
Yine aynı rüyanın içindeydim ama bu kez… Bu kez rüya olduğunun farkındaydım. Her şeyin bir yansıması olduğunu, bir yanılsama olduğunu biliyordum. Ama o farkındalık, beni ne kadar rahatlatabilirdi ki? Ne kadar bu acıyı, bu kabusu kabullenebilirdim? Her yer kararmıştı, her şeyin benim suçum olduğunu tekrar yüzümüze vurmuştu. Her şeyin bir şekilde benimle bağlantılı olduğu, beni bir hayalet gibi takip ettiği bir kabus… Onun gözleriyle bir kez daha karşılaştım. O kadar gerçekti ki, adeta önümdeydi. O güzelliği, esmerliği, gamzeleri … Saçları omzunun bir karış altına inen saçları ve her zaman bana doğru bakarken, içinde kaybolduğum bir dünya varmış gibi hissettiğim bakışları. O an, her şeyin ne kadar karmaşık olduğunu, her şeyin bir şekilde benim hatam olduğunu düşündüm.
O an, ne kadar sarılmaya çalıştıysam, ne kadar tutmaya çalıştıysam da, hiçbir şey değişmedi. O kız bir adım geri attı ve yavaşça kayboldu. Bunu yapmamalıydım, dedi içimdeki bir ses. Ama bir diğer ses, her şeyin benden kaynaklandığını, onun gitmek zorunda olduğunu söylüyordu. Hangi biri doğruydu? Kızın kaybolduğunu hissetmek, zamanın durduğu, havanın kesildiği bir anı yaratıyordu. Bir çığlık içimde yankılandı, ama sesim çıkmadı. Her şey kararmıştı, her şeyden sorumluymuşum gibi… Ne kadar çırpındıysam da, içimdeki karanlık hiç azalmadı. O güzel bakışları, yüzümdeki çaresizlik, her şeyin benim suçum olduğunu haykırıyordu.
Ter içinde uyandım, bedenim garip bir şekilde ağır hissediyordu. Göğsümdeki baskı devam ediyordu. Gerçekle rüya arasındaki ince çizgi, beni yavaşça içeri çekmeye çalışıyordu. Uyandığımda, o yanımda değildi. O kadar gerçekti ki, hala ellerimi uzatıp ona ulaşmak istedim ama hiç kimseyi bulamadım. Yalnızdım.
Bir süre gözlerimi açamadım, sanki her şey yeniden başlamak üzereydi. O karanlık, o boşluk hep peşimden gelecek gibi hissediyordum. “Bu rüya… her zaman tekrar edecek mi?” diye sordum içimden. Tekrar ve tekrar. Bu düşünce bile içimi kıskıvrak sarmaya başladı. Belki de her şey bittiğinde, bu kabus sonsuza kadar sürecekti. Kendimi bir an için bu sonsuz döngüye mahkûm hissettim. O güzel kızın kaybolması, beni içimde bir eksiklikle bırakıyordu, bir boşlukla… Ama o boşluk hiçbir zaman dolmayacak gibi hissediyordum.
Yavaşça doğruldum, yatakta dönerek soğuyan çarşafların altından dışarıya adım attım. İçimdeki tıkanıklık, hava almak isteğim her geçen an daha fazla artıyordu. Evde kalmak, duvarların içine hapsolmak istemiyordum. Bu duvarlar, beynimin içindeki dar alan gibi hissediliyordu. Nefes almak, bir şeylere dokunmak, ruhumun bu karanlık boşluktan biraz olsun çıkması gerekiyordu. Her şey bana ne kadar dar ve boğucu geliyordu. Belki biraz dışarı çıkmak, yalnızca birkaç dakika bile olsa, kafamı toparlamama yardımcı olabilirdi. Soğuk hava, beni belki de biraz olsun rahatlatır diye düşündüm.
Çünkü burada, içinde kaybolduğum evde, her şey hapsolmuştu. Dışarıda bir yerlerde belki biraz soluklanabilirdim, belki sadece bir adım uzaklaşmak bile her şeyi değiştirebilirdi. Bir anlık bir kaçış… Ve belki bir kaçışın bile bu kadar ihtiyacı olan bir hayat vardı. Ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum ama bir şeylerin değişmesi gerektiği gerçeği kafamın içinde yankılanıyordu.
Montumu giydim, cebimde bir ağrı kesici buldum. Dün gece, herkes eğlenirken birinin başı ağrıyordu ve ben de eczaneden alıp kalanı cebime atıvermiştim. Bugünse, hiç düşünmeden o ağrı kesiciyi susuz bir şekilde yuttum. O an, içimdeki gerilimi bir nebze olsun hafifletip rahatlatabileceğini düşündüm ama rahatlamak ne mümkün? Her şeyin üstümdeki ağırlığı, beni her an boğuyordu. Ağrı kesici birkaç saniyeliğine rahatlatan bir şey olsa da, ben hala eski halime dönmüştüm. Cebimde kalan tek sigaramı almak için elimi cebime attım. Bir an, sigarasız kalacağım için içimi bir huzursuzluk sardı. Ama sonra yalnızca tek bir dal kaldığını fark ettim. “Hay sikiyim, sigaram da bitmiş. Bu saatte açık tekeli ben nereden bulucam ya?” dedim ve sinirle sigaramı çıkarıp ağzıma koydum.
Saat 5:36’dı. Gecenin bu saatinde, soğuk bir sabahın erken saatlerinde, tek bir dal sigara bulmak ne kadar zor bir şeydi. O kadar huzursuz oldum ki, kalan tek sigaramı yakarken, çakmağımı çıkarıp derin bir nefes çektim. Dumanın o keskin kokusu, biraz olsun içimi temizlemeye çalışıyordu ama içimdeki karanlıkları silmek mümkün değildi. Etrafta dolanarak bildiğim tekellere bakıyordum. Her adımda bir boşluk vardı, bir eksiklik hissi. Ama tam da bu sırada, gözlerim bir şey fark etti. Kaldırımda oturan, elinde sigarasıyla boş boş yeri izleyen bir kız… O kadar tanıdık bir hisse sahipti ki.
Kızın saçları omzuna iniyordu, koyu siyah ve dalgalıydı. İnce bir ceket giymişti, önünü kapatmıştı. Yanmayan bir sokak lambasının altına oturmuştu, bu yüzden onu hemen fark etmek zor olmuştu. Ama gözlerim sanki başka bir açıyla görüyordu. Bunu anlamak için çok fazla zaman harcamadım. Son zamanlarda görüş kabiliyetim farklı bir hal almıştı; bir şeyleri daha net görmeye başlamıştım. İnsanları, ortamları daha çok hissedebiliyordum. O an, kızın titrediğini fark ettiğimde içimde bir şeyler kıpırdamaya başladı.
O kadar karanlık ve soğuk bir geceydi ki, kızın orada, o lambanın altında yalnızca titreyen bir siluet gibi durması beni sarmaladı. Gözlerini görememek, bana daha da tanıdık geldi. Onunla, bu soğuk, kararmış dünyada kaybolmuş gibiydik. Bir boşluk vardı, bir sessizlik. Kızın donuk silueti, bana sanki bir çağrı yapıyordu. Birçok insanın bir arada olduğu gecenin ardından, yalnız kalmış birini görmek, bir anda her şeyi sorgulamama neden olmuştu. Kızın elleri, sigarasını tutan parmakları, titremesi… Hepsi bana bir şeyler hatırlatıyordu. Bir çaresizlik vardı, bir benzerlik… O yalnızlık, bana da aitmiş gibi geldi.
Bir an ne yapacağımı bilemedim. Hiç beklemediğim bir şekilde, o sessizliği, o yalnızlık hissini hissettim. Kızın soğukta titremesi, bana yalnızlığımın derinliklerini düşündürttü. Ben de bir zamanlar böyle, boşluğa düşer gibi hissetmiştim. Kızın orada, bir başına, kim bilir kaç saat olmuştu? Kimse yoktu, etraf tamamen boştu. O an, sanki o soğuk, sönük ışık altında, birbirimizin kaybolmuş ruhlarını paylaşıyorduk.
Kafamda dönüp duran düşünceler, içimdeki gerilimi daha da artırıyordu. Bir bağ kurmak istedim ama bu bağın ne kadar sağlam olduğunu kestiremiyordum. O kadar yakın, o kadar tanıdık hissediyordum ki, bir adım daha atmak istedim. Ama bunu yapıp yapmamak arasında gidip geldim. Her şey birbirine karıştı. Kızın titremesi, bir yerde bana benziyordu, ama bir o kadar da farklıydı. Birbirimizi anlasak bile, bir şeyler eksik kalacaktı. Ve o eksiklik, her şeyin daha da derinleşmesine neden olacaktı.
Biten sigaramı attım, üzerine bastım ve derin bir nefes alarak kızın olduğu yere doğru yavaşça yürümeye başladım. Kafamda dönen düşünceler bir anlığına silinip, burnuma keskin bir madde kokusu geldi. Sigara değil, kesinlikle başka bir şeydi. Kızın içtiği şey, bir şekilde tütünle alakalı değildi. Bu kokuyu biliyordum, çocukluğumdan bu kokuya aşinaydım. Bir an için öfkelendim, içimde bir parça kızgınlık kabardı. Ama hemen ardından, kalbimde bir sızı belirdi. Çünkü o kokunun arkasında, başka bir hikaye vardı. Kızın, şu yaşta, bu yaşta birinin, belki de 17 yaşında olan birinin, kendini o kadar kaybetmiş olması… Bu, dünya hakkında düşündüklerimi bir kez daha sorgulamama yol açtı. Bu kadar genç yaşta, bu kadar karanlık bir yola sürüklenmiş biri… Tekrar hayata lanet okudum. Her şeyin bu kadar hızlı tükendiği bir dünyada, ne yazık ki böyle bir kayıp daha da derinleşiyordu.
Adımlarımı hızlandırmadım, aksine daha dikkatli oldum. Bir adım sonra, yavaşça, ama kararlı bir şekilde, kızın önünde durdum. O an yüzümde hiçbir duygu yoktu. Sadece sessiz bir gözlemciydim, bir yabancı, ama içimdeki rahatsızlıkla boğuşuyordum. Kızın titreyen vücudu, soğuk gece rüzgarıyla birlikte iyice belli oluyordu. Ne yapmam gerektiğini, nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmiyordum, fakat onunla kuracağım bir bağlantı, bir tür anlayış vardı. O kadar karanlık, öylesine kaybolmuştu ki, her hareketinde bir çaresizlik vardı.
Ve sonra, kafamı eğdim ve "Selam" dedim. Sözlerim sakin, ama tedirgin bir tonda çıkmıştı. Kızın başı hala yere bakıyordu. Sesindeki güçsüzlük, sanki hayatta kalmaya çalışırken bile bir şeylerden vazgeçmiş gibi hissettiriyordu.
O an, "Benden ne istiyorsun?" diye sordu. Sesi, yorgun ve kırgın, ama yine de bir nevi direnç gösteriyordu. Ne demek istediğini anlamak için uğraşırken, kalbimde bir boşluk hissettim. Sanki kız, dünyadaki her şeyden tamamen soyutlanmış gibiydi. O kadar tükendi ki, onunla kurduğum her cümlede kendi içimde bir şeyler eriyor gibiydi. Bir an için ne söyleyeceğimi unuttum. Ama sonra sakinleşmeye çalışarak, "Hiçbir şey, sadece yanına oturmak, tabi izin verirsen" dedim. Cevabım naifti, sanki her şey yolunda gibiydi ama aslında içimde bir fırtına kopuyordu. Kızın cevabını beklerken, ne olduğunu hissedebiliyordum. Yüzüme bakmadan hafifçe yana kaydı. Oturmama izin verdi, ama hala bana karşı mesafeliydi.
Bir süre sessiz kaldık. Onun bitkinliği, beni her geçen saniye daha fazla sarhoş ediyordu. Ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. "Tekrar söylüyorum, benden ne istiyorsun? Paramı mı? Hiç param yok, bedenimi mi? Elimdeki maddeyi mi?" Cümlesi, sanki ona yapılabilecek her türlü kötülüğü kabul edercesine, hayatla girdiği savaşı teslim etmiş bir ruh halini yansıtıyordu. O an, ne kadar zor durumda olduğunu gördüm. Ve, bir kez daha içimdeki rahatsızlık büyüdü.
Sana, bu kadar kolay, birinin kimliğini bu kadar silmek… Anlamıyordum. Bu dünyada, insan olmanın, kaybolmuş ruhların içinde bir yer edinmenin bedeli bu kadar ağır mıydı? O kadar gençti, belki 17 yaşında. Ama gözlerinde bir şey vardı; bir boşluk. Yine de, kendisini hiçbir şekilde savunmak istemiyordu. Sanki, hayatta kalan tek şey, bitkinliği olmuştu. Bunun altında başka bir şey vardı, her ne kadar anlamasam da.
Yanı başında, belki de kalbinin sesini duymamı bekleyen bir kız vardı. “Elindeki maddeyi istiyorum,” dedim. Biraz daha sertleşmişti sesim. Ve aynı anda gözlerimdeki acı, kararlılığı bastırıyordu. Kız bir süre sessiz kaldı. “Vermezsem ne olur?” dediğinde bir an bile düşünmeden “Zorla alırım” dedim. Ellerindeki maddeyi bana doğru uzatırken, gözlerinde korku beliriverdi. Ama titreyen ellerini gördüm. Yavaşça alıp, yanmasına rağmen avucumun içinde söndürdüm. Sonra yere attım. Canım acıyordu, ama buna katlanabileceğimi biliyordum. Biraz daha yanına doğru kayarak ona daha yakın oldum.
Ve sonra, “Bunu neden yaptın?” dedi. Gözlerimin içine bakarak. Bu, aslında bir tür yıkımın, kabul edilmiş bir kaybın sorusuydu. Ve ben de ona, bir umut kırıntısı sunmak istedim. “Beraber yürümek ister misin? Zaten sigaram da bitti. Tekel arıyordum. Senin bildiğin bir açık tekel var mı?” diye sordum.
Bir an duraksadı. "Reddetme şansım yok değil mi?" diye sordu. Sözleri, onun ne kadar umutsuz olduğunu, birinin ona bir şey teklif etmesini bile bir tehdit gibi algıladığını gösteriyordu. Sadece derin bir nefes alarak, sakin bir şekilde belime elimi attım. Ama o kadar yorgundu ki, hiçbir tepki vermedi. İstemediğim bir şey yapmayacağımı biliyordu.
Bir an, o karanlık sokakta sadece birbirimizi hissediyorduk. Çaresizliğimiz bir şekilde birleşmişti. İçimdeki acı, ona karşı olan hislerim, her şey bir andan anlam buluyordu. Ve o an, belimdeki sustalıyı çektim. Hızla ama dikkatlice, ve yanına koydum. “Benim nasıl biri olduğumu bilmiyorsun ama… buyur, bu bıçağı al. Eğer sana kötü bir şey yaparsam, kullanmaktan çekinme.” Sözlerim sertti, ama sesimde bir yumuşaklık vardı.
Bıçağı eline aldı ve bana geri uzattı. Gözlerinde bir an için bir şeyler değişti. Bir umut. Belki de bir bağ kurmaya çalıştım, belki de tamamen umutsuzdu. Ama gözlerindeki o değişimi gördüm. “İhtiyacım olmayacağına eminim,” dedi. Yavaşça gülümsedim, ve bıçağı alıp belime geri koydum. “Kalkalım o halde.” dedim ve ayağa kalktığımızda altında oturduğumuz sokak lambası bir anda yanmaya başladı.
Gece boyu yürüdük… Ayaklarımız ne kadar yorgun olursa olsun, birbirimize tutunmuş gibiydik. Birbirimize değil de o anda oluşan o hafif, samimi boşluğa… Karanlık sokaklarda, kapalı tekel bayilerinin önünden geçerken birini açık bulma ümidiyle saçma sapan geyikler çevirdik. Belki de kaçmak istiyorduk ikimiz de... geçmişten, yorgunluktan, içimizdeki ağırlıklardan. Ama o sohbetin içinde bir yerde, küçük bir cümleye saklanmıştı adı. "Cemre." Öylesine söylemişti. Ama ben fark ettim.
Geçmişimden sıyrılmış, içimde taşıdığım gücü bile unutmuştum o anlarda. Ondan gizledim. Korkmasın diye. O zaten yeterince şeyle mücadele ediyordu. Bir de benim gözlerimde saklı karanlıkla uğraşmasın istedim. Bu gece sadece bir genç olmak istedim. Sıradan, yaralı ama gülmeye çalışan biri. Ve işin tuhaf yanı... gücüm de beni onaylamıştı sanki. Çünkü fark ettim ki: Ben istemediğim sürece işe yaramıyordu. Bu bilgi... işte bu bilgi ileride hayatımı değiştirebilirdi. Belki de kurtarırdı.
Sabaha karşıydı. Gökyüzü pembeleşiyordu. Gecenin griliği yavaşça dağılırken, açık bir tekel bulduk. Küçük, kenarda köşede kalmış bir yerdi. İçeri girdik, ben bir sigara aldım, Cemre bira seçti. Dışarı çıktığımızda yol kenarındaki soğuk bir banka oturduk. Sessizlik yine sardı etrafı ama bu sefer ağır değildi. Huzurluydu.
“Teşekkür ederim bira için,” dedi sessizce.
“Rica ederim,” dedim, hafifçe gülümseyerek.
O an bana döndü ve sordu:
“Bugün ayın kaçı?”
“15’i,” dedim, telefonuma göz ucuyla bakarak.
Birden sustu. Bakışları elindeki biraya kaydı. İç çekti.
“Biliyor musun… bugün doğum günüm.”
O cümle, içimi bir şeyle doldurdu. Hüzünle, kırgınlıkla. Ama en çok da suçlulukla. Yüzüne baktım. Gözlerinin içinde gizlediği o hayal kırıklığını, burukluğu gördüm. İnsan doğum gününde böyle olmazdı. Ama demek ki onun da olmamıştı. Onun da doğum günleri benimkiler gibi geçmişti… Sessiz, unutulmuş, yalnız.
Saat 07:42. O an içimde bir kıvılcım yandı. Ona bu günü unutturacak, sıcacık bir anı bırakacaktım. Hemen telefonumu açtım. Zeynep, Arda, Fatih, Orkun ve Alperen’e bir grup kurdum. Yazmaya başladım:
“Zeynep’in evini doğum günü için hazırlayın. Cemre için. Balonlar, ışıklar, masa süslemeleri… Ne bulursanız. Sessiz ama içten bir sürpriz yapmamız lazım.”
Alperen hemen yazdı:
“Neden?”
Gülümsedim. Alperen’le yıllardır arkadaş değiliz. En fazla sekiz aydır tanıyorum. Ama o sekiz ayda öyle çok şey yaşadık ki… O bana hiçbir zaman uzun zamanın getireceği güveni sorgulamadı. Çünkü o zeki biriydi. Düşünmeden hareket etmezdi, ama bana karşı içgüdüsel bir güveni vardı. Herkesin “neden” diye sorguladığı yerde, onun “neden” sorusunun içinde bile bir merak değil, sadakat vardı.
“Kanka, sadece güven. Ne olduğunu anlatırım. Bugün Cemre’nin günü. Onun için yapıyoruz. Lütfen.”
Bir daha yazmadı. Gerek de yoktu. Alperen anlamasa bile harekete geçecekti. Çünkü bilirdi… ben boş yere bir şey istemem.
Telefonu kapattım. Sonra başımı Cemre’ye çevirdim.
“Bugün işin var mı? Yetişmen gereken bir yer?”
“Yok,” dedi kısaca. Gözleri biraz şaşkındı.
“Güzel… O zaman takılalım mı birlikte? Sadece gezelim, kafamıza göre.”
Gözleri bir an parladı. Ama sonra bir fikir geldi aklıma, içimde küçük bir çocuk dürtüyordu beni.
“Lunaparka gidelim mi?”
Gözleri birden büyüdü. İçinde bir şey kıpırdadı. Sanki yıllardır içinde bekleyen minik bir çocuk nihayet dışarı çıkmak için fırsat bulmuştu.
“Olur,” dedi. Hem de öyle bir hevesle söyledi ki... Bir an ona baktım, hiç olmayan küçük kız kardeşim gibi geldi gözüme. Korumak istediğim, gülümsemesini kaybetmesine izin veremeyeceğim biri gibi. Kendimi tutamadım. İçimden bir ses "Bu kız artık senin kardeşin" dedi. Kan bağın olmasa bile, gönlüm ona sarılmıştı.
Ve bir an durup düşündüm. Belki de bu, hep aradığım şeydi. Bir aile. Kan bağı olmayan ama kalpten bağlı olduğum insanlar. Arda ve Zeynep bir anne gibiydi. Alperen, o kısacık zamana rağmen abim gibi olmuştu. Fatih, benden küçük ama aynı kafada olduğum kardeşimdi. Ve Cemre… Cemre artık benim küçük kız kardeşimdi.
Eksik olan parçalarım tamamlanıyordu. Ve o sabah... onun günü olacaktı. Ne geçmişi, ne gözyaşları, ne de yalnızlığı... hiçbir şey bu günü mahvedemeyecekti. Çünkü onun bir ailesi vardı artık. Küçük ama gerçek.
Güneş yavaş yavaş yükselirken, lunaparkın önünde durduk. Hâlâ tam açılmamıştı ama kapılar aralıktı. Görevliler içeride temizlik yapıyor, ışıklar tek tek yanıyordu. Sabah mahmurluğu lunaparkı büyülü bir atmosfere sokmuştu. Her şey, sanki gerçeklikten birkaç adım uzaktaydı. Cemre’ye döndüm, yüzündeki ifadeyi izledim. Gözleri parlıyordu ama bu, alıştığımız “heyecanlı çocuk” ışıltısı değildi. Daha derindi. Sanki çocukluğunun yıllardır kapalı duran bir çekmecesi açılmıştı ve içinden tozlu oyuncakları, yarım kalmış kahkahaları, hiç yaşanmamış anılar dökülüyordu.
“Burası... düşündüğümden farklı,” dedi sessizce. Sesinde, hafif bir kırılganlık vardı. Onunla geçirdiğim süre boyunca ilk kez bu kadar açık ve savunmasız gördüm onu.
“Gidelim mi?” dedim. “Her yer bizim şu an.”
İçeri girdik. Cemre yavaş yürüyordu, her oyuncağın önünde durup bakıyordu. Sanki hatırlamak ister gibi… ama hatırlayacak bir şey yoktu belki de. Belki de hiç yaşamamıştı.
“İlk neye binmek istersin?” diye sordum.
Cevap vermedi. Sessizce hız trenine baktı. Sonra bana döndü.
“Ona binelim mi?”
Gözlerim hızla raylara kaydı. Yutkundum.
Cevap veremedim. Ayaklarımın altı buz gibi oldu bir anda. Hız treni benim için hâlâ bir tabuydu. Sadece bir oyuncak değil; küçüklüğümden kalma bir travmanın sembolü gibiydi. O gün, o lunaparkta, yalnız başıma kenarda izlerken içime kazınan o yetersizlik hissi… Şimdi aynı şey tekrar karşıma çıkmıştı. Ama bu sefer yalnız değildim.
Cemre durdu, bana baktı. “Korkuyor musun?”
Başımı salladım. “Evet… biraz.”
Gülümsedi. O gülümseme… anlayışlıydı. Küçümsemiyordu beni, dalga geçmiyordu. Sadece... anlıyordu.
“Elini tutayım, olur mu?” dedi.
Bu bir sevgilinin değil, bir kardeşin sözüydü. O an, onun bana gerçek bir kardeşten farkı olmadığını anladım. Aynı evi paylaşmasak da, aynı kanı taşımasak da, içimizde birbirimize açılan bir yer vardı. Ona “evet” dedim.
Trene bindik. Kayışlar üzerimize kapandı. Raylar gıcırdarken Cemre elimi tuttu. O an, içimdeki o eski korkuya bir çocuk gibi sarıldım. Ama bu kez yalnız değildim. Tren yukarı çıkarken kalbim göğsümde zıplıyordu.
“Hazır mısın?” dedi Cemre.
“Hayır,” dedim.
“Ben de değilim,” diye güldü.
Ve o an tren aşağıya daldı. Sanki kalbim karnıma indi. İlk bağırışım bir çığlık gibi çıktı ama sonra... sonra o korku, yerini bir kahkahaya bıraktı. Rüzgâr yüzümü yalarken, Cemre’nin kahkahasını duydum. Saf, gerçek ve özgürceydi.
Trenden indiğimizde dizlerim hâlâ titriyordu. Cemre bana döndü.
“Fena değildin,” dedi, dirseğiyle dürterek.
“Nefes aldım en azından,” dedim gülerek. “O bile mucizeydi.”
Sonra çarpışan arabalara yöneldik. Oyun alanı hâlâ boştu. Görevli bizim için açtı. Cemre gözünü kestirdiği mavi arabaya atladı, ben de kırmızıya. Başladığı gibi saldırdı.
“Çekil önümden kardeşim, eziliyosun,” diye bağırdı gülerek.
“Sen pilot musun nesin?! Ben düz gitmeyi daha öğrenmedim,” dedim, duvara toslarken.
Yarım saat boyunca sadece güldük. Gerçekten güldük. Sahte değil. Kırılgan değil. Her çarpışmada, içimizdeki bir duvar daha kırıldı sanki. En sonunda arabadan indiğimizde yorgun ama mutlu bir şekilde yere çöküp nefes nefese kaldık.
Sonra sıra Tsunami’ye geldi. O dev salınım… uzaktan izlerken bile midem kalktı.
“Emin misin?” diye sordum.
“Sen hız treninden kurtuldun, bunu da yaparsın,” dedi.
Tsunami'yi uzaktan görünce bile midem bulandı. Alet bir ileri, bir geri… ama öyle böyle değil, sanki “hadi seni uzaya fırlatalım” der gibi yükseliyordu. Gözümle takip ederken bile içim çekildi.
“Cemre, cidden mi? Şuna mı bineceğiz yani?”
Cemre sırıttı. “Yok artık, korkuyomusun mu?”
“Oğlum bu korkmak değil. Bu… mantıklı olmak. Sağduyu. Akıl. Hayatta kalma içgüdüsü!”
“Sen bir suscan ” dedi kolumdan tutup turnikeye çekerek.
Bindik. Daha emniyet kemeri kapanırken içimden “yine kandım” dedim. Cemre de yanımda oturdu, suratı ışıl ışıl.
“Hazırsın di mi?”
“Yok. Hiç hazır değilim. Bak şu an kaçsam bile geç değil…”
Alet çalışmaya başlayınca bir anda sessizleştim. Sadece hissettim. İçimde her şey birbirine girdi. İlk yukarı çıkışta bir “off” çektim, ikinci turda artık dilim çözüldü. Avazım çıktığı kadar bağırdım ve
“NE YAPIYOR LAN BU!? BU KADAR HIZLI OLMASI YASAK DEĞİL MİYDİ!?”
Cemre yanımda gülme krizine girdi. Ben ise panikle çırpınıyordum.
“CEMRE YA BU BİR ANDA KOPUP UÇARSAK KİM KURTARCAK BİZİ”
“OĞLUM BU NE YA!? KİMİN AKLINA GELDİ LAN BU ALETLERİ YAPMAK!?”
Alet en tepeye çıktı. Ayaklar yerden koptu. Gökyüzüne bakıyorum, dua ediyorum.
“ALLAH’IM EĞLENMEYE GELMİŞTİK NE BU ŞİDDET BU CELAL!”
“Hatlar karıştı şimdi istiklal marşına başlayacaksın sanırım” diyip kahkahayı patlattı.
“BEN SANA NE YAPTIM DA BUNU HAK ETTİM!?”
Cemre gülmekten yan koltuğu yumrukluyor.
“Senin surat ifaden efsane! Bi selfie çekelim mi şimdi?”
“SELFİE Mİ!? AZ KALDI KÜFÜRDEN GÖKTAŞI YAĞDIRICAM BURAYA!”
Ama birkaç tur sonra… garip bir şekilde bağırarak gülmeye başladım. O korku, yavaş yavaş kahkahaya dönüşüyordu.
“LAN BU NE SAÇMA ŞEY AMA ACAYİP GÜZEL!”
“HAYATIMDA İLK DEFA BU KADAR YAŞIYOR GİBİYİM!”
Alet yavaşladı, sonunda durduk. Ayaklarım yere değince önce bir dizlerimin bağı çözüldü. Yere çöktüm, nefes nefese.
“Bu... buydu yani? Hâlâ yaşıyorum? Yani şey hiç korkmadım bu neydi ki ya.”
Cemre yanımda, gözleri yaşarmış. “Senin tepkilerini izlemek, o alete binmekten daha eğlenceliydi.”
“Cemre, şu an kelimenin tam anlamıyla midemi lunaparka çevirdin.”
“Bir dahakine iki tur bineriz,” dedi pis pis sırıtıp.
Güldüm. “Ne olcak ya bu ne ki hiç korkarmıyım ben” dedim ama sesim hafifçe titredi kahkaha attık durduktan sonra başımı ona doğru çevirdim ve “Kızım sen şeytansın. Ama... iyi geldin lan. Cidden iyi geldin. Hani böyle, içimde sıkışan şeyleri sanki rüzgar söktü attı.” dedim
Cemre omzuma yaslandı.
“Sen de iyi geldin bana.”
“Ya seninle kardeş gibi takılmak... şey gibi, hani çocukken eksik kalan bir oyuncağını yıllar sonra bulursun ya, onun gibi. Eksik parçaymışsın.”
“Senin gibi abim olsa, çocukken kimseye eyvallah etmezdim,” dedi sessizce.
Ve biz orada, midemiz allak bullak, saç baş dağılmış, ama içimiz bi’ garip rahatlamış halde oturduk. Ne geçmişi düşündük o an, ne yarını. Sadece o an vardık. Birbirimize tutunmuş, çocuk gibi sırıtan iki kardeş...
Midemizin bulantısı yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. Hâlâ hafifçe sallanıyor gibi hissediyorduk ama lunaparkın ışıkları, rengârenk görüntüsü ve o çocukça heyecan, her şeyi ikinci plana itiyordu. Cemre, bir süreliğine neşesini geri kazanmış gibiydi; gözlerindeki parıltı, uzun zamandır görmediğim türdendi. Bu hali beni mutlu ediyordu.
Tam o sırada telefonum titredi. Ekrana baktım: Alperen.
“Hazırladık, hadi gel.”
Sadece mesajı gördüm, ama içimden “İşte şimdi başlıyoruz,” dedim. Cemre’ye döndüm, hafif bir sırıtışla:
“Gel bak, seni daha güzel bir yere götüreceğim.”
Cemre kaşlarını kaldırdı. “Daha güzel mi? Ne var daha güzel?”
“Göreceksin,” dedim gizemli bir havayla.
Birlikte bir taksiye atladık. Cemre önce nereye gittiğimizi sordu ama ben ağzımı sıkı tuttum. Yolda ikimiz de sustuk. Arada göz göze geldiğimizde o her zamanki meraklı bakışlarını yakalıyordum. Bu bakışlar, çocukluğundan beri içinde taşıdığı o temiz, sorgulayan ruhun yansıması gibiydi.
Zeyneplerin evinin önüne vardığımızda kalbim biraz daha hızlı çarpmaya başladı. Bu sürprizin onun yüzünde yaratacağı ifadeyi hayal ettikçe içimde bir huzur kapladı. Zile bastım. Kapı açıldığında, Cemre’yi yavaşça arkamda durmaya yönlendirdim ve nazikçe gözlerini kapattım. Elleri gözlerime gitti ama izin vermedi.
“Napıyorsun ya?” dedi, gülerek ama biraz da tedirginlikle.
“Şşşt… Güven bana. Sadece gözlerini kapat,” dedim.
“Umarım başımı belaya sokmuyorsundur.”
“Sana söz, bu belanın en tatlı hali olacak,” dedim hafif bir kahkahayla.
Evin merdivenlerinden çıkarken, Cemre’nin kolunu hafifçe tuttum. Kapının önüne geldiğimizde içeri girmemizle birlikte odadan bir ses yükseldi—klasik ama samimi bir doğum günü şarkısı. “İyi ki doğdun…”
Tam o anda gözlerini kapalı tutmasını söylediğim Cemre’yi yavaşça odaya yönlendirdim. Diğerleri çoktan pozisyon almıştı; kimisi balonların arkasında gizlenmişti, kimisi pastayı tutuyordu. Oda ışıl ışıl süslenmişti. Rengârenk balonlar tavana kadar yükseliyor, “İyi ki doğdun Cemre” yazısı tüm duvarı kaplıyordu. Pastanın üzerindeyse dikkatle yazılmış bir not vardı: "Sen iyi ki varsın."
Elimi gözlerinden yavaşça çektim. Cemre önce gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı, sonra ne olduğunu idrak ettiğinde gözleri büyüdü. O an yüzünde beliren ifade… tarifsizdi. Şaşkınlık, mutluluk, hatta bir parça inanamamazlık. Sonra yavaşça bana döndü.
Ben zaten onu izliyordum. Hafifçe gülümsedim ve içtenlikle söyledim:
“İyi ki doğdun.”
O an gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Ama bu bir ağırlığın değil, bir hafifliğin, yıllardır özlenen bir sevginin gözyaşıydı. Hiç konuşmadık. Göz göze geldik sadece, ve o her şeyin cevabı gibiydi.
Sonra bir anda herkes bağırmaya başladı, balonlar patladı, müzik daha da yükseldi. Cemre sarıldı önce bana, sonra Alperen’e, sonra odadaki diğer herkese. Kendi doğum gününü kutlamayı unutacak kadar alışmıştı yalnızlığa. Bu yüzden bu sürpriz onun kalbinde yeni bir kapı aralamıştı.
Gece boyunca pastalar yendi, hediyeler açıldı, kahkahalar yankılandı. Cemre ara ara hâlâ gözlerini siliyordu ama her defasında gülüyordu da. İçten, sahici bir gülüşle.
Ben ise bir köşeden onu izliyordum. Onu mutlu görebilmek... işte bütün bu planın, telaşın, gizliliğin tek amacı buydu.
Ve o an fark ettim—bazı insanlar sadece yaşadığı için değil, yaşadığına tanık olabildiğin için kıymetlidir.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 899 Okunma |
412 Oy |
0 Takip |
13 Bölümlü Kitap |