halil!”
Birkaç cümlelik küfür de peşinden geldi. Ağzımdan çıkarken farkında bile değildim. Tüm bastırılmış öfkem, alayına karışmış şekilde dışarı taşmıştı.
O hiçbir şey demedi. Sadece yüzüme baktı. Ne bir kızgınlık, ne bir şaşkınlık... sadece o tanıdık soğukkanlı bakışı.
Tam o sırada kapı açıldı.
Koridordan, topuk sesleriyle bir kadın geldi Yüzü öfkeyle Halil’e dönüktü.
“Sen ne yaptığını sanıyorsun Halil İbrahim ? Telefonlarıma neden cevap vermiyorsun?!”
Kadının sesi, hastanenin duvarlarında yankılandı. Hemşireler başını çevirdi, koridordaki herkes dönüp baktı , Halil İbrahim usulca kadına döndü. Sonra... beni işaret etti.
“Sevgilimle birlikteyim. Rahatsız etme.”
Ne?!
, yoksa hâlâ uyuyor muydum?
“Ne dedin sen?” diye fısıldadım, hâlâ ne olduğunu anlayamamıştım. Ama ne demem biter bitmez...
Ve bir de ne yaptı biliyor musun?
Evet.
Hastanenin ortasında, koridorun tam ortasında… beni öptü.
Donakaldım. Beynim “bu bir rüya” diye bağırıyordu. Ama dudakları... dudakları gerçekteydi. Isısı, yumuşaklığı, aceleciliği... hepsi gerçekti.
Bir an.
Bir saniyelik duraklama.
Sonra elim kendiliğinden kalktı.
Tokat.
Yüzünde patladı. Öyle bir ses çıkmış olmalı ki, karşıdan geçen hasta bile irkildi.
İlk öpücüğüm.
Benim için anlamlı, mahrem olması gereken o şey...
Bir adamın sırf kendini kurtarmak için kullandığı bir bahaneye dönüşmüştü.
Kadın, yüzü kıpkırmızı, gözleri dolmuş bir şekilde uzaklaştı. Belki bir zamanlar Halil’in geçmişinden gelen biriydi, belki de sadece bir saplantı. Umurumda değildi.
Çünkü olan olmuştu. Ve artık her şey daha da sinir bozucuydu.
Halil yüzüme döndü. Yanağındaki kırmızılık hâlâ geçmemişti ama sesi sanki hiçbir şey olmamış gibiydi:
“Merak etme. Normalde senin gibi kadınlar libidomu tetiklemez. Sadece durumu kurtarmaya çalıştım.”
İşte o cümleyle... nefretim bir üst seviyeye geçti.
Ona baktım. Dik dik. Gözlerimin içine bu kadar rahat, bu kadar soğukkanlı bakan bir adamdan... tiksindim.
“Tiksiniyorum senden.”
Bunu söyledim. Tüm kalbimle.
Ama... kendime yalan söyledim.
Çünkü tam o bir saniyelik öpücükte… bir sıcaklık hissetmiştim. Bir anlığına gözlerimi kapatacak kadar… bir çekim.
Ve bundan utandım.
O günü kimseye anlatmadım. Kardelen’e bile.
İlk defa birine hissettiğim çekim, aynı anda en büyük gurur kırıklığımdı.
Çünkü ben her zaman güçlüydüm. Kontrol bendedir. Kalbime hükmederim.
Ama o an… Halil İbrahim’in dudaklarında bir anlığına bile kalbim çarptıysa…Sorun büyüktü
Şu an gerçekten köşeye sıkışmıştım. Halil İbrahim’in gözleri üzerimdeydi ve ben... sanki suçüstü yakalanmış gibiydim. Evet, kabul ediyorum. Belki biraz stalklamış olabilirdim. Yani ne var ki? İnsan araştırmacı bir kişiliğe sahip olabilir. Bu, onun takıntılı olduğu anlamına gelmez ki! Sadece... detaycıydım. Gözlemci. Analitik zekâya sahip bir kadındım. Evet.
Ama işte… o gözler. O siyah, yargılayan, her şeyi bilen gözler… İçime işliyordu.
“Sen hatırlatmasaydın, aklıma bile gelmezdi,” dedim, sözde umursamaz bir tonla. Gülümsememin ucunda ince bir titreme vardı.
Halil İbrahim, dudaklarının kenarını belli belirsiz kıvırdı.
"Kadınlar öpücüğümü unutmaz. Onları susturmak için güzel bir yöntemdir."
Kahkaha attım. Gerçekten attım, ama içinde alay ve inkar vardı.
"Ah, öyle mi? Ama senin öpücüğün o kadar etkileyici değildi, Halil."
Bir adım attı.
Fazla yakına.
Sınırları önemsemeyen bir yakınlıktı bu.
“Nasıl öpüşmelerden hoşlanırsın?” dedi.
Saniyelik bir duraklama yaşadım. Boğazımda oluşan yumruyu yuttum.
"Burada seninle bu konuyu konuşacak değilim. Git, öptüğün diğer kadınlara sor. Böyle seviyesiz bir soruyu ancak onlar cevaplar."
Yüzüme baktı. Gözleri düşünceliydi ama sesinde yine o rahatsız edici sakinlik vardı.
"Senin fikrini daha çok merak ediyorum. Belki...” dedi, sesini alçaltarak.
“Tam anlamıyla berbattı.”
Tüm nefretimi sesime yükleyerek söyledim.
Başını hafif yana eğdi. Dudaklarının kenarında sinsice yayılan o gülümseme...
“Emin misin?”
Sanki söylediğim her kelimenin tersini anlıyordu. İçimi okuyordu.
“Evet, eminim. Ve senin yüzünden... belki de artık öpüşmekten soğumuş olabilirim.”
Bir adım daha attı.
Omzumun hizasına geldiğinde, nefesi yanağıma değecek gibiydi. Vücudum, onunkiyle aramda kalan birkaç santimlik boşlukta tetikteydi.
“Pinokyo masalını bilir misin?” dedi.
Kaşlarımı çattım.
“Ne alaka şimdi?”
Ama sonra burnumu küçümseyici şekilde kırıştırarak ekledim:
“Biliyorum da… sen nereden biliyorsun? Malum, eğitimsiz, kültürsüz, cahil olunca…”
Gülümsedi. Sessizce, sabırla.
“Dikkat et,” dedi, sesi artık iyice alçalmıştı.
“Yakında Pinokyo gibi burnun uzayacak.”
Gözlerimi devirdim.
“Çok komik gerçekten. Söylesene, kitabını mı okudun, yoksa çizgi filmden mi kaldı aklında?”
Kollarını göğsünde birleştirdi, başını yana eğdi.
“Sen benim hakkımda fazlasıyla ön yargılısın.”
“Hayır, değilim. Ne olduğunu gayet iyi biliyorum. Bir mafya korumasısın. Sessiz, ürkütücü. Kısaca: bir gölge gibi gezen adam. Nokta.”
Gülümsedi, ama bu sefer gülümsemesinde bir kırılma vardı.
“Eksik.”
Öfke kabardı içimde.
“Eksikmiş, tamammış... Umurumda değilsin. Sadece uzak dur benden. Çünkü...”
Duraksadım. Boğazım düğümlendi.
“Çünkü sen... beni öptün.”
Sessizlik.
Yoğun. Sıkışmış. Yanaklarım yanıyor, kalbim karnımda çırpınıyordu.
“Evet, öptüm,” dedi yavaşça. “Ama sen de o an hiç geri çekilmedin. Hatta... iyi hissettin.”
Gözlerim büyüdü.
Yumruklarımı sıktım.
“İyi falan hissetmedim! Sadece... şoktaydım. Bütün reflekslerim durmuştu. Sen... sen iğrenç birisin!”
Ve işte o an...
Bir adım daha attı.
Nefesi bu sefer tenime değdi.
Sıcak. Hafif naneli.
Kalbim o an göğsümden fırlayabilirdi.
“Etkilendin benden,” dedi.
Sakin.
Ama iddialı.
Tüm duvarlarımı aşındıracak kadar kararlı.
Bir şey demedim.
Dilimin ucundaki yalanlara tutundum.
Çünkü içimde, bastırdığım bir şey... boynumdan aşağıya yayılan bir ısı gibi dolaşıyordu.
Bu adamdan uzak durmalıydım.
Ama... ne kadar kaçarsam kaçayım...
Yaklaştığında o anı unutamıyordum.
Ve evet...
Gerekirse burnum uzayana kadar yalan söylemeye hazırdım.
“İlk beşimde bile değilsin,” dedim.
Sesimdeki keskinlik bir bıçak gibi havayı yararken, onun gözlerinde kıvılcımlar yandı. Halil İbrahim’in kaşları kalktı ama yüzündeki o küçümseyici gülümseme hiç değişmedi.
“Demek o kadar iyiyim ki, diğer adamlarla aynı listeye koymamışsın?”
Ses tonu alaycıydı. Beni kızdırmaya çalışan bir çocuğun kışkırtıcı neşesiyle konuşuyordu.
Yanlış kişiyi kızdırıyorsun, Halil.
“Ne kadar narsistsin, fazla benmerkezcisin,” dedim hızla.
Sesim titrememeliydi ama içimde bir yer sarsılmıştı.
O sırada elindeki içki bardağını sıkarken, parmaklarının hafifçe titrediğini fark ettim. Parmaklarında eski kesikler vardı. Belki bıçak izi, belki kavga sonrası bir hatıra… Her neyse. Umurumda değildi.
Ama bir parçam — istemediğim bir parçam — oraya takılı kaldı.
Göz göze geldik.
Benimkiler alev gibiydi, onunki buz.
Yine meydan okudu.
“Etkilendin benden.”
Sanki her şeyi çözmüş de kararını çoktan vermiş gibiydi.
Gözlerimi kıstım. Dudaklarım ince bir çizgiye döndü.
“Sen... cidden kendini bu kadar önemli mi sanıyorsun? Umurumda değilsin.”
Omuz silkti.
“Yalan söylemeyi çok iyi biliyorsun. Ama beden dili başka konuşuyor.”
Bedenim.
İhanet eden bedenim.
Kaçmak istiyordu, ama kıpırdamıyordu.
O ise bir adım daha attı.
Artık çok yakındaydı.
Parfümü... rahatsız edici şekilde iyiydi. Derin, erkeksi, köşeli. Burnuma çarptığında, kalbim istemsiz bir ritim tutturdu.
“Senin gibi kadınları tanıyorum,” dedi yavaşça, sanki beni tanımak onun hakkıymış gibi.
“Sakın genelleme yapma,” dedim keskin bir sesle.
Bir an yutkundum, gözlerim buğulandı ama geri bastım.
“Sen beni tanıyamazsın. Ne yaşadığımı, neyle savaştığımı bilemezsin.”
Başını hafifçe eğdi. Sanki içimde sakladığım o eski yaralara uzaktan dokunmaya hazırlanıyordu.
“Doğru,” dedi.
“Ama merak ediyorum. Ve bu seni korkutuyor.”
Birden, içimde bir düğüm çözüldü.
Ama hâlâ direniyordum.
“Senin ilgini istemiyorum.”
“İstemiyorsun çünkü” dedi.
“kontrol sende olsun istiyorsun dedi . Boğazım düğümlendi.
İçimde bir şey çatladı.
Kızgınlık, utanç ve... bir parça haklılık.
Ama yüzüm hâlâ duvar gibiydi.
“Yeter artık...” dedim.
“Git buradan. Gerçekten uzak dur benden.”
Ama o... gitmedi.
Hiç gözlerini kaçırmadı.
“Sadece bir soru,” dedi sessizce.
Yutkundum.
“Ne?”
“Eğer o gün hastanede... o öpücüğü ben değil de, sen başlatmış olsaydın…”
Bir duraksama. Gözleri gözlerimdeydi.
“…hâlâ bu kadar öfkeli olur muydun?”
İçimde her şey durdu.
Zaman, düşünce, kalp atışı…
Bir an için nefesim kesildi.
Cevap veremedim.
Çünkü o ihtimali hiç düşünmemiştim.
Ya da… düşünmek istememiştim.
Ve belki de bu, Halil İbrahim’in bugüne kadar söylediği en doğru cümleydi.
Ona bakarken içimde uğuldayan duyguların hiçbirini belli etmemeye çalıştım. Gözlerinin içine, buz gibi bir ifadeyle kilitlendim. Ve kelimelerimi dikkatle seçmeden, onun kalbine saplanacağını bile bile söyledim:
“Bence sen benden uzak dur, Halil. Çünkü benim kriterlerimi karşılamıyorsun.”
Gözlerinde bir kıpırtı oldu ama ses etmedi. O yüzden devam ettim. Kırmak için. Kendimi korumak için.
“Ekonomik durumun ortada... Bir okulu bile bitirememişsin. Ben senin elini tutup insanların içine çıkamam. Benim bir duruşum var.”
Boğazımda düğümlenen o suçluluk hissini yuttum. Oysa her kelimem... kendime değil, ona saldırıydı.
“Git ve bu numaralarını başka kadınlarda dene. Senin kendine ait bir hayatın bile yok. Gün boyu patronunun arkasında bir gölge gibi dolaşıyorsun. Kim senin gibi biriyle olur ki?”
“Benim hedeflerim var. Hayatımda olacak kişi, benim gibi biri olmalı. Yönü olmalı. Geleceği olmalı. Pis işlere bulaşmamış biri.”
Bunu söylediğim anda gözlerinin karardığını gördüm. Ela gözleri, sisli bir fırtınanın içinden bakıyor gibiydi artık. Kaşlarının arası çatıldı, çenesini sıktı. Parmak eklemleri gerildi, sesi hâlâ çıkmıyordu ama çığlık gibiydi o suskunluk.
Tam o sırada uzaktan Şule’nin sesi geldi:
“Özlem! Hadi gidiyoruz!”
Bir anlık sessizlikte, içim kanarken dışım hâlâ taş gibiydi. Çantamı omzuma taktım, yüzüme sahte bir soğukkanlılık giydirdim. Yürümeye başladım.
Ama daha iki adım atamamıştım ki, kolumdan biri tuttu. Sarsmadı, incitmedi ama... tutuşunda bir tür kararlılık, öfke ve hayal kırıklığı vardı. Halil İbrahim.
“Sana bir şey diyeyim mi?” dedi.
Sesi, buğulu cam gibi, kırılmıştı ama içindeki öfke derin ve soğuktu.
“Gözleri hep yükseklerde olan kadınlar... benim de kriterlerime girmiyor. Dikkatimi çekmiyor.”
Gözleri gözlerimdeydi. Ses tonu sakindi ama her kelimesi bir bıçak gibiydi. Devam etti:
“Bu kafayla hayatta başarılı olursun belki.
Bir yutkunma. Bir duraksama.
“Ve dur, tahmin edeyim...” dedi, başını hafif eğerek.
“Kesin travmalı bir kadınsın. Öpüştüğün hangi erkek seni darmadağın etti de... bunun acısını şimdi benden çıkarıyorsun?”
Gözlerim büyüdü. Kalbim göğsümde çırpınmaya başladı. Ama bedenim yine kıpırdamadı.
Donmuştum.
Yüzüme bakıp sertçe devam etti:
“Ben sana acıyorum sadece.”
Daha fazlasını söylemedi. Söylemesine de gerek yoktu.
Uzaklaştı.
Omuzları gergindi. Yürürken sanki arkasında bir öfke kasırgası bırakmıştı. Ama bir şey daha bırakmıştı: içimde yankılanan bir boşluk.
Kalakaldım.
Bir adım bile atamadım. Tek yaptığım, gözlerimi onun sırtına sabitlemekti. Gitmesini izledim. Ve ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, söyledikleri içimde yankılandı durdu.
Tam o sırada Şule koluma girdi.
Yumuşak bir sesle sordu:
“İyi misin?”
Yutkundum. Kalbim boğazıma tırmanıyordu.
“Harikayım,” dedim.
Ama değildim.
Çünkü... içimde Halil İbrahim’e söylemek istediğim o kadar çok şey vardı ki.
Ama söyleyememiştim.
Gururum boğazıma düğüm olmuştu.
Ve onun gözlerindeki kırgınlık... beni benden almıştı.
Şule’ye hiçbir şey söylemeden yürümeye devam ettim. Ayak seslerimiz kaldırımda yankılanıyordu ama içimdeki ses ondan daha gürültülüydü.
“Ben sana uzak dur demesem, sen kalır mıydın?”
Ben kalmazdım.
Kalmak isterdim belki. Ama korkardım. Çünkü ben hep kaçtım.
Erkeklerden. Temastan. Yakınlıktan.
Ve o kaçışın en net, en kırık sebebi… babamdı.
“Seninle yakın olamam… Çünkü erkeklerden korkuyordum. Babam yüzünden… Tüm erkeklerden, ölesiye korkuyordum.”
Bu cümleyi Halil İbrahim’e asla kuramamıştım. Ama kafamın içinde defalarca söyledim.
Ben hiç “sevgi” görmedim.
Babam...
Birini sevmek yerine sahip olmaya çalışan bir adamdı.
Ses tonu yüksek, elleri daha da .... Ben daha sekiz yaşındayken, çatalı yanlış tuttuğum için tokat yemiştim. On iki yaşımda saçımı kulak hizasında kestirdiğimde, üç gün boyunca konuşmamıştı benimle. Ve sonra, sadece üç cümle kurmuştu:
“Kadın dediğin kocasının dediğini yapar. Bu gidişle seni kimse almaz.”
O “alınacak bir şey”dim onun için.
Bir varlık. Bir obje.
Ve yirmi iki yaşımda , beni bir tanıdığının oğluyla evlendirmek istedi.
O adam...
Beni ilk gördüğünde bakışları midemi bulandırmıştı. Elini sıkmak istememiştim ama babamın gözlerini görünce... zorla uzatmıştım elimi.
Ben kendi düğünümden kaçtım.
Üstelik beyaz gelinlik giyemeden.
Kardelen olmasaydı...
O gece sabaha kadar pencereden kaçış planı yapmamış olsaydım...
Belki şimdi bir çocuk annesiydim.
Ve tıpkı annem gibi pencereden dışarıya hayranlıkla bakan bir kadındım. Beni bir prens kurtarmadı ...bir erkek değil kardelen kurtardı
Annem…
O kadın yıllarca sessiz kaldı. Sustu.
Bazen gizlice onu dışarı çıkarırdım “Haydi Özlem, yürüyelim,” derdi.
Pazar sabahları gizlice sokağa çıkardık.
İki sokak ötede duran fırının önünde durur, insanların kahkaha atan hallerine hayran hayran bakardı.
“Dışarısı çok renkliymiş, değil mi kızım?”
derdi bir keresinde.
Ve ben, sadece “evet” diyebilmiştim.
Beni bir erkeğe “emanet etmek” istediği her an, sanki bir kâbusu yaşattı bana.
Sadece bir tişört giydiğimde bile, sırtıma aldığım darbeleri hatırlıyorum.
Saçlarımı azıcık kestiğimde duyduğum hakaretleri…
O yüzden…
Evet, ben ilişki istemedim.
Kadınlar beyaz gelinlik hayalleri kurarken ben gri taytımı giyip yalnız kalmayı hayal ettim.
Çünkü ancak öyleydim özgür.
Ancak yalnızken bana dokunulmuyordu.
Ancak yalnızken kararları ben verebiliyordum.
Halil İbrahim’i gördüğümde ilk hissettiğim şey neydi biliyor musun?
Tehlike.
Soğuk.
Karanlık.
Ama sonra…
Baktıkça bir parça… bir şey… başka türlüydü.
Sanki onda bir "beni anlar" ihtimali vardı.
Ve ben o ihtimali... hem istedim, hem de ondan kaçtım.
Mekândan çıktık. Hava serindi ama serinlik, içimdeki dağınıklığı bastıramıyordu. Sessizdim. Ayak seslerimiz kaldırımda tok tok yankılanıyordu. Yanımdaki Şule, baştan beri beni dikkatle izliyordu ama bir şey demiyordu. Sessizliği, sanki zihnimdeki uğultuya saygı gösteriyordu. Ta ki… artık dayanamayana kadar.
Tam yolun ortasında durdu. Dönüp bana baktı. Gözlerinde bildik bir ifade: endişe ve sezgi.
“Özlem…” dedi, sesi hem meraklı hem temkinliydi. “O kimdi? Ve sen neden dağıldın?”
Başımı çevirdim. Göz göze gelmemek için karanlığa baktım. “Şule, lütfen…” dedim, sesim yorgun, bitkindi. “Bu gece analiz yapma. Sadece eve gitmek istiyorum.”
Ama tabii ki bu, Şule’yi durdurmazdı. O, duvarları delen biriydi. Yanımda yürümeye devam ederken başını bana çevirdi.
“Bak, bir şey söyleyeceğim ama alınma,” dedi. “Sen bu adamdan etkilenmişsin.”
Adımlarım kesildi. Omuzlarım gerildi. “Ne?!” dedim, neredeyse bağırır gibi. “Ne alâkası var!?”
Şule durdu, bana baktı. Gözlerinde suçlayıcı değil, sadece çıplak bir gerçek vardı.
“Özlem, ben seni tanıyorum. İnsanları nasıl savuşturduğunu, duvarlarını nasıl ördüğünü... biliyorum. Ama az önce… duvar değil de cam gibiydin. Kırılgandın.”
Bir an gözlerimi kapatıp başımı geriye attım. Gökyüzüne baktım. Sanki yıldızlar bile bana sırtını dönmüştü bu gece.
“Yapma Şule... Lütfen. Psikolog moduna geçme şimdi. Ben... sadece kafamı toparlamaya çalışıyorum. O adam... karmaşık. Ve beni sinir ediyor. Çok fena sinir ediyor.”
“Ve sinir eden şeyler seni etkiliyor,” dedi, omzunu silkerken o meşhur Şule gülümsemesiyle.
“Elini indir Şule!” dedim parmağını sallarken. “Hiç de öyle bir şey yok! Etkilendiğim falan yok. Aksine, şu an tek istediğim şey buz gibi bir su ve bu geceyi unutmamı sağlayacak bir beyin reseti!”
Şule başını iki yana salladı ama o gülümseme... hâlâ oradaydı.
“Peki tamam,” dedi. “Bu gece susuyorum. Ama yarın sabah kahvaltıda anlatmazsan, seni bizzat zorla konuştururum. Beni tanıyorsun.”
Onunla dalga geçermiş gibi gözlerimi devirdim. “Tehdit mi bu?”
“Tehdit değil, dost tavsiyesi,” dedi göz kırparak.
Ama benim zihnim... benim kalbim... çoktan başka bir savaşın ortasındaydı. Ve Şule’ye anlatamadığım şey şuydu:
Halil İbrahim beni gördü.
Benim sustuklarımı… ben bile kendime söyleyemezken,
Ve bu yüzden korkuyordum.
Ve orada gördüğü şeyi yargılamadı.
Sadece orada olduğunu fark etti. Varlığını kabullendi.
Bu... alışkın olmadığım bir şeydi. Tehlikeliydi. Çünkü birinin görmesi, savunmasızlık demekti.
Ben, savunmasızlığa alışık değildim.
Ben kendime kızgındım.
Görülmeye bu kadar aç olduğum için.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Eve geldiğimde, Kardelen’in odasından kahkahaları yükseliyordu. Kapısı aralıktı.
Ama ben... içeri giremedim.
Kapı eşiğinde öylece durdum.
Kardelen, yerde diz çöküp renkli kartonları kesiyordu.
ellerine dikkatlice yön veriyor, çocuklar için hazırladığı etkinliğe sanki dünya dışı bir özenle odaklanmıştı. Yan tarafta Mihri, Sütlaç’la oyun oynuyordu. Gülüşleri, sanki evin duvarlarını ısıtıyordu.
Bir anlığına… her şey normalmiş gibi hissettim.
Ama sadece bir an.
Boğazımda bir şey düğümlendi.
Gidip her şeyi anlatmak istiyordum Kardelen’e.
Ama...
Utanıyordum.
Oysa ben utanmazdım. Hiç utanmazdım. Yıllarca dik durmaya, düşsem de gözyaşımı içeride tutmaya alışmıştım. Ama bu gece… kalbim çıplak gibiydi.
Kendi odamın sessizliğine kaçtım.
Elimde bir bardak... içinde buzlu su. Soğukluğunu avuçlarımda hissedebiliyordum. Belki de bu soğuk, içimdeki yangını bastırır diye düşündüm. Ama yetmedi.
O anları tekrar tekrar yaşıyordum.
“Aptal herif,” dedim fısıltıyla.
Beni savunmasız yakalamıştı.
O hastane koridorunda...
Ansızın dudakları üzerimdeydi.
Ben... ben karşılık vermemiştim.
Ama geri de çekilmemiştim.
Bu beni deli ediyordu.
Normalde kaçardım. Normalde... titrerdim.
Bir temas, benim için hep tehditti.
Ama o gün...
Korkmamıştım.
İşte bu beni en çok altüst eden şeydi.
O adam — ukala, kaba, ne halt ettiğini bilmeyen biri — bana dokunmuştu.
Ve ben... iğrenmemiştim.
Tokadı sadece onun yüzüne değil, kendime de atmıştım aslında.
Bu bana göre değildi.
Ben böyle biri değildim.
Duvara yaslandım. Derin bir nefes aldım. Bardağı dudaklarıma götürüp soğuk sudan bir yudum içtim. Sanki içimdeki duvarlar çatırdıyordu.
Halil İbrahim beni gördü.
O an… gözlerimin ta içine bakarken...
Beni sadece görmemişti, anlamıştı da.
Bu çok daha tehlikeliydi.
Çünkü biri sizi görürse kaçabilirsiniz.
Ama biri sizi anlarsa, saklanacak hiçbir yeriniz kalmaz.
Pijamalarımı giyip yatağın kenarına oturdum.
Ellerim titriyordu.
Ama buna rağmen… içimdeki o saçma dürtüye karşı koyamadım.
Telefonu elime aldım.
“Halil İbrahim.”
Arama çubuğuna adını yazarken parmaklarım istemsizce hızlandı.
Hâlâ sinirliydim.
Çok sinirliydim.
Ama o öpücüğü...
O cümlelerini...
O “Etkilendin benden,” bakışını…
aklımdan atamıyordum.
Benden özür dilemeliydi.
Beni böyle açıkta yakaladığı için.
Kalbimin en zayıf yerine dokunduğu için.
Ve sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi arkasını dönüp gittiği için.
Profiline girdim.
Fotoğraflarına baktım.
Yüzü... gözleri... sanki hâlâ bana bir şey söylüyordu.
“Ben seni biliyorum.”
Ekranı kapattım.
Yastığa başımı koydum.
Ama gözlerim açık kaldı.
Çünkü ne kadar inkâr etsem de,
bu gece, o adamı düşünerek uyuyacaktım.Sinirle tekar kalktım
Şu an Halil İbrahim’in halasının Facebook sayfasına bakıyordum.
Evet, oradaydım. Gecenin bir yarısı, pijamalarım üstümde, elimde kahve, ekranı tıpkı bir dedektif gibi tarıyordum.
Sebep mi?
Çünkü... sinirliydim.
Hayır, hayır. Sinirli değil, haklıydım.
Bu ukala, burnu havada Maraşlı öküzü mutlaka bir yerden vurmalıydım.
Haddini bilmeliydi.
Ve o zayıf noktasını bulmak... artık kişisel bir meseleydi.
“Hadi bakalım, Halil Efendi... sen kimsin?”
Profilden başladım.
Babası: inşaat şirketi sahibi.
Annesi: ev hanımı.
Halası: hemşire, boşanmış.
Not defterime yazdım.
Amcası: hapiste.
Teyze: annesiyle küs.
Dede... aman Allah’ım. Keşke görmeseydim.
Facebook’ta, sahte kadın profillerinin altına yorumlar yazıyor. O yaşlı bunak, resmen torunu yaşındaki kızlara yürüyordu.
İçim bulandı.
Teyzesi... fazla saldırgan.
Paylaşımlarında passif agresif bir enerji vardı, her an birini bıçaklayabilir gibi.
Güzel, tam Müge Anlı’lık aile!
Taşlar yerine oturuyordu yavaş yavaş.
Ama yetmezdi.
Daha derine inmeliydim.
Adamın zaafı ne olabilirdi?
Ve işte… sünnet fotoğrafı!
Yüzümde bir sırıtma yayıldı.
“Küçükken de çirkinsin be Halil,” dedim fısıltıyla.
… Kız kardeşi!
Hemen Instagram’a yazdım ismini.
Ve buldum.
Profil gizliydi ama sorun değildi. Sahte hesaptan istek attım.
Beklemedeydim.
Kendime yeni bir kahve koyup yatağa uzandım.
Zengin, yaşlı adamların bana yürümeye çalıştığı saçma DM’lere bakıp sinirimi ikiye katladım.
Derken...
BİLDİRİM GELDİ.
Kabul etmişti.
“Hadi güzelim, ne saklıyorsun bakalım?”
Profiline daldım.
On beş yaşında ya var ya yok. Masum bakışlar, saçlarına kelebek tokalar...
Ve evet!
Halil İbrahim’e ait bir fotoğraf. Yanından çekilmiş, çok net değil ama yine de bir veri.
Ama tatmin etmedi.
. Yüz ifadesini, duruşunu, o “ben ukalayım” tavrını gösterecek bir şey.
Kızın takip ettiklerine girdim.
Liste uzun. Taranacak çok şey vardı ama ben sabırlıydım.
Ve en sonunda bir profile tıkladım.
Bir kadın.
En son paylaşımı üç yıl öncesine ait.
Profil boş gibiydi. Çiçek, böcek, manzara...
Ama içimde kötü bir his bıraktı.
Bir şey... eksikti ama tanıdık bir şey.
O sırada, elim otomatik olarak arama motoruna “Halil İbrahim Erdem” yazdı.
Profil açık.
AÇIK.
Neden açık bırakır bir insan profilini?
Gurur mu bu? Umursamazlık mı?
Takip ettiklerine baktım.
Çoğu erkekti.
Akrabaları yok.
Kız kardeşi bile yok.
Ne saklıyorsun Halil İbrahim?
Ve tam o anda...
HİKÂYE ATMIŞTI.
Kalbim hızlandı.
Sahte hesaptan izledim.
Mekân… loş ışıklar…
Şampanya.
Ve… bir kadın.
Saniyelik bir görüntü ama gözümden kaçmadı. Uzun saçlar, açık omuzlar…
Yine o karizma bakış.
