15. Bölüm
MozaikKule / Mesele Aşk Değil ✔️ / 15. Bölüm

15. Bölüm

MozaikKule
mozaikkule

• Bismillahirrahmanirrahim •

 

🍉🍉🍉

 

 

Karanlık. Belkide çoğu kişinin en büyük korkusu. Bazı kişilerinde sürüklendiği şey. Ben hangisiydim bilmiyorum ama tek bildiğim artık karanlığa gözlerimin alıştığıydı. Zeynep yanımda sürekli dua ediyordu ama ondan asla bir ağlama sesi duymamıştım. Çünkü zalim önünde ağlamak bize yakışmazdı. Ağlamak bize yakışmazdı.

Arabanın sarsınıtısı bir anda durmuştu. Çok uzun bir süredir burdaydık. Bedenim ağrılar içinde kıvranıyordu.

Aracın kapısı büyük bir gürültü ile açıldı. Karşımda bizi zorla arabaya bindiren askerler vardı. Bize nefret ile bakıyordu. Peki bu neyin nefretiydi. Yıllar önce acınası durumdayken onlara yardım eden halka yapılan nefret neden di? Nankör köpeklerdi bunlar. Bunlar sadece silahtan ve şiddetten anlayan bir kaç aptaldan başkası değildi. Arkalarında Amerika olmasaydı hiçbir şey yapamazlardı. Çünkü onlarda o cesaret yoktu. Aslında hala yoktı. Tek güvendikleri ellerindeki silahlardı. Ama bin silah Allah için atam bir kalpten daha üstün olamazdı.

Adam kolumdam tutarak beni çekti ve araçtan düşmemi sağladı. Peçem dahi toz olmuştı. Alışmıştım bir kaç günde. "Kalk!" İlk başta emrine uymadım ve daha da kendimi yere bastırdım. Onlara atılan bir taş bir taştı. Neden bende o taşlardan atmayacaktım ki? Beni kolumdan tutarak çekmesine rağmen ilk başta kalkmadım. En sonunda bütün gücünü kullandığında kendimi yukarıya doğru ittim ve bu sefer o düşmüştü. Ben ise ayakta ona bakıyordum. Arkamdan Zeynep'in gülme sesi geldi. Bende güldüm ama askerin pek hoşuna gitmemişti. Çokta umrumdaydı sanki. Adam ayağa kalkarak bana bir tokat attı. Yüzüm diğer tarafa dönmüş olsa bile hemen ona baktım. Canımın acısı umrumda değildi. Bu adamı öldürecektim biliyorum. İçimdeki öfke gözlerime yansımıştı. Adam bundan biraz tedirgin olmuştu ama elindeki silaha güveni daha fazlaydı. Gün gelecek o silahı ben tutacaktım.

"Pislik şerefsiz." Zeynep arkamdan adama homurdanıyordu ama bu adamdan gözlerimi çekmeme yetmemişti. Onu gözlerim ile öldürmek istiyordum.

"Yürü dedim." Kolumdam yavaşça tuttu ve beni nazik bir şekilde ilerletmeye çalıştı. Yutkunma sesini duymuştum. Bir korku insana neler yaptırıyordu işte.

Arkamdan hemen Zeynep'e baktım. Onuda bir kadın asker arkamdan getiriyordu. Ne kadın Zeynep'e bakıyordu nede Zeynep kadına. Onun gözleri bendeydi. Önüme dönerek yürümeye devam ettim. Gri bir binaya girmiştik. Buranın neresi olduğunu bilmiyordum ama burnuma iğrenç kokular geliyordu. İçeride sanki çürümüş et vardı.

Uzun bir koridordan yürüdükten sonra durdular. Koridorun sonunda kapıları vardı. Yanımdaki asker beni bırakarak kapıyı açtı ve ilk önce beni içeriye doğru attı. Dengemi sağlayamadan yere düşmüştüm. Yere düşmem ile kapıyı üzerime örtüp kitlediler. Ellerimde hala kelepçeler olduğu için kalkmam çok zor olmuştu. Yerden kalktığımda odaya baktım. İçeride sadece iki tane eski sandalye ve bir tanede masa vardı. Sorgu odası.

