
Gözlerimi kapattım ve kendimi, evim dediğim o yıkık dökük binanın en üst katından aşağı bıraktım. Rüzgâr yüzüme çarparken tek bir soru yankılanıyordu zihnimde: Her şey nasıl bu hâle geldi? Bunca yükü neden Tanrı benim sırtıma yüklemişti?
İnsanlar, ölmeden önce hayatlarının gözlerinin önünden geçtiğini söylerdi. Gerçekten öyle miydi, bilmiyorum. Ama gözümün önünde dönen sahneler, en mutlu anlarım değildi. Hatalarım… Pişmanlıklarım… Teker teker zihnimi kemiriyordu. Belki de sorun bendeydi. Belki de hayat, en başından beri bana güzel şeyler sunmak gibi bir niyette değildi.
Yine de… Onunla geçirdiğim o kısa zaman dilimi… Beni hayata bağlayan tek şeydi. Sahi, neden bıraktı ki beni?
Ona ilk kez çiçek verdiğim anı hatırlıyorum. Gözlerindeki o ışıltı… Ne olursa olsun yanımda olacağını söylemişti. Ve ben, ilk defa birine inanmak istemiştim. Ama yanılmışım. Beni bu bok çukurundan çekip çıkaran elleriyle, tekrar karanlığa itti.
O beni bile isteye öldürdü.
Aslında her şey, doğduğumda başlamıştı.
Babam ve abim birer uyuşturucu bağımlısıydı. Annemse, onların arasında sıkışıp kalmış, çoktan aklını yitirmeye başlamıştı. Babam, uyuşturucunun etkisi altındayken annemi döverdi. Bazen saatlerce sürerdi bu işkence. Öldürmekle tehdit ederdi. Ben bir köşede sessizce izlerdim. Sanırım insanlardan ve uyuşturucudan nefret etmeye o zaman başladım.
Ama o gün… O lanet olası gün… Her şeyi değiştirdi.
Dışarıda çocuklar neşeyle oyun oynuyordu. Onları izlerken içimde tarifsiz bir boşluk vardı. Kendimi bildim bileli hiçbiri beni aralarına almazdı. Ben, sadece uzaktan izleyen bir yabancıydım o günleri değiştirmeyi o kadar çok isterdim ki…
Kaç yaşındaydım? On dört? On beş? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, o gün doğum günümdü. 24 Şubat. Soğuk, buz gibi bir akşamüstü… Eve dönmemek için direndim ama sonunda başka çarem kalmamıştı. Sonsuza dek orada kalamazdım…
Doğum günlerimden nefret ederdim çünkü sırayla önce babam sonra abim bana tecavüz ederdi ve bunu erkek olmama rağmen yaparlardı bu yüzden iyi ki kız kardeşim yok diye dua ederdim.
Kapıdan içeri girdiğimde anneme seslendim. Yanıt alamadım. Oturma odasına yöneldiğimde onu… kanlar içinde, kucağında bir notla buldum. Kalbimde bir şeyler koptu, ama ağlamadım. O anda ne korktum, ne de şaşırdım. Sadece… bir boşluk vardı içimde. Notu elime aldım. Annemin titreyen elleriyle yazdığı o son cümleleri hiç unutmadım:
"Oğlum, lütfen kaç. Kendini kurtar bu şerefsizlerden. Seni yalnız bıraktığım için özür dilerim ama benim kaçacak yerim yok. Sen daha çocuksun, devlet sana yardım eder. Özür dilerim…"
Bu kadar basitti işte. Beni hayatta tutan tek kişi, beni terk etmişti. Ama ona kızamıyordum. Bu, o piç kurusunun, babamın suçu idi. O gün dedim ki keşke annemin yerinde ben olsaydım... Ellerim titredi. İçimde biriken öfke taşmak üzereydi. Ve o anda bir karar verdim.
Mutfaktan bir bıçak aldım. Kapının önüne yavaş adımlarla ilerlerken gözüm yerde yatan anneme daldı bir an. Cansız bedeni nasılda huzurluydu şimdi. Kafamı kaldırdım, omuzlarımdaki yükü sürükleyerek kapının önünde uzun bir süre bekledim. Kapı açıldığında içimde biriktirdiğim öfkem gün yüzüne çıkmak için an kolluyordu. Daha fazla kendimi tutamazdım, bunu yapamazdım. Tek ışığım annemdi, o da ellerimden kayıp gitmişti. Kaybedecek bir şeyi olmayan adam tehlikelidir; şu an babam ve abim için tehlikenin ta kendisiydim.
Kafaları güzel sallana sallana içeriye girdiler, gözleri kan çanağı gibiydi ikisinin de. Babam kafamdan öpmek için eğildiğinde ensesinden tutup kulağına fısıldadım: “Yıllardır doğum günlerimi hediyesiz geçirdim baba, sana bir hediyem var.” Dedim. Gözleri gözlerime değdi. Kaşlarımı çattım, elim bir an bile titremeden gırtlağına bıçağı soktum. Kan damlaları ayağıma düşerken biraz daha ittirdim. Yere yığılıp kaldı. Leş bedenine, genzimden çıkardığım tükürüğü fırlattım. Gözlerimden ateş çıkıyordu. Artık geri dönemezdim. Sakin adımlarla abimin üstüne yürüdüm. Uyuşturucunun etkisiyle halüsinasyon gördüğünü sandığından çok emindim. Ama artık hiçbir şey umurumda değildi. İçimdeki öfke onu da yakaladı. Kendini savunmak için attığı yumruklar canımı yakmıyordu. Bıçağı bacağına sapladığımda attığı çığlık beni daha çok hırslandırdı. Penisine bıçağı soktuğumda çığlıkları odada yankılanmaya devam etti. İçimdeki hırs bütün zerrelerime işledi, daha fazlası lazımdı, yoksa içim asla soğumazdı. En sonunda kafasından tutup bıçağı boğazına geçirdiğimde, boğazından fışkıran kan yüzümün her yerini kaplamıştı. Gözlerimde tek bir damla yaş yoktu, sadece intikamın verdiği keskin mutluluk vardı.
ı.
Üzerimde babamın ve abimin kanıyla, annemin intihar ettiği jileti cebime attım ve o evden sonsuza kadar ayrıldım. Kaçmam gerekiyordu çünkü polislerin eline düşemezdim. Sokaklarda bir başıma kaldım. Hırsızlık yaptım, gasp yaptım. Yaşamak için ne gerekiyorsa onu yaptım. Nefret ettiğim o kirli dünyanın bir parçası olmuştum artık.
Sonra bir gün… O geldi.
Esmerdi, 1.60 boylarında, açık kahverengi gözleri vardı. Ama beni asıl etkileyen şey, gözlerinde gördüğüm o sıcaklıktı. Beni hayata bağladı. Çukurun içinden çekip çıkardı. İlk kez bir şeyleri yoluna koyabileceğimi hissettim. Ama sonra… Aynı ellerle beni tekrar karanlığa itti.
Bu anılar gözümün önünden akıp gitmeyi bıraktığında, sadece acıyı hissedebiliyordum. Bilincim yavaşça karardı.
Gözlerimi açtığımda, her yer zifiri karanlıktı.
"Sanırım öldüm," diye fısıldadım, sesim zor duyulacak kadar cılızdı.
"Hayır… Henüz değil," dedi bir ses. Kudretli, ama aynı zamanda tuhaf bir şekilde naif ve huzur vericiydi.
"Neredeyim?" diye sordum titrek bir sesle.
"Önemi yok," diye yanıtladı.
Bir süre sessizlik oldu. Sonra tekrar konuştu:
"Sana iki seçenek sunacağım."
Dikkat kesildim.
"Ya hayata, sana vereceğim bir özel güçle geri dönersin ya da seni sonsuz ızdırabın olduğu yere -cehenneme- gönderirim."
Delirmiş olmalıydım. Ya da gerçekten ölmüştüm.
"Ne bu özel güç?" diye sordum.
"Onu sen keşfedeceksin…" dedi ve ekledi: "Şimdi karar ver. Bir şans daha mı, yoksa ebedi ızdırap mı?"
Nefesimi tuttum. Sadece bir an düşündüm.
"Bir şans daha istiyorum," dedim dişlerimi sıkarak. "Ama… Eğer Tanrıysan, bu sefer sırtıma kaldıramayacağım yükler yükleme."
Yanıt vermedi.
Ve işte o anda, her şey değişti.
6 Ay Sonra -
Gözlerimi açtım. Başımda ince bir sızı vardı ve kaslarım yıllardır kullanılmamış gibi ağırdı. Etrafıma baktım—soluk beyaz duvarlar, tıbbi cihazların düzenli bip sesleri ve keskin bir antiseptik kokusu… Burası bir hastaneydi. Ama nasıl? Ölmemiş miydim? Ya o karanlık, o kudretli ses? Hepsi sadece zihnimin bir oyunu muydu?
Yanımda biri yatıyordu. Başını yana çevirmiş, derin nefesler alıyordu. Yaklaşık benim yaşlarımda olmalıydı. 1.65 boylarında, bakır rengi saçlarını iki yandan örmüştü. Yeşil gözleri vardı ve yüzünde tatlı ama bir o kadar da yorgun bir ifade… Gözlerimizi buluşturduğumuzda gülümsedi ve elini hafifçe salladı.
“Selam,” dedi neşeyle.
Bu kadar sıcak ve içten bir ses duymayalı çok olmuştu. Boğazım kuruydu ama belli etmemeye çalışarak başımı hafifçe salladım. “Selam,” diye karşılık verdim.
Ne zamandır burada olduğunu sordum. Omuzlarını silkti ve, “Birkaç haftadır buradayım,” dedi. “Bu arada, adım Zeynep.”
Birkaç hafta mı? Ya ben? Ne kadar süredir buradaydım?
O anda kapı açıldı ve içeri bir hemşire girdi. Ne zamandır burada olduğumu sordum. Kadın notlarına göz gezdirip başını kaldırdı.
“Altı aydır komadasınız.”
Altı ay… Yarım yıl boyunca yaşamla ölüm arasında kalmıştım. Zeynep’le göz göze geldik. Yüzünde şaşkınlık vardı ama gözlerindeki sıcaklık sanki beni anlamaya çalışıyordu.
Taburcu olup olamayacağımı sordum. Durumumu değerlendirmeleri gerektiğini söyledi hemşire. Orada daha fazla kalmak istemiyordum ama bir yandan da gidecek bir yerimin olmaması düşüncesi beni geriyordu. Yaptıkları testlerin sonuçları inanılmazdı. Normal bir insanın aylarca komada kaldıktan sonra toparlanması aylar sürerdi ama bende her şey olması gerekenden fazlaydı. Nasıl olduğunu bilmiyordum ama vücudum hızla iyileşiyordu. Sonunda, bir ya da iki hafta içinde taburcu olabileceğimi söylediler.
Ama bu haber beni sevindirmedi. Düşüncelerimle boğuşurken Zeynep sessizliği bozdu.
“İyi misin?” diye sordu, sesi yumuşaktı. “Taburcu oluyorsun. Mutlu olman gerekmez mi?”
Gözlerimi kaçırarak başımı iki yana salladım. “Gidecek bir yerim yok,” dedim, sesim neredeyse fısıltı gibiydi.
Bir süre sessiz kaldı. Sonra sanki dünyanın en doğal şeyini teklif ediyormuş gibi, “İstersen benimle kalabilirsin,” dedi.
O an kalbimde bir şeyler kıpırdadı. Uzun zaman sonra ilk defa birinin bana karşılıksız bir iyilik yapmaya çalıştığını hissettim. Kabul ettim. Gidecek başka yerim yoktu.
Bir hafta sonra önce Zeynep taburcu oldu. Bir gün sonra da ben. Kapıda beni beklediğinde içimde tarifi zor bir huzur vardı. Onun evine gittim ve birlikte yaşamaya başladık.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 899 Okunma |
412 Oy |
0 Takip |
13 Bölümlü Kitap |