Gözüm seğirdi.
Pislik!
Mekânın hesabına girdim.
Günün paylaşımı… evet!
Kadın o!
10K takipçisi var.
Instagram influencer’ı mı bu?!
Sakin ol Özlem… Bir şey yok. Bir şey...
YOK!
Ama içimde bir şey kırılmıştı.
“Bu kadın da kim?! Ne ilişkisi var seninle Halil İbrahim? Neyin nesi bu?!”
Telefonu yastığa fırlattım.
Kalbim gümbür gümbür atıyordu.
Ve kendime kızıyordum.
Bu kadarını yapacak hale nasıl gelmiştim?
Çünkü… sinirlenmiştim.
Kıskanmıştım.
Ve belki de — Allah korusun —
gerçekten ETKİLENMİŞTİM.
Tam ekrana kilitlenmiş, sinirden elim ayağım titrerken...
O an sanki dünya durmuştu. Nefesim düzensiz, zihnim bulanıktı. İçimde Halil İbrahim’e karşı karmaşık bir yangın yanıyor, ama elimde sadece sahte bir hesap, boş bir kahve fincanı ve paramparça bir gurur vardı.
Derken kapı gıcırdayarak açıldı.
Minik, paytak adımlarla Mihri içeri süzüldü. Saçlarının bir kısmı kurdeleyle bağlanmış ama ucu açılmış, gözlerinde çocuklara özgü o alaycı bilmişlik vardı.
Burnunu çeke çeke yanıma geldi.
“Ne oldu kız?” dedim, ekrandan gözümü ayırmadan.
“Özlem abla…” dedi, dudaklarını bükerek.
“Efendim?”
“Bana çikolata al. Kardelen almıyor, zararlı diyor.”
Gözlerimi devirdim. “Çünkü zararlı, olmaz.”
Ama Mihri... gözlerini kocaman açtı. Baktı. Öyle bakıyor ki, insan en derin sırlarını bile itiraf etmek istiyor.
“Ne olur Özlem abla… Canım çok çekti.”
Yenildim. Her zamanki gibi.
“Gel bakalım buraya, seni minik fırsatçı.”
Onu kucağıma aldım, yanaklarını sıktım. Sonra masamın çekmecesini açıp çok gizli çikolata zulamdan bir tanesini çıkardım ve eline verdim.
Mihri heyecanla paketi açarken ben tekrar ekranıma döndüm. Ama bir şey garipti…
Onun gözleri de ekrana kilitlenmişti.
Parmağını kaldırdı, Halil İbrahim’in profil fotoğrafını gösterdi.
“Bu bizi kurtardı kötü adamlardan.”
Kafamı çevirdim. “Öyle mi?”
Mihri başını salladı. “Hı hı. Sonra bizi bir eve götürdüler. Ben ağlayınca bana masal anlattı.”
Masal mı anlattı?
Yüzümde bir gölge belirdi. Bu adam... bir çocuğa masal mı anlatmıştı? Halil İbrahim mi?
İçimde bir şey çatladı. Bilmiyorum... belki merak, belki özlem, belki de hiç tanımadığım bir sızlanma.
O sırada Mihri, gözlerini kısıp beni süzdü.
“Özlem abla... istersen konuşurum.”
“Ne konuşacaksın?”
“Sen ona âşık mı oldun?”
O an nefesim boğazıma takıldı.
“Bacaksız seni! Yok öyle bir şey!”
“Ama fotoğrafına bakıyorsun! Annem de babamın fotoğraflarına bakıyordu…”
Yüzümü buruşturdum. “Mihri, güzelim, yok öyle bir şey tamam mı? Bak, eğer unutursan sana bir çikolata daha veririm.”
“Hayır, bir sürü çikolata istiyorum!”
İç geçirdim. Çekmeceyi yeniden açtım.
Mihri, açgözlü gözlerle içeri baktı.
“Al bakalım.”
“Hayııır, bu çok az! İstemiyorum. Gidip Halil’den isteyeceğim. Sonra da diyeceğim ki: ‘Halil, Özlem seni çoooook seviyor!’”
“Şeytan seni, Mihri!”
Bir paket daha verdim. Kardelen bu satırları duysa beni çikolatayla boğardı.
Ama Mihri durmadı.
“Hayııır, çok az! Halil bana daha fazla alır!”
“Kız, sus! Halil değil, ‘Halil amca’ de ona!”
“Sana ne! Ben onu arayacağım. ‘Beni arayabilirsin’ dedi ya! Diyeyim ki: ‘Özlem abla senin fotoğraflarını çok seviyor, bana bir fotoğrafını yollar mısın?’”
Bu cümleyle dizlerimden bir güç çekildi sanki.
Sonunda pes ettim.
Çekmecedeki tüm stoğu önüne koydum.
Dört paket çikolatayı kucağına alırken sırıttı. Küçük dişleriyle paketi açarken hâlâ mırıldanıyordu:
“Ama kuru kuru çikolata gitmiyor. Kardelen hep ‘sütle ye’ diyor.”
Başımı ellerimin arasına aldım.
“Tamam! Bekle burada. Süt de getiriyorum... Ama Halil’e tek kelime edersen—”
“Bir çikolata daha isterim.”
Bu çocuk pazarlık masasında doğmuş olmalıydı.
Mutfağa gittim. Bir bardak süt doldururken içimden “derin nefes, derin nefes” diye mırıldanıyordum.
Ama yok.
odaya döndüğümde gördüğüm manzara beni resmen voltaj hattına bağladı.
Mihri, dizlerimin dibinde olması gereken Mihri, bilgisayarıma yapışmıştı.
Ufacık elleri fareyi tıklayıp duruyordu, sanki FBI ajanı.
“Hemen bilgisayardan uzaklaş, dedektif fare!” dedim hızla yaklaşıp.
Hiç istifini bozmadı. O küçücük poposunu kucağıma yerleştirdi ve ekrana birlikte bakmaya başladık.
Ben ona süt bardağını uzattım. O ise hâlâ ekranı gözlüyordu.
“Teşekkürler Özlem abla,” dedi ciddi ciddi. “Seni biraz sevmeye başladım.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Çok sağ ol cadı, çok duygulandım.” dedim kuru bir tebessümle.
“Özlem abla ben cadı değilim!” dedi ciddiyetle. “Ve sana yardım edebilirim.”
O an istemsizce başımı eğdim. Sanki büyük bir sır açıklayacak birine kulak verir gibi.
“Nasıl yardım edecekmiş küçük Sherlock?”
Bardağından bir yudum aldı. Ardından sesi alçaldı, kelimeler neredeyse fısıltıydı:
“Halil bana dedi ki…”
“Amca de, kızım. Halil amca.” dedim hemen, otomatik refleksle.
Ama Mihri burun kıvırdı.
“Hayır, o benim arkadaşım. Onunla evleneceğim ben!”
Bir saniye…
Nefesim boğazıma takıldı.
Bardağı elimden düşürmediysem iyi. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı.
“Sen… ne diyorsun ya?!”
“Çok yakışıklı. Bir de bana süt aldı, şeker verdi. Gülünce yanakları kırışıyor. Ben karar verdim.”
İçimden bir “Allah’ım sabır ver” duası geçti.
Bir yandan gülmemek için dudaklarımı ısırıyor, bir yandan da bu kızın nereden geldiğini sorguluyordum.
“Hayır, evlenmiyorsun!” dedim kararlı bir tonda.
“Evet, evleneceğim!” dedi daha da kararlı bir tonda.
Ses tonu değişmişti, içinde bir tehdit vardı sanki.
“Bana bak bacaksız, olmaz.”
“Olur ki!”
“Olmaz ki!” dedim, iyice suratına yaklaşıp gözlerinin içine bakarak.
Mihri’nin minik dudakları büzüldü.
“O benim!” dedi öfkeyle.
Göz göze geldik.
Ben... yirmi beş yaşında, yetişkin, diplomalı, işinde iyi, sağlam duruşlu bir kadındım.
Ve şu an bir çocukla Halil İbrahim için kavga ediyordum.
İşte hayatımın özeti buydu.
Ama sonra...
Bir anda sustum.
Çünkü fark ettim: Mihri bu adamı seviyordu.
Ve Halil İbrahim de Mihri’ye güven vermişti.
Bu beni sarsmıştı.
.
Halil İbrahim’in Mihri’ye bu kadar hızlı güven verebilmesi... tuhaf şekilde içime işledi.
Ben bile hâlâ kendime güvenmezken.
“Bu kız kime çekmiş ya?” dedim içimden.
Kesin annesine! Kardelen böyle değildi. O daha... saf. Dümdüz.
Ama Mihri? Mihri cindi.
Sonunda çikolatayla susturabildim.
Dört paket. Dört.
Beni resmen soydu.
resmen hüngür hüngür ağlayacağım.
- Gerçi Kardelen kızıyordu çikolata yersem zararlıymış ilerde anne olmak gibi bir planım varsa hazır gıdalar kadınlar için kötüymüş umrumda değildi çocuk istemiyordum zaten
Mihri’nin başı bir süre sonra omzuma düşmeye başladı.Küçücük bedeni, kucağımda uykunun derinliğine gömülürken, yüzü tam bir melek gibi olmuştu. Sanki az önce Halil İbrahim’le evlilik planları yapan o inatçı cadı değilmiş gibi.
Usulca doğruldum. Onu kollarıma aldım, başını göğsüme yasladı. Hafifçe nefes alıyordu. Sessiz adımlarla koridora çıktım. bu kız bende hem sabrı hem merhameti aynı anda sınayan bir mucize gibiydi.
Yatak odasına girdim, dikkatlice bıraktım. Üzerini örttüm. Küçük ayaklarını yorganın altına sıkıştırırken gözüm ona takıldı. Uykusunda gülümsüyordu.
“Senin Halil’le işin bitti,” diye fısıldadım usulca. “Ama belki... belki benim daha yeni başlıyor.”
Kapıyı sessizce kapattım ve hafif aralığı açık olan diğer odaya yöneldim. Kardelen’in odası. Kapının aralığından loş bir ışık sızıyordu. Tereddüt etmeden içeri girdim.
Kardelen pencerenin önünde, dizlerini karnına çekmiş, battaniyeye sarınmış oturuyordu. Gözleri uzaklara dalmıştı. Saçları dağınıktı, yorgun ama huzurlu görünüyordu. Onu bu kadar sessiz ve sakin nadiren görürdüm.
"Uyumadın mı hâlâ?" dedim sessizce.
Başını çevirdi.
"Uyumaya çalıştım ama... Gülümsedi ama gözlerinin içi buğuluydu.
Yanına oturdum. Dizimi çekip battaniyenin altına girdim, başımı yana eğdim.
“ sana uzun zamandır sormak istiyordum...” dedim yavaşça.
“Sen… Korkut’a nasıl âşık olduğunu anladın?”
Kardelen bir an durdu. Gözleri camın dışındaki karanlığa kaydı. Derin bir nefes aldı.
“Bilmiyorum Özlem…”
Gerçekten bilmiyorum. Her şey o kadar karışıktı ki. İlk başta sadece şunu düşündüm: Benim gibi biri onun yanında ne arıyor? Onun gibi biriyle ne alakam olabilir? Ama sonra...
Bana bir kere baktı.
Ve o an… içimdeki bütün sesler sustu. Sanki hayat bir anlığına durdu da sadece o bakış kaldı geriye. Öyle bir huzur yayıldı ki içime, sanki yıllardır aradığım ama adını bile koyamadığım bir güven duygusu çöktü üstüme.
Onunlayken kendimi güvende hissediyorum. Sanki ne olursa olsun, ne kadar hata yaparsam yapayım, neye dönüşürsem dönüşeyim… o hep yanımda olacakmış gibi. Koşulsuz bir kabul var orada, sorgusuz, beklentisiz. Belki de en çok bu şaşırtıyor beni.
Ve konuşuyoruz… tartışıyoruz da. . İkimizin de karakteri güçlü, inatçıyız da… Ama garip bir şekilde, birlikte iyi oluyoruz. Eskiden aşık olacağım kişinin bana benzemesi gerektiğini sanırdım. Aynı şeylerden hoşlanmalıydık, aynı düşünmeliydik, aynı dili konuşmalıydık sanki…
Ama şimdi, onunla her şey farklı. Bu "farklılık" beni korkutmuyor, tam aksine içine çekiyor.
Nasıl yapıyor bilmiyorum ama... her hareketimi önemsiyor. Gözlerinde hep bir dikkat, bir şefkat var.
Bazen bir bakışıyla sustuğum şeyleri anlıyor.
Sonumuz ne olur bilmiyorum Özlem. Belki bir gün yollarımız ayrılır, belki sonsuza dek kalırız birlikte… Ama şunu biliyorum: Onunla geçirdiğim her an, içimde iz bırakıyor. Silinmeyecek türden,
Ve evet, onu sevdiğim için…
Asla pişman olmayacağım.
Bir süre sessizlik oldu.. Ardından Kardelen başını omzuma yasladı.
“İyi misin?” diye fısıldadım.
“Hıhı…” dedi. Ama sesi dalgındı. O ‘hıhı’nın içinde bir şey vardı .
“Peki… Korkut’la nasıl gidiyor?” dedim biraz daha yaklaşarak.
“Korkut işte…” dedi. “Her zamanki gibi.”
Ama bu kez sesindeki kırıklık apaçık belliydi.
“Kardelen,” dedim yavaşça. “Senin bir derdin var. O odun kesin senin kalbini kırdı, değil mi?”
Kardelen iç geçirdi.
“Özlem, ben… yorgunum .Sanrım kalbini kırmış olabilirim her şey güzelken ... ama sanırım fazla düşünüyorum ama telafi edeceğim sanırım o da yorgun dedi kardelen
Sarılıp başını göğsüme çektim. Tıpkı eskisi gibi.
“Özlem,” dedi fısıltıyla. “Ruhum iyi değil… Sanki… sanki nefes alamıyorum bazen.”
“Neden peki?” dedim. Sesim titremesin diye uğraşarak.
“Bilmiyorum. Kalbim sıkışıyor. İçimde bir huzursuzluk. Sanki bir şey olacakmış gibi. Ama o şey olmuyor . ”
“Peki bu… bu hisler en çok ne zaman oluyor?”
Bir süre sustu. Sanki kendine bile itiraf etmekten çekiniyordu. Sonra kelimeler döküldü:
“Korkut’un yanından ayrıldığımda…”
“E peki?” dedim, kaşlarımı kaldırarak. “Neden ayrılıyorsun ki o zaman? Kal yanında, bitsin bu iç sıkıntısı!”
“Mihri…” dedi sadece. “Onu yalnız bırakamam.”
“Of Kardelen!” dedim ellerimi iki yana açarak. “Delirteceksin beni! Birlikte yaşayın işte!”
Gülümsedi
“Yapabilir miyiz sence?”
“Yapabilirsiniz!” dedim. “Daha önce yaptınız zaten.”
“Evet ama… Korkut bu durum hakkında hiç konuşmadı. Belki de istemiyordur…”
“O adam seni gözleriyle soyuyor!” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Ne istememesi?”
“Yani…” dedi utangaç bir sesle. “Ben, Korkut ve Mihri… Tekrar üçümüz…”
“Evet Kardelen. Üçünüz ve minnoş çekirdekcik aileniz.”
“Özlem, dalga geçme…”
“Geçmiyorum!” dedim elimi kalbime koyarak. “Hem ayrıca siz… yani… dün gece… hani… biraz anlatsan?”
Kardelen kıpkırmızı oldu. Ellerini yüzüne kapattı.
“Hadi ama,” dedim hafifçe dürterek. “Yani… sen ve o…”
“Hayır hayır Özlem! Öyle değil!” dedi hemen, mahcubiyetle. “Sadece…”
“Evet?”
“Sevdi beni,” dedi Kardelen fısıltıyla.
Bir anda bir kahkaha patlattım.
“Allah’ım! Beni öldüreceksin sen!” dedim, yerimde kıpırdanarak. “Gerçekten… Kardelen! Bu nasıl bir gelişme ya!”
Kardelen yüzünü yastığa gömdü. Kulaklarına kadar kızarmıştı.
“Seni güzel sevmiş anlaşılan,” dedim göz kırparak.
“Çoook…” dedi. Gözlerinde ışık vardı.
“Özlem…” dedi utana sıkıla. “Ben biraz… şey… çekiniyorum hâlâ.”
Kaşlarımı kaldırdım. Gözlerim fal taşı gibi açıldı.
“Çekiniyor musun?”
Başını hafifçe salladı.
“Yani… dün gece evde onun yanına gittiğimde … biraz köşe kapmaca oynadık diyelim.”
“Ne?” dedim kahkahayı bastırmaya çalışarak. “Evde… köşe kapmaca mı?”
“Evet,” dedi. “Sürekli bana bakıyordu. Sessizce, derin derin… O kadar gerildim ki! Ne zaman yanıma gelse, başka odaya kaçtım.”
“Allah aşkına, neden kaçıyorsun?”
“İşte… şey… olur da bir şey yapar diye!”
“Oy oy oy… Neler dönmüş evde?” dedim gülerek. “kesin adama belgesel izlettin değil mi
Kardelen gözlerini devirdi.
“ belgesel açtı… ama o bakışları… Özlem, öyle böyle değildi. parmaklarını saçlarımda gezdiriyor… Derin derin nefes alıyor. Gözleri… anlatamam. Kalbim güm güm. Ve ben… ben bir anda kalkıp mutfağa kaçıyordum .”
“Of…” dedim ellerimi başıma koyarak. “Yanlış anlamadıysam… sen Korkut’la evde baş başa belgesel izledin, sonra seni ‘şey etmesin’ diye ondan kaçtın. Bu mu?”
Başını utançla salladı.
“Canım Kardelen…” dedim, ellerini tuttum. “Senin şu hâlini görünce Korkut’un sabrına helal olsun demek istiyorum. Ama bak, açık konuşalım… adam da sonuçta etten kemikten! Sana böyle bakıyorsa, hissettiklerinin karşılığı var. Sen de istiyorsun.”
“Özlem!” dedi gözleri büyüyerek. “Lütfen, öyle… şey etme…”
“Ne, adını mı söylemeyeyim? Sevişmek mi diyeyim? Fiziksel yakınlık mı? Kardelen… Doğal bir şey bu. Üstelik sevdiğin adamla yaşıyorsan, arada o gerilim olacak. Olmalı!”
Terzi kendi söküğünü dikemiyordu keşke bende verdiğim tavsiyeleri uygulayabilsem
Bir an sustu. Sonra utana utana gülümsedi.
“Biliyor musun… hiç böyle hissetmemiştim. Eskiden… bu konularda korkardım, çekinirdim. Ama onun yanındayken… sanki, bana zarar vermeyeceğini biliyorum. Sadece… kontrolü kaybederim diye korkuyorum.”
“O adam seni seviyor, sen de onu. Daha neyi bekliyorsun?”
“Ben… hazır değilim belki de.”
“Hayır,” dedim gülerek. “Sen gayet hazırsın. Sadece… kendine hâlâ izin vermiyorsun. Ama vereceksin. Ben seni tanıyorsam… o bakışlara fazla dayanamazsın.”
“Özlem, bak hâlâ yüzüm yanıyor.” dedi yorganı burnuna kadar çekerek.
Ben kahkahayı bastım, yastığa vurup ayağa kalktım.
“Yarın sabah Korkut’un kapısını çalıp ‘beni teyze yap’ diyeceğim!”
“Özlem! Edepsiz olma!”
“Değilim ya… sadece gerçeği konuşuyorum. Seni güzel sevmiş kızım. Gözlerinin içi parlıyor! Böyle bakıyorsun, belli!”
Kardelen gülümsedi.
Kardelen yüzünü yastığa gömmüş, artık kulaklarının arkasına kadar kızarmıştı az daha sehpadaki çayı döküyordu
Ben ise kahkahadan gözümden yaş gelirken bir an durdum, nefeslenip sinsice yanaştım.
“Abartmıyorum bebişim! Hatta bir şey daha soracağım…” dedim sinsice gülerek. “Dün gece… Korkut’la baş başa kaldınız seni rahatsız mı etti
“öyle değil …” dedi Kardelen, dudaklarını ısırarak.
“Ve?”
“Ve… saçlarımla oynadı.”
“Ve?” dedim iyice dibine girip
“Ve…” dedi, gözlerini kaçırarak. “Boynumdan öptü bir an.”
“Ne???” dedim yatakta zıplayarak. “Sen burada bana utanıyorum diyorsun, adam senin boynundan öpüyor sen hâlâ ‘belgesel’ diyorsun.
Bir süre sustuk. Sadece gülümsedik. Kardelen gözlerini kapattı.
“Sadece bazen… bunun gerçek olduğuna inanamıyorum.”
“Gerçek bebeğim. Ve ben de şahitlik ediyorum. Sırada düğün, sonra ben çocuk bakmaya gelirim. Altını bile değiştiririm, yeter ki beni teyze yap!”
“Özlem!!” diye tekrar yastık fırlattı bana.
Kardelen hâlâ pencereden dışarı bakıyordu, . O an ona bakarken aklıma parlak bir fikir geldi. Biraz dalga geçmenin kimseye zararı olmazdı. Özellikle Kardelen gibi utanınca kıpkırmızı olan biriyle...
Biraz eğildim, sesimi alçaltarak fısıldadım:
“Kızım… şey diyeceğim ama… ağda yaptın mı son zamanlarda?”
Kardelen’in çayı neredeyse elinden fırlıyordu. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Ne?!” dedi, sesi neredeyse tizleşerek.
“Yani,” dedim ciddiyetle, ellerimi havaya kaldırarak. “Bak, sormazsam çatlarım. Şimdi bu Korkut meselesi belli ki derinleşiyor. Adam seni seviyor, kokluyor, gözleriyle belgeselde pengueni incelermiş gibi bakıyor… Olur da iş ciddiye biner, bir adım ileri gider… altyapının hazır olması lazım. Hani çiçek gibi olmak gerekir ya... mis, pürüzsüz.”
“Özlem!” dedi kısık ama çıldırmakla şaşkınlık arasında sıkışmış bir tonda. “Allah aşkına, bu kadar açık konuşma!”
“Ne var canım bunda?” dedim umursamazca. “Bence bu konuşmalar her kadınla yapılmalı. Hele ki... hani ‘ilk yakın temas’ ihtimali varsa, bakımsız olmak olmaz. Ben sana şimdiden söylüyorum; o an geldiğinde ‘keşke dün ağda yapsaydım’ diye pişman olma.”
Kardelen gözlerini devirdi, sonra elini alnına götürüp kıkırdamaya başladı.
“Sen kesin aklını kaçırdın.”
“Hayır, ben kadınım. Bilinçli kadınım. Planlıyım. Hatta... istersen ben yaparım sana. Sir ağdayı sürerim, sonra çat! terapidir vallahi.”
“Sen bana işkence etmek istiyorsun,” dedi, yastığı eline alarak kendini savunmaya hazır gibi tuttu.
“Yok canım,” dedim. “Ben seni koruyorum. Bak bana güven. O an geldiğinde bir kıl bile fazla gelir. O yüzden şimdiden hazırlıklı olmak şart. Tıpkı ‘bugün iç çamaşırımı bilinçli seçtim’ rahatlığı gibi bir şey bu.”
Kardelen battaniyeye daha da gömüldü. Sadece gözleri görünüyordu artık. Ama ağzı kıvrılmıştı, bastırdığı bir kahkaha kapı aralığından kaçmaya çalışıyor gibiydi.
“Tamam... geçen hafta bacaklara yapmıştım,” dedi utangaçça. “Ama... senin dediğin gibi tam bakım yapmadım.”
“Olmaz. Bu yetmez. Komple bakım şart. Kol altı, bikini bölgesi, bacak... hepsi. Hatta eğer istiyorsan yarın sabah spa günü ilan edelim. Sir ağda, kese, peeling, sonra pamuk gibi çıkarsın ortaya.”
Kardelen yastığı yüzüne bastırdı.
“Özlem, gerçekten şu an senin kafanın içine girmek istiyorum. Nasıl bir düşünce trafiği yaşıyorsun?”
“Organize. Taktiksel. Sonuç odaklı,” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Ve sadece dış bakım değil... iç hazırlık da önemli. O gece geldiğinde bir anda panik olma diye ben seni eğitiyorum. Kardeşlik görevim.”
“Senden tırsıyorum,” dedi kahkaha atarak.
“Yarın sabah başlıyoruz. Süt banyosu yaparsak Kleopatra gibi hissedersin, ona göre,” dedim göz kırparak. “Sonra da iç çamaşırı meselesini konuşacağız. Ama bir ipucu: pamuklu değil!”
“Yeter Özlem!” diye bağırdı Kardelen, yastığı bu kez bana fırlatarak. Gülmekten yanakları al al olmuştu. “Gerçekten cinnetin kıyısında gezdiriyorsun insanı!”
“Beni asıl o gece hatırlayacaksın,” dedim gülerek. “O adam seni dudaklarından öperken ‘mis gibi kokuyorsun’ derse, bana dua edeceksin.
“. öncesinde tırnaklarına da şekil verelim uzun olsunlar . Sevgilinin sırtını çiz dedim
“Özlem!” dedi yeniden ama bu sefer gülerek. “Artık sus! Yemin ederim seni banyoya kilitleyeceğim.”
Kardelen kahkahalarla gülüyordu. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama bu sefer acıdan değil, kıkırdamaktan. Yastığı yüzüne bastırmıştı, sonra yanaklarını elleriyle örttü. Yüzü öyle güzelleşmişti ki… Gülmek ona başka bir ışık veriyordu. Onu ilk tanıdığımda, kederin gölgesiydi Kardelen’in yüzünde gezinen. Ama şimdi… bu gece, ilk kez, gerçekten içten bir şekilde gülüyordu.
Ve ben, o an… sadece izledim.
Ona gülümsedim. Korkut ne kadar soğuk olsa da sanırım gerçekten arkadaşıma iyi geliyordu yüzü farklı güzeleşmişti
“Çok güzelsin,” dedim alçak bir sesle.
Başını çevirdi, utanmış gibiydi.
“Sus ya…”
Ama susmadım. İçimden susmak gelmedi. Kardelen’in iyileştiğini görmek... bana da iyi geliyordu.
Bu kız... ne çok yara aldı. Ne çok şey taşıdı içinde, kimseye göstermeden. Şimdi gözlerinin içinde bir çocuk gibi gülümseyebiliyorsa… bu geceye, bu an’a şükretmeliydim.
Ama…
İçimde bir yer hâlâ huzursuzdu.
Bir diken.
Bir gölge.
Halil İbrahim.
Adını bile içimden geçirince kalbimde tuhaf bir ağırlık oluştu. —hastane koridoru, ani öpücüğü, benliğimi ele geçiren o karışık hisler—hepsi yeniden gözümün önünde belirdi.
Ona tokat atmıştım.
Hak etmişti, evet.
Ama…
Acaba ben… fazla mı sert davranmıştım?
Kaçtım mı? Yoksa korundum mu?
Onu çok mu ittirdim?
İlk kez, “neden bu kadar korktum?” sorusunun içinde gezinmeye başladım.
Çünkü o an… korkmamıştım.
Ve bu beni daha çok korkutmuştu.
Onun gözlerinde... beni gerçekten gören biri vardı.
Gerçek beni.
Yaralı, öfkeli, savunmada, ama hâlâ umutlu olan halimi.
Ve belki... bu yüzden ona kızgındım.
Kardelen başını dizime koymuş, hâlâ gülümsüyordu. O kadar masumdu ki o an. Bir çocuğun annesine sığındığı gibi yaslanmıştı bana.
Onu izlerken, içimden şu cümle döküldü:
“Kimi zaman başkasının iyileşmesi, senin kanayan yerini de onarıyor.”
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Odaya geçtiğimde etraf sessizdi. Kardelen çoktan uyumuştu, Mihri ise melekler gibi horul horul uyuyordu. Bense... beynimin içindeki gürültüyle baş başaydım.
Üzerimi çıkardım, . Tavanı izleyerek birkaç derin nefes aldım. “Bugün biraz fazla yoğun geçti,” dedim kendi kendime.
Sonra… şeytan dürttü.
Telefonu elime aldım.
“Sadece mesajlara bakacağım.”
Yemin ettim. Sonra, yeminimi bozdum.
Parmaklarım otomatik olarak Instagram’ı açtı.
Ve ilk karşıma çıkan: Halil İbrahim’in hikâyesi.
Tıklamamak için kendimi kastım. Ama olmadı.
“Sadece bakacağım. Bir saniye. Ne yapıyor, kimleymiş. Zaten umurumda bile değil.”
Tıkladım.
Bir elinde kadeh vardı .Bu sefer kızıl saçlı bir kadının resmi vardı
"Yani bu ne ya? Maraşlı Pedro Pascal mı oldun be adam!" dedim yüksek sesle.
Sonra kadını etiketlediği için tekrar hesabına girdim Parmaklarım titreye titreye profillerine girdim. Bella, Bursa’da doğmuş.
Ama her fotoğrafın altında "Paris" yazıyor.
Her pozda ya jakuzi, ya şampanya, Chanel çanta.
“markete gitse bile hikâye atar bunlar.” dedim içimden.
Sinirimden midem guruldadı. Hem öfkeliydim, hem komik bir öfke yaşantısındaydım. Bir yandan da kendime kızıyordum.
“Sana ne Özlem! Sana ne! Yani story atmış, kızlarla olmuş... e sen neden bu kadar takiptesin Sonra Bela denen kız baktım gece güneş gözlüğümü takılır salak ama asıl salak bendim
Ama iç sesim bağırıyordu:
“Çünkü seni öptü! Çünkü senin savunmanı kırdı! Çünkü... sen korkmadın.”
Telefonu yastığa fırlattım.
Sonra üç saniye içinde pişman olup geri aldım.
“Halil... senin o havuzunu boşaltırım. Klor basarım içine. Bella’yla yüzmeye devam et bakalım...
Uzak durmam gereken erkekler listesi yapacaktım, bilin bakalım listemde ilk isim kimdi? Halil İbrahim Erdem.
Artık sen benim için ‘Halilişkosun’!”
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım, ama içimden hala o gözlükle balık ağzı yapan Bella’nın fotoğrafı geçip duruyordu.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 88.73k Okunma |
3.91k Oy |
0 Takip |
64 Bölümlü Kitap |