Ama biz ne bir mahkemeye çıkmıştık nede bir yargıya. İşte adalet yoktu burda. Filistinliysen suçlusun ve ölmek zorundasın. Ne kadar acı bir gerçekti bu. Etrafımda döndüm ve ilk önce kapıya baktım. İçeride çok fazla ışık yoktu. Loş bir ortamdı. Buna rağmen kapıdaki kan izlerini görmemek için kör olmak gerekirdi. Biraz daha dikkatli baktığımda aslında her yerde kan vardı. Bunlar masum insanların kanlarıydı. Sadece kendi ülkelerini korumak isteyen insanların kanlarıydı. Allah hepsinin şehadetini kabul etsin.

Odadaki küçük pencereye gözüm takıldı. Küçücük bir pencereyi ama burada o kadar küçük bir pencereden dahi gökyüzünü göremeyen insanlar vardı. Aklıma Abdullah Bergusi geldi. Yaşayan şehit. Onu o kadar iyi anlıyordum ki artık. Hiçbir şey kitaplardaki gibi değildi. Daha acı ve daha zordu. Gözlerimden yaşlar süzüldü. Kendim için değildi bu yaşlar. Yıllardır bu bela ile uğraşan Filistin içindi. Burada can veren şehitler içindi. Çoğu daha bir yaşını dahi doldurmamış bebeklerdi. Neden ölüyorlardı peki. Sadece onların kutsal saydıkları safsatadan ibaret olan kitaplarında yazdığı için. Peki Hamas karşıs savunmaya geçtiğinde neden insanlar siz canisiniz dedi. Bozulmuş bir kitaba uyana ses çıkartmayan İslam'a neden ses çıkartıyordu. 1948 de çekilen birlikler yüzünden neden 25 bine yakın Osmanlı askeri şehit oldu. İzzettin El-Kassam olmasaydı ne olacaktı? İnsanların bu kadar bencil olması çok iğrençti.

Öylece cama bakarken arkamdan açılan kapı ile derin bir nefes aldım. Gözlerim hala dışarıdaydı. Acaba bu gökyüzüne hasret kaç tane esir vardı bu topraklarda. Kendi toprakların da esir düşen bir millet. Düşündükçe daha da ağlıyordum.

"Korktun mu?" Yavaşça göz yaşlarımı sildim ve arkamı döndüm. Bana vuran asker şimdi arkamda bana sırıtarak bakıyordu. Ellerinde ise kameralar, ses kayıt cihazları ve daha bir çok şey vardı. Peçemin altından gülümsedim ve ona dik dik baktım. Bir tek canım vardı. Onuda neden davam yolunda vermeyecektim ki?

"Korkmak mı? Hayır ben Yahudi askeri değilim. Yanlış kişiye geldin." Bozulmuş bir şekilde bana baktı. Elimde olsa gırtlağını ellerim ile parçalardım. Gözlerini devirerek sandalyelerden birine oturdu ve bana baktı.

"Oturacak mısın?" İlk önce ayakkabılarıma baktım. Kan vardı. Öldürdüğüm siyonistlerin kanı. Gülümsedim. Belkide buradan çıkamayacaktım ama bana hiç verecek şey oydu. Abdullah Bergusi'ye nasıl o gücü verdiyse kurumuş kan bana da verecekti inşallah.

Oturdum ve ona baktım. O da bana bakıyordu. Örtümden rahatsıs olmuş bir hali vardı. Ama neden ise çıkartmaya hiç yeltenmemişti. Bu da beni şaşırtmıştı. Elindeki kamerayı ve ses kayıt cihazını ayarladı ve kaydı başlattı. Soru yağmuru başlıyordu anladığıma göre.

"Adın ne?" Soruları Arapça sorması hoşuma gitmişti.

"Dilay Karaz."

"Nerelisin?"

"Filistinliyim." Bana baktı ve güldü.

"Burada hiçbir kaydın yok. Sen Filistinli değilsin. Aslen nerelisin?"

"Filistinliyim."

"Sorduğum soruları zorlaştırmadan cevap ver bana. Nerelisin? Hangi ülkeden geliyorsun?" Yeniden güldüm.

"Nerelisin dedin bende sana cevap verdim. Ben Filistinliyim. Nerden geldin diye sorsaydın ya o zaman. Türkiye'dsn geldim." Gözlerime inanamaz gibi baktı. Bende ona gülerek baktım. Yüzümdeki gülümseme hiç solmamıştı. "Osmanlı torunuyum anlayacağın." İyice yüzü şekilden şekle girdi. Ona herhangi bir şey diyeceğimi düşünmüş olabilirdi Ama bunların çoğunu zaten tahmin etmişlerdi.

"Nasıl girdin buraya?"

"Filistin'e elimi kolumu sallayarak girdim." İyice sinirlendiğini görmek hoşuma gitmişti. Zamana ihtiyacım vardı. Eğer bizi kurtaracaklar ise bu uzun sürecekti.

"Sorularıma dalga ile cevap verme dedim sana." Sesinin tonu yükselmişti ama umrumda bile değildi. İyice arkama yaslandım ve alaycı gözler ile ona baktım.

"Doğruları söylüyorum. En azından senin gibi sığındığım bir ülkenin milletini öldürmüyorum." Elinde olsa beni öldürecekti ama elinde çok iyi bir koz vardı. Bunu kaybetmek istemiyordu. Dünya skandalı yapacaktı beni. Türk kızı Filistin'de. Umrumda bile değildi çünkü benim milletim önemli değildi. Ben müslümandım. Şu an Filistin değil başka bir yer olsaydı orası içinde savaşırdım. Çünkü müslümanlar tek bir vücut gibiydi. Ama o vücutün kalbi kanıyordu ve hiç kimse bir şey yapmıyordu.

"Buna mecburuz."

"Hiçbir şeye mecbur değilsiniz. Sizler sadece öldürmeyi seven canavarlarsınız. Küçücük çocukların ne suçu vardı. Yada kadınların. Tek suçları kendi ülkelerinimi savunmak. Öyleyse bu bir suç değil. Bu bir savunmadır. Ellerimde küçük bir taş olsa bile onu size atmaya yemin ediyorum." Yerinden yavaşça kalktı ve yanıma geldi. Elindeki anahtarı kelepçeye takarak onu açtı ve yeniden hiçbir şey demeden yerine oturdu. Bunu yaptığına pişman olacaktı.

"Benim dinimde bu yazıyor bende bunu uygularım. Küçük bir bebek öldür diyorsa öldürü-" Sözünü yarıda keserek hızlıca üzerine atıldım ve sağ tarafında kemerine takılı olan tabancayı hızlıca çektim. Kendimi sağ tarafta atarak elimdeki silâh ile onu hedef aldım. O ise gözleri şok içinde açılmış bir şekilde bana bakıyordu.

"Benim dinimde sana dinin ve canın konusunda sıkıntı vereni öldür diyor. O zaman sıra bizde." Gözümü dahi kırpmadan tetiğe bastım. Karşımdaki adam yanağından giren kurşun ile direkt yere yığıldı. Sesli bir şekilde nefes aldım ve kameraya baktım. Canlı olmasa bile bu kayıt onların eline ulaşacaktı. Bunu biliyordum. "Bu ne ilk olacak nede son. Her döktüğünüz kanın hesabı sorulacak inşallah."

