
Keyifli Okumalar.
♥️
Saat akşam beşi gösterirken yaz tatilinin keyfini çıkaran çocukların sokakta yükselen cıvıltılarını dinleyen Merih uzandığı yatakta öylece tavana bakıyordu. Güneş batmamasına rağmen oda biraz karanlık ve serindi her zamanki gibi. Küçük odaya zar zor sığan bir yatak ve eski bir gardıroptan başka hiçbir şey yoktu. Geldiklerinde neredeyse çöpe dönmüş odayı Dilay bir güzel temizlemiş bir yandan Buğra'yı da güzelce azarlamıştı. Merih sokaktan gelen martı ve çocuk seslerine daha fazla dayanamayıp doğruldu ve yatağın yanı başındaki pencereyi kapattı. Buraya geleli üç gün olmuştu ve içeri odada yatan Alçin hâlâ uyanmamıştı. Oğuz'un bulup getirdiği doktor gerekli tedavileri sürdürmesine rağmen ne zaman uyanacağına dair net bir şey söyleyemiyordu. Umut bir an olsun ablasının başından ayrılmıyor ara sıra dadısı Suna'yı istediğini söyleyerek ağlıyordu. Çocuk avutmaktan bir hayli habersiz olan Oğuz ise bir servet ödeyerek ona çeşitli oyuncaklar getirse de onu heyecanla karşılayan Umut'un hevesi çok kısa sürüyordu. En fazla yarım saat yeni oyuncakla oyalanıyor ardından yeniden huzursuzlanmaya başlıyordu. Oyuncaklar daha çok Dilay'ın işine yarıyordu. Belli etmemeye çalışsa da Oğuz'un gelişini dört gözle bekliyor, bir süre Umut'un oynayışını sabırla ve kıskançlıkla izliyor, Umut oyuncağı bıraktığında ise sinsice yaklaşarak oyuncakları büyük bir dikkat ve heyecanla inceliyordu.
Merih yattığı yerden kalktığında iyice hantallaşan vücudunu açmak için biraz esnedi. İçeriden bir süredir ses gelmediğini fark ettiğinde ise içeri geçti. Alçin ilk gün ona serilmiş yatağında hâlâ uyuyor ortada bağdaş kurmuş Umut ise dikkatle televizyona bakıyordu. Merih dönüp televizyona baktığında onu oyalamak adına açtığı futbol konulu; Blue Lock adlı animeyi hâlâ pür dikkat izlediğini gördüğünde gülümsedi. Gerçekten tam bir futbol aşığıydı. Öyle ki Merih'e dönüp bakmadı dahi. Hemen biraz yanında oturan Dilay ise anlamsızca bakıyordu televizyona.
"Merih, bu çizgi film Çince! Hiçbir şey anlamıyorum."
Umut hemen onu düzeltti:
"Çince değil, Japonca."
Dilay şaşırmıştı. Ona göre hepsi aynıydı.
"Sen anlayabiliyor musun ki?"
"Elbette anlıyorum."
"Nasıl? Ben neden anlamıyorum?"
"O zaman Japonca bilmiyorsun demektir."
"Sen nasıl biliyorsun ki?"
"Benim annem Japon da ondan."
"Gerçekten mi? Onu hiç görmedim."
"Göremezsin."
"Neden?"
"Çünkü o öldü."
Dilay daha fazla soru sormadı. Gerçekten üzülmüştü ve Umut'u da üzdüğünü düşünerek endişeyle ona baktı ama Umut çok kayıtsız ve ilgisiz bir edayla televizyona bakmaya devam ediyordu. Aslında ona Japoncayı öğreten babasıydı. Annesinin kültürünü öğrenip bilmesi için gerekli olan bütün eğitimleri ona kendisi vermiş hatta Japon uyruklu özel bir eğitmen dahi tutmuştu. Konuşmanın hemen ardından gelen bir gol sahnesiyle heyecanla ayağa kalkıp bağırdı Umut:
"Gol!"
Ardından Merih'e dönüp güldü.
"Ben de Nagi gibi olacağım!"
Nagi dizideki bir karakter olmalıydı. Merih, Umut'un başını okşayıp "Eminim olacaksın." diyerek onu yüreklendirdiğinde Dilay da ona destek olmak istercesine alkışlamıştı. O sırada kapı çaldı. Merih kapıyı açtığında Buğra ve Oğuz elinde poşetlerle girmişti. Dilay ve Merih poşetlerin birazını alırken "Bunlar ne?" dediler. Oğuz gülümseyip içeri girdi.
"Ah, biraz bir şeyler aldım."
Poşetler çeşitli sebze, meyve ve yiyeceklerle doluydu. Buğra bu ayki mutfak masraflarının cebinde kalacağı için içten içe sevinirken Oğuz her zamanki gibi Umut'a yeni aldığı oyuncağı göstererek onun ilgisini çekmeye çalışıyordu. Küçük evi dolduran kalabalık yıllardır beraber yaşayan bir aile gibi önce yemek yemişler, günlerinin nasıl geçtiği konusunda yavan bir sohbete tutuşmuşlardı. Umut izlediği dizinin yeni bölümünü açması için Merih'e ısrar ederken Oğuz telefonla yüksek sesle konuşuyor Buğra ve Dilay ise her zamanki gibi anlamsız bir kavgaya tutuşup birbirleriyle inat ediyorlardı.
"Bu ne gürültü? Kesin sesinizi!"
Günlerdir duyulmayan tanıdık bir sesle hepsi duraksadı. Ani bir sessizlik çökerken Alçin bir elini başına götürüp tuttu. Dayanılmaz bir ağrısı vardı. Gözlerine çakılan rahatsız edici parlak ışığı hissedebiliyordu. Göz yuvarları yanıyordu sanki. Kulağına ilişen kuru gürültü onun huysuz isyanıyla kesilince biraz olsun rahatlamıştı. Buğra, çoktan öldüğüne inandığı kadının bu denli gür bir sesle bağırıp hareket ettiğini görünce korkuyla irkilerek hemen yanı başında kavga ettiği Dilay'ın arkasına saklandı. Umut, Merih'in tişörtünü sündürmeyi bırakmış Oğuz pencereden dışarı bakarak konuştuğu telefonu tek kelime etmeden kapatmıştı. Hızla Alçin'in yanına koşarak çöken Oğuz onun elini avuçlarının arasına aldı.
"Alçin! Benim tatlı prenses meleğim!"
Bir yandan ağlıyordu. Alçin huysuzca elini çekti.
"Cehennemde bari yakamı bırak Oğuz."
Alçin düpedüz öldüğünü düşünmüştü. Her ne kadar şu an alaycı konuşsa da bir süre gerçekten hayatta olduğuna ihtimal dahi vermedi. Öyle acı çekmişti ki, böyle bir acıyı ancak ölüm açıklayabilirdi. Oğuz onu dinlemeden salya sümük ağlarken Umut çocukluğun verdiği bir çeviklikle "Abla!" diyerek fırlamıştı. Hiç düşünmeden ona sıkıca sarıldığında Alçin, Umut'un sesini duyar duymaz şaşkınca bir süre öylece kalmış hemen ardından yüzünde şaşkın bir gülümsemeyle ona sarılmıştı sıkıca.
"Umut..."
Onu hissetmek adına elleriyle yüzünü uzunca yoklamış, öpmüş, koklamıştı. Bütün bu acıya katlanma sebebi oydu ve onu tekrar hissetmek tüm sıkıntısını alıp götürmüştü sanki. Öyle heyecanlanmıştı ki elleri titriyordu. Umut içinde biriktirdiği onca korkuyu bir anda dışa vurup ağlamaya başladığında Alçin onu sakinleştirmeye çalıştı.
"Şh! Tamam, buradayım, geçti."
Umut hıçkırıklarla ağlamaya çalışırken bir yandan yakınmaya devam ediyordu.
"Neden bu kadar çok uyudun!?"
Alçin gözlerinin dolduğunu hissetti.
"Özür dilerim seni korkuttuğum için."
Umut uzun bir süre susmadı. Ardından derin hıçkırıklarla öylece ablasına sarılmaya devam etti.
"Neredeyiz?"
Alçin evin kokusunu alır almaz tanımadığı bir yerde olduğunu anlamıştı. Başta hastane olduğunu düşünmüştü ama hastanenin kendine has kokusundan çok daha farklı bir kokuydu bu; yabancı bir evin kokusu.
"Merih'in arkadaşının evindeyiz."
Ona cevap veren Oğuz olmuştu. Alçin şaşırdı.
"Merih mi? Nasıl?"
Oğuz şu an bunlara cevap veremeyecek kadar mutlu bir o kadar da sabırsızdı.
"Boş ver şimdi bunları. Dinlen güzelce. Acıktın mı? Acıkmış olmalısın, hemen yemek getirelim sana. Susadın mı peki? Ağrın var mı?"
Endişeyle sıraladığı sorulara cevap vermesini dahi beklemeden bir yenisini ekliyordu. Alçin normalde buna oldukça sinirlenirdi ama gariptir ki bu bile hoşuna gitmişti. Gülümsememek için kendini zor tuttu. Merih geride duruyor yalnızca olanları izliyordu. Alçin'in üzerindeki yoğun ilgi uzun bir süre devam etti. Hemen doktor çağrılmış gerekli muayenelerin ardından doktor bir süre daha tedavi göreceğini söyleyerek bir reçete yazmıştı. Bol bol dinlenmesi gerektiğini de tembihlediğinde oradan ayrılmıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde Umut ablasının kucağında uyuyakaldı. Buğra ve Dilay mutfakta, Merih ise doktoru yolcu etmek için aşağı inmiş ve uzun süredir dönmemişti. İçerde oturan Alçin ve Oğuz sohbet ediyordu. Oğuz olan biten her şeyi anlatmaya koyulmuştu. Şimdi daha iyi anlıyordu Alçin, ama içinde dönüp duran 'Neden?' sorusu ona bir türlü rahat vermiyordu. Kendisine bir çıkarı olmayan adam neden böyle bir şeye girişmişti? Neden onca zahmete, sıkıntıya hatta tehlikeye girmişti?
"Böyle işte. Üç gündür uyanmanı bekliyorduk."
Alçin sesini çıkarmadan dinliyordu. Oğuz iç geçirdi.
"Bu sefer çok ileri gittiler Alçin."
İkisi de bunun çok iyi farkındaydı.
"Babam, babam nasıl oldu da Merih'in beni buraya getirmesine razı oldu?"
Oğuz bir detay atladığını fark ederek ona döndü.
"Burada olduğundan haberi yok."
Alçin göğsüne yatmış Umut'un saçlarını seviyordu.
"O zaman nasıl?" diyerek duraksadı. Oğuz ne demek istediğini anlamıştı.
"Jules, bir şekilde idare ediyor."
Oğuz'un söylediği doğruydu. Alçin'in odasından çıkan Jules, kapının önünde Atilla Bey ile karşılaşınca bir an şaşırdı. Ama bozuntuya vermeden sakinliğini korudu ve yavaşça kapıyı kapattı.
"Alçin nasıl? Onu görmeye geldim."
Jules sakince ellerini önünde birleştirdi. Atilla onu odasında sanıyordu.
"Pek iyi hissetmediğini söyleyerek uyuyacağını, kimsenin onu rahatsız etmemesini istediğini söyledi."
Atilla elinde tuttuğu bastonunu sıktı.
"Babasını dahi kabul etmiyor mu yani?"
Jules gülümsedi.
"Yeni nesil saygı konusunda biraz önemsiz efendim."
Atilla derin bir nefes aldı.
"Ebeveynler ve çocukların kuşak çatışması dünyanın sonuna dek devam edecek ne de olsa. Hiçbir zaman birbirimizi anlayamayacağız. Bizler geri kalmış yaşlı bunaklar olacağız onlarsa yeni nesil nihilist!"
Jules, Atilla Bey'in ne demek istediğini gayet iyi anlamıştı.
"Sanırım öyle."
Atilla geri dönüp yürümeye başladığında Jules da onunla birlikte koridorda yürümeye başladı. Atilla bir elini ceketinin cebine sokup yıkanan perdeleri asmaya çalışan çalışanlara öylesine bir göz attı.
"Gençken ben de babamla çatışırdım gerçi. Onu anlayabiliyorum."
Jules cevap vermedi. Efendisinin gençliğini dün gibi hatırlıyordu tabii. Öyle sevecen, güler yüzlü ve dolu dolu bir çocuktu ki hiç bitmeyen enerjisiyle oradan oraya koşturur kendini geliştirmek adına aç bir kurt gibi bilginin peşinden savrulurdu. İçinin dolu ve entelektüel olmasına önem verdiği kadar dış görünüşüne de önem verir daima şık ve tertemiz giyinirdi. Bilimsel makale ve kitapların peşinde koştukça babasının okuduğu ve romantize ettiği kitapları kınar, ona hiçbir şey katmayacağı konusunda derin bir tartışmaya girerdi. Yılmadan, pes etmeden bir şekilde kendini haklı çıkarırken babası; Naim Anka onunla çok ağız dalaşına girmez iğneleyici bir üslupla onu sinir etmeye çalışırdı. Çünkü oğlunun gençlik inadı onu daima keyiflendiren şeylerden biri olmuştu. Araştırma için Japonya'ya gittiğinde ise tanıştığı Kato Hinata'nın da etkisiyle resme ve sanata merak salmış doğuştan gelen yetenekleri ve zekice hamleleriyle kısa sürede dünyaya başarıyla nam salmıştı. Şimdi babasını daha iyi anlıyor olmalıydı.
"Elif'e söyle güzel bir melisa çayı yapsın Alçin'e. Rahat uyumasına yardımcı olur."
Jules hafifçe başıyla onayladı.
"Derhal efendim."
Oysa Alçin hiç tanımadığı bir evde günler sonra ilk kez uyanmıştı. Jules elinden geldiğince onun yokluğunu kimseye belli etmeden evi çekip çeviriyor bir an önce sağlığına kavuşması için dua ediyordu. Artık gittikçe yaşlandığından mıdır nedir bilinmez çocukluğundan beridir acı çeken bu küçük kızın acısına tanık olmak istemiyordu artık. Efendisine ilk kez yalan söylüyor ona ihanet ediyordu ama içten içe duyduğu vicdanının sesini bastıramıyordu.
Gece yarısından sonra eve giren Merih diğerlerinin uyuduğunu fark ederek oldukça sessiz olmaya çalıştı; ayakkabılarını çıkardı, anahtarı bıraktı ve doğruca banyoya gidip ellerini yıkadı. Günlerdir evde hareketsiz durduğu için biraz yürümek istemiş kendini saatler sonra düşünceler eşliğinde sahilde dolaşırken bulmuştu. Ellerini kurulayarak banyodan çıktı ve ışığı kapattı. Karanlıkta bir gölge gibi yürürken kulağına bir ses ilişti.
"Anneni oldukça endişelendirdin."
Merih dönüp karanlığa baktığında sesin Alçin'den geldiğini anlamıştı. Alçin bunu biraz alayla söylemişti.
"Uyumamışsın."
Verdiği cevap bu oldu. Yavaşça ona doğru yaklaştığında Alçin: "Yastığımı bulamıyorum." dedi. Merih etrafı daha iyi görebilmek adına köşede sadece dekor amaçlı duran lambaderi açtı. Küçük odayı dolduran loş sarı ışık Alçin'in yüzünü aydınlatmıştı. Merih yere düşen yastığı alıp Alçin'in sırtına destek olacak şekilde yerleştirdi. Umut, ablasının kucağında geceliğini sıkı sıkı tutuyor yüzündeki çocuksu masumlukla mışıl mışıl uyuyordu.
"Umut'u da yatağına bırakabilir misin?"
Merih bir çırpıda küçük çocuğu kucağına aldı. Öyle derin uyuyordu ki hissetmedi bile. Yalnızca ufak bir mırıldanmayla "Gol..." demişti. Anlaşılan rüyasında bile top peşinde koşturuyordu. Merih onun bu mırıldanmasıyla güldü. Gerçek bir tutkundu. Onu yere serilmiş küçük yatağına bırakıp üzerini örttüğünde diğer koltukta boylu boyunca uzanmış Oğuz'u yeni fark etmişti. Üzerinde gömlek pantolon elinde telefonuyla ağzı bir karış açık uyuyakalmıştı öyle.
"Biraz zamanın var mı?"
Alçin'in sorusuyla duraksayan Merih yavaşça ona yaklaşıp ayakucuna oturdu.
"Teşekkür ederim." diye söze başladı Alçin. Birine minnet duymaktan uzaktı duyguları ama en azından bunları söyleyebilirdi.
"Bu sözleri senden duymak ürkütücü."
Bir teşekkür beklemiyordu Merih. Tek derdi ona ömür boyu musallat olan vicdanını rahatlatmaktı. Çünkü o vicdanın verdiği acı hiçbir acıya benzemiyordu.
"Haklısın, bana da bir o kadar yabancı bu sözler."
Merih cevap vermedi. Yorgundu; bedeni, ruhu, zihni öyle yorgundu ki... Ne söyleyeceğini dahi bilemiyordu.
"Korktum Merih..."
Merih bu sözlerle Alçin'e doğru döndü. Sesi pürüzsüz ve samimiydi. Kirpiklerinin gölgesi yanaklarına düşmüş olduğu gibi boşluğa bakan gözleri her zamankinden daha yorgun ve güçsüz görünüyordu. Beline kadar örttüğü örtüye sıkıca sarınmış üşüyen bedenini ısıtmak için bir de hırka almıştı omuzlarına. Beyaz örtünün üzerindeki siyah saçlar kıvrılarak uzanıyor loş ışığın altında koyuca parlıyordu.
"Tabii, herkes ölümden korkar."
"Ölümden değil." dedi Alçin hiç düşünmeden. Bu sözlerin ardından biraz duraksamış, "Umut tek başına kalacak diye korktum." diye devam etmişti. Merih cevap vermedi. Alçin inşa ettiği o yıkılmaz duvarın ardından duygularını şeffafça gösterdiğinin farkında değildi. Bu durum Merih'i de rahatsız etmiş sanki büyük bir sırra tanık olmuş gibi ürkmüştü.
"Neden beni kurtardın Merih?"
Kendine hakim olmaya çalışsa da merakına yenik düşen Alçin kafasından geçen bin bir türlü düşünceyle bunu sormuştu.
"Çünkü senin de benim gibi hayatın pahasına korumak istediğin biri var. Ve hiçbir şey ona gelebilecek zarardan daha korkutucu gelmiyor sana; kendi ölümün bile olsa..."
Alçin'in yüzü şaşkınca yumuşamıştı. Bunu bu kadar kısa sürede anlayan birinin varlığı onu heyecanlandırmıştı.
"O yüzden..." dedi Merih ayağa kalkarak, "onu koruyabilmek için yanında olmalısın." ve yavaş adımlarla ilerleyerek küçük yatak odasına girdi. Alçin dolu gözlerini öylece karanlık boşluğa dikmişti. Daha önce hiç tatmadığı bir his belirdi içinde. Şüphesiz minnetti bu. Buruk ama yoğun bir minnet tüm damarlarını dolaşıyordu sanki. Bir utanmışlık vardı yanaklarında ama bu yalnızca kibirli gururundan doğan bir şeydi. Bugüne dek tek bir yardım almadan kendi başının çaresine bakmaya çalışırken aynı zamanda küçük kardeşiyle ilgilenmek kör bir kız için yeterince zorluydu. Bedeni zayıf olabilirdi ama ruhu herkesten daha güçlüydü. Buna alışık olduğundan uzatılan yardım eli onun kibirli gururunu gücendirmişti.
Geçen birkaç günle herkes birbirine alışmış görünüyordu. Sabahları ev sessiz sakin olsa da akşam herkes geldiğinde küçücük evde gürültü kaçınılmaz oluyordu.
"Japonya'da bir konferansa davetlisin. Gidecek misin?"
Oğuz kucağındaki dizüstü bilgisayardan gelen mailleri kontrol ederken olan biteni Alçin'e bildiriyordu.
"Hayır."
Ayakta durmaya hali yokken o kadar saat yol gitmek akıl işi değildi. Oğuz da bunun farkındaydı, sadece formalite icabı sormuştu.
"Nerede kaldı bunlar? Saat kaç oldu!"
Mutfaktan çıkan Buğra gergince etrafta dolandı. Üzerinde un fabrikasının reklamı olan bir mutfak önlüğü vardı. O sırada kapının kilidinin açıldığı sesi duyuldu. İçeri giren Merih geri dönüp apartman boşluğuna baktı.
"Anne?"
Merdivenlerden bir ses duyuldu: "Geliyorum!"
Merih eve girdiğinde Buğra onu geç kaldığı için azarlamış Merih'in elindeki poşetleri almıştı. Biraz sonra içeri giren Dilay hızlıca ikisinin yanından geçtiği sırada ikisi de şaşkınca birbirine bakmış Buğra: "Onu kızdıracak bir şey mi yaptın?" diye sormuştu. Merih başını iki yana salladığında seslendi: "Anne."
Dilay duraksadı. Bir süre öylece sırtı dönük kalmış ardından yavaşça onlara dönmüştü. Üzerindeki örgü hırkayı önünde sıkıca birleştirmiş karnını tutuyordu. Merih endişeyle kaşlarını çattı.
"Karnın mı ağrıyor?"
Dilay gözlerini ondan kaçırarak yutkundu.
"E- evet."
Merih'ten kaçırdığı suçlu gözleriyle bir çocuk gibi kıvranıyordu. Bileğindeki kırmızı bilekliğin ipiyle oynamaya başladığında Merih'in çatılan kaşları düzeldi. Yalan söylüyordu, ne zaman yalan söylese böyle yapardı.
"Yalan söylemenin çok kötü olduğunu söylerdin bana."
Merih'in yumuşak çıkan uyarıcı sesi Dilay'ı anlık olarak onun gözlerine bakmaya zorlamıştı.
"Evet. Çok kötü bir şey, yalan söylemek çok kötü bir şey."
Endişesi tamamen onu ele vermişti. Hırkasının içinde bir şey kıpırdadığında Buğra işaret parmağını ona doğrultarak heyecanla konuştu.
"Bir şey kıpırdadı! Merih gördün mü? Bir şey kıpırdadı!"
Merih derin bir nefes alarak annesine baktı.
"Anne, ne saklıyorsun?"
Dilay hemen itiraz etti.
"Bir şey saklamıyorum."
O sırada kıpırtı daha da şiddetlenmiş Dilay ise engellemeye çalışmıştı. Ama başaramadı. Hırkasının içine sakladığı kedi huysuzca ondan kurtulduğu gibi yere atladı. Sarı tüyleri olan sarmal bir kediydi bu.
"Aaa! Kedi... Evimde kedi var!"
Kendini birden bambaşka bir yerde bulan kedi ürkmüş oradan oraya atlayarak koşturmaya başlamıştı. Ortalık aniden karışırken kediden korkan Oğuz ve Buğra da kedi gibi oradan oraya koşuşturmaya başlamışlardı.
"Aa! Merih! Merih yakala şunu!"
Buğra'nın haykırışlarına Oğuz'unki de eklendi.
"Bence de Merih bir şey yap!"
Dilay kediyi yakalamak için onların peşinde koşarken Umut neşeyle gülmeye başlamış o da koşturanların kervanına katılmıştı. Geçtiği her yeri yıkıp döken kedi Oğuz'un koluna atladığında çıldırmış gibi bağırmaya başlayan Oğuz bir yandan kolunu sallamaya başladı. Ama kedi tırnaklarını gömleğin kumaşına geçirdiği için yapışmış gibi ayrılmak bilmiyordu. Oğuz'un çırpınışı nihayet sonuç verdi. Kolundan fırlattığı gibi bu kez Buğra'nın üzerine atlayan kedi cırlayarak onu patileriyle adeta dövüyordu. Buğra kadın çığlını andıran bağırışlarıyla yere düştüğünde kedi onu dövmeye devam etmiş en sonunda perdelere tırmanarak oradan doğruca Alçin'in kucağına atlamıştı. Bacaklarında kedinin ağırlığını hisseden Alçin neler olup bittiğini az çok hayal edebiliyordu. Sakince uzanıp saçındaki süslü tokayı çıkardı ve önüne doğru uzatarak hafifçe salladı. Dikkati dağılan kedi yavaşça sakinleşirken dikkatle takip ettiği tokanın boncuklarına patilerini uzatıp oynamaya başlamıştı. Oğuz koltuğun arkasından yavaşça kafasını uzatıp baktığında hayretle Alçin'i izledi.
"Ah... Alçin sen bir kedi terbiyecisi olmalısın."
Şaşkınca duraksayan Dilay "Öyle mi? Gerçekten de sen kedi terbiyecisi misin?" diye sormuş Umut gülmeyi keserek neşeyle ablasının yanına atlayarak kediyi izlemeye koyulmuştu. Yediği tırnaklarla yerden kalkan Buğra acıyan yüzüyle inliyor Merih ise olup bitenle derin bir nefes alarak başını iki yana sallıyordu.
"Hayır, benden olsa olsa köpek terbiyecisi olur." dedi hafifçe Oğuz'a dönen Alçin. Oğuz ona sinirle baktığında Dilay, Alçin'e hızla yaklaşarak yere çöktü ve kedinin az önceki canavar halinden eser kalmayan uysallığını izlemeye koyuldu. Bu durum Merih'i şaşırtmıştı. Çünkü annesi buraya geldikleri günden itibaren Alçin'e ne yaklaşmış, ne onunla konuşmuş ne de onun hakkında bir şey söylemişti. Bu ondan çekindiğinden değildi, buraya geldikleri ilk gün olanlardan ötürü nedensiz bir soğukluk uyanmıştı kalbinde Alçin'e. Oğlu bu kız yüzünden ona sert çıkışmış kalbini kırmıştı. Ondan hoşlanmadığı kesindi. Merih sonra gönlünü almıştı ama bu Alçin'e karşı olan soğuk hislerini ısıtmaya yetmemişti. Bir kedi uğruna ona yaklaşması Merih'i şaşırtmıştı.
O akşam herkes yemek masasının etrafında toplandığında masada dönen eğlenceli sohbetin ve ona eşlik eden kahkahaları duyabiliyordu Alçin. Henüz ayağa kalkamadığı için mutfakta herkesle birlikte oturup yemek yeme gibi şansı yoktu. İçeride ona alelacele hazırlanmış yatağında doğrulmuş tek başına oturuyor önüne bir tepsiyle sunulmuş yemeğin sıcak kokusunu alıyordu sadece. Dokunarak bulduğu kaşığı eline aldı yavaşça. Diğer eliyle de tabağı bulduğunda beceriksizce kaşığı yemeğe daldırdı ama biraz eline döküp parmağını yakınca uğraşmaktan vazgeçti. Bu güne dek ona yardımcıları yemek yedirmişti. Onun tek yaptığı o gururlu ağzını açıp yavru bir kuşun annesinin onu beslemesini beklediği gibi beklemekti. Mutfaktan gelen kahkahaları bölüp yardım istemek istemedi. Bu yalnızca gururunu gizlemek için kendine sunduğu yalandı ama bunun arkasına sığınmaya devam etti. Mutfağın aralık kapısından onu izleyen Merih'in de farkında değildi. Alçin'in bir anlığına yapabileceğine inanarak girdiği çabadan vazgeçtiğini görmesi onun da iştahını kaçırmıştı. Önüne döndüğünde ise Umut'un da ablasından pek farklı olmadığını gördü. Masa onun küçük bedenine göre oldukça yüksekti. Eline kocaman gelen kaşığı tabağa batırıp çıkarmasıyla kaşıktaki yemeğin yarısını masaya diğer yarısını ise kendi üzerine dökmekten başka pek bir işe yaramıyordu çabası. Ne yaptığını fark ettiğinde çekik bocuk boncuk bakan gözleri mahcubiyetle doluyor bakışlarını diğerlerinin üzerinde gezdiriyordu. Buğra ve Oğuz onu fark etmeksizin çene çalarken Merih'in vicdanı bu küçük çocuğu izlemeye dayanamıyordu. Tam ona doğru bir hamle yapacaktı ki ondan önce biri hamle yaptı; Dilay küçük çocuğu kendine doğru çekip kucağına oturttu ve tabağındaki yemeği onun yutabileceği büyüklükte lokmalara ayırarak Umut'a yedirmeye başladı.
"Aa... de bakalım."
Bir yandan ona dönen diğerlerine kaçamak bir bakış atmış onların bakışlarından rahatsız olarak hafifçe sırtını onlara dönmüştü. Alçin'den dolayı bu çocuktan haz ettiği söylenemezdi Dilay'ın. Ama oğluna da miras bıraktığı vicdanın asıl sahibi kendisiydi ve bu küçük çocuğun neler yaşadığının farkında olmasa da hissetmekte usta olduğu için onun çektiği acıyı anlayabiliyordu. Zaten annesi olmadığını öğrendiğinde onun için çok üzülmüş gözlerinin önüne Merih'in çocukluk zamanları gelmişti. "Ben olmasam Merih ne yapardı?" diye düşünmüştü o an. O günden beridir çocuğa duyduğu şefkat de artmış ona annelik içgüdülerini yeniden tattırmıştı. Küçük çocuk da bu durumdan rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. Evde yediği yemeklerin aksine daha lezzetli olan yemeği yiyebildiği için oldukça iştahlıydı. Merih annesine şefkatle bakıp gülümsedi. Onun temiz kalbi ve saf niyeti hayatı yaşamaya değer kılan şeydi. Annesini bu halde görmek ona kendi küçüklüğünü hatırlatmıştı. Ona da tıpkı Umut gibi yemekleri yedirir tabağı bitene dek dizinden ayırmazdı. Merih kendi tabağını yarıda bırakıp ayağa kalktı ve içeri yürüdü. Diğerleri onun gidişine aldırmazken Merih, Alçin'e doğru yaklaştı ve hemen yanı başına oturdu. Ona yaklaşırken nedense hep temkinli davranıyordu. Onu ürkütüp korkutmak istemiyordu. Yanında hissettiği ağırlıkla Alçin başını hafifçe kaldırmıştı. Burnuna Merih'in kokusu çarptığında nedensizce rahatladı. Onun varlığını hissetmek güven veriyordu Alçin'e. Ardından elinde hissettiği bir başka elle şaşırdı. Ne kadar da sıcak ve büyüktü elleri... Ayrıca hayalinden daha yumuşak ve nazikti dokunuşu. Elini çekip çekmemek konusunda kararsız kalan Alçin nefesini dahi tuttuğunu fark etmeksizin karmakarışık bir düşünce yumağının içinde bulmuştu kendini. Normalde ona temas edilmesinden nefret eden bu hırçın kız daha önce hiç olmadığı kadar uysal ve sakin görünüyordu. İlk defa birinin dokunuşu onu rahatsız etmemiş içinde korkutucu bir ürperti uyandırmamıştı. Merih, Alçin'in elindeki kaşığı nazikçe aldığında yemeğe batırdığı kaşığı yavaşça onun ağzına doğru kaldırdı. Alçin onun ne yapmaya çalıştığını anlıyordu.
"Ağzını aç."
Yumuşak çıkan sesinde şefkatle karşılaşan Alçin yabancı olduğu bu duygunun ne olduğuna anlam veremedi başta. Oldukça tanıdıktı ama daha önce ona pek gösterilmemiş bir şeydi.
"Uçak geliyor mu demeliyim?"
Alçin'in gururlu dudakları aralanmayı reddediyordu. İçten içe Merih'in ona acıdığını düşünmesi onu kahrediyordu.
"Ne o? Yoksa annemin yemeklerini beğenmiyor musun?"
Ancak bu sözler onu kendine getirebilmişti. Yutkunup itiraz etti.
"Hayır, ondan değil."
Merih aldırmadan "Aç o zaman ağzını." dediğinde Alçin daha fazla düşünmek istemeyerek dudaklarını aralamıştı. Ağzının içinde dağılan sıcak yemeğin lezzetiyle ne kadar aç olduğunu yeni fark etmişti.
"Umut yemeklerini yiyebiliyor mu?" dedi. Ardından açıklama gereği duyarak "Daha küçük olduğu için genelde Suna..." demişti ki Merih sözünü yarıda kesti.
"Merak etme. Suna yoksa burada da annem var."
Alçin anlamadı.
"Annen mi?"
Merih başını çevirip mutfakta Umut'a yemek yediren annesine bakıp gülümsedi.
"Evet. Annem bütün tabağı ona yedirene dek kucağından kaldırmıyor."
Alçin hiçbir şey söylemedi. Oldukça şaşkın hissediyordu. Daha birkaç haftadır tanıdıklara insana neden bu kadar yardımcı olduklarına anlam veremiyordu. Sürekli bir çıkar arayışına giriyor tüm bu yardımların içten geldiğine inanamıyordu.
"Oldukça çekingen bir çocuk."
Alçin düşüncelerinden sıyrılarak Merih'in bu sözlerini onayladı.
"Bu yaşına dek hayatını oda, baba ve kütüphane üçgeninde geçirdi."
Merih şaşkınca Alçin'e döndü.
"Daha yedi yaşında..."
Alçin'in daima taş bir duvarı andıran yüzü yumuşadı.
"Babam ona okumayı henüz dört yaşındayken öğretti. Şimdi yedi yaşında ve anadili dahil üç dil biliyor. Temel matematik, kimya ve fizik hakkında çoğu şey bilir. Ve tabii sanat adına bilmesi gerekenleri..."
Merih yemeğe ara verip ona tepsideki suyu uzattığında Alçin elleriyle destekleyerek suyu içti.
"Şu minik hergele mi? Oldukça zeki çocuk."
Merih gülerek bunları söylediğinde Alçin bundan çok da gurur duyuyor gibi durmuyordu.
"Zekasından kaynaklı bir şey değil. Bunu yapmak zorundaydı." diyerek bir süreliğine duraksadı.
"Aslında ne matematik, fizik ve kimya gibi dallara ne de sanata en ufak ilgisi var. Onun tek istediği futbol oynamak. Ama..."
Alçin'in sözleri gittikçe ilginç bir hâl almaya başlamıştı Merih için.
"Ama ne?"
Alçin konuşmakta zorlanıyordu.
"Umut babamın istediği dallarla ilgilenmeyip futbol oynamaktan eğitimini savsaklayınca babam ona futbola dair her şeyi yasakladı. Maç yok, top yok, saha yok... Hatta futbolcuların adını dahi anmak yok."
Merih dönüp bir kez daha Umut'a baktı. Bir elinde tuttuğu arabasıyla Dilay'la derin bir sohbete girmiş görünüyordu. Çocuksu gür sesi neşeyle içeriye kadar taşıyor büyük bir heyecanla Dilay'a hayvanlar alemini bilmişlik taslayarak anlatıyordu. Dilay ise büyük bir merak ve ilgiyle onu dinliyor öğrendikleriyle hayrete düşüyordu. Bir çocuk için sevdiği şeyden ayrı düşmek oldukça zor olmalıydı.
"Bir çocuk için fazla ağır bir sorumluluk. Onun şimdi kayıtsızca oyun oynaması, koşturması, yaramazlık yapması lazım."
Alçin, Merih'in sözlerine katılıyordu.
"Hiçbir zaman öyle anacağı bir çocukluğu olmayacak."
Bunları söylerken derin bir suçluluk duyuyordu sanki.
"Eğer görebilseydim... belki daha iyi bir çocukluğu olurdu."
Bu sözler yalnızca Alçin'i değil Merih'i de yaralamıştı. Merih onun acı dolu geçmişinin farkındaydı. Onu rahatlatmak istedi ama ne diyeceğini bilemiyordu. Ters bir şey söyleyerek onu daha fazla üzmek istemiyordu. Alçin'in gözlerinden akan yaşlar göz bağını ıslatırken birden aklına gelenle güldü.
"Küçükken körlüğün ne anlama geldiğini idrak edemiyordu. Bahçede eteğime yapışarak 'Hadi abla ebelemece oynayalım!' diye çekiştirirdi. Ya da onunla futbol oynamamı isteyerek topu bana yuvarlardı ama benim tek yapabildiğim yanımdan yuvarlanıp giden topun çimde çıkardığı hışırtıyı dinlemek olurdu."
Ağlamayla karışık gülüşüyle dudakları titremiş burnunu çekerek başını öne eğmişti.
"Onunla birlikte koşmayı çok isterdim her zaman. Koşmanın verdiği o hissi tatmak, yüzümü okşayan o rüzgarı hissetmek, yere hiddetle basan ayaklarımın altındaki çimi ezme düşüncesi beni öyle heyecanlandırırdı ki bir an eteklerimi toplar adım atacak gibi olurdum ama gözlerimin önünden hiç gitmeyen o karanlık bacaklarıma prangalar vurmuş gibi olduğum yere çakılı kalırdım. Bir şeye çarpar mıyım? Düşer miyim? Sanki ayaklarımın ucunda koca bir uçurum varmış gibi bir korkuya kapılır hemen vazgeçerdim. Gülünç değil mi? İnsan hiç koşmaktan korkar mı? Ben korkuyorum. Ama aynı zamanda en büyük hayallerimden."
Merih sessizce onu dinliyordu. Daha önce hiç fark etmediği koşabilmenin bile birilerinin hayali olduğunu düşünmek onu gerçekten şaşırtmıştı.
"Göremeyen bir ablayı o seçmedi. Keşke daha fazlasını yapabilseydim."
"Körlük senin de seçimin değildi. Talihsiz bir hastalığın kimi seçeceğini bilemezsin."
Merih'in bu sözleriyle Alçin'in yüzünde buruk bir gülümseme oldu.
"Hastalık mı?" dedi kaşlarını kaldırarak. Bakışları yere odaklanmış dolu gözleri ışığın altında titreyerek parlıyordu.
"Gözlerimi bir hastalık yüzünden kaybetmedim."
Merih'in kaşları çatıldı. Bu da ne demekti şimdi? Alçin yutkundu. Çocukluğunu hatırlamış içini saran derin korkuyla titremeye başlamıştı.
"Beni kör eden babamdı."
Çatılan kaşları yavaşça düzelen Merih duyduklarını idrak etmeye çalıştı.
"Ben çocukken üzerimde deneyler yapardı."
Merih'in yüreği yanıp kavrulmaya başlamıştı.
"Neden buna izin verdin?"
Alçin her an çığlık çığlığa ağlayacak gibi yutuyordu hıçkırıklarını.
"Çünkü ancak o zaman bana vakit ayırıp benimle ilgileniyordu."
Merih yavaşça doğruldu ve dişlerini sıktı. Gerilen çenesiyle birlikte yumruklarını da sıkmış tek bir kelime söyleyememişti.
"Çocuktum. Deneyler acı vericiydi ama babam ne zaman ona araştırmalarına çok yardım ettiğimi söyleyip başımı okşasa geçip gidiyordu tüm acılarım. Deney olduğunu bile bilmiyordum gerçi. Benimle oynadığını düşünürdüm. Bir de laboratuvardaki tavşanları sevmeme izin veriyordu. Onları besleyip oynamak en sevdiğim şeylerdendi."
Bu sözlerin ardından derin bir nefes aldı.
"Gün geçtikçe deneylerin dozu artmaya acım dayanılmaz olmaya başladı. En sonunda bilincimi kaybedip bayıldığımda hayatım da orada bitti benim için. Çünkü uyandığımda beni karşılayan tek şey karanlıktı. Artık renkler yoktu, şekiller yoktu, ışık yoktu... Karanlık, sadece karanlık. Bir boşluğa itilmiş gibi geri kalan hayatımı böyle geçireceğimi söylediler. En acısı da ne biliyor musun? Bilincimi kaybetmeden hemen önce son gördüğüm şey babamın yüzü olması. Zihnime kazınmış gibi bir türlü silinmek bilmiyor o yüz."
Ortaya çıkan acı gerçekler Merih'i sessizliğe Alçin'i ise geçmişe sürüklüyordu. Merih şimdi anlayabiliyordu Alçin'in babasına olan nefretini. Kameralara mükemmel bir baba rolünü oynayan psikopat bir adamın yanında büyümek fazlasıyla acı verici olmalıydı. Merih birden aklına gelenle gerildi.
"Yoksa..." diyerek duraksadı. Nasıl söyleyeceğini bilememişti, "Annen..."
Alçin onun ne demeye çalıştığını anlamıştı. Başını iki yana salladı.
"Hayır. Düşündüğün gibi değil."
Merih bir an aklına yer eden korkunç düşünceyi hemen savurmuştu. Ama rahatlaması kısa sürdü.
"Annem Umut'u doğururken öldü."
Merih gözlerini Alçin'den kaçırıp yere dikti. Ardından kaçamak bir bakışla tekrar Umut'a bakmış ona olan şefkati daha da artmıştı. Demek annesini hiç görememişti.
"Annemin hamileliği oldukça sıkıntılı geçti. Hayati tehlikesine rağmen Umut'u aldırmayı reddedip doğurmayı tercih etti. Ayağa dahi kalkamadan dokuz ayını yatakta geçirdi. Günlerini yarım kalmış kitaplarını tamamlamakla geçirir onu ziyarete gittiğimde ise bana yazdıklarını okuyarak fikirlerimi sorardı. O kadar naif ve nazikti ki onu göremediğim halde asaletini hissederdim adeta. Buna rağmen karakteri o kadar dominanttı ki babamı tek bir sözüyle baskılar sözünün üstüne başka söz söyletmezdi. Ben gözlerimi kaybedene dek annem babamın çalışmalarından habersizdi. Öğrendiğinde ne yaptı bilmiyorum ama babam onca yıllık çalışmalarını kendi elleriyle çöpe atıp kimyagerliği tamamen bıraktı. Tamamen bize; ailesine düştü. Çocuklarıyla canla başla ilgilenmeye başladı. Suçluluk duyduğundan mıdır nedir bilmem ama özellikle benimle vakit geçiriyor daha önce hasret duyduğum baba sevgisi ve özlemine istemediğim kadar doyuruyordu. Kaybettiğim gözlerime rağmen memnundum halimden. Hatta mutluydum bile diyebilirdim. Gözlerim görmediği için herkes tarafından el üstü tutuluyordum ve bu benim için bir güç gibi bir şeydi. Evet gözlerimi kaybetmiştim ama daha iyi bir şey kazanmıştım; güç. Ne yapsam tolere ediliyor her istediğim oluyordu. Ayrıca çocuktum ve bunu çok iyi kullanıyordum. Abim ve ablam bile daima yanımda benimle ilgilenerek çizdiğim resimleri hayretle yorumlarlardı."
Alçin onlara duyduğu hasretle derin bir nefes alıp verdiğinde gözlerinin önüne abisi hakkında belli belirsiz imgeler geldi; yeşil salon çiçeklerinin arasında bir koltuğa oturmuş babasıyla konuştuğunu hatırlıyordu abisini Alçin. Dikçe oturmuş ellerini önünde birleştirmişti.

Babasıyla Claude Monet hakkında konuşuyor izlenimcilikle alakalı görüşlerini düzgün bir diksiyonla anlatıyordu. Baba oğul arasında bir samimiyetten çok bir resmiyet hakimdi. Onur babasına 'siz' diye hitap ediyor gördüğü bu hürmet karşısında Atilla'nın koltukları kabarıyordu. Onur çok zeki ve kurnaz bir çocuktu. Saman altından su yürütür Atilla bunu iş işten geçtikten sonra fark ederdi. Babasına boyun eğmiş gibi görünse de zekasıyla işleri eninde sonunda kendi isteklerine doğru eğip bükerdi. İlgi duyduğu psikoloji sayesinde babasını çok iyi çözümlemişti; belli başlı isteklerini geri çevirmeden onu memnun ederse ona istediğini yaptırabilirdi. Kendi çocuğu tarafından manipüle edildiğinden habersiz olan Atilla, Onur'la daima övünür yaptıklarıyla gurur duyardı. Adı yavaş yavaş duyulmaya başlayan bir sanatçı olma yolundaydı. Harika keman çalar ve şarkı söylerdi. Genç yaşta en iyi operalara yer etmişti. Alçin onu salon çiçeklerinin arasından izlerken abisi onu fark ettiğinde çaktırmadan gülümseyerek ona göz kırpmıştı. Bu anı hiç unutamayan Alçin hatırladıklarıyla yüzünde bir gülümseme belirirken ablası hakkında da yine hayal meyal hatırladığı anlar gelmişti; uzun düz saçlarına hayranlıkla bakardı Alçin. Büyüdüğünde ablası kadar güzel olabilecek mi hep merak eder onun makyaj malzemelerini gizlice kullanarak bir güzel azar yerdi sonrasında. Evin dışındaki ormanda beyaz elbisesiyle koşturduğunu ellerinde çiçekleri etrafa saçarak dans edişini izlerdi Alçin.

İnci, bale dersinden öğrendiklerini küçük kardeşine göstermekten mutlu olurdu. Lastiği andıran ince uzun vücudu o kadar esnekti ki insan olduğuna inanmak gerçekten güçtü. Birkaç kere Alçin'e de öğretmeye çalışmıştı ama Alçin'in neredeyse hiç yeteneği yoktu. Bir gün İnci küçük kardeşini de yanına alarak yine ormana gitmişti. Daima enerjik ve neşeli kız ele avuca sığmaz bir gençlikle dolup taşıyordu sanki.
"Yakında bir yarışmaya katılacağım. Yeni öğrendiğim figürü görmelisin!"
Onun peşinden koşturarak giden Alçin de en az onun kadar heyecanlı görünüyordu. İnci çıplak ayaklarıyla ağaçların arasından dans ederek geçiyor bir yandan yüksek sesle şarkı söylüyordu.
"Ah! Kendini Disney prensesi sanıyor."
Alçin arkasından gelen sesle geriye baktığında abisini görmüştü. Küçük kız abisinin sözleriyle kıkırdadığında Onur, Alçin'in elinden tutup İnci'ye doğru bağırdı.
"Dikkat et düşüp yaralanacaksın!"
İnci yalnızca onlara bakarak geri geri yürümüş içten bir kahkahayla gülmüştü. Onur derin bir nefes aldı.
"Şu pervasız kız... Yakında yarışmaya katılacak, şu yaptığına bak. Ya sakatlanırsa?"
Onur bunları söylemişti ki İnci ayağına takılan dalla geriye düştü. Onur endişeyle gerildiğinde İnci'nin kahkahasıyla bir sıkıntı olmadığını anlamış rahat bir nefes almıştı. Ona yaklaştıklarında yerden kalkmadı. Yukarı uzanan yüksek ağaçların arasındaki mavi gökyüzüne bakıyordu. O sırada ağaçta öten bir kuş fark ettiğinde heyecanla işaret parmağını havaya kaldırdı.
"Aa! Alçin bak! Alçin kuşu."
Alçin ve Onur başını kaldırıp ağaca baktıklarında gerçekten de kırmızı renkli bir alçin kuşu görmüşlerdi. Alçin heyecanla olduğu yerde zıplayarak güldüğünde kuşu istediğine dair çocuksu bir inada tutuşmuştu. O an ürküp kaçan kuşu bütün gün boyunca tekrar görmediğinde ise eve oldukça üzgün dönmüştü. Ama üzüntüsü fazla uzun sürmedi. Ertesi sabah abisi odasına elinde bir kafesle gelmiş ona bir alçin kuşu hediye etmişti. Hiç bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu Alçin. Abisine kocaman sarılmış kapıdan onları izleyen ablası ise gülerek elindeki yem poşetini sallamıştı.
Hatırladığı çocukluk anılarıyla onları ne kadar özlediğini fark etti Alçin. Geçmişteki huzur ve mutluluk dolu anılar şimdi neden canını acıtıyordu? Özünde iyi hisler değil miydi? Nasıl hem bu kadar güzel olup aynı zamanda bu kadar can yakıcı olabiliyordu anılar?
"Anka ailesinin kaderi Umut'un doğduğu gün tamamen değişti. Söylendiği gibi annemin doğumu riskli geçti. Doğum sırasında defalarca bilincini kaybetmesine rağmen direndi. Umut'u doğurduğunda onu dünya gözüyle görüp öptüğü an daha fazla dayanamadı. Doğumhanenin önünde bir elimi ablam diğer elimi ise abim tutmuştu. Hemen arkamızda duran babam ise bize sarılıyor her şeyin iyi olacağını söylüyordu. Ta ki doktor ve hemşire doğumhaneden çıkana dek. Babam öne atılmış tek kelime edememişti. Doktorun suskunluğu her şeyi açıklamaya yetmişti zaten. Ablamın yanımda yere çöktüğünü hissetmiştim. Abim elimi bırakarak omzumdan tutup beni kendine çekmişti. Önümde duran babamın kucağındaki Umut'un ağlama sesini hatırlıyorum. Yeni doğmuş, tazecik bebeğin o içten ciyaklayışı, titreyen sesi sanki annesinin yasını tutuyor gibiydi. Kimse bir şey söyleyemedi o gün. Herkes ağlıyordu ama kimsenin sesi çıkmıyordu. Babam o günden sonra bir daha Umut'u hiç kucağına almadı, başını okşamadı, öpmedi. En değerlisini kaybetmenin kabahatini günahsız bir bebeğin omuzlarına yüklemişti. Onu görmek istemiyor, ağladığını duyduğu an susturmaları için esip gürlüyordu evde. Çok uzun süre kabullenemedi annemin ölümünü. Bir daha yanımıza uğramadı, yemek yemedi, su içmedi. Odasından dışarı adım atmıyordu. Hepimiz onun delirdiğini düşündük. Açıkçası ben intihar edeceğini sanmıştım. Ne zaman içeri bir yardımcı girse ondan babamın ölüm haberini bekliyordum. Abim, ablam, ben ne yaptıysak bir türlü ona ulaşamadık. Aylar sonra ilk kez odasından çıktığında ablamın nutku tutulmuştu. Söylediğine göre vahim bir halde görünüyordu. Tıraş olmamış kendine bakmamıştı. O gün sanki hiçbir şey olmamış gibi bizi kucaklamış nasıl olduğumuzu sormuştu. Yardımcılar şaşkın biz ise korku doluyduk. O günden sonra araştırmalarına tekrar başladı, kendini toparladı ve düzen kurmaya başladı. Diğerleri fark etmiyordu ama eskisi gibi değildi babam artık. Bambaşka biri gibiydi sanki. Eski sevecen ve coşkulu sanat adamı yoktu. Hâlâ sevecendi ama sevgisi buz gibi soğuktu. Coşkusu artık yalnızca araştırmaları ve sanatı için vardı. Bize olan ilgisi sahte, düşkünlüğü ise her zamankinden daha da fazlaydı. Annemin üstüne bir de sevdiğim babamı kaybetmiştim adeta. Acımı dindirmeye çalışıyordum. Neyse ki o zamanlar şanslıydım; yanımda abim ve ablam vardı. Üstelik ailemize yeni katılan Umut evin neşesi olmuş evin üzerindeki karabulutları bir gülüşüyle def ediyordu sanki. Başta onu ben de kabullenemedim. Annemi elimden alan bu bebek bana nefreti tattırmış utanmadan küçücük bebeğe öfkeyle dolup taşmıştım. Uzun süre hiç uğramadım yanına. Sesini duyduğum an yolumu değiştiriyordum. Nihayetinde babamdan farksız olduğumu fark ettim. Uzun süredir bunun farkında olsam da o olmayı reddediyor kendimce haklı sebepler buluyordum. Annem, babam, ablam ve abimin aksine Umut'un yüzünü hiç göremedim. Neye benzediğini bilmiyor hayalimde suratı olmayan küçük bir çocuk gibi canlanıyordu. Bir gün odasının yanından geçerken ağladığını duydum. Sanırım yanında kimse yoktu ve uykusundan yeni uyanmıştı. Tam geçip gidecekken onun ne kadar korktuğu aklıma geldi. Uyandığında onu karşılayan karanlığın korkusunu en iyi ben biliyordum. Üstelik daha bebekti. İçeri girdim, beşiğine yaklaştım. Beşiğin kıpırtısıyla ne kadar çabaladığı anlaşılıyordu. Elimi ona doğru uzattığımda yumuşacık minik elleri parmağımı kavrayıvermişti. Taze bebeğin mis kokusu beni öyle rahatlatmıştı ki diğer elimle pürüzsüz pofuduk yanaklarına dokunduğum an tüm nefretim uçup gitmişti sanki. Onu kucağıma aldığımda peluş bir oyuncağı tutuyorum sandım başta. O kadar yumuşaktı ki... Hele kulağımın dibinde tısıldayarak ellerini yüzümde gezdirmesi... Eğer bir kez, sadece bir kez daha görebilme şansım olsaydı, onun yüzünü görebilmeyi dilerdim."
Alçin kendini öyle kaptırmış görünüyordu ki yıllarca içinde sır gibi tuttuğu gerçekleri bir zehir gibi kusuyordu.
"Babamın tavırları gün geçtikçe bayağılaşmaya başladı. Günü gününü tutmuyor bize olan aşırı düşkünlüğü hepimizi korkutuyordu. Sonunda korktuğumuz başımıza geldi. Babam araştırmaları için bizi kullanmak istedi yine. Onu baskılayacak annem artık yoktu ve babam artık eski babam değildi. Kimseyi dinlemek gibi bir niyeti yoktu. Ona karşı çıkabilecek tek kişi abimdi ve karşı çıktı da. Başta onu ikna etmeye çalıştı ama babam artık bambaşka biri olduğu için işe yaramıyordu. Sonunda çareyi onu tehdit etmekle buldu. Tehdit ettiği şey ne hâlâ bilmiyorum ama babamı baskılamayı başarmıştı. Evin iki beyi vardı sanki artık. Abim elinden geldiğince bize kol kanat gererek kendi adına düzen kurarak başladı her şeye. Babamın yardımcılarını reddedip yeni yardımcılar buldu. Onun aşçısından gelen yemekler yerine bize ayrı aşçı tuttu, odalarımızı değiştirdi, yeni korumalar ayarladı. Ev resmen ikiye bölünmüştü. Herkes birbirine düşman kesilmiş gibi bu nefret çalışanlar arasına bile yayılmıştı. Bize çalışanlar ve babama çalışanlar anlaşmazlığa düşüyor bir noktadan sonra huzursuzluk çıkıyordu. Babamın sessizliği uzun sürmedi. Veliaht prensin tahtını alacağı korkusuna kapılan bir kral gibi abime düşman kesilmişti sanki. Oysa abimin yaptığı tek şey babamın davranışlarını aynalamaktı. O ne kadar katı kurallar koyarsa abim de aynısını onun için yapıyor birebir onu taklit ediyordu. Abimin çabası ve zekası boşa gitmiyordu. Babamla aynı evde olmamıza rağmen kendi güvenli alanımızı oluşturmuştuk."
Alçin olanları anlatmaya devam ederken o günü tekrar yaşıyordu sanki;
Bir gün ablasıyla odasında otururken kapının sertçe açıldığını duymuştu. Hemen yanı başında yerde emeklemeye çabalayan Umut'u izleyen İnci irkilmişti.
"Baba..."
İnci korkuyla bakışlarını babasına dikmişti. Ablasının sözleriyle buz kesen Alçin hızlanmaya başlayan kalbiyle hiçbir şey söylemeden beklemeye başlamıştı.
"Sevgili kızlarım beni hiç özlemiyor mu? Neden ziyaretime gelmiyorsunuz?"
Ne İnci ne de Alçin bir şey söyleyebilmişti. Atilla iki kızının ortasında çabalayan Umut'a tepeden öylesine baktığında İnci'nin ona bir yabancıya bakar gibi baktığı gözlerini ve Alçin'in yüzünü dahi ona çevirmediğini görünce öyle sinirlenmişti ki az kalsın odadaki her şeyi yakıp yıkacaktı. Onları ne kadar sevdiğini anlamıyorlar mıydı? Hiçbir şey belli etmedi. Yalnızca onunla birlikte içeri giren iki adamına başıyla işaret etmişti. Adamlar kızlara ilerleyip onları yakaladıklarında Atilla geri dönüp yürümeye adamlar ise İnci ve Alçin'i sürüklemeye başlamıştı. İnci hıçkırarak ağlamaya başladı.
"Bırak bizi! Yalvarırım!"
Alçin ise korkudan küçük dilini yutmuş gibi tek kelime edemiyordu. Karşı çıkamıyor yalnızca sürükleniyordu.
"Baba!"
İnci'nin haykırışıyla Atilla durdu. Geri dönüp ağlamaktan kızarmış gözlere bakarken öyle sinirli görünüyordu ki İnci bir an ona baba diye seslendiği için kızdığını düşünmüştü.
"Baban olduğum yeni mi aklına geldi."
Sesi yüksek değildi ama öyle sertti ki sözleri İnci ağlamayı dahi unutmuştu sanki. Ama Atilla'nın yüreği kızının bakışlarına dayanamamıştı. Siniri yavaşça dinmiş derin bir nefes alarak ona ve Alçin'e yaklaşmıştı. İnci'nin saçlarını okşayıp öptüğünde hemen ardından Alçin'in de saçlarını okşayıp öpmüş birbirinden güzel iki kızına daha önce hiç duymadığı bir şefkatle bakmıştı.
"Tıpkı annenizin gençliğine benziyorsunuz."
Öyle sevecenlikle söylemişti ki bunu İnci onun vazgeçtiğini sanmıştı bir an. Ama Atilla umursamadan dönüp yoluna devam ettiğinde abla ağlamaya devam etmiş küçük kardeş ise suskunluğuna suskunluk eklemişti sanki. Neler olup bittiğini göremiyordu. Yalnızca ayaklarını yerde süründüğünü hissediyor ablasının hıçkırıklarını duyuyordu. İnci'nin çığlıklarını duyan Onur odasından fırladığı gibi koşmaya başlamıştı. Küçük kardeşlerini koruyabilecek kimse yoktu ondan başka. İnci güçsüz, Alçin ise kör ve zavallı bir kızdı. Umut ise henüz ağzı süt kokan bir bebekti. Şu genç yaşında üç kardeşinin sorumluluğu omzuna binmiş delirmiş babasıyla baş etmeye çalışıyordu. Onları koridorda iki adam tarafından sürüklenirken bulduğunda içi öyle öfkeyle dolmuştu ki daha da hızlanıp bağırdı.
"İnci! Alçin!"
Atilla karşısında koşarak gelen Onur'u gördüğünde duraksadı. Oysa ne kadar seviyordu oğlunu. Onunla sohbet etmekten aldığı keyfi hiçbir şey vermiyordu. Zeki ve olgun oğlu onun ilk göz bebeğiydi. Onu daima gururlandırmış yüzünü asla kara çıkarmamıştı. Tabii son anlara dek. Onur tam babasının karşısında durduğunda endişeyle İnci ve Alçin'e bakıyordu.
"Neler oluyor burada?"
Babasına sorgulayıcı ve öfkeli gözlerini diktiğinde Atilla ellerini arkasında birleştirip başını kaldırdı.
"Sevgili kızlarım benimle vakit geçirecek."
Onur kaşlarını kaldırdı.
"Bunu kendi istekleriyle yapıyor görünmüyorlar."
Atilla onunla vakit kaybetmek istemiyordu.
"Nasıl göründüğünün bir önemi yok."
Onur öfkeyle bir adım atıp "Ne demek yok? Unuttun mu yoksa? Her şey elimde." demişti. Bu sözler karşısında Atilla keyifle gülerken başını iki yana salladı, bir süre gülmeye devam etti, yavaşça gülüşü soldu ve ciddi bir ifadeyle başını kaldırıp onun karşısına kale gibi dikilmiş oğluna baktı.
"Hiçbir şey yok elinde. Her şeyi biliyorum."
Onur'un çatılmış kaşları ince ve düz bir hal aldı. Tehdit ettiği kozu kaybettiğini anladığında ise tamamen bir çaresizliğin ortasında buldu kendini. Ne yapacağını bilememişti. Atilla tekrar yürüyecek gibi olduğunda ise Onur daha fazla düşünmeye zamanının olmadığını anlayarak tekrar onun önüne geçti.
"Bir teklifim var."
Atilla duraksayıp ona baktı. Devam etmesini ister bir bakışla baktığında Onur yutkundu. Ağzını araladığı an dudakları titremiş yumruklarını sıkmıştı.
"Eğer onlara dokunmayacağına söz verirsen..." diyerek duraksadı. İnci'nin çaresiz bakışları abisine acıyla bakıyordu. Alçin bir yaprak gibi titriyor hızlı alıp verdiği nefeslerle yüzündeki soğuk tere yapışmış saçlarını havalandırıyordu. Onları o halde görmek Onur'u cesaretlendirdi. Tekrar babasına dönüp birkaç adım daha atarak ona yaklaştı.
"Beni istediğin gibi kullanabilirsin. Karşı çıkmayacağım, itiraz etmeyeceğim, ne söylersen uyacak ne istersen yapacağım. Yeter ki onlara dokunma."
İnci duyduklarıyla kahrolmuş daha çok ağlamaya başlamıştı.
"Hayır..." demişti fısıltıyla. Ağlamaktan ciğerleri çıkarcasına yanıyordu. Ama acısını dindirmeye yetmedi bu ateş.
"Hayır!" diye haykırarak atıldığında onu tutan adam daha sıkı kavramıştı kollarını. Hemen yanı başlarında olanlara tanıklık eden Jules ellerini önünde birleştirmiş başını yere eğmişti. Sağır ve kör bir zebaniden farksızdı. Atilla bu teklifle gülümsedi. Bir süre düşünmüş ardından geriye bir bakış atıp adamlara kızları bırakmasını söylemişti. Adam onları bırakır bırakmaz İnci koşarak abisinin boynuna atlamış gitmemesi için bu kez ona yalvarmaya başlamıştı. Ama Onur dinlemedi. Kardeşlerini korumanın tek yolu buydu. Babalarının baba olmayı bıraktığı an bu abi küçük kardeşlerine baba olup onlara kol kanat germişti. Şimdi ise bir baba gibi kendinden vazgeçerek onları ne olursa olsun koruyacaktı. Alçin yerde öylece dururken birden onu saran bir kol hissettiğinde abisinin kokusunu aldı hemen. Onur küçük kardeşinin başını göğsüne yaslayıp sarıldı, saçlarını öptü.
"Biliyor musun Alçin? Bu güne dek gördüğüm en güzel gözler seninki. Sakın o gözlerden utanma."
Abisinin son sözleri bunlar olmuştu. O günden sonra Alçin gözlerine bir daha kolay kolay açılmayacak bir bağ vurmuş, güzel gözlerini herkesten gizlemişti.
"Abim günden güne erimeye başladı. Önce sesini kaybetti ve bir daha hiç konuşamadı. Hayalleri ve tutkusu olan şarkı söylemek artık onun için imkansızdı. Bir yıldızdan daha parlak geleceği hiçmiş gibi söndü. İşini, ününü yitirdi. Onu hatırlayan sadece iki kişi vardı artık; ablam ve ben. Çok geçmeden babamın eziyetine dayanamadı ve öldü."
Alçin o gün ağlayamamıştı belki ama şimdi öyle çok ağlıyordu ki gözlerinde yaş kalmamıştı sanki. Gözlerindeki bağlı bez parçası sırılsıklam olmuş kuru yanakları dahi ıslanmıştı.
"Benzer kaderi ablam da yaşadı. Abim öldükten sonra yeni bir kobay arayışına girmiş babama bu kez de ablam direndi. Beni ve Umut'u korumak için kendini feda edip babamın işkencelerine katlandı. Hep iyi olduğunu söylüyordu. Sesi her zamanki gibi neşeli gelir, saçma sapan konuşarak başımı şişirirdi. Biliyor musun? Beni bir şekilde iyi olduğuna inandırmıştı. Öldüğünde öğrendim bacaklarını bile kaybettiğini. Hazırlandığı yarışmada birinci olmuştu. Nereden bilebilirdi ki son kez orada dans ettiğini?"
Alçin daha fazla anlatmaya gerek duymadı. Gerisi bilinen bir hikayeydi. Karma dönüp dolaşıp bu talihsiz kardeşleri buluyordu ve şimdi sıra Alçin'deydi. Ama Alçin, abisi ve ablasıyla iki kere daha ölmüştü zaten. Tek derdi Umut'a bunu yaşatmamaktı. Onur ve İnci gibi Alçin de hayatı pahasına küçük kardeşini koruyacaktı. Birden sırtında büyükçe bir el hissetti. Merih daha fazla acı çekmesini istemeyerek onun başını göğsüne bastırdığında görünüşünün aksine yufka yüreğine sarmıştı onu. Bir şey söylemeden acısını yaşamasına izin verdi. Alçin ona sarılan kollara tutundu güçlükle. İçi öyle yanıyordu ki sadece yenilgiyle dolu hayatını hafızasından atmak istiyordu. Oysa kanlı bir mürekkeple alnına yazılmış acı kaderini yaşamaktan başka çaresi yoktu. Daha nice acımasızlıklarla dolu kaderinden habersiz sığındığı bu göğüs ona kaderin en eziyetli acısı olan aşkı ve gururu tattıracak çaresizliğin kollarına asıl o zaman düşecekti.
Gururu yenebilecek tek güç aşkken aşkı yenebilecek tek güç de gururdu. Herkesin kaderi galip olanla yazılacak, aşk kazanırsa geri kalan hayat gurursuz, gurur kazanırsa geri kalan hayat aşksız geçecekti.
Bölüm sonu.
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. ♥️✨
Sevgilerle...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |