11. Bölüm

11.Bölüm: Karanlığın içinde  

Muhammet Asım Görü
muhammetasimgoru

Neredeydim…
Gerçekten bilmiyordum. Ne bir ses vardı etrafımda ne de ışık… Gözlerimi açıp açmadığımın bile farkında değildim. Belki de gözlerimi hiç kapatmamıştım ama bakacak bir şey yoktu. Tamamen karanlıktı. Yoğun, yapışkan bir karanlık. Boşluk değil, hiçlik… O günde olduğu gibi. O gün... her şeyin bittiğini sandığım, içimin sonsuzluğa devrildiği o lanet gün gibi.

“Öldüm mü?” diye sordum içimden, ama sesim yoktu. İçim bile suskundu. Sadece yürüyordum. Ya da öyle sandım. Ayaklarım bir şeyin üstünde hareket ediyordu, bir zeminin varlığına dair belirsiz bir his. Belki de sadece alışkanlıktı bu: yürümeye, kaçmaya, direnmeye olan alışkanlık. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Gidecek bir yerim de yoktu zaten. Sadece yürüyordum. Sessizliğin içinde, kendi yankımı bile duymadan. Düşünmek istemediğim şeyleri bastırmak için hareket hâlinde kalmalıydım belki. Ama ne kadar yürürsen yürü, eğer yol karanlıksa her şey sonunda aynı yere varır: kendine.

Sonra bir şey oldu. Ayağımın altındaki zemin bir anda yok oldu. Bir anlığına vücudum havada asılı kaldı. Zaman dondu, ciğerlerim yandı. Ve sonra... düştüm. Sert bir düşüş değildi bu. Sanki beni içine çeken, yutan bir şey vardı. Yumuşak ama kaçışı olmayan. Bir sıvının içine daldım. Soğuk ama yakıcı bir sıvı. Ne su gibiydi ne de balçık. Tanımsız, uğursuz, yabancı. Ama tuhaf bir şekilde tanıdık da.

Üzerime yukarıdan bir ışık vuruyordu, çok zayıf bir ışık. Sıvının içinden aşağı sızan bir tür parıltı. Tavan mıydı, gökyüzü mü, yoksa sadece zihnimin kurduğu bir kaçış noktası mı bilmiyorum. Ama o ışık beni yukarı çağırıyordu sanki. Oysa ben aşağıya doğru batıyordum. Yavaş yavaş. Sanki yerçekimi değil de karanlığın iradesi vardı burada. Ve o beni istiyordu. Derinlere çağırıyordu.

Bir panik kapladı içimi. Ama bu bildiğin paniklerden değil. Çığlık atmak istiyorsun ama ağzını oynatamıyorsun. Kaçmak istiyorsun ama bedenin yok. Boğulmak gibi ama nefesin hâlâ var. Tam da o noktada fark ettim: Nefes alabiliyordum. Garipti. Aklımda bir soru yankılandı: "Eğer ölüysem, neden hâlâ nefes alabiliyorum?"

Sıvı yoğunlaşmaya başladı. İlk başta şeffaf olan dokusu bir anda bulanıklaştı, koyulaştı. Rengi değişmeye başladı. Sarıya çalan bir grilikten paslı kırmızıya, sonra kana… Evet, kan kırmızısıydı artık. Sanki milyonlarca insanın çığlıkları bu sıvıda erimiş, çökelmişti. Tadı ağzıma yayıldı. Metalik, ağır ve tanıdık bir tat. Ağzımın içinde dolaşan o demir gibi tatla birlikte boğazım kasıldı. Nefes almak hâlâ mümkündü ama artık istemiyordum. Çünkü her nefesle birlikte daha da içime çekiyordum bu ölümü.

Çabaladım. Yukarı çıkmaya çalıştım. Ayaklarım yoktu, ellerim yoktu ama ben yine de çabaladım. Tırmanmaya çalıştım sanki. Yukarıda o ışığa, o kurtuluşa... Ama ne kadar çabalarsam o kadar battım. Çırpındıkça sıvı direndi. Kendi sınırlarımı geçtikçe o da daha yoğun, daha acımasız bir hâl aldı. Bir anda anladım: Bu sıvı benimdi. Bu karanlık benim içimden akıyordu. Her bastığım katman, kendi geçmişimin kiriyle doluydu.

“Çıkamayacağım buradan,” dedim içimden. “Bu sefer gerçekten kayboldum.”

Tam kabullenmek üzereydim. Gözlerimi kapatmak istedim. Artık savaşmak istemiyordum. Yorulmuştum. Tüm kemiklerim sızlıyordu, geçmişim beynimi kemiriyordu. Ve işte o an...
Sırtımda bir beden hissettim.

Sanki yumuşak, tanıdık bir ten değdi sırtıma. Islak ama sıcak bir ten. O an tüm hücrelerim aynı anda fark etti. Bu o’ydu. Bu onun bedeniydi. Onun dokunuşuydu. Rüyalarımın, kabuslarımın, dualarımın sahibi o kızdı. O beni buradan çıkaracaktı. Beni bu sıvının içinden, bu ölü bilinçten çekip alacaktı.

Yavaşça arkamı döndüm. Ve işte oradaydı.

Yukarıdan vuran o solgun ışık, onun etrafında sanki yeniden doğmuştu. Sıvı, onun çevresinde tamamen berraklaşmıştı. Işık gözlerine vuruyor, o gamzelerine düşen gülümsemeyi daha da kutsal kılıyordu. Göz göze geldik. Zaman yok oldu. Nefesim onun varlığıyla yenilendi. Ağzımdaki kan tadı kayboldu. Tüm dünya sustu. Sadece o kalmıştı. O gözler. O gülümseme. O bir zamanlar her şeyim olan kız.

Hayır…
Hâlâ her şeyim olan kız.

Elimi uzattım. Beline koydum. Çıplaktı. Tenine dokunduğumda içimden bir ateş yükseldi. Her şeyin anlamı tek bir noktaya düştü: o bel. O beden. O varlık.
Tüm gücümle sarıldım ona. Kalbim onun kalbine bastı. Kalbim... evet, hâlâ atıyordu. Sırf onun için. Ve ilk kez, çok uzun zamandır ilk kez, Tanrı'yı düşündüm. O çocukluğumda bir yerlerde bıraktığım, artık sadece başkalarının hikayelerinde var olan Tanrı'yı.

İçimden dua ettim. Sessiz, ama yakıcı bir dua.
“Ne olur... Ömrümün sonuna kadar böyle kalayım. Ne olur o ince beli bırakmayayım. O da beni bırakmasın. Hep gülümsesin bana. Gözleri hep bana baksın. Beni hep böyle sevsin...”

Ama işte hayat, bazen sadece bir an verip bin yıl alır.
Yavaş yavaş yüzeye çıkıyorduk. Ve onunla yükseldikçe, ellerimden kayıyordu. Avuçlarım çaresizce kaygan tenini tutmaya çalışıyordu. “Dur,” demek istedim. “Lütfen gitme.” Ama o sadece yüzüme baktı. Gülümsedi. Ve göğsüme, kalbimin tam üstüne bir öpücük kondurdu.

O öpücükte bir veda vardı.
Ama aynı zamanda bir umut.

Ve sonra...
Gözlerimi hiç ayırmadan, o kız—hayatımın anlamı—yavaşça karanlığa doğru çekilmeye başladı.
Ben yukarı, ışığa; o aşağı, sessizliğe…

----------------------------------------------------------------------------

Karanlık… Hâlâ oradaydım sanmıştım.
Boğazım yanıyor. Göğsümde, hâlâ o kızın dudaklarından kalan sıcaklık var mıydı bilmiyorum ama sanki kalbimin tam üzerine yapışmış bir ağırlık vardı. Derin bir boşluğun içinde, yukarı mı çıkıyorum yoksa hâlâ düşüyor muyum… Anlayamıyordum.

Ama bir şey değişti.
Sanki dışarıdan gelen bir ışık değil de içeriden, göğsümden yukarıya doğru yayılan bir ısı hissettim önce. Ardından çok hafif bir ses… Uzakta. Su altındaymışım gibi, boğuk ve belirsiz.
Bir kadın sesi.
“Göz kapakları oynadı...”

Boğukluğun içinden bir şey daha geldi. Bu sefer daha yüksek.
“Bak bak, nefes alıyor. Harbi nefes alıyor lan!”
Tanıdık bir ses. Arda mıydı o?

Gözlerimi açmaya çalıştım ama göz kapaklarım o kadar ağırdı ki sanki üzerine kurşun dökmüşlerdi. Dünya, gözlerimin hemen önünde ama ulaşılmaz gibiydi.
Sonra...
Birden… ışık.

Gözlerim kısık, görüntüler bulanık. Işığa alışmaya çalışıyorum. Tavan lambasının silik beyazı gözlerimi yakıyor ama gerçek olduğunu hissedebiliyorum. Bu bir rüya değil. Burası o karanlık sıvı değil.
Bu… bu bir hastane.

Nefesim düzensiz. Göğsümün hareket ettiğini fark ediyorum. Evet, yaşıyorum. Bu gerçek.
O sırada sol tarafımda bir hareket oluyor. Başımı oynatmaya çalışıyorum ama kaslarım itiraz ediyor. Yalnızca gözlerimle bakabiliyorum.

Zeynep.

Yüzü gözlerimin tam üstünde. Kaşları çatılmış. Gözlerinin altında morluklar. O güçlü, her şeyi kontrol eden kız gitmiş. Yerine ne yapacağını bilemeyen, endişeyle karışık bir korkuya boğulmuş bir kadın var. Dudakları titriyor ama konuşamıyor. Gözlerinden yaşlar süzülmüyor ama her an süzülebilir gibi.

Sonra Cemre beliriyor hemen yanında. Daha sessiz. Gözlerini benden kaçırıyor. Bakıyor ama doğrudan değil. Sanki bana değil de içimde bir şeye bakıyormuş gibi. Dudaklarında “keşke başka türlü olsaydı” ifadesi.
Elimi tutuyor. Soğuk elleri var ama parmakları kararlı. Sanki bana “buradayız” demeye çalışıyor.

Arka tarafta ayakta dikilmiş iki gölge var.
Orkun ve Arda.

Orkun’un suratında karışık bir ifade: Hem rahatlama hem de sinir… Sanki “lan bir daha böyle yaparsan seni kendi ellerimle gebertirim” der gibi. Ama içten içe bir parça özlem var bakışlarında.
Arda ise yerinde duramıyor. Gözleri dolmuş ama ağlamamaya çalışıyor. Sesi boğuk.
“Abi… Gözünü açtın lan… Vallahi gözünü açtı…”
Sonra kendi kendine ekliyor:
“Harbi yaşıyor bu adam… Oğlum… bu adam ölümsüz lan.”

Bir süre konuşamıyorum. Ses çıkmıyor boğazımdan.
Gözlerim Zeynep'e kilitleniyor. Dudaklarımı zorlayarak sadece bir kelime fısıldayabiliyorum:

“…ne… oldu?”

Zeynep o an dayanamıyor. Kafasını indiriyor ve alnını göğsüme yaslıyor. Gözyaşları tişörtüme damlıyor. Titreyen sesiyle mırıldanıyor:
“Bayıldın… Sokakta bulmuşlar seni. Nefes almıyormuşsun. Kalbin durmuş sanmışlar. Ambulans… çok geç geldi. Kalp masajı, defibrilatör… her şey… Ama sen… sen inat ettin yaşamak için. Direndin…”

Cemre başını kaldırıyor. Gözlerinde hafif bir gülümseme.
“İki gün boyunca gözlerini hiç açmadın. Nefesin vardı ama sanki burda değildin. Doktorlar mucize diyor. Ben… ben dua ettim. Her gün. Her gece. Geri gel diye. Bizi bırakma diye.”

Orkun, elini başına götürüyor.
“Senin gibi salak bir herifin bu kadar insanı bu hâle sokabilmesi… cidden saçma,” diyor. Ama sesi yumuşak, gözleri dolu.
“Bir daha gitmeye kalkarsan… bir daha böyle kaybolursan… önce biz öldürürüz seni. Net.”

Arda ise yaklaşıyor ve başucuma eğiliyor.
“Oğlum… seni seviyoruz lan,” diyor.
Bir anda susuyor. Sonra gülüyor.
“Yani… erkek erkeğe böyle duygusal konuşmak biraz garip oldu ama… neyse işte. Ölme lan bir daha. Şakası bile kötü.”

Zeynep tekrar kafasını kaldırıyor. Göz göze geliyoruz. Bu defa onun sesi kararlı, ama yumuşak.
“Bana söz ver. Ne olursa olsun… tekrar kaybolmayacaksın. Kendini böyle… bırakmayacaksın. Söz ver bana.”

Yutkunuyorum. Boğazımda bir düğüm. Gözlerim tekrar doluyor.
Nefes alıyorum.
İçimde hâlâ o sıvının yankısı var. O kızın sıcaklığı. O öpücük. Ama artık yalnız değilim.
Yavaşça başımı sallar gibi yapıyorum.

“Söz…”

Sadece bir kelime.
Ama o an odadaki herkesin içindeki zincirleri çözüyor.
Cemre başımı okşuyor. Orkun dışarı çıkıp derin bir nefes alıyor. Arda camdan dışarı bakıyor, sessizce gülümsüyor.
Zeynep ise elimi bırakmıyor. Elini kalbime koyuyor.
“Sana hâlâ inanıyoruz,” diyor. “Bitmedi. Daha yeni başlıyoruz.”

Ve ben…
İlk kez gerçekten uyanmış gibi hissediyordum...

Bölüm : 20.05.2025 19:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...