Kamerayı kapattım ve ardından hemen ses kayıt cihazını da kapattım. Onları toparladım ve hepsini yanıma alabilmek için bir kenara koydum. Elimdeki silahı kontrol ettikten sonra yavaşça kapıya doğru ilerledim. Silah sesine kimse gelmemişti. Demek ki zaten kayıtlar bittikten sonra bizi öldüreceklerdi. Zamanım kısıtlıydı. Zeynep'e bir şey yapmalarına izin veremezdim. Kapıyı açtım ve dışarıya baktım. Koridorun sonunda iki asker kapıyı bekliyordu. Yavaşça sessizliğe kulak verdiğimde Zeynep'in sesini duydum. Onuda sorguluyorlardı. Sesin geldiği tarafı anlamam zor olmamıştı. Yavaş yavaş ilerledim ve sesin geldiği kapıya kulağımı yasladım. İçeride bir erkek vardı ve o da soru soruyordu. Ama sorular farklıydı. Kapıyı yavaşça araladım.

"Kayıt yapıyoruz sonra gel." Beni kendilerinden sanmıştı. Hızlıca kapıyı açtım ve tamda beklediğim gibi adam karşıda oturuyordu. Direkt silahı doğrulttum ve tetiğe bastım. Göğsünden vurulan adam geriye doğru sandalye ile beraber düştü. Zeynep ise hemen bana baktı. Onun ellerinde hala kelepçeler vardı. Neden o adam benim kelepçelerimi çözmüştü ki? Şu anlık bunu düşünecek vaktim olmadığı için hızlıca yere düşen adamın yanına gittim ve anahtarları cebinden aldım. Bir kaç tane anahtar vardı. Zeynep'in yanına giderek teker teker hepsini denemeye başladım ve ikinci anahtarda neyseki açıldı. O hemen kelepçelerini söktü ve adamda olan silahı alarak yanıma geldi.

"Kapının önünde de iki tane adam var gerisi nerde bilmiyorum ama umarım bizi almaya geleceklerdir. O zamana kadar kendimizi savunalım. Eğer ki baktık gelen yok. Şimdiden hakkını helal et." Peçesinden görünen gözleri kısıldı ve bana gülümsediğini anladım. Bende ona içtenlik ile gülümesdim.

"Helal olsun. Bu arada sen sormadın ama yaşım 17. Sende hakkını helal et." 17 yaşında bir genç kız. Şehadet şerbetini bekliyordu. Allah'ın onu ne kadar sevdiğini anlamıştım bir an. Erkenden onun ile bir ticaret yapacaktı belkide. Canı karşılığı ebedi cennet.

"Helal olsun küçük şehide." Güldü ve bana baktı.

"Çeçenistan'ı biliyor musun?"

"Biliyorum ondan dedim zâten. Hem sana da çok yakıştı bence." Güldü ve bana sarıldı. Bana sarılması ise burnuma tarif edilemeyecek kadar güzel bir koku geldi. Zeynep'den geliyordu bu koku. Ama onun hiç bir şey sürdüğünü görmemiştim ki.

"Belki benim Ebu Cendel'im yok ama inşallah şehadetim olacak."

"İnşallah şehidem inşallah." Benden ayrıldı ve elindeki silahı düzledi ve hazır hale getirdi. "Hadi. Bismillahirrahmanirrahim." Kapıyı yeniden açtım ve önden ben ilerledim. Arkamdan ise Zeynep geldi. Koridordan ileriye baktığımda ikisininde hala aynı yerde duyduğunu gördüm. "Sen geri odaya gir ve beni bekle. İkisinide vurucam daha fazla varlarsa geri dönücem ve çatışmaya ordan devam edelim." Kafasını salladı ve geri yavaş yavaş odaya girdi. Elimde sadece bir tabanca vardı kalbimde ise şehadet aşkı. Ölümü zafer sayan bir milleti öldürmeyi ise zafer sanan bir düşman vardı karşımda. Hangi yönden baksak biz kârlı çıkıyorduk elhamdülillah.

Zaten olduğumuz alan bir koridordan ve koridorun sonunda olan odalardan oluşuyırdu. Başka hiçbir kapı yoktu. Öylesine yapılan bir sorgu merkeziydi sanki. Ama ucunda şehadet olanından. Tabancayı karşımdaki adamlara doğrulttum. İlk önce sağdakinden başlayacaktım. Yaklaştım, yaklaştım ve yaklaştım. Aramızda neredeyse üç adımlık mesafe kalmıştı. Çok sessizdim ama kalbimin sesinden belkide kendi yaptığım sesi duymuyordum. Tekbir getirdim ve tetiğe bastım. Basmam ile sağ taraftaki adam yere yığılmıştı. Yanındaki ise daha ne olduğunu anlayamadan onuda kafasından vurmuştum. Bir anda dışarıdam gelen ayak sesleri ile arkamı döndüm ve Zeynep'in olduğu odaya hızlıca girdim. Ben içeriye girdiğim an kapıya ateş etmeye başladılar. Hemen Zeynep'i itekledim ve kapıdan uzaklaştırdım. Çok dayanıklı kağılar değillerdi ama bizi bir süre idare edeceklerine emindim.

Kapıyı biraz açtım ve bende karşı tarafa bir kaç el ateş ettim. Benim ateş etmem ile Zeynep'de yavaşça uzandı ve o da ateş etmeye başladı. Her ateş etmemizde Tekbir getiriyordu. Karşımızdakiler en fazla üç kişiydiler ama ellerindeki silahlar seri ateş ettikleri için çok fazla karşılık veremiyorduk. Karşı taraftan sürekli bize doğru bir kurşun yağmuru vardı. Zeynep'e baktım. O da bana baktı.

"Burdan geri dönüş yok gibi hissediyorum abla." Bende diyemedim. Çünkü benim içimde hala bir umut vardı.

"Allah'tan ümidini kesme." Kafasını salladı ama içinin rahat etmediğine emindim. Silahı bu sefer daha sıkı tuttum ve ona baktım. "Kapıyı açacağım son çaremiz bu yoksa bu şekilde elimizdeki mermiler bitecek." Gözlerinde bir ışık vardı. Nedense ona üzgün diyemiyordum. Yada korktuğunu söyleyemiyordum.

"Ben hazırım. Şehadetine kadar."

"Şehadetine kadar." Elimi kapının kulpuna attım ve Zeynep'e baktım. "Bir, iki, üç. Bismillah." Kapıyı hızlıca açtım ve karşı tarafı hızlıca süzdüm. Üç kişi sanarken sadece iki kişilerdi. Ateş etmeye başladık. Tetiğe basan işaret parmağım ağrımaya başlamıştı. Onlarda sürekli bize sıkıyorlardı ama bizim bir anda atağa geçmemiz onları şaşırtmıştı. Birine sıktığımız iki kurşun isabet etmişti ve o yere yığılmıştı. Diğeri ise hala bize karşı silah sıkıyordu. Elimizdeki mermiler bitmek üzereydi. Yavaş yavaş yaklaştım ve şehadet getirdim. Yolun sonu zaferde olurdu kutlu zaferde.

En sonunda karşımdaki büyük bir çığlık atarak yere düşeceği sırada bir kaç el daha ateş etmişti. Onun çığlığının ardından arkamdan da büyük bir çığlık koptu. Beynim durmuştu. İki çığlık. Biri cehenneme giden ses diğeri ise cennete giden ses. Karşıya doğrulttuğum silah öylece yere düştü. Bedenim uyuşmuştu. Kendime gelmem lazımdı. Gelemesem bile hemen arkamı döndüm. Zeynep yerde yatıyordu. Peçesi ve çarşafı ıslanmıştı.

Hemen yanına koştum. Kurşun göğüsüne girmişti. Hemen peçesini çıkarttım ve yüzüne baktım. Küçük bir kızın yüzü değildi bu. Nur ile kaplıydı. Hemen kulağına eğildim. En büyük görevim buydu. "Eşhedü enne ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasulullâh." Sürekli kulağına bunu tekrar ediyordum. Yada ben mi ölmüştüm bilmiyorum ama gözlerimin önünde silah arkadaşım ölmüştü. Küçük bir kız ölmüştü. Daha 17 yaşında olan hayatının baharında olan bir Filistinli genç kız şehit olmuştu. Şehadet getirmeye devam ettikçe o da kelime kelime beni takip etti. Son nefesini vermesi ile şehadetini tamamlamıştı.

Ellerim kan akan göğsünde kalmıştı. Ellerimde onun temiz kanı vardı benim. Gözlerimden istemsizce yaşlar süzüldü. O kurtulmuştu, bizler kalmıştık. O gelen ölümü Allah için yapmıştı, biz ise hala sırasını bekleyenlerdik. Kafamı kanının akdığı yere koydum peçem ıslanmıştı. Tek bir nefesime bile kan kokusu gelmiyordu benim. Bir şehit bu kadar mı güzel kokardı? Bir şehit cennet gülü gibi kokuyordu. Gözyaşlarım dinmiyordu. Yinede kafamı kaldırdım ve gülümseyen bembeyaz suratına baktım. Yaşarken ayrı bir güzeldi, şehit oldu güzelliğine güzellik katılmıştı sanki. Çıkarttığım kanlı peçesini aldım ve yeniden zorlansamda yüzüne geri taktım. Yüzünü ölmeden göstermeyen takvalı birinin yüzünü şehit olduktan sonra göstermek hoşuma gitmezdi. Gözleri kapalıydı. Kapalı gözlerinden öptüm. Yaşına göre büyük bir savaş vermişti benim kardeşim. İnşallah Adn Cennetin de buluşmak nasip olurdu bizede.

"Allah şehadetini kabul etsin ey güzel şehit." Son sözlerimdi bu ona. Daha kaç saattir tanıyordum oysaki ben onu. Ama işte İslâm kardeşliği zamana bakmıyordu. Ben onu kendi kardeşim kadar sevmiştim ve şimdide yeniden bir kardeşimi daha toprağa vermiştim ben. Benim kardeşi sadece bir kurşun sıkan siyonist öldürmemişti. Benim kardeşimi alacağım bir koladan ne olabilir ki diyenler, müslümanım diyip, ırkçılık yapıp Filistin benim davam değil diyenler, benim yediğim bir cipsten ne olabilir ki diyenler, üşengeçliğinden, ucuz diye yada daha kaliteli diye boykot yapmayıp destek vermeyen her bir kişi öldürmüştü. Diğer dünyada hesap veremezlerdi inşallah. Yedikleri her bir şey boğazlarındam aşağıya inmez zehir olurdu inşallah. Bir müslümanın kanını verdı ellerinde, midelerinde, eşyalarında, ciltlerinde. Unutulmaya yüz tutan şey bir akım değildi, bir insan hayatıydı.

Gözlerim dalmıştı şehidime. Ayırmıyordum ki gözlerimi ondan. Yüzü kapalıyken bile nurlu geliyordu bana. Ellerimi yarasına koydum. Tam kalbinin üzeriydi. Kurtarmaya çalışsak bile kurşunu oradan çıkartabilecek malzememiz yoktu. Ellerimde kan vardı. Ve bu kan benim kardeşimin kanıydı. Bu nasıl aklımdan çıkacaktı bilmiyorum ama onun gerçek dünyaya gitmedi mutlu ediyordu beni. Sonuçta inşallah şehitti benim kardeşim.

İçeriye giren ayak seslerini duydum. Kıpırdayacak halim yoktu. Zaten tanıdık bir ses duymam ile durmaya başlayan gözyaşlarım yeniden sicim gibi akmaya başlamıştı.

"ZEYNEP!" Hafsa'ın sesi yankılandı kulaklarımda. Geri koydum kafamı şehidimin göğsüne. İçim çıkana kadar ağladım, güldüm. Çünkü o gülerek ayrılmıştı yanımızdan. Hafsa'da yanıma çöktü ve Zeynep'e baktı. "Şehadet getirdi mi?" Nasıl böyle soğuk kanlı kalabiliyordu? Aslında cevap belliydi. Burada herkes bu kutlu makam için bir adaydı. Adaylık sırası gelen mutluydu. Çünkü sonucu cennetti.

"Getirdi elhamdülillah."

"Elhamdülillah." Ona baktım. O da bana baktı. Gözlerimdeki yaşlar yeniden kurudu. Ben ise öylece Hafsa'ya baktım. "Unutma Dilay burası Şehadet yeri. Burası cihat toprağı. Ağlama o inşallah şehit oldu."

"İnşallah." Gözlerimi sildim ve arkama baktım. Ömer orda bana bakıyordu. Yavaşça ayağa kalktım ve ona doğru ilerledim. Daha ben ona gitmeden o bana kollarını açtı. Ona gittiğimde hemen sarıldım. Kokusu Zeynep gibi değildi. O şehadet kokuyordu. Ömer ise şehit adayı gibi kokuyordu.

"En güzel makama gitti. Sakın üzülme." Üzülme demek kolaydı onlar için. Çünkü onlar doğduklarından beri birilerini şehit olarak toprağa veriyorlardı. Ama ben ilk defa gözlerimin önünde bir kardeşimi toprağa vermiştim. Ciğerlerim dayanamıyordu sanki. Ama bi o kadarda mutluydum onun için.

"Mutluyum onun adına. Zaten o da şehadeti istiyordu." Kafamı kaldırdım ve ona baktım. Kafasına bağladığı siyah beyaz kefiyesi ona ayrı bir hava katıyordu. Gözüme daha da yakışıklı geliyordu benim. Yavaşça eğildi ve alnımdan öptü. Gözlerimi kapattım çünkü bu ana gerçekten ihtiyacım vardı. Bir bebek gibi birinin kollarında ağlayasım vardı ama bunu yapamazdım çünkü Filistin'e ağlamak yakışmıyordu. Zaten 70 yıldır kan ağlıyordı Filistin. Artık ağlama değil ağlatma vaktiydi. Ömer'den ayrıldım ve o da kefiyesi ile yüzünü kapattı.

Zeynep'i alarak oradan çıktık. Dışarıda bir araba vardı. Bu arabayla gelmeleri tabikide uzun sürmüştü. Onlara kızmaya hakkım yoktu. Sessiz sessiz arabaya bindik arka tarafa ben, Hafsa ve Zeynep'in bedenini koyduk. Ömer arabayı kullanacaktı. Diğerlerini tanımıyordum çünkü hepsinin yüzü kefiye ile kapalıydı. Zeynep'in bedenine baktım. Onu yanımdan ayırasım gelmiyordu.

Hafsa yavaş yavaş Zeynep'in ceplerine bakmaya başladı. Ona anlamaz gözler ile baktığımı görünce o da bana baktı. "Eminim bir şey vardır. O yazmayı çok severdi." Geçmiş eki neden yakışmıyordu bu kıza. Kafamı salladım ve onun bir şeyöer bulup bulamayacağını beklemeye başladım. En sonunda feracesinin iç kısmından küçük bir kağıt çıktı. Hafsa kağıdı vana verdi. "Ben daha fazla devam edemem sen oku."

Elimdeki mektup kan ile kaplıydı. Zeynep'in kanı ile kaplıydı. Gözümden bir damla yaş aktı. Yinede yavaşça kan ile ıslanmış kağıdı açtım ve yazılarda gözümü gezdirdim. Gözlerimden bir damla daha yaş aktı. Böyle insanın içine dokunan bir mektup sadece 17 yaşındaki bir kızın şehit bedeninden çıkması çok garipti.

 

 

🍉🍉🍉

 

 

• Elhamdülillah •

Bölüm : 09.12.2024 11:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...