
Düşüncelerim birer kasırgaya yakalanmışken genç adamın öfkeli sesi beni irkti. “Ölüm gereken insanlara yaşamı ellerine vermek aptallık değil mi?”
Kurumaya zamanı olmayan yaşlarım, yağmurun artmasıyla yenilendi. Genç adamın sesi sokakta harlanan tek ses olmuştu. Beynim idrak etmeyi unutmuştu. Bana karşı sarf edilen sözlere öylece baktım. Birbirlerine yapışmış kirpiklerim, göz bebeklerime perde oluyordu. Gözlüklerimin yerinde olması bir şey ifade etmiyordu. Nefeslerim hızlanmaya başladı. Yüzüm kasılıp gevşedi.
Sinirim bozulmuştu. Tanımadığım bir insandan benim içimi okumasını beklemek asıl aptallıktı. Umudumu kendim yakalamalıydım, başka birileri elime veremezdi. Tükürür gibi söylediklerinden bunu çıkarmıştım. Elimden kayan çantamın kulpunu sıktım. Gözlüklerime damlalar yapan yağmurun gücüyle yerdeydim, şimdi de onun itmesiyle kalkacaktım.
Burktuğum ayağıma basmamaya özen göstererek ayağa kalkmaya çalıştım. Dengemi sağlamak için çantayı yere bıraktım. Tutunacak dalım dahi yoktu. Gözlüklerimi düşmemesini de işin içine kattığımda nasıl olduysa kalkmayı başarmıştım ki yağmurun oluşturduğu küçük akıntı bana çelme taktı. Tekrar yere düşeceğimi düşünerek gözlerimi sıkıca kapattım.
Düşmedim, izin vermedi.
Kolumu kavrayarak düşmeme engel olmuştu. “Dikkatli ol.” dedi sert sesinden vazgeçmeyerek. Benim iyiliğimi mi düşünüyordu yoksa sadece saygı çerçevesinde mi büyümüştü, anlamamıştım. Önceki sözlere bakarsak pek de saygı bilmezdi. Nezaketi umursamadım. Sadece baktım.
Bu insanların burada ve bana yardım ediyor oluşu anlam verilemezdi. Kim olduklarını dahi bilmiyordum. Kapının önüne park edilmiş araba zenginliklerini vurguluyordu. Statüye sahip insanların böyle sokaklara gelmiş olması garipti. Hele ki geldiği yer, ev olmayan benim evim ise. İçeride ki iğrenç varlıkların başka borcu mu vardı? Beni sattıkları yetmemiş miydi? Karanlık yerlere adım atmış, mafyalara mı bulaşmışlardı?
Cidden ama cidden şu an sevgilimin yanına askerlik yapmaya bile gidebilirim. Allah aşkına ben neyin içine düştüm?
Beş saat matematik çalışmasından çıkmış kafam tam olarak buradaydı. Yerdeki çantayı bana uzattığında yüzünü görmeye çalıştım. Gözlüklerime damlalar fazlasıyla birikmişti. Bir şeyler görüyordum ama net değildi. Beyaz sakallı adama benzer siması, yine bana benzerdi. Göz rengi karanlıkta kaldığımızdan seçilmezdi. Elini çantayı almam için tekrar uzattığında kulpu kavrayıp aldım.
Hafif ve ağır arasında kalan çantayı başımdan geçirdiğimde kolumu tekrar kavradı. Eline ve tenime değen yere yapabildiğim kadar sert baktım. “Tekrar düşmemen için.” Yanlış anlaşılmayı silmek adına konuşsa da kolumu bırakana kadar bakışımı değiştirmedim. Yerde kalan berem rengine geri dönmüştü. Kırmızı değil, bordoydu. Ona ulaşmak amaçlı adım attığımda ayağıma saplanan acıyla olduğum yerde kaldım.
Birisi beni buradan acısız halde alıp götürebilir miydi?
Üst üste binen her şeyden nefret ettim. Arkamdan gelen ağzının içinden çıkardığı sese bakmaya çalışmam işe yaramadı, birden önümde tekrar belirdi. Bulutlardan daha çok su dolan bereyi çekinmeden alıp sıktı. O sırada yaşlı adam olduğu yerde sadece bana bakıyordu. Bana odaklanmıştı. Bana.
Baştan aşağıya beni süzüyordu. Kötü anlaşılacak bir durumda değildi. Sanki fazla üzgün gibiydi… Bana mıydı yoksa birisini mi hatırlatıyordum, anlamadım. Veya bana acıyordu? Neden, bu hale nasıl düştüğümü bilmeden nasıl ve neden böyle acı içinde gözlerime süzülüyordu? Ağladığım zaman geri dönmeme sebep oluyordu lakin aramıza beden girdi. Bordo beremi gördüğümde ayağımdan daha çok burkulmuş tebessümüm parladı.
Zar zor ayaktaydım, bir kuvvet beni tutuyordu. Zonklayan ayağımı salarak bereyi bir kediyi okşar gibi aldım. Ah, şimdi tekrar ağlasam ne olurdu ki? En fazla bu soru işareti genç adam bana aptal derdi? Belki de beni mesafelere rağmen hisseden sevgilimin aklına düşerdim. Yağan yağmur benim için ağladı. Derin bir nefes verip bereyi çantaya koyduğumda adamların neden halan dibimden ayrılmadığını anlamış değildim.
Yorgundum ve Poyraz’ın sıcak gövdesine sarılmaktan başka bir şey istemiyordum. O öper, iyileşirdim.
Arkamda kalan dört duvarın içindeki insan olmayı hak etmeyenler için geldiklerini çok iyi tespit etmiştim, gerisini anlayamıyordum. Buradan gitmeme yardım etmeleri dışında benimle iletişime geçmelerini istemiyordum. Tek amacım, şuradan çekip gitmek. Babam denilecek adam ve o iğrenç kel beni fark etmeden buradan tüymeliydim. Ayağımın acısını unutmaya çalışarak sokak lambaları altında yürümeye başladım.
“Nereye gidiyorsun, Nilüfer?”
Boğazım düğümlendi. Olduğum yerde kaldım. Dondum. Sert rüzgar esti. Arada uçurum soğukluğu vardı. Karmakarışıktım. Aklım, bedenim, hislerim birbirine dolaştı. Büyüyen gözlerimle arkaya döndüm. “İsmimi nereden biliyorsunuz?”
Yaşlı adam ağzını oynattı. “Korkuttuk mu?” dedi. Sesi yüzü kadar kederliydi. Nazikti, beni kırmaktan korkar gibiydi. Hızlanan kalbim korktuğumu netçe bana bildiriyordu. Babam olacak alçak pisliğin yaptığı başka bir kalleş karşımda duruyor sanmıştım. Öyle de sanıyorum. Ama adam sanmamı istemiyordu.
Bir elim duvara tutundu. Titreyen bacaklarım düşmemeliydi. Yeteri kadar yerlerde sürünmüştüm. “Evet dersem adımı nasıl bildiğinizi söyler ve beni kendi halime bırakır mısınız?”
Genç adam atıldı. “Hayır. Olmayacak şeyler düşünme.”
“Özgür!” Yaşlı adam genç adama kükredi resmen.
“Ne?” dedi adı Özgür isimli. “Onu bu halde dışarıda bırakamayız.” Eliyle sertçe evimi gösterdi. “İçerdeki puştu geberttiğimi küçücük kızın görmesini mi istiyorsun?”
“Özgür, kız korkuyor.” dedi bastıra bastıra. “Kız kardeşinin seni böyle tanımasına müsaade mi edeceksin?”
Aklımı yitiriyordum değil mi? Neden kurtulmak için çıktığım yol daha da sarpa sarıyordu? Ne dediğinin farkında mıydı? Deliriyor muydum? Rüyada olmalıydım… Rüyada olmaya ihtiyacım vardı…
“Ne şekilde tanıması umurumda değil baba. Ben onu düşünüyorum sadece!” Sinirlenmişti. “Ben böyleyim böyle gidiyorum. İyiliğimi ben böyleyken kabul etsin.”
“Yine ergenlik çağına mı girdin oğlum?” derken bıkmıştı. “Nilüfer bizi bilmiyor, tanımıyor etmiyor. Sence iyiliğini şu an iyilik zanneder mi?”
Burnundan sesli bir nefes verdi. “Umurumda değil baba!” diye bağırınca irkildim. “Sadece,” dedi öfkeyle. “Şu puşt ile işimi göreceğim.” İşaret parmağı beni buldu. “Kızı da güvenli yere bırakıp işime döneceğim. Sadece bunun için buradayım, unutma. Bir şeyleri kabul etmiş değilim.”
“Kabul et veya etme. Gerçekler ortada.” derken sesini yükseltti Yaşlı adam. Sertti. “Stabil şekilde de işi halledebiliriz. Nilüfer’e sert ve iğrenç biri gibi göründüğünün farkında değil misin? İyilik yaparken batırıyorsun. Hiç değişmiyorsun. Bir günde sakin olup beni dinle.”
Kollarını kaldırıp bıraktı bir hışımla. İlk defa zarar vermeden böyle sinirlenen görüyordum. “Peki,” dedi sakinleşmek adına. “Peki baba.”
“Ne yapalım o zaman?” dedi Özgür, her şeyden usanmıştı. “Yağmurun altında kıza gitme diyoruz, onu düşünüyoruz. Bizi içerideki puştlarla karıştırmasın bir zahmet. Sakinleşmesi için su niyetine yağmur mu verelim? Şu kaldırımda oturup da bütün gerçekleri açıklayalım, kız kalpten mi gitsin?”
“Oğlum!” dedi tekrar gürleyerek. Bu sefer çıkışmak yerine yerini bildi Özgür. “Dediklerini yapmaya gelmedim. İnsan gibi davran diyorum sadece. Kızı korkutmadan kısaca özet geçip evine götürmeye geldik. Korkutup bizden uzaklaştırmaya değil!” Biraz nefeslendi. “Kızı düşündüğünü anlıyorum ama davranışa dökerken yanlış yolu seçiyorsun. Sabahtan beri şunu anlatmaya çalışıyorum. Sakin ol, nazik ol ve amacımızda ol.” Ekledi. “Korkutma da. Kızın aklından bin bir türlü şey geçmiştir.”
Geçmişti ve geçememişti çünkü artık bir şeyleri algılayacak beynim kalmamıştı. Başıma şiddetli bir ağrı girdiğinde acıdan dolayı gözlerimi sıkıca kapatmak zorunda kaldım. Dengem bozulmuştu, gözlerimi açtığımda yer gök sarsılmış gibiydi. Gözlüklerimi indirerek damlaları hayatımdan çıkardım. “Kız kardeşim derken? Sokak ağzı mı yoksa siz kafayı mı yediniz?”
Yorgunluk öyle üzerime binmişti ki şurada dönen olaylar yüzünden sinir krizi geçirebilirdim. Yaşlı adamın gözleri bana doğruldu. “Nilüfer,” dedi hüzünle. Hisleri mi karıştırıyordum, neden sesi böyleydi? “Kızım…”
Ben cidden rüyada olmalıydım veya kötü bir kabusun içine hapis edilmiştim. Parkta babasıyla oynayıp gülen kızları imrendiğim anıların varlığını hatırlamam şu anda normal miydi? Olması gereken neydi? O eli tutulan kızın babası ona yalvarması gerekmeden sevgiyi verdiğinde yaşadığım üzüntü ve karman çorman olmuş yüreğimin o tanımadığı acıyla tanışması gibi hissetmem… Aklım cinayet çözerken o kırmızı çizgilerle donatılmış tahtaya bakan dedektifti; bir şeyleri çözmeye yeltenmiş, emek harcamış ama ulaşamamış, çıkmaz sokakların içinde mahsur kalmış…
“Ben sizin kızınız değilim, Bayım.” Sesim elmastan sert, buzdan daha soğuktu. Yağmurun durduğunu gösteren azalan damlalar, cümleme karşı olan tepkiydi. Yağmur bile dinmişti ama beni parçalara ayıran sevgi yoksunluğum dinmemişti. Geçmiş benlerin anıları ve duyguları tekrar su yüzüne çıkmadan onları susturmalıydım. Ama Özgür’ün susmaya niyeti yoktu.
“Bende öyle düşünmüştüm ama,” Kollarını kaldırıp hayattan yaşama isteğini bırakmış gibi indirdi. “Maalesef ki babamın kızısın.”
Tiyatro mu çekiyorduk? Bir dizinin içine mi düşmüştük? Acıyı sonuna kadar bastıran yönetmenlerin saçma sapan filmlerinde miydik? Ben neyin içindeydim? Tek istediğim umudumu tekrar bulup şu aptal evden uzaklaşıp yok olmaktı. Hiçbir şey yolunda değilken bir de başıma ben senin babanım diyen yan karakter mi gelmişti? Algılama kabiliyetimi yitirmiştim. Kendimi aptal gibi buluyordum.
Sinirden güldüm. Issızlaşmış sokağın kenarında gülmeye başladım. Deliriyordum cidden. Gülmem devam ederken alışkanlık hareketim olan ağzımı kapama dürtümü de yapmıştım. Komik bir şey görmüş de ona güldüm sanki. Yaşlı adam şaşırdı, Özgür ise böyle bir tepki beklerdi. Tatlı ve zehirli gülüşüm bittiğinde yalandan gözyaşlarımı sildim.
“Şakanız bittiğine göre,” Elimle yolumu işaret ettim. “Gidebilir miyim? Bakın yağmurda bitti, gerçek suyla sakinleşebilirim.”
Yaşlı adam çaresizliğe bürünerek bir adım attığında dış kapı sertçe açıldı. Özgür’e karşı söylediğim şeyi kendine olduğunu anladığında başı kapıya gitti. Panik içinde evden çıkan kişiye çevrildi gözlerim. Buradan gitmeliydim. Lütfen… Bir kere de keşkelerim olmadan şuradan ayrılayım… Sinirden gözü dönmüş babam adlı insan dışarıda bir şeyler arıyordu. Beni…
Arkasından çıkan abim ve satıldığım adam da çıkıp ilk önce Özgür ve yaşlı adamı gördü. Sonra da ayağı burkulmuş, üstü başı ıslanmış, ağlamış beni gördü. Görmez olaydı… Abim öfkeyle bana yürüdüğünde kolu tutulup yola savruldu. Özgür, abimden daha öfkeliydi. Yaşlı adam Özgür’ün omzuna bu işi hallet edasında iki kere vurduğunda tam olarak babamın karşısına iş adamı gibi geçti. Özgür ise abimin üstüne yürümüyor, koşuyordu.
Yere yalpalayan abim dengesini bulmadan Özgür, karnına tekmeyi geçirince ağzım açık kaldı. Delirdiğimi kanıtlar başka hareket yaşlı adamdan geldi. Cebinden çıkardığı şeyi alıp babama gösterdi. Küçük dikdörtgen deri olan bir kılıfa benziyordu, tutulması içinde ipi vardı. Ne olduğunu çözmüş değildim ama satıldığım kel kafa adamın yüzü boku yemiş edasında çöktü. Kaçıp kaçmayacağını tartar bir ifadeyle etrafı göz ettiğinde yaşlı adam ne yapacağını anlamıştı. “Kaçmak için bir delik mi arıyorsun?” Babamla kel adam arasında giden başıyla, “Siz iki uyuşturucu kaçakçılığı ve insan satıcılığı yapan iğrenç mahluklar kaçmak sizin neyinize? Kaçmak için hiçbir delik size kapılarını açmaz bile. İstediğiniz kadar koşun ve unutmayın size açılacak tek kapı, cezaevi kapısıdır.” dedi soğuk sesini üste tutarak.
Annem hemen babamın önüne geçti. “Y-yok öyle şey,” derken sesi de kendisi de titriyordu. Yaşlı adamı taradı. “Müdür Bey.” diye eklerken altına işediğini düşündüm. Babamı adamdan korumak hatta alıp katlayıp kurtarmak istiyor gibiydi. Bunların hepsi para içindi, asla babama aşka yaklaştığından veya saplantılı olduğundan değildi. Annem sadece para için yaşardı. Parayı sever, okşar, ona tapardı. Para kaynağını koruyordu annem, kocasını değil.
Kocası olacak adam ise annemin arkasına saklanmış, pısırık bir kediydi. Belki de kedi değil, bir sırtlandı. Aslan kral çizgi filminde kötü amcanın tarafında olan sırtlanların kendisini güçlü sanması ama öyle olmadığını anlayıp tırsan ifadesi vardı. “Yokmuş! Nah yok!” diye bağıran Özgür bir yandan yerde yatan abimin üstüne oturmuş dövmeye hazırlanıyordu. Gömleğinin kollarını sıyırırken abim kanayan burnuna dokunuyordu. Mal, dövmeye hazırlanırken kalkmaya yeltense dayaktan kurtulabilirdi ama neydi? Maldı.
“Var! Hem de neler neler var!” diye tekrar sesini yükselttiğinde abime bir yumruk geçirdi. Kendini korumaya çalışan abim, acı içinde kıvranıyordu. Annem oğlunu ne halde olduğunu görünce çığlık attı. Şu zamana kadar aklı paradaydı, oğlunu görünce anca anne kimliği ortaya çıkmıştı. Bana anne değildi, abime anneydi. Babamı koruyup korumayacağı ikileminde kalınca yaşlı adama karşı, “Adamına söyle oğlumu bıraksın!” diye tırtıklı sesiyle bağırmaya çalıştı. Yaşlı adam arkaya dönüp oğluna baktığında, “On dakika veriyorum. Artısı cezaya girer.” dedi abim umurunda olmayarak.
Bende olsam aynı tepkiyi verirdim. Benden para almak için dolaba kitleyip iki gün aç bırakan hayırsız piç daha fazlasını hak ediyordu. Özgür’ün her yumruğunda dakikalar önce sinirimi bozan adam olmayı bırakır olmuş, içten destekler olmuştum. Bir tane daha! Çak yumruğu! Yürü be Özgür! Aslanım benim be! Babasının emrine yerine getirmek gibi bir havası yoktu, on dakikadan fazla dövmeye ve cezayı yemeğe hazırdı.
Elindeki deri kılıfı sallayarak babama ve kel adama tükürür gibi gösterdi. “Dakikalar sonra polis arabaları buraya döşenecek, bilginiz olsun.” Yaşlı adamın karşısındaki herkesin ifadesi solup çürüdü. Ağzım biraz daha açılırken elimle kapattım. Sevinmeli miydim, üzülmeli miydim? Aslında uyumak istiyordum. Sıcacık sevgilimin kolları arasında uyumak en güzel seçenekti. Artık bir seçenek bile değildi ya!
Kel adam çirkef yüzüyle, “Yanlış kişiyi yakalamaya çalışıyorsunuz Müdür Bey. Benim suçum falan yoktur.” dedi ve gözleriyle babamı işaret etti. “Hepsi onun aklından çıkmıştır. Ben sadece bir ileticiyim.”
Babam annemin arkasından, “Yalan söyleme Muharrem!” diye çıkıştı. “Bakın Müdür Bey sicilime, ben suçsuzum. Annemin sütünden daha berrağımdır. Bu Muharrem olacak insafsız beni bu işlere sürükledi.” Kendini acındırdı. “Zorladı beni. İnsan hiç kızını isteyerek satar mı?”
Satardı. Anne sütüne yemin olsun ki satardı. Baba olamaya laik olmayıp, pisliğin önce gideni ise satar, üstüne de kızım da kızım diye gezer dururdu. Utanmaz ahmak! Annem de babamı destekleyerek, “Müdür B-bey, doğru söylüyor.” dedi elini kalbine yumruk yaparken. “Biz hiç kızımızı bu alçaklara verir miyiz? Bu adam zorladı, canımızla tehdit etti.”
Muharrem adlı kel adam konuşmak için ağzını açtığında Yaşlı adam, adamın karnına tekme attı. Oğlunun kime çektiği kanıtlanmıştı. Atletik harekete ağzım tekrar açıldığında annem çığlık atarken babam, annemin arkasına sığındı. “Ulan! Küfür edeceğim kendime yakıştırmıyorum!” Elini havaya kaldırıp sabır diledi. “Siz nasıl bir varlıksınız lan!” diye annemlere yürüyerek bağırdığında abim yan tarafta beter durumdaydı. “Siz, siz insan mısınız lan? Nesiniz siz? Yalancı, puşt, uyuşturucuya tapan, kızını nesne sanan.” Devamını getirmek için güç istiyordu. Sinirleri tepesine gelmişti. “İnsan kızına bu durumu yaşatır mı lan! El üstünde tutmak varken, saçına gelen bir yaprak da endişelenmek varken satmayı mı tercih ettiniz? Bu mu lan sizin bildiğiniz annelik babalık?”
Dövmek istiyordu ama Müdür kalıbı onu tutuyordu. Yumruklarını sıktı. Alnında sinirden damarlar çıkmıştı ama elinden bir kaza çıkmaması için kendisini durduruyordu. Özgür olsa dalardı herhalde. İşaret parmağını hadlerini bildirmek için kaldırıp üstlerine odakladı. “Gün yüzü görürseniz benim adım Taner değil!” Annem doğrultulan parmağa korkarak bakarken, “Cezaevinde süründüreceğim sizi!” dedi iğrenerek. Polis siren sesi sokağın sonunda yayılmaya başladığında iyi değildim.
Başım dönme dolaptan daha hızlı dönüyordu. Gözüme perdeler düşüyordu, kendimi zorlayarak ayakta kalıyordum. Midemdekileri çıkarmayı istiyordum ama midemde kendi asidi dışında hiçbir şey yoktu. Tansiyonum düşmüştü galiba. Sabahtan beri ağzıma yemek almadığımdan dolayı da açlık sorunu yaşıyor olabilirdim. Düşünmek o kadar uzaktı ki gözlerimi kapatarak dinlenmek bile gülün dikeni geldi.
Gözüm açıldığında Özgür, abimin üstünde kalmış polis memurlarına fırlatıyordu. Kirpiklerimi birleştirip perdeyi kaldırdım. Annem ve babam ters kelepçeye alınmış polis arabasına bindiriliyordu. Tekrar yeşillerime karanlığı gösterip sokak lambasına açtığımda kel adam kaçmaya çalışmıştı ama nafileydi. Yere kapaklandığında sürünerek kaçmaya çalışıyordu ama polisler onu, zorluk çıkarsa da yakalamış kelepçelemişti. Ciğerlerime yol bulan soğuk hava yavaşladı.
Ağırlığımı duvara verdiğimde burkulan ayağımı ayrı bir ağrı tuttu. İnleyip yüzümü buruşturduğumda sırtımı da duvara yaslayarak yere ağır ağır indim. Kaldırıma çökmüş ağrıyan ayağıma inliyordum. Zonklayan şakaklarım yorgunluğumu arttırırken zihnim çalkalandı. Deprem oldu sandım. Başımı iki elimle tutarak düşmemeyi sağladım ama ayakta da değildim, depremde de.
Yaşadıklarımın birer sanrı olduğunu düşünsem de acı öyle işliyordu ki gerçekliği kabullendim. Mideme de bir sızı düştüğünde yerde büklüm olmuştum. Yaşadığım acı başka birine göre hiçbir şey olmayabilirdi ama benim için felaketti. Daha ağırını yaşamadığım için şükrettiğimde acımı küçümsedim. Küçümsememeliydim. Poyraz’ın sözünü dinlemeliydim. Sağlığıma biraz daha iyi bakmalıydım.
Olduğum yerde küçüldüm. Keşkeler peşimi bırakmazken ne yapacağımı düşünmeme vakit yoktu. Polis sirenleri uzaklaştığında ve gürültü kaybolduğunda her şeyin birer kabus olmasını düşledim. Gerçek hayatta kabusu bırakıp rüyayı düşledim… Niyedir bilinmez ağlama isteğim bana elini uzattığında geri çevirdim. Göz yaşım kalmamıştı. Damarlarım kurumuştu, istesem de ağlayamazdım.
Göz kapaklarımı bir yaptım. Ellerimi göğsümde sarıp durdum. Adımın seslenildiğini işittim ama fısıltı gibiydi. Belki de değildi, duyma işlevim azalmıştı. Zihnimin benden izinsiz uçtuğunu anladığımda gözlerimi araladım. O küçük boşlukta gördüğüm şey bana doğru koşan Özgür ve Taner adlı yaşlı adamdı. Gözlerim istemsizce kapandığında başım yana doğru kaydı. Yere çakılacağımı sansam da yumuşak bir yere yaslanır olmuştum.
Yine benim düşmeme izin vermemişti.
Bilmiyordum, o hiçbir zaman benim düşmeme izin vermeyecekti.
Hep arkama duvar olacaktı.
🧶🎀
Göğsüne düşen başa bakarken Özgür’ün başı babasına döndü. Yere düşmesini önlediğinden dolayı içindeki rahatlamayı babası da yaşadı. Tilkiler zehirli kıkırdamalarını Özgür’ün kulağına fısıldadığında kızın nabzına baktı. Stabil halde attığında Taner derin bir nefes verdi dışarıya. “Ya Rabbim’e şükür!”
“Bayıldı mı, simdi?” Fırtınalar dönen aklıyla sordu Özgür. “Gördüğün üzere bayıldı kızcağız.”
“Kardeşin demedin.” Kızı kucağına almaya çalıştığında çantası engeldi. Taner çantanın verdiği zorluğu fark edip aradan çekince, “Kardeşin bayıldı Özgür. Oldu mu? Bir garipsin yeminlen ha? Kime çektin sen?” dedi. “Asıl seni bir test ettirmek lazım.”
Dalgayla söylediği şeye tersçe bakan Özgür’ün yüzüne güldü Taner. Seviyordu Taner, oğlu ile uğraşmayı, onlar arasındaki ilişki de buydu. Sinir küpü bir oğlan, sakin mi sakin baba. Her oğluyla olan ilişkisi bambaşkaydı ve hepsiyle farklı olması onu daha çok sevindiriyordu. Taner kendi içinde gülerken kızının çantasını koluna attı. Özgür, Nilüfer’i kucağında sabitlediğinde arabaya doğru yürüdüler.
Taner arka kapıyı açıp Nilüfer’i yerleştirmeye yardım ettikten sonra koltuklarına çekilip hastaneye yola çıktılar. Biraz zaman geçtikten sonra arabanın içinde telefon zili çaldı. Özgür hoparlöre aldı. “Abi! Neredesiniz şimdi?”
“Zıkkımın kökündeyiz!”
“Hastaneye gidiyoruz.”
Özgür çıkışırken Taner sakince cevapladığında bir anlığına göz göze geldiler. Konuşmayı Taner üstlenirken oğluna kaş göz yapmıştı. Özgür hasbünallah diyerek arabayı sürmeye devam etti. “Neredesiniz yani, anlamadım. Hastaneye neden gidiyorsunuz? Testi yapmaya evet mi dedi. Ve siz ne ara adamları hallettiniz? Uzun sürmez miydi bu iş?”
Bacakları üstündeki çantayı arkaya koyarken, “Hastaneye gidiyoruz çünkü kız bayıldı.” dedi Taner. “Ve işi hemen hallettik. Tutukladık şerefsizleri.”
“Bayıldı mı? Ne oldu da bayıldı?” dedi ailenin üçüncü çocuğu. “Olay falan mı çıktı da bayıldı?”
“Olay falan çıkmadı da sağlıksal bir durumu vardı galiba.” derken göz ucuyla arkadaki kıza baktı.
“Oyun yapmıyordur değil mi?”
“Ne alaka lan, mal?” Özgür virajdan dönerken saçma bulduğu şeyi belirtti. Özgür demese Taner aynı şeyi başka kelimelerle ifade edecekti. “Ne bileyim ya? Böyle şeyler filmlerde olur ya. Kız, zenginlik için iyi kız rolü yapıp kendisini acındırır. Ondan dedim.”
“Sen çok fazla film izleme Emir.” dedi Özgür sinirini tutarak. “Kız baya gözümün önünde bayıldı. Yağmurda zaten düşmüş halde bulduk, ayağı da iyi değil gibi. Kırık vazo gibi kız resmen, neyin rolünü yapsın?”
“Sen benim oğlumsun değil mi, Özgür” Taner oğlunu tartmak amacıyla laftan sorusunu sorduğunda ciddi değildi. “Yok baba, değilim!” diye dedi tekrar hasbünallah çekerken. “Doğruyu söylemek de garip oldu!”
Telefondan Emir, “Garip oldu, evet.” diye kısık sesini arabaya paylaştığında absürt bir sessizlik çöktü. Taner kısıkça gülümsemesini yüzüne alırken Emir tedirgin sesiyle konuştu. “Hangi hastaneye gidiyorsunuz? Onu söyleyin bare de kızı görelim.”
“Gelmene gerek yok.” Sert sesi fazlasıyla dominantı. Arabayı sürerken konuşmaktan nefret ederdi Özgür. Şu işleri hızla çözülmesini istiyordu. Kızın nereye ve nerede kalacağı kıza bağlıydı. Kendi evlerinde kalmaları en mantıklıydı ama istemiyordu. Bu kararı duymak için testle bir şeyleri kesinleştirip gerçekleri açıklamak lazımdı. Bu süreçte kızın bayılmasıyla uzamıştı ve başka bir şeyin arasına girmesini istemiyordu.
“Fotoğrafı var zaten Emir.” dedi Taner. “Oradan idare et. Eve geldiğinde net olarak görürsün. Kızı yormayalım.” Nilüfer’in bir şeyleri kabullenmekte zorlanacağını hisseder bir tarafı vardı. Yaralı ruhunu görmüş sayılırdı. İlk dakikadan bir şeyleri yüklemek istemiyordu. Adım adım ışığa gitmeyi hedefliyordu.
“Eve mi?” dedi Emir şaşırarak.
“Evet, eve.” Dünyanın en normal şeyini söyledi resmen Taner. İnsanın suya ihtiyacını bilir gibi rahattı. “Nereye gitmesini isterdiniz? Kapının önüne mi bırakalım?”
Özgür kulaklarını açık tutup konuşmayı dinliyordu ama sakinleşmek adına sesini çıkarmıyordu. Dirseğini cama dayamış, hastaneye arabasını sürmeye odaklanmaya çalıştı. Emir mırın kırın eder sesler çıkardıktan sonra, “Birçe’nin bundan hoşlanacağını sanmıyorum.” dedi gelecekteki sıkıntıları şimdiden yaşar gibi.
“Hoşlanmaması çok olası bir durum ama…” Gerisini getirmek için bekledi. “Ama şimdilik idare etmesi gerekecek.”
“Kızınla konuşmalısın.” dedi Özgür netlikle. Aynadan daha çok gerçekleri gösteriyordu.
Taner hangi kızım diyecek olduğunda Nilüfer’i ne kadar sahiplendiğini o zaman daha çok net gördü. Gerçek kızını, büyüttüğü ve sevgiyle donattığı kanından sandığını, bir kenara atamazdı. Kızının kalbini kırmak istemezdi. O kalp için neler yapabilecekken… Sadece başıyla onayladı Taner. Özgür ise sessizliğe büründü.
Telefondaki Emir öyle kaldığında, “Konuş baba.” dedi sadece. Diyecek başka bir şey aklına gelmediğinde ortalığı yumuşatmak amaçlı, “Barış şerrosu yine benden şanslı.” dedi. “Kızı gerçek şekilde görebilecek.”
“Nilüfer.” dedi Özgür. “Kız değil adı, Nilüfer.”
Emir böyle bir çıkış beklemediğinden afalladı. “Peki…” dedi. “Nilüfer, kız değil.”
Telefonu veda etmeden Emir’in yüzüne kapattı Özgür. Diğer taraftaki Emir, sesin gittiğini düşünüp alık alık telefona bakmaktaydı. Hastaneye gelmişlerdi ve zaman kaybı, onun kaybıydı. Taner oğlunu hallerine alışmıştı. Bir şey demeden arabadan indiler. Arkada güzelce yatan Nilüfer’i kucakladı Özgür. Olabildiğince sert olmamaya çalışıyordu. Her gün kucakladığında kız taşımıyordu. Hastane koridorlarına girdiklerinde Taner diğer oğlu ile konuştukları odaya yürüyorlardı. Yoldayken mesajlaşmış anlaşmışlardı.
901 odayı gördüklerinde Taner kapıyı açıp yol gösterdi. Özgür hızla kızı yatağa düzgünce yatırdı. Boynunun acımaması için yastığı düzeltirken yüzüne baktı. Saçı başı ıslanmış ve dağınıktı. Uzun saçına örgü yakışmıştı ama yağmur acımamıştı. Nehir gibi akan kirpikleri dikkat çekiyordu. Biçimli kaşları fazla orantılıydı. Yuvarlak yüzü aslında başlı başına orantılı ve güzeldi. Özgür için en önemli nokta ise gözleri ve küçük burnuydu. Annesinin aynısıydı. Babasına da büyük çoğunluğuyla benziyordu. Bütün genleri bu kıza saklamışlardı sanki. Gerçekleri daha hızlı kabullenmek kolay olacak diye geçirdi içinden.
Üstünü de örtmenin iyi olacağını düşündüğünde etrafa göz attı ama bulamadı. Hemşirelerden biri odanın kapısında belirdiğinde, “Örtü.” dedi. Hemşire çekinerek odaya girdi ve hafifçe başını eğdi. Onaylandığını anladığında odadan dışarı çıktı. Nereye gideceği belliydi, babası da oraya gitmişti. Kardeşinin odasına yol aldı. Geldiği odanın yanında Doktor Barış Akıncı yazısını görünce direk kapıyı açıp içeri girdi.
Babası siyah deri koltuklara yayılmıştı, kardeşi de masasına kollarını koymuş, dik omuzlarıyla konuşmaya hazırlanıyordu. İki oğul baba göz göze geldiğinde Özgür deri koltuklarından birine kendisini bıraktı. Öfkesi dinmişti, şimdi de umursamaz tarafı ortaya çıkmıştı. Evine gidip uyumak ilk tercihiydi. İki haftadır bu akşam için araştırmalar ve gözlemler yapmıştı ve emeklerinin karşılığını da almıştı. Pislikler yargılanıp hak ettikleri yerlere gideceklerdi. Her şey bitmiş değildi, her şey yeni başlıyordu. Bunun yorgunluğu üstündeydi.
Gözlerini kapatıp başını koltuğa yasladı. Konuşulan konuya katılmadan dinledi. “Baba dalacaktın adama. Ağız burun girecektin polisler gelmeden. İçin rahatlayacaktı…” dedi Barış hak ettiklerini üstüne bastırarak. “Ben olsam var ya. Can mı iyileştiriyor muşum? Vay anam babam derim bir sol, bir sağ çakardım.”
“Sen olsan bayılana kadar döverdin oğlum.”
Başını yüksek başarı sağlamış gibi salladı. “Döverdim baba tabii. Böyle piçleri dövemeyeceksin de ne yapacaksın? Bir de sen Genel Müdürsün, ben senin yerinde olsam var ya…” Mazilere daldı Barış. Gerçek gibi hayaller kurdu. Gerçekte olsa tutmaz, dediğini yapardı.
Taner oğlunun haline içten güldü. Şu hayallere dalıp en sonunda işinin başına döndüğünü görmek çok gurur vericiydi ama bir yandan da o mimikleri adamı gülmekten öldürürdü. “Sen yapmadın ama abin biraz yaptı.” dediğinde Özgür’e gözü kaydı. “Çocuğun içinden geçti. Unutmadan on dakika geçmiş miydi? Ona göre cezanı vereyim.”
“NE DEMEK YAPMAK İSTEDİĞİMİ YAPTI?” Barış şahin gibi yükseldi. “Abi! Beni de çağırsaydın ya. Ne güzel stres atardım. Kaçtı şans.” Başını olumsuzluklara dalar gibi iki yana salladı. “Tüh!” Dövmek için can atıyordu. Elinden futbol sevdası alınmış gibi boynunu büktü. Anında boynu dikleşti. “Ne cezası? Abim ceza mı alacak? Ben cezayı seçeyim mi? Stresim azalır.” Pis bir sırıtış yüzüne yayıldı.
“Kalleş kardeşe bak sen.” dedi Özgür. “Ceza almamı bekliyor şerefsiz. Çok beklersin. On dakikayı geçmedi.” Başı koltuğa yaslıydı hala. Konuşurken azıcık zorlanıyordu. Boğazı fazla gergindi.
“Kaç dakika sürdü ki?” Soru hem Taner’den hem de Barış’tan geldi.
“9 dakika 58 saniye.”
Küçük odada yankılanan cümleyle hönkürmeli güldü Barış. Taner de oğluna gülmeye başladığında Özgür ‘ne var be’ haliyle boynunu düzleştirdi. Gülmelerinin sebebini çözmeye çalıştı. Ne vardı yani? On dakika olmamıştı.
“Saydığn mı lağn?” dedi gülmesi arasından Barış.
“Saydım. Bizimkiler gelmese bir yumruk daha atardım.” İçinde kalmıştı. Gördüğü ilk dakikada o yumruğu atacaktı.
“Ceza yok.” dedi Taner. “Ödül var.”
“Ne ödülü?” siye sordu Özgür. Beklemiyordu. Barışta kulaklarını büyüttü. O mesafeden duymayacağını düşünüyordu.
“İki gün izinlisin.”
“Vay anasını ne ödülmüş!” diyerek caydı Barış. “Maşallah bir gün daha eklesen abim işinden ayrılır, yayıncı olurdu.” Abisinden ve babasından ters bakışlar aldığında sözünü yuttu. İçine gömüldü.
“Emrindir.” Özgür’e yeter artardı bile. Odaya saniyelik olarak sessizlik esti. Konuşup eğlenecek vakit bu vakit değildi ama o vakitmiş gibiydi. Özgür başını yaslayıp gözünü kapattı. Barış da babasıyla kaçamak bakıştı. Bir yere baktı. Bir de babasına. Sonra tekrar babasına baktı ki Taner, “Kız istemede miyiz Barış?” dedi. “Bir oraya bir buraya bakıyorsun. Ne diyeceksen de.”
Lavaboya yetişememiş de altına kaçırmış küçük çocuğun annesine kızmaması için yaptığı çekingenliğini sergilerdi Barış. “Ulan kıvırma da söyle!” diyerek gözleri kapalı konuştu Özgür. Biliyordu kardeşini. O kıvırmasını da en iyi bilen oydu.
“Kız cidden karışmış kardeşimiz mi?”
Taner ve oğlu iç çekti. İnanmamıştı ilk başta. Kim kızının gerçek kızı olmadığını düşünürdü ki? Babalıktan sıyrılmak için bir bahane gibi geliyordu. Bir insanın sözüne inanamazdı. Kanıta ihtiyacı vardı. Dediği kız cidden onun kızı mıydı, bilmeliydi. Bildi de. O kafeterya da Nilüfer’i gördüğü anda hissetti. Kanıta gerek kalmadan anladı. Gözleri aynı eşiydi…
Özgür sıkıntıyla yerinde depreşti. “Kadının dediğine göre öyle. Kan alınınca daha iyi anlaşılır. Hem geriye kalan tek kişi o. Teste gerek bile yok resmen.”
“Bir kadının sözüne inanıp işlere kalkışmak…” Emin değildi, aklı almıyordu Barış’ın. İki haftaya kadar böyle şeyler zihninin ucundan dahi geçmezdi. Şimdi aklının ortasındaydı. Bilimsel gerçekler önündeydi ama inanmak zor geliyordu.
“Eski ebe, kadın.” dedi Özgür. “Kendi hatasını görüp içinde çürümüş. Şimdi de gelip yaşam dileniyor işte.” Sinirliydi. Hiç olmadığı kadar. İlk defa bir hatayı affedemiyordu. Affedilemezdi de. Ebe kadının yaptığı hata on dokuz yılı üç gencin elinden almıştı. Farklı yaşamlar yaşanılıp görülecek iken o elini atarak bozmuştu. İsteyerek yapmasa da çocukların her şeyi bir hata sayesinde başlamıştı. Her şeyi başlatan şey dikkatsizlikti. Küçük ama büyük etkileri olan.
14 Mart 2005 gecesinde hastanede üç çocuk dünyaya gözlerini açmıştı. Üçü de nur topu gibi kızdı. Sağlıklıydılar, bebek odasına alınmaları gerekiyordu. Gecenin köründe olduğundan hemşireler ve ilgili kişiler azdı. İsimler daha verilmeden annelerin isimleriyle koridorda iki ebeyle odalarına gidiyorlardı. İki annenin de ismi aynıydı. Ebeler karışıklık olmaması için çok özen gösteriyordu.
Biri hariç.
Aklı fikri sevgilisinde olan bir ebenin umurunda pek değildi. Eve gidip uyumak ve sabahki buluşmasını düşlüyordu. Giyeceklerini hayal ederken odaya varmışlardı. Bebekleri sırayla yerlerine koyacakları sırada diğer ebenin telefonu çalmaya başladı. Telefonunun yanında olmaması gerekiyordu ama yanındaydı işte. Hemen kapatmaya çalışsa da olamamıştı ve bebeklerin uyanıp ağlamaması için hızla odadan ayrıldı. Ebe kadın bir kadına bir bebeklere şaşkın şaşkın baktığında ilk çocuğu yerine yerleştirdi.
İlk hatası buydu.
Göz ucuyla yerleştirdiği tatlı çocuğa baktı. Yerine baktı ve içi şüpheyle doldu. Doğru mu yerleştirmişti? Panikle dalgalandığında diğer kızı da bir isme koydu, sonra da diğer kızı. Bilmiyordu. Kurtçuklar aklını da kalbini de kemiriyordu. Yanlış yerleştirmişti ve aslı nasıldı, bilmiyordu. İsimler de bebekler de aklı da karman çormandı. Yaptığı hatasının farkına vardığında yakalandığını ürperir gibi etrafına baktı. Bir anda içeriye diğer ebe girip özür diledi.
“Bebekler doğru yerleşti mi?” diye sordu kadın. Tedirgindi, normal davranmalıydı. Sessizliği sürdürmeyi bırakıp başıyla evet dedi ama içi biliyordu. Hayırdı. Karışmış ve hayatlarını elinden alan bebeklere son kez baktı ebe kadın. Suçlulukla alıp başını gitti. Giderse hatası çözülür sandı ama bilinmeyen hata, hata yerine geçer miydi? Sadece giderek içini ferah tutmaya çalıştı. Çalışmakla da kaldı.
Üç kızda başka ailelere gitti. Akıncı soyadının kızı Kara soyadına, Kara soyadının kızı Özak soyadına ve en sonda Özak soyadının kızı Akıncı soyadına gitmişti. Nasıl bir karıştırmaydı ki üçlü döngü olmuştu? Ebe kadın bunu tek bir dikkatsizliği ile başarmıştı.
Yıllar geçti karışıklık normalleşip hayatın dizisine döküldüğünde. Vicdanı kemiklerini yiyip bitiriyor, ruhuna azabı tanıştırıyordu. Çok zaman geçmemişti oysaki. Beş yıl. Su içimi gibi akıp gitmişti. Her seferinde ise boğazında kalmıştı. Aklından çıksa bile rüyalarında denk geliyordu. Zamanı bükmek olsa o saate geri döner ve yaptığı dikkatsizliği düzeltirdi. Yanındaki ebeye bakarken ne kadar gözü kaysa da bebeği yerine koyarken tekere teker kontrol edip hafızasına kazımalıydı ama o bunu başaramamıştı.
Hafızası ve dikkatsizliği hatasıydı. Yıllara bedel olacak şekilde hem de…
Akan zamanda ne olup bittiğini merak etti. Kalktı evinden gitti hastane kapısına. Sordu soruşturdu, bir şekilde evleri buldu. Çocukların mutlu mu, iyi mi olduğuna bakacaktı. İlk olarak Akıncı soyadına gitti. Öyle uzaktan izlenecek bir evleri yoktu, kızın okuluna gitmeyi tercih etti. Göze batmayı düşünemezdi. Gitti, gördü.
Kız mutluydu, ikizinin yanında keyfini sürüyordu. Gülüyor, eğleniyor, ellerini çırpıp oynuyordu. İkizi geç doğmuştu, odaya geç alınmıştı. Orada karışıklık yapmamak için elinden geleni yapmıştı. Başarmıştı da, erkek çocuk gerçek ailesinin kolları arasındaydı. Aksaklık yoktu, geleceği güzel diyerek öteki hedefe geçti.
Özak ailesini parkta yakalamıştı. Banklardan birini oturmuş, izliyordu. Siyah saçlı, kıvırcık kız yeni arkadaş edinmekle meşguldü. İleri de annesi onu gözlemliyordu. Kızına arkadan destek çıkıyordu. Utangaçlığını sergiliyordu arkadaşına. Arkadaşı elinden tutup oyununa davet ettiğinde annesi gururla baktı. Kızından daha sevinçliydi. Telefonuna düşen aramayla gözlerini kızından çekmeyerek konuşmasına daldı. Eşiyle aşkını yaşıyordu. Hepsine şahit oldu ebe kadın. Kız mutluydu, annesi umut doluydu. Kuşun kanadını kırmak olmazdı.
Son durağı Kara soyadıydı. Kara gibiydi aile. Anlamını hak ediyordu. İyi manada bir kırıntı bile yoktu. Yolun kenarında kendisