
✨ Keyifli Okumalar! ✨
Konuşmanın ortasında sıkılıp odasına dönen bir kimyager tek başına çalışmasına kaldığı yerden devam ediyordu. Araştırmasını en ince ayrıntısına kadar açıkladığı tezinin düzenlemesini nihayet bitirmişti. Elindeki kağıtları düzenleyerek derin bir nefes aldı.
"Nihayet bitti."
Ayağa kalktı ve elindeki kağıtlara bakarak kapıya yöneldi. Odadan çıktığı an birinin ona çarpmasıyla yere serildiğinde havaya saçılan kağıtlar ağaçtan düşen yapraklar gibi başından aşağı süzülmeye başlamıştı. Dönüp baktığında ise durup özür dilemeye dahi tenezzül etmeden hızla koridorda koşan birini görmüştü.
Kulaklarında derin bir uğultuyla gözlerini açtı Alçin. Başından vücuduna dağılan dayanılmaz bir ağrı uyandırmıştı onu. Yutkunacak dahi gücü yoktu. Doğrulmak istedi ama parmağını bile kıpırdatamadığından felç geçirdiğini sanarak korkuya kapıldı bir an. Nefes alışverişleriyle birlikte hızlanan kalbinin yerinden fırlayacağını düşünmüştü. Ne olduğunu anlayamadan kontrolsüzce titremeye başladığında vücuduna yayılan acının dozu da artmıştı sanki. İnleyerek aldığı nefesler yarıda kesiliyor ciğerleri yanıyordu. Nöbet mi geçiriyordu? Yoksa korktuğu için miydi? Hayır sadece üşüyordu. O an nefes alıp verirken ağzından çıkan buharı fark etti. O kadar soğuktu ki çıplak bedeninin üzerine örtülmüş incecik bir örtüden başka hiçbir şey yoktu. Ciğerleri de soğuktan yanıyordu. Öldüğünü sandı, ama vücudunun acısı onun hâlâ hayatta olduğunu gösteriyordu. Gözlerinden şakaklarına doğru süzülen yaşlarla yardım istemek için ağzını açmaya çalıştı, başaramadı. Çenesi kilitlenmiş gibiydi. Etrafta hiçbir ses duyulmuyordu. Yanında kimse yoktu. Burada öylece ölüme mi terk edilmişti? Öyleyse hemen ölmek istedi. Artık bu acıya katlanamıyordu. Yıllardır süren bu işkencenin bitmesi için eğer gücü olsaydı hemen oracıkta canına kıymak istemişti. Ama yapabildiği tek şey Azrail'e canını alması için yalvarmaktı. Umut yurt dışında kendi başının çaresine bakmayı öğrenmeliydi. Çünkü artık Alçin'in savaşmaya gücü yoktu. Direnmeden acının tüm vücudunu parçalara ayırmasına izin verdi. Ve daha fazla dayanamadan gözlerini yavaşça yumdu.
"Umut..."
Merih durup düşünmeden koşuyordu. Koridor o koştukça uzuyormuş gibi bitmek bilmedi bir türlü. Öğrendiklerini daha idrak edemeden Alçin'i bulma ümidiyle adamın tarif ettiği odaya koşuyordu. Koridorun sonuna gelir gelmez hızını dahi kesmeden odaya girdi. Hızla içeri göz attığında çeşitli cihazlarla dolu odada yalnızca boş bir sedye vardı.
Oda o kadar aydınlıktı ki Merih'in gözleri kamaştı. Hemen sedyenin dibinde ufak bir kan birikintisini paspasla temizlemeye çalışan temizlik görevlisi başını çevirip aniden odaya giren gence baktı. Merih'in dehşet dolu gözleri bir süre etrafta gezinmişti. İkisi de tek kelime etmedi. Odada yalnızca temizlik görevlisinin kulaklıktan dinlediği hareketli müziğin belli ritimleri duyuluyordu. Merih odadan çıkıp geri döndü. Atilla konuşma yaparken Alçin'in yerini sorduğu adam onu ya bu odada ya da aşağıdaki odada bulabileceğini söylemişti. Merih yeniden koşmaya başladı. Aşağı inmek için bir merdiven veya asansör aradı. Nihayet bir merdiven bulduğunda biraz önce çarptığı adamın yanından hızlıca tekrar geçti. Adam hâlâ yere saçılan kağıtları toplamakla meşguldü. Merih'in bu telaşına anlam veremedi. Genelde burada böyle koşturmalar olmazdı. Herkes kendi halinde sessiz ve sakince çalışırdı. Merih yanından geçerken arkasından uzun uzun bakmaya devam etti. Merdivenlerin basamaklarını üçer beşer atlayan Merih kendini dar ve karanlık bir koridorda buldu. Yukarının daha aydınlık, temiz ve modern görünümünün aksine burası daha eskiydi.
Hiçbir şey düşünmeden koşmaya devam etti. Etrafta hiç oda görünmüyordu. En sonunda bir kapı karşıladı onu. Şimdiden onu orada bulamazsa ne yapacağını düşünüyordu. Kapının önünde durup hızlı nefeslerini dizginlemeye çalıştı. Elleri titriyordu. Kapıyı açtığında onu karşılayacak manzaradan korktu. Yutkunarak öylece kapıya bakakaldı. Bir an nerede olduğunu dahi unutmuştu. Ne yapıyordu sahi? Neden kendini böyle bir işin içine atmıştı ki? Bir türlü anlam veremedi. Ama geri dönmek için çok geç olduğunu da gayet iyi biliyordu. Bu öğrendiklerinden sonra vicdanı onu asla rahat bırakmazdı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Şimdi bunları düşünmenin bir faydası yoktu. Hislerine güvenip yapması gerekeni yapacaktı. Önce kapının kolunu aradı. Çok geçmeden kapının özel bir kapı olduğunu anlayınca açmak için biraz itekledi. Dokunur dokunmaz kapının ağır bir kapı olduğunu zorlamayla açamayacağını anlamıştı. Geri çekilip ellerini saçlarına daldırdı. Ne yapacağını bilemeden etrafa bakındığında kapının yanında yanıp sönen ufak kırmızı ışığı fark etti. Yaklaşıp biraz daha dikkatli baktığında ise ufak bir cihaz olduğunu gördü. Kapı muhtemelen bu cihaza bağlıydı. Hemen ceplerini yokladı. Kartı bulduğunda cihaza yaklaştırdı. Önce cihazdan bir ses duyuldu. Ardından kırmızı ışık yeşile dönmüş ve kapının kilitleri açılmıştı. Merih nefesini tuttu. Titreyen elini uzattı ve kapıyı araladı. İçeriden doğruca yüzüne çarpan soğuk havayla tüyleri ürperirken içeri girip girmemek konusunda tereddüt etmişti. Elini yavaşça beline götürüp silahını çıkardı ve zifiri karanlık odaya doğrulttu. Telefonun flaşını açıp diğer elini de silahının altından desteklediğinde kapıyı açar açmaz içeri girdi. Odadan hiçbir ses duyulmuyordu. Telefonun flaşının aydınlattığı kadarıyla dikkatle odaya bakmaya başladı. Doğruca karşı duvara düşen flaş ışığıyla duvarın sanki kristal bir blok gibi ışıl ışıl parladığını fark ettiğinde bir adım atmıştı ki ayaklarının altında çatırdayan zeminle yere baktı. Yer de tıpkı duvar gibi parlıyordu. Yavaşça eğilip yere dokunduğunda parmağına temas eden karlı zeminle ıslanan parmaklarına baktı. Oda tıpkı koca bir buzdolabı gibi soğuktu. Doğrulup etrafa bakınmaya devam etti. Tepesinde çalışan fanlardan içeri soğuk hava akın ederken karanlıkta göremeden başını bir şeye çarptığında odada bir şapırtı yankılandı. Eğilip yere baktığında ise yere saçılmış kanın kızıllığının karlı zemine yayıldığını gördü. Ayakkabıları ve pantolonu da kana bulanmıştı. Bu kez başını kaldırıp yukarı bakmasıyla dehşete düşmesi bir oldu. Tavandan aşağı sarkan içi kan dolu torbalar sıra sıra dizilmişti.
Onlarca hatta düzinelerce vardı. Az önce yanlışlıkla çarpıp yere düşürdüğü şey de bunlardan yalnızca biriydi. Telefonun flaşını yaklaştırıp torbalara dikkatle baktı. Üzerlerinde belli tarihler vardı ve hepsinin grubu aynıydı; AB RH- Merih her karşılaştığı manzarayla kafası daha çok karışıyor içinde kontrol edemediği bir öfke büyüdükçe büyüyordu. Yere saçılan kana basmaktan çekinmeden odayı aramaya devam etti. Diğer odalardaki gibi bazı laboratuvar eşyaları, duvarlardaki raflarda ise kimyasal çözeltiler ve ilaçlar vardı. Burası daha çok bir depoyu andırıyordu. Merih sabırsızca büyük odada ilerlemeye başladı. Temkinli olmayı bir köşeye atmış gibi geldiğini göstermekten çekinmeyen adımları odada yankılanıyordu. Nihayet telefonun flaşı bir sedyenin ayak ucuna çarpmıştı. Merih dikkat kesilerek adımlarını hızlandırdığında sedyenin üzerinde uzanan iki ayak gördüğünden emindi.
Flaşı sedyenin diğer ucuna tuttuğunda ise duraksadı. Alçin'in bembeyaz kesilmiş yüzünü görür görmez nefesini tutmuştu. Hareket etmeden boylu boyunca sedyenin üzerinde uzanıyordu. Merih'in titrek nefesinin buharı odada çözülüp yükselirken tüm bedeni uyuşmuştu adeta. Odadaki yoğun kan kokusu ona geçmişi hatırlatıyor gözünün önüne gelen cesetlerle bazen kendini kaybederek neden burada olduğunu unutuyordu. Birden başına şimşek gibi çakılan bir ağrıyla inleyerek elini başına götürdü. Gözünü kapattığı an canlarını aldığı onca insanın günahkar yüzleri beliriyordu karşısında. Zoraki bir umursamazlıkla gözlerini açıp dişlerini sıktı. Bir süre öylece kendi karanlık zihniyle savaşmış daha galip gelemeden birkaç adım atmaya başlamıştı. Kendini hızla Alçin'in yanına attığında ona seslenmek isteyerek ağzını açtı ama sesi çıkmadı. Ona uzanıp dokunmak istedi ama cansız bedeniyle karşılaşmaktan korkuyordu. Yüzü bembeyaz dudakları mosmordu. Gözlerinin etrafındaki koyu halkalar ve içine çökmüş zayıf yanaklarına bakılırsa yaşaması imkansız gibi bir şeydi. Üstelik böylesine soğuk bir odada hayatta kalması imkansız gibi bir şeydi. Merih sıktığı yumruklarını gevşeterek titreyen elini Alçin'e götürdü ve yanağına dokundu.
"Alçin..."
Yüzü bir duvar kadar soğuktu. Ona dokunur dokunmaz Merih'in parmak uçlarından başlayıp bedeninin dahi donduran bir buzulun onu sardığını hissetmişti sanki. Alçin cevap vermedi. Gözleri kapalı hiç hareket etmeden uzanıyordu. Merih ne kadar korksa da Alçin'in boynuna dokunup nabzını yokladı. Ama elleri titremeye devam ettiği sürece nabzı anlayamazdı. Önce kendini sakinleştiremeye çalıştı. Derin bir nefes alıp bıraktı ve yutkunarak kapattığı gözlerini tekrar açtı. Dikkatle, sabırla dinlemeye başladığında nefesini dahi tutmuştu. Hiçbir şey hissedemediğinde içindeki umut ışığı yavaş yavaş sönmeye başladı. Elini çekip dişlerini sıkarak derin bir nefes daha aldı ve bir kez daha elini Alçin'in şah damarının üzerine koydu. Ardından yavaşça eğilerek burnu ve dudaklarına yaklaştı nefes aldığını duyma umuduyla. Yeniden sabırla dinlemeye başladığında tam ümidini kesmek üzereyken parmağının ucunda çok hafif bir kıpırtı hissetti. Hemen ardından ise yüzüne çarpan küçük bir sıcak nefes. Merih yanıldığından korkarak biraz daha sokuldu Alçin'in dudaklarına. Evet hissediyordu. Çok zayıftı ama nefes alıyordu. Hızla doğruldu ve üzerindeki örtüyle birlikte Alçin'i kucakladığı gibi geri döndü. Koşar adımlarla karanlık odada hiçbir şey görmeden ilerlemeye başladığında kan birikintisine adım atar atmaz etrafa saçılan kanlarla kapıya yöneldi. Ama kapıdan dışarı çıktığı an gördüğüyle duraksayan Merih doğruca karşısında dikilen Jules'a baktı. Elleri arkasında kamburuyla eğilmiş her zamanki kısık gözlerle doğruca Merih'e bakıyordu. Merih, Alçin'i daha sıkı kavrayıp onun bakışlarına karşılık verdiğinde Jules bu kez gözlerini Alçin'e çevirdi.
"Bu kadar ileri gideceğini tahmin etmiyordum."
Merih'e dayatılmış bu sözlere rağmen genç adam geri adım atmadı.
"Ne kadar ileri gideceğimi tahmin bile edemezsin. Hele ki bu saatten sonra."
Jules cevap vermeden Merih'e baktı. Merih'in gözleri kısılmış bakışları öfke doluydu. Kime nedendir bilinmez bitmek bilmeyen bir öfkesi vardı. Jules bakışlarını bir kez daha Alçin'e çevirdi. Başı Merih'in kollarından göğsüne doğru düşmüş solgun yüzü hiç olmadığı kadar durgundu. İnce beyaz örtünün altından görünen omzu ve aşağı sarkmış ince uzun kolları mosmor kesilmişti. Jules başta Alçin'in ölü bedenini Merih'in neden almak istediğine anlam veremedi. Doktorların yaşamasına ihtimal dahi vermediği için onu burada ölüme terk eden kendi babası olmuştu. Evet henüz nefes alırken babası ona görevini layıkıyla yerine getirdiğini, artık ölmesi gerektiğini söyleyerek birkaç göz yaşı dökmüş ardından onun çabasız ruhunu alması için Azrail'e bir lütuf gibi sunmuştu. İçini yakıp kavuran vicdan azabıyla Alçin'in aşağı sarkmış eline bakarken birden parmağının birinin hareket ettiğini gördü. Daima kısık bakan gözleri açıldı, şaşkınca bakışlarını yeniden Merih'e dikti. Hiçbir şey söylemeden Alçin'i biraz daha sıkıca kavrayan Merih karşısında dikilen Jules'a bakıyordu doğruca. Jules'un Atilla Bey'e ne kadar sadık olduğunu çok iyi biliyordu. Bu zamana dek onun tek bir sözünden dahi çıkmamış ömrünün sonuna kadar ona hizmet etmeye yemin etmişti. Merih olacaklara hazırlandı. Ama Jules'un geriye dönüp "Beni takip et." demesiyle Merih şaşkınca onun arkasından baktı. Jules biraz ilerlemişti ki Merih'in onu takip etmediğini anlayarak duraksadı ve geriye baktı.
"Ne duruyorsun? Buradan çıkmak istemiyor musun?"
O an yeniden filizlenen umut ışığıyla Merih onu takip etmeye başladı. Hâlâ şaşkındı ama ona güvenmekten başka çaresi de yoktu. Jules hiç konuşmadan önde ilerleyerek ezbere bildiği koridorları geçiyor daha önce hiç olmadığı kadar hızlı yürüyordu. Nihayet bir odaya girdi. Işığı açmadan odada ilerlerken Merih içinde yenemediği şüpheyle onu takip etmeye devam ediyordu. Tuzağa çekildiğini düşünmekten kendini alıkoyamıyor karanlık odada hiçbir şey göremiyordu. Ama artık geri dönüşü yoktu. Her ne olursa olsun karşılaşmak zorunda olduğunu çok iyi biliyordu. Tek derdi Alçin'i korumak olduğundan habersiz canını hiçe sayarak kendini böyle bir ateşin içine atmış ne olacağını da umursamıyordu. Hayatı zaten berbat bir haldeydi, daha kötü ne olabilirdi ki?
Adım sesleri kesildi. Merih hemen Jules'un arkasında durmuş dikkatle etrafı dinlemeye koyulmuştu. Jules önünde duran eski bir rafı iteklemeye başlayarak yana doğru güç bela çekti. Yaşlı bedeni bunu yaparken oldukça zorlanmış soluk soluğa kalmıştı. Havaya kalkan tozlarla öksürmeye başladığında titreyen elleriyle cebinden çıkardığı beyaz işlemeli bir mendili nezaketle ağzına kapatmıştı. Öksürüyor, öksürüyor ve her geçen dakika daha da şiddetlenerek ciğerlerinden hırıltılar yükseliyordu. Merih onun boğulacağını düşünerek endişeyle ona doğru bir adım atmıştı ki Jules ona dönmeden elini uzattı ve durması için işaret etti. Çok geçmeden ara ara öksürmeye devam ederek diğer cebinden şıngırtılar eşliğinde bir anahtarlık çıkardı. Kısa bir arayışın ardından bulduğu bir anahtarla biraz daha ilerledi. Merih onun ne yaptığını göremiyor yalnızca duyuyordu. Şıngırtıların bir anahtar olduğunu anlamış biraz ileriden gelen tıkırtılarla bir yandan etrafı kontrol etmeye devam ediyordu. Çok sürmeden odayı bir kapı gıcırtısı doldurduğunda içeri akın eden ışık huzmeleriyle Merih gözlerini kıstı. Başına yayılan kısa süreli bir ağrıyla gözlerini birkaç saniyeliğine kapatmış başını yana çevirmişti. Gözlerini yavaşça açarak başını tekrar önüne çevirdiğinde ardında kadar açılmış kapıya baktı. Yukarı çıkan bir merdivenin ardından gözüken ağaçlarla Merih, Jules'a döndü. Hemen kapının eşiğinde duran Jules, Merih'e bakıp "Merdivenlerden çıktığında doğruca ormandan dümdüz ilerlersen kendini aşağı yolda bulacaksın. Git Merih, git ve onu kurtar." dediğinde Merih başını hafifçe sallayıp hızla merdivenlere yöneldi. Merdivenlerden çıkar çıkmaz kendini ormanın içinde bulduğunda duraksayıp başını yüksek çam ağaçlarının uzandığı gökyüzüne doğru kaldırdı ve derin bir nefes aldı. Ardından Alçin'in yüzüne bakıp "Haklıymışsın..." dedi; "Hikayen en az benimki kadar kötüymüş." Hızla ormanın içinde yürümeye başladığında dur durak bilmeden bir yol görme umuduyla ilerlemiş soluk soluğa kalıp ciğerleri cayır cayır yanana dek adımlarını durdurmamıştı.
Oğuz kol saatine bakıp yutkunarak önce etrafına daha sonra hemen yan koltukta oturan Umut'a baktı. Her şeyden habersiz telefondaki çizgi filmi izleyen küçük çocuk bir yandan eline yüzüne bulaştırarak cips yiyordu.
"Ne zaman gideceğiz? Ben çok sıkıldım."
Oğuz uzanıp Umut'un saçlarını okşadı.
"Birazdan..."
Ardından titreyen elini yumruk yapıp ağzına götürdü ve ağlamamak için bir kez daha yutkundu. Tekrar saatine baktı. Merih gelmemişti. Aynadan hemen yolun kenarında sabırla bekleyen Dilay'a son kez baktı. Onu arabaya davet etse de oğlunu beklediğini o olmadan yabancılarla konuşmayacağını söyleyerek Oğuz'un yüzüne dahi bakmamıştı. Oğuz daha fazla sabredemeden arabanın kontağını çevirdi. Ne diye umut edip beklemişti ki zaten? Gelmesine imkan yoktu. Çalışan arabayla bir an dikkati dağılan Umut başını çevirip etrafa bakındı. Ardından sorgusuz sualsiz önünde keyifli şarkılar eşliğinde oynayan videosuna geri döndü. Her şeyi geride bırakıp gitmek Oğuz'a dayanılmaz bir acı veriyordu. Alçin'i bırakıp gitmek yüreğini yakıp kavuruyordu adeta. Gözlerinden yaşlar süzülürken Oğuz'a tek ve en yakın arkadaşı olduğunu söylediği an geldi gözlerinin önüne. Onu terastan aşağı nasıl acımasızca sarkıtıp eziyet ettiği... Ukala sözleri ve huysuz homurdanmalarını hatırladıkça kendini tutamadan güldü. İlk kez orda tattı bu can yakıcı duyguyu. Ağlarken gülmek ne kadar da acıydı. Gerçekten anılar mıydı onu güldüren? Yoksa çaresizlik mi?
Ani bir fren sesi yankılandı ormanın içinde. Öyle ki ağaçlarda pinekleyen kargalar dahi çığlık çığlığa uçuşmuş kaçacak delik aramışlardı. Oğuz sağ elini Umut'a doğru uzatarak yaptığı ani frenin ardından gözleri aynaya kilitlendi. Geride hızlı adımlarla yolda yürüyen Merih kucağında Alçin ile birlikte doğruca ona doğru geliyordu. Gözlerine inanamadı önce. Ne yapacağını şaşırmış bir hayalin içinde olduğundan şüphelenmişti. Hayır yanılmıyordu. Merih'in endişeli ama kararlı yüz ifadesi gün yüzü gibi ortadaydı. Olabildiğince hızlı yürüyor kollarındaki gücün tükendiğini hissedebiliyordu. Kasları o kadar çok ağrıyordu ki kollarının eklem yerlerinden ikiye ayrılacağını düşünmüştü. Başını eğip Alçin'e baktı. Başı Merih'in göğsünde hâlâ derin bir uykuda görünüyordu. Yaşıyor muydu, yoksa çoktan ölmüş müydü Merih bunu dahi bilemeden "Dayan, Umut seni bekliyor." diyerek içten içe pes etmemesi için adeta yalvarıyordu. Hemen birkaç adım gerisinde oğlunun adımlarına yetişebilmek için koşan Dilay tek kelime etmiyordu. Ne hissettiğini bilemeden beyaz örtünün altından sarkan bembeyaz kesilmiş ayaklara bakıyordu.
Oğuz arabayı son hızla geri geri sürmeye başladı. Ne yol ne de yoldan gelebilecek bir araba umurunda değildi. Gözü Merih'e odaklanmış başka hiçbir şeyi görmüyordu. Ani frenle telefonu elinden düşüren Umut ne olduğunu anlamak için önce Oğuz'a ardından etrafa bakınmaya başlamıştı. Oğuz, Merih'in hemen yanında durduğunda Merih hızla arabaya yönelip annesine kapıyı açması için bir bakış attı. Kapıyı açan Dilay'la Merih önce Alçin'i arabaya bindirmiş hemen ardından kendisi de binerek Alçin'i tekrar kucağına almıştı.
"Anne Umut'un yanına bin."
"Ama ben senin yanına binmek istiyorum."
"Anne! Kaybedecek vaktimiz yok."
Merih'in sert çıkışıyla Dilay irkildi. Onu uzun zamandır bu kadar gergin görmemişti. Ara sıra oğlunun sabrını sınadığını biliyordu ama ona hiç bu kadar sert çıkışmazdı. Kendini o kadar kötü hissetti ki gözlerini hüzünle yere dikip öne doğru yürüdü ve Umut'un yanına bindi. Oğuz arkaya dönerek endişeli gözlerle bir Alçin' bir Merih'e bakıyordu.
"Merih..." demişti ki Merih onun sözlerini dahi tamamlamasına izin vermeden "Yaşıyor. Sen yola odaklan." demişti. Oğuz önüne dönüp son hız arabayı sürmeye başladığında sordu:
"Nereye gideceğiz?"
Merih anlam veremeyerek ona baktı.
"Nereye mi? Hastaneye elbette."
Oğuz başını iki yana salladı.
"Olmaz."
Merih mümkünmüş gibi daha da gerildi.
"Ne demek olmaz? Eğer kariyerini zedeleyeceği yönünde bir şeyler zırvalayacaksan-"
Oğuz itiraz etti.
"Hayır ondan değil. Babası..."
Merih duraksayıp düşündü.
"Eğer babası öğrenirse..."
Cümlesine devam etme ihtiyacı duymadı. Ne demek istediği gayet açık ve anlaşılırdı. Atilla, Merih'in pek de umurunda değildi ama kendisinin bir yabancı Atilla'nın ise onların babası olduğunu hatırlayınca biraz olsun sakinleşip düşünme gereği duymuştu. Gözleri önde korkuyla olanları izleyen küçük çocuğa çarptığında sonunda babasıyla baş başa kalacağını düşünerek vicdanının titrediğini hissetmişti. Merih bir anlığına her şeye göğüs gerebileceği düşünmüştü ama mantığı ona gerçekleri fısıldamaya başladığında tüm gücünü yitirdi. Küçük çocuğun bakışlarında kendi çocukluğunu görüyordu. Babadan yaralanmanın ne demek olduğunu en iyi kendisi biliyordu. Daha vahimi ise Merih koca bir yetişkinken kaldıramadığı bu ağır yükü Umut daha çocuk yüreğiyle kaldırıyordu.
Bir çocuğu ailesinden başka hiç kimse yaralayamazdı. Ailenin o küçük yürekte açtığı yara büyüdükçe iyileşmek yerine derinleşip acısı artan tek yaraydı. Çocukken fark edilmeyen bu yaranın dikiş tutmayacağı en başından belliyken bastırılmaya çalıştıkça derin bir sızıyla olur olmadık zamanda hatıra düşmesi yetişkinin dermansız çilesiydi. Öyle ki çoğu insanın içinde hissettiği boşluk aslında çocukken ailesinin açtığı yaradan başka bir şey değildi. Sadece aileden yaralanmanın ne demek olduğunu bilmeyen saf bir çocuk için o yara, yara olmaz büyüdüğünde ise adı boşluk olur çıkardı.
"Nereye gideceğimizi biliyorum. Sürmeye devam et."
Başını eğip Alçin'e baktığında bir yandan eli bileğinde Alçin'in kalp atışlarını sayıyordu. Oğuz dikiz aynasından Merih'i gözetlemeye devam etti. Ağustos'un yakıcı sıcağı ortalığı yakıp kavururken terden ıslanan saçları alnına düşmüş saçlarından şakaklarına doğru ter damlaları süzülüyordu. Bu sıcağa rağmen Alçin'in bedeni o kadar soğuktu ki Merih onu biraz daha kendine doğru çekti. Bir yandan zayıf bedenini hatırladıkça onu inciteceğinden korkuyor biraz daha kendine çekmekle serbest bırakmak arasında gidip geliyordu.
"Abla..."
Umut'un korku dolu bakışlarını diğerleri bu sözlerle fark etmişti.
"Ablam neden uyuyor?"
Oğuz onun içini rahatlatmak amacıyla gülümsedi ve yumuşak bir ses tonuyla "Ablanın dinlenmesi gerek." dedi. Bu Umut'u ikna etmeye yetmiş görünüyordu. Ablasının solgun yüzünü fark etmişti ancak Oğuz'un söyledikleriyle korkulacak bir şey olmadığını düşünmüştü. Önüne dönüp hemen yanı başında ondan uzakta oturmaya çalışan kadına baktığında ise Dilay gözlerini küçük çocuktan hızla kaçırdı. Oğluna duyduğu küskünlük hâlâ tazeydi ve ona sesini yükselttiği aklına geldikçe daha da üzülüyordu. Anlaşılan bu küskünlüğü yalnız ona değil herkese yansıtmakta kararlıydı. Oğuz ara ara endişesini belli eden sorular soruyor bir türlü yola odaklanamıyordu. Bazen ise Merih'in tarif ettiği yolu şaşırarak anlamakta güçlük çekiyordu. Yaptıklarından şüphe duydu birden. Saatine baktı göz ucuyla. Zaman hızla akıp gidiyordu sanki. Bu uçağa yetişmek için son bir fırsattı. İçindeki şüphe gittikçe büyüyerek cesaretini kırdı. Alçin'in planladığı her şeyi sonucunda ne olacağını dahi bilmeden hiç saymanın eğer işler beklenmediği gibi giderse onlara ne kadar pahalıya mâl olacağını hatırladı. Bu tam bi delilikti. Çünkü daha dün tanıştığı bir adama güvenip onun söylediklerini koşulsuz yerine getiriyordu. Merih, Oğuz'un huzursuz bakışlarını çok net görebiliyordu. Ama tek kelime etmedi, onu kışkırtıp her şeyi mahvedecek kadar toy değildi. Sorgulayıcı bakışlarını görmezden gelerek yolu tarif etmeye devam etti. Oğuz yavaş yavaş şüphelerinden kurtulmaya çalıştı. Nihayetinde Alçin hâlâ yaşıyordu ve onu göz göre göre ölüme terk edip planı uygulayacak kör cesareti yoktu. Yapabileceği tek şey risk alıp arka koltukta oturan yabancıya inanmaktı.
"İleride solda dur."
Düşüncelerle boğuşurken Merih'in sözleriyle kendine geldi ve biraz ileride solda durdu. Burası ara bir mahalleydi. Dar ve biçimsiz arnavut kaldırımlı sokakları eski ve estetikten yoksun sıra sıra apartmanlar dolduruyordu. Merih arabadan hemen inmedi. Önce etrafa bakınmış birinin olmadığına emin olduktan sonra kucağında Alçin ile birlikte arabadan indiği gibi hızla hemen yandaki apartmana girmişti. Hızlı adımlarla vakit kaybetmeden merdivenleri çıkarken hemen arkasından annesi onun ardından ise kucağında Umut'la Oğuz takip ediyordu. En sonuncu katta koridordan ilerleyip en sondaki kapının önünde durduğunda annesine kapıyı çalması için baktı ama annesi ondan gözlerini kaçırıp arkasını döndü. Merih sıkıntıyla nefesini dışarı verdiğinde şu an onunla uğraşamayacak kadar takatsiz ve sabırsızdı. Oğuz öne atılıp kapıya vurmaya başladığında Merih "Lütfen evde ol." diye sayıklamaya başlamıştı ki çok geçmeden içerden tahta parkelerin gıcırtıları yankılanmıştı.
"Ne vuruyorsunuz öyle alacaklı gibi!" diye esneyerek ve tişörtünün altından karnını kaşıyarak kapıyı açan Buğra karşısında Merih'i bulunca şaşkınca olduğu yerde dikili kaldı. Hemen yanında duran Dilay'ın bakışları yerde canı sıkkındı. Biraz geride duran Oğuz'a, onun bacağının arkasından ürkekçe olan biteni izleyen Umut'a en son ise Merih'in kucağında baygınca yatan Alçin'e baktı.
"Merih..."
Merih ona hiçbir şey söylemeden içeri daldığında peşinden diğerleri de girmiş Buğra ise apartman boşluğunu şöyle bir kontrol edip kapıyı kapatmıştı. Hızla Merih'in yanına koştuğunda "Neler oluyor? Kucağında bir cesetle kapıma dayanacağın hiç aklıma gelmezdi!" diyerek endişeyle Merih'e bakmıştı. Merih onu umursamadan Alçin'i dikkatle koltuğa bırakırken Buğra şapşalca itiraz etti.
"Aa! Cesedi koltuğuma bırakma!"
Merih öfkeyle ona dönüp "O yaşıyor Buğra." dediğinde Buğra şüpheyle kadının bembeyaz kesilmiş yüzüne baktı.
"Emin misin? Pek öyle görünmüyor."
Merih ona cevap verme gereği duymadı.
"Çabuk sıcak tutacak bir şeyler getir."
Buğra neye uğradığına şaşırmış bir haldeydi. Sorgulamadan Merih'in sözlerinin ardından aceleyle içeri odaya koştu. Dolaptan kışlık elyaf bir yorgan ve yastık çıkardığında yine aceleyle oturma odasına döndü. Merih dikkatle Alçin'i kaldırdığında başının hemen altına bir yastık konuldu. Ardından üzerine yorgan örtülmüş hepsi bir an sessizliğe düşerek kendi hallerinde düşüncelere dalmıştı. Bu şekilde onun durumunu anlayamazlardı. Çaresizce beklemek ise akıl kârı değildi. Oğuz dayanamayarak toparlandı.
"Böyle olmayacak."
Adımlarını kapıya yöneltmişti ki Merih sordu:
"Nereye?"
Oğuz duraksayıp kısa süreliğine ona döndü. "Doktor bulacağım."
Merih itiraz etmedi. Bir şeyler yapmazlarsa Alçin'in hayatına mal olacaktı. Oğuz'un gideceğini fark eden Umut huzursuzca onun paçasına yapıştı.
"Ben burada kalmak istemiyorum."
Oğuz mümkün olduğunca sabırlı bir şekilde eğilip Umut'un iki kolundan tuttu ve gülümseyerek "Ablanın sana ihtiyacı olacak. Onu uyandığında ilk gören sen olmak istemez misin?" dedi. Bu sözler Umut'u ikna etmiş olacak ki bakışlarını yere indirip sesini çıkarmadı. Başını hafifçe salladığında onu bırakıp ablasının yanına gitti. Oğuz ise Merih'e bir bakış atmış hemen ardından evden çıkmıştı. Geride kalanlar çaresiz bekleyişin içinde buldular kendilerini. Buğra'nın kafasında soru işaretleri, Dilay'ın kalbinde burukluk, Umut'un içinde derin bir korku, Merih'in ise göğsünün tam ortasında taptaze bir yangın vardı. Hiçbiri bu hislerle nasıl başa çıkacağını bilmiyor kendilerini çaresiz bir bekleyişe adıyorlardı. Ablasının elini tutan Umut onun zayıf kalp atışlarını duyabilmek umuduyla başını göğsüne yaslamıştı. Ağlamak istiyordu ama göz pınarları kurumuş gibi sadece derin bir üzüntü hissettiğiyle kalıyordu. Nihayet sessiz birkaç göz yaşı döküldü o çekik siyah gözlerinden. Ablasının soğuk göğsünü ısıtan sıcak birkaç damla yaş... Ve birkaç kelime döküldü dilinden:
"Lütfen uyan abla... Çok uyudun."
Bölüm sonu.❤️🩹
Hikayenin gidişatı hakkında neler düşünüyorsunuz? Düşüncelerini belirtmekten çekinmeyin. 🥰
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum... 🌟
Sonraki bölümde görüşmek üzere, hoşçakalın!❤️🔥
Sevgilerle, yazar hatun.💃🏻
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |