9. Bölüm

9. Bölüm : Kurucu Taşlar 

Muhammet Asım Görü
muhammetasimgoru

  

Gece, şehrin üstüne çöken koyu bir örtü gibiydi. Sokak lambaları titrek, kaldırımlar ıssız, rüzgâr soğuk ve kesiciydi. Sırtımda ince bir mont, ayaklarımda sürünmekten nasır tutmuş adımlar. Her adımda kafamın içi biraz daha gürültülü, biraz daha kalabalık. Düşüncelerimle baş başa yürüyordum, ama zihnim asla yalnız değildi.

  

“Bu kadar dinlenme yeter... ve artar bile,” dedim kendi kendime. Artık gölgelerin arkasında bekleyen değil, öne çıkan olmalıydım. Gücüm vardı. Evet. Ama bu güç, yalnızca bastırılmış öfkenin şekil bulmuş hâliydi henüz. Onu sınamalıydım. Nereye kadar gidebildiğimi görmeliydim.

  

Telefonumu çıkardım, parmaklarım gece kadar soğuktu. Rehberden “Batu”yu buldum. Parmaklarım ekrana dokunduğu an, telefon çalmaya başladı.

  

İçimden tek bir şey geçiyordu: “Bu gece başlıyor.”

  

Birkaç saniye sonra Batu’nun uykulu ama hazır sesi geldi:

  

“Efendim?”

  

“Batu, ne yapıyorsun?”

  

“Uyuyordum... efendim.”

  

Gülümsedim. Uykudan kaldırılmış bir insan bile beni ‘efendim’ diyerek karşılıyorsa, işler yolundaydı. Demek ki emirler, sadece gündüz değil, gece de geçerliydi. Bu bilgiyi zihnimin derinliklerine kazıdım. İleride işime çok yarayacaktı.

  

“Yarın gece, saat 12 ile 1 arası. Ekipteki herkes yanında en az beş genç getirecek. 18 ila 25 yaş arası. Toplamda en az 150 kişi olmalıyız.”

  

“Emredersiniz efendim.”

  

“İyi geceler Batu. Uyuyabilirsin.”

  

Telefonu kapattım. Bu iş tamamdı. Şimdi sırada en kritik ayaklardan biri vardı. 150 kişilik yeni bir kadro oluşacaktı ve bu kalabalığı bölükler hâline getirmem gerekiyordu. Emir komuta zinciri net olmalıydı. Herkes kimin sözünü dinleyeceğini, kimin için yaşayıp öleceğini bilmeliydi. Silah, para, nakliye, bilgi. Her biri için ayrı bir yapı. Ve bu yapının bir kolu için Fatih gerekiyordu.

  

Hemen onu aradım.

  

“Fatih, ne yapıyorsun?”

  

“Valla oyun oynuyordum... sen?”

  

“Geliyorum. Konuşmamız gereken ciddi konular var.”

  

“Tamamdır. Bekliyorum.”

  

Telefonu kapattım. Korsan taksi uygulamasını açtım. Araca bindiğimde camdan dışarı baktım. Sokaklar karanlıktı ama kafamın içi ilk defa bu kadar netti. Artık her şey sistemli olmalıydı. Kaosla savaşmak için düzen gerekiyordu. Ve bu düzeni ben kuracaktım.

  

Fatih’in evine vardığımda zili çaldım. Kapıyı açtığında hâlâ şortu üstünde, elinde bir bira vardı. Yarı gülerek, yarı merakla baktı bana.

  

“Geç.”

  

İçeri girdim. Oyun masasının karşısında, dağınık koltukta bana bir yer gösterdi. Bir bira daha açtı, önüme koydu. Ortam rahat, ama ben değildim. Bu gece sohbet yoktu. Emir vardı.

  

“Fatih, bu konu ciddi,” dedim. “Oyunu durdur. Dikkatini tamamen ver.”

  

O da ciddileşti. Oyunu duraklattı, elindeki birayı masaya koydu. Karşımdaki koltuğa oturdu. Aramızda bilgisayar sandalyesini çekip tam göz hizasına oturdum.

  

“Yarın gece çeteye yaklaşık 150 kişi daha katılacak. Ve ben bu 150 kişiden 75’ini sana veriyorum.”

  

Fatih bir an duraksadı. Şaşırmıştı.

  

“Bana mı?”

  

“Evet. Bu 75 kişi sadece senin altında olacak. Emir komuta sende. Amaç şu: silah temini, taşıma, depolama, gözetim. Yani yapının silah ve lojistik ayağını tamamen sen yöneteceksin.”

  

Derin bir nefes aldı. Bir şey söylemeden önce düşünmeyi severdi.

  

“Bu... büyük bir sorumluluk.”

  

“Biliyorum. O yüzden sana veriyorum. Kimse senin kadar sistemli değil. Senin kadar iz bırakmadan çalışan yok. Bu yüzden bu görevi sadece sen alabilirsin. Ama bunun için sağlam bir kanal lazım. Güvenilir biri. Hızlı biri. Koku almayacak biri. Bu yüzden sana soruyorum: böyle bir adam tanıyor musun?”

  

Fatih kısa bir sessizlikten sonra başını salladı. Sanki çoktan bu cevabı vermeye hazırmış gibi:

  

“Ahmet abi... olabilir. Eskiden tezgâh işleri yapardı, ama son yıllarda silah getirip depolayan biri oldu. Kendi çapında küçük işler. Ama sessizdir. Konuşmaz. Yüzü görünmez.”

  

“Onunla görüşmek istiyorum,” dedim.

  

Fatih başını iki yana salladı. “Yüz yüze gelmen zor olur. Güvenmez kimseye. Ama... onunla ben giderim. Sen de bizimle gelirsin. Eğer güvenmezse... sen halledersin, değil mi?”

  

“Evet. Göz göze geldiğimiz an, onu da bizim tarafa çekeceğim.”

  

Fatih bir süre düşünceli bir sessizlikte kaldı. Sonra kalktı, çekmecesinden eski bir defter çıkardı. Üzerinde “Yedekler” yazıyordu. Açtı, içinden bir sayfa gösterdi. Bir isim, bir numara, bir semt: Ahmet Abi. Neden böyle bir listeye sahip olduğunu kendi içimden sorguladım, ama bunu dile getirmedim.

  

“Yarın sabah 10’da buluşalım buluşmanın nerede olacağını söylerim. Gitmeden önce mesaj atarım. Orada sen de ol, ama uzakta dur. Göz göze geldiğinizde... ne gerekiyorsa yaparsın.”

  

“Olur.”

  

“Bu arada, bu 75 kişi benim artık, değil mi?”

  

“Senin. Sadece senin emrinde. Sana yardım edecekler, seni koruyacaklar, senin işini büyütecekler. Sen düşersen onlar da düşer. Ama sen ayakta kalırsan, bu yapı sonsuza kadar büyür.”

  

Fatih gülümsedi. Bu, bir terfi gibiydi.

  

“Tamam,” dedi. “O zaman başlıyoruz.”

  

Cebimden iki sigara çıkardım. Birini ağzıma koydum, diğerini ona uzattım. Aldı. Çakmağımı yaktım, kendi sigaramı yaktım, sonra alevi ona uzattım. O da sigarasını yaktı. Ve çakmağı fırlatıp masaya bıraktım.

  

“Yarın gece 12-1 gibi, ilk toplantıyı yaptığımız arsada ikinci büyük toplantı olacak. O gece yeni düzenin ilk resmi adımını atıyoruz. Herkes görevini bilecek. Sen, onların cephanesi olacaksın.”

  

Fatih başını eğdi. Ciddiydi. Artık o da oyun oynamıyordu.

  

O gece o evden çıktığımda biliyordum:

Sadece adam toplamıyordum.

Bir çetenin değil, bir inancın kuruluşunu başlatıyordum.

Karanlığa karşı kendi karanlığımızı örgütlüyorduk.

  

Elimdeki hesaplara göre 150 adam gelecekti.

75’i silahları getirip depolama işini üstlenecekti, bu grup tamamen Fatih’in komutası altında olacaktı.

Diğer 75 kişiyi ise Alperen’e vermeyi planlıyordum; satışlar, nakit akışı, kara para temizleme...

Bu yapı düzgün kurulmazsa çökmesi sadece bir baskına bakardı.

  

Saat 04.57’ydi. Fatih’le tüm detayları konuşmuş, kafamızı biraz dağıtmak için eski günlerdeki gibi oyun oynamıştık.

Ama içimdeki gerginlik dinmemişti.

Sıra Alperen’le konuşmaktaydı.

Telefonumu açtım, mesaj kısmına girip ona kısa ve net bir şey yazdım:

  

“Alp, uyandığında beni ara. Konuşmamız gereken ciddi şeyler var.”

  

Alperen’i tanırdım, ne kadar geç yatarsa yatsın her sabah saat 08.00'de kalkardı.

Bazen ona özenirdim, çünkü istikrar denen şeyi en zor zamanlarda bile kaybetmemişti.

Ben ise...

Ben darmadağın bir hayatın ortasında bir araya toplamaya çalıştığım cam kırıklarıyla yürüyordum.

  

Bir korsan taksi çağırdım.

Zeyneplerin evine, yani artık kendi evime doğru yola çıktım.

Cemre hâlâ oradaydı, zeynebin bana verdiği odada kalıyordu.

Ben de her zamanki gibi kanepede yatıyordum.

Evin önüne geldiğimde anahtarı sessizce çevirdim, adımlarımı yavaşlattım.

Zeynep'i ve Cemre’yi uyandırmak istemiyordum.

  

Yorgundum.

Ama uykudan çok duşa ihtiyacım vardı.

Banyoya girdim, aynada kendime bakınca biraz irkildim.

Saçla sakal birbirine girmişti.

Mağara adamı gibi görünüyordum.

İçimden, “Traş olmam şart. Bir de şu spor işine başlasam fena olmaz. Böyle mi çete lideri olunur?” diye söylendim.

  

Banyodaki dolabı açtım.

Traş köpüğünü ve jileti alıp traş oldum, ardından duşu açtım.

Soğuk suyun altına girdim.

Buz gibi su tüm bedenimi titretti ama alışkındım.

Çocukluğumdan beri soğuk suya hep bir bağım olmuştu.

Belki ağrılarımı uyuşturduğu, belki de beni kendimden uzaklaştırdığı için...

Bilmiyorum.

Ben kendim hakkında çok şey bilmiyordum zaten.

Bazen bir yabancıydım kendime.

  

Duştan çıktım.

Kanepenin üzerine uzandım.

Uykum gelene kadar biraz metafizik videoları izledim.

Son zamanlarda nedenini bilmediğim bir şekilde metafiziğe sarmıştım.

Ruh, enerji, bilinç, göz temasıyla kurulan bağlar...

Belki de bu gücün bana nasıl geldiğini anlamaya çalışıyordum.

Ya da sadece bir kaçıştı.

  

Sonra fark etmeden uyuyakalmışım.

  

  

--- 

  

Telefonun sesiyle uyandım.

Ekranda “Alperen Arıyor” yazıyordu.

Gözlerimi ovuşturup telefonu açtım.

  

“Günaydın kanka. Müsaitim, istiyorsan gel konuşalım,” dedi.

  

“Tamamdır, 15 dakikaya oradayım,” deyip telefonu kapattım.

Evden çıkarken içimde garip bir his vardı.

Uzun zamandır Zeynep’le baş başa kalamıyorduk.

Kendime söz verdim, yakın zamanda bir günü sadece ona ayıracaktım.

Ne çete, ne para... Sadece o.

  

Alperen’in evine vardığımda saat 08.30 sularındaydı.

Ziline bastım.

Kısa bir bekleyişten sonra kapıyı açtı.

  

“Günaydın, nasıl gidiyor?” dedim.

  

“Hoş geldin. İyi gidiyor valla. Kayıt, miks derken koşturuyoruz,” dedi.

  

Alperen, son zamanlarda başka bir seviyeye geçmeye başlamıştı.

Şarkıları duyuluyordu.

Yeni bir mixtape çıkaracaktı: Seventeen Mixtape.

Biz de onun bu sürecine çok fazla müdahale etmemeye çalışıyorduk.

Odaya geçtim, koltuğa oturdum.

Derin bir nefes aldım ve konuya girdim.

  

Toplantı saatinden, yapılacaklardan, yapının nasıl işleyeceğinden bahsettim.

75 kişilik ekibin satıştan sorumlu olacağını ve bu işin tamamen onun denetiminde yürütüleceğini söyledim.

Para aklama, düzenli finans takibi, sorunlu kişilerle ilgilenme...

  

Alperen önce duraksadı.

Yüzündeki ifade ciddileşti.

Ama sonra başını sallayıp kabul etti.

  

“Tamam,” dedi. “Ama her şeyi düzenli tutmamız gerek. Çünkü bu işin şakası yok.”

  

Gülümsedim.

“Zaten senin olaya bu şekilde bakmanı istiyordum,” dedim.

  

Biraz daha oturduk, yeni yaptığı şarkılardan birkaçını dinletti.

Hepsi güzeldi ama...

Benim için hâlâ o yıkık evde ilk duyduğum şarkı başkaydı.

Her şeyin başladığı an, ilk kıvılcım...

  

Saat 09.00 gibi evden çıktım.

Sırada Fatih’le belirlediğimiz buluşma noktasına gitmek vardı.

Artık hiçbir şey aynı olmayacaktı.

 

Fatih’le buluşmak için yola çıktığımda kafamda belirgin bir beklenti vardı. Silah kaçakçılığı yapan bir adamla görüşmeye gidiyorsak, mekânın da bu işin ağırlığını taşıyan bir yer olması gerekirdi. Tozlu raflar, kirli camlar, duvarda televizyon açık ama sesi kısılmış... Belki içerde 40 yıllık çaycının, yarı uykulu bir sesle “Ne vereyim abime?” dediği bir kahvehane. Ama vardığımda karşılaştığım yer, tahmin ettiğimin tam tersi çıktı.

Camları geniş, içerisi ferah; birkaç masa dolu, ama kalabalık değildi. Hafif bir caz müziği çalıyor, garsonlar temiz giyimliydi. Mekân, ortalama bir kafenin bir tık üstü gibiydi. Ne elit, ne salaş. Dikkat çekmeyecek kadar sıradan. İşte tam da bu yüzden daha tehlikeliydi.

Fatih’i hemen fark ettim. Girişe en yakın masada oturmuştu. Sırtı kapıya dönüktü ama aynadaki yansımasından beni görmüştü. Direkt bakmadı. Göz ucuyla bir yokladı, sonra başını hafifçe çevirip ayağa kalktı. Ceketsizdi. Üzerinde açık gri bir gömlek, altında koyu pantolon... Ciddi ama rahat bir görünüm. Cebinden paketi çıkardı ve dışarı çıktı. Sigara yaktı.

Ben içeri girip onun birkaç masa arkasına geçtim. Otururken garsona sadece “limonata ve tatlı bir şey” dedim. Ne geleceği umurumda değildi. Masaya yerleşip, kafamı biraz eğerek Fatih’in dışardaki hâline odaklandım. Sigarasını içerken tek eliyle telefonu kurcalıyor, diğer eliyle arada bir cebini yokluyordu. Belki anahtarı, belki bıçağı... Belki sadece alışkanlık.

Ama dikkatliydim. Sigaranın dumanını ne zaman üflediğine, gözlerini ne zaman sağa sola kaçırdığına, topuklarını ne zaman yere vurduğuna kadar izliyordum. Fatih gergindi onu bu halde görmeye alışkındım fakat sanki normalden daha da gergindi sanırım gücüme inanmıyordu.

Limonatam geldi, yanında naneli. Tatlı ise çilekli milföy. Hafif ekşi ama taze. Ağzıma attığım ilk lokmada kafamda bir şey netleşti: Burada işler göründüğünden daha profesyoneldi.

O sırada Fatih aniden başını kaldırdı. Ahmet abi geliyordu.

Kapıdan içeri giren adam, ilk bakışta diğer müşteriler gibi sıradandı. Yani sıradandı... ama fazla temizdi. Üzerindeki lacivert keten gömlek kırışıksızdı, yürüyüşü ağır ama kendinden emindi. Saçlarını arkadan toplamıştı. Uzun ve bakımlıydı, ama gri beyazlar saçlarına yayılmıştı. İlk bakışta kırklı yaşlarındaydı. Ama saçları siyah olsaydı, yirmilerinde diyebilirdin. Yüzü zamana karşı savaşını kaybetmemişti, sadece anlaşma yapmış gibiydi.

Fatih onu kapıda karşıladı. El sıkıştılar, sonra kısa bir göz teması... Ardından ikisi birlikte içeri girdiler.

Ben ise hâlâ aynı pozisyondaydım. Tatlının üçte ikisini yemiştim. Kaşığımı yavaşça daldırdım, o sırada Ahmet Abi birden başını kaldırdı. Gözleri kafenin içini tararken benim bulunduğum tarafa doğru süzüldü. Göz göze gelmemeye çalıştım. Kaşığı ağzıma götürüp sakince çiğnedim. Tatlı gibi görünüyordum. Sıradan bir müşteri. Sanırım beni fark etmedi.

Fatih ve adam masaya geçip oturdular. Konuşmaları başladı. Fatih’in gözleri arada bir bana kayıyordu. İşaret verecekti.

Dakikalar ağır aktı. Bir elim dizimde, bir elim masanın kenarındaydı. Kalbim çarpmıyordu; bu iyiye işaretti. Artık bu tarz durumlara alışmaya başlamıştım.

Sonunda o an geldi. Fatih, yumruğunu yaptı. Ardından baş parmağını yavaşça kaldırdı. Masanın altında ama açıktı. Bunu anlamamam imkânsızdı. Ardından elini “gel” der gibi salladı.

Derin bir nefes alıp ayağa kalktım. Omzumu silkeledim. Sanki üzerimde görünmeyen bir yük vardı, onu attım. Adımlarım sessiz ama kararlıydı. Masalar arasında yürürken Ayşe'nin evdeki gülüşü, Cemre’nin kahkahası, Fatih’in “delisin sen” deyişi aklıma geldi. Onların hayatını değiştirecek bir adım atıyordum. Bu sadece bir anlaşma değil, bir dönüm noktasıydı.

Masaya yaklaştım. Ahmet Abi gözlerini bana dikti. Sanki içimi okuyordu.

— Hayırdır kardeş? dedi. Sesi tok, sigaradan boğuk, yılların sertliğiyle bükülmüş.

Fatih’in gözlerinde panik yoktu ama gergindi. “Lütfen şimdi bir çılgınlık yapma” bakışı attı.

Ben ise buz gibiydim. Hiç acele etmeden, net bir tonda sordum:

— Oturmamda sakınca var mı?

Ahmet Abi karşı koymak ister gibi oldu. Gözleri kıstı. Ama istemsizce eliyle “otur” dercesine sandalyeye uzandı. Kontrol altına aldığımı hissettim. Oturdum.

Kısa bir sessizlik oldu. Ardından bir tebessüm yerleştirdim yüzüme. Bu sahne bana fazla eğlenceli gelmeye başlamıştı.

— Sayın Ahmet Açık, ben sivil polis Erdem Arslan.

Cebimden, sabah sivil olduğunu fark ettiğim ve gücümü kullanarak cüzdanını aldığım birinin cüzdanı vardı. Hızlıca açtım biraz bekledim ve kapattım. Gerçekten görüp görmediği bile önemli değildi. Tiyatroda önemli olan ilk replikti.

Fatih’in gözleri bir an büyüdü. Sanki “N’oluyor lan burada?” diye içinden geçiriyordu.

— Sizin ne işle uğraştığınızı biliyoruz. Şu an çevrendeki insanların büyük kısmı sivil polis. Ve hepsi benim tek bir işaretime bakıyor.

Ahmet Abi'nin suratında sadece bir kaş oynadı. Ne panik vardı ne de öfke. Sadece bir hesap yapar gibi baktı.

— Peki, ne istiyorsun benden?

Derin bir nefes aldım. Eğilerek konuştum:

— Ben öyle kitap gibi, prosedürle çalışan biri değilim. Biraz para, biraz sessizlik. Paranın çözemeyeceği hiçbir şey yoktur.

Ahmet Abi bir an düşündü. Sonra hiç acele etmeden cebine uzandı. Kalın, lastikle sarılmış bir tomar parayı masanın altından uzattı.

— Bu yeterli olur sanırım, memur bey.

Gözlerime baktı. Ama ben daha derine baktım. Ruhuna. Gücümü yavaşça saldım. Gözbebekleri hafifçe büyüdü. Omuzları gevşedi. Sesi yumuşadı.

— Bu saatten sonra bize silah sağlayacaksın. Detayları Fatih’le konuşursun. İlk ödeme, silahlar geldikten bir ay sonra olacak.

Bir iki saniyelik boşluk oldu. Sonra güç ona tam anlamıyla çöktü. Artık direnç yoktu.

— Emredersiniz efendim.

Sandalyemi usulca ittim. Gülümseyerek:

— Detayları Fatih’le halledersiniz. Ben kaçtım. İyi günler Ahmet Bey.

Kafeden çıkarken cebimde kırk ya da elli bin lira vardı. Ama asıl kazanç bu değildi. Özel gücümü kullanmadan -kısmen-, yalnızca kendime güvenerek bu işi çözmüştüm. Bu bir sınavdı. Hem kendime, hem geçmişime, hem de gelecekteki benliğime karşı. Artık daha kararlıydım. Daha soğukkanlı. Daha tehlikeliydim.

Çok geçmeden eve vardım ve kendimi kanepeye attım zeynep ve cemre uyanmış mutfakta bir yandan sigara içiyor bir yandan sohbet ediyorlardı daha sabah 11 yeni olmuştu uzanıp onu düşünürken bir anda cemre içeriye girdi ve “Günaydınn bizimle kahve içmek ister misin?” diye sordu aslında kahveden nefret ederdim çocukluğumdan beri ama sanırım bu soruya da hayır diyemezdim “Olur” dedim sadece ve yavaşça doğrulup mutfağa doğru yürümeye başladım uzun süredir zeyneple konuşmuyordum ama emindim bana karşı hala sıcak olucaktı çünkü aramızdan anlaşılmaz bir bağ vardı

Mutfağa geldiğimde cemre kahvemi hazırlıyor zeynep ise oturup sigarasından yavaş yavaş dumanlar çekiyordu yanlarına oturdum ve havadan sudan konuşmaya başladık o sırada konu tıkandı bir anda elimi ceketimin cebine attım ve bir tomar para çıkarıp masaya koydum içinden bin lira kadarlık bir kısmını aldım ve kalanını zeynebe uzattım zeynep alışmıştı ama cemre sorgularcasına bakışlar attı ne diyeceğimi bilemedim ama tam o anda zeynep anlamış olucak ki “Demek maaşını aldın” dedi ve ben de bu fırsatı kullanıp hiç beklemeden “Evet” dedim ve ardından “Bu parayı ilaçların ve sağlığın için kullan” dedim zeynebe ve sonra cemreye dönüp “Sen de istediğin zaman bu paradan alabilirsin uyuşturucuya harcamadığın sürece” Hala yeni yeni bırakmıştı hatta tam bırakmış bile sayılmazdı elimizden geldiğince yardım ediyorduk ama o da bunu bırakmaya istekli olduğu için sanırım çok da zorlanmıyorduk hala bir krizi olmadı ama bu olmayacağı anlamına gelmiyordu ben bu düşüncelerle boğuşurken cemre kafasını yüzümün hizasına getirip “Teşekkür ederim abi” dedi evet abi demişti bana bildiğin abisi gözüyle bakıyordu gerçekten bir ailem vardı onca yalnız geçen gün ve ardından artık bir ailem olmuştu ve ben bu aileyi kendi ellerimle kurmuştum akşama kadar havadan sudan sohbet ettik ve yavaştan toplantı saati yaklaşıyordu

 

Ben bu düşüncelerle cebelleşirken Cemre ansızın eğildi, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Gözleri cam gibi berraktı; içinde bir çocuğun güvenini, bir kardeşin minnettarlığını ve bir insanın içten teşekkürünü taşıyordu. O an dudakları hafifçe kıpırdadı ve sessizliğin içinden yumuşak bir ses yükseldi:

“Teşekkür ederim, abi.”

Bir an için her şey durdu. Nefesim kesildi. Zaman, sanki o kelimede dondu.

Abi…

Hayatım boyunca özlemini çektiğim ama hiç kimsenin bana söylemediği o kelimeydi bu. Ne bir kardeş, ne bir arkadaş, ne bir yabancı… Kimse bana daha önce "abi" dememişti. Ve bu kelimenin, içi dolu bir teşekkürle birlikte, bana gerçekten değer veren birinin ağzından çıkması… Bilmiyorum, dünyayı kurtarmış gibi hissettim kendimi. Sadece bir kelimeydi dışarıdan bakınca. Ama benim içimde çığ gibi büyüdü, kalbimi bastıran yılların ağırlığını bir anda söküp aldı sanki.

"Abi"…
Bu kelimenin içinde “güvendeyim” vardı.
“Yanımda olduğuna inanıyorum” vardı.
“Sen bana bir şey olduğunda tutacaksın” vardı.
Ve en çok da…
“Sen artık yalnız değilsin” vardı.

Yalnız geçen onca yıl, sustuğum onca gece, kendime bile anlatmadığım onca kırık... Hepsi bir anda o iki heceye gömüldü. İlk defa, biri beni bir rolün içine koymadı. Beni o rolün içine hak ettiğim için yerleştirdi. Koruyan, kollayan, karşılıksız seven biri olduğum için "abi" dedi bana. Sadece verdiğim paradan değil, onun hayatında var oluşumdan dolayı.

Cemre’nin sesi hâlâ kulaklarımdaydı.
“Abi…”

Sanki kayıp bir çocuğun elini tutmuştum ve o da ilk kez biriyle yürümekten korkmamıştı.

Boğazım düğümlendi. Gözlerimi kaçırdım. O kelimeyi içimde evirip çevirirken, yıllardır kurmak istediğim aileye gerçekten kavuştuğumu fark ettim. Belki soyadımız aynı değildi, belki çocukluk anılarımız birbirine karışmıyordu. Ama burada, bu mutfakta, bu masada… kan bağı değil, kalp bağı vardı. Ve o bağ, işte o kelimeyle mühürlendi.

Ben bu aileyi kurmuştum. Kendim ellerimle, hatalarımla, çabalarımla…

Ve artık yalnız değildim.

Bölüm : 18.05.2025 15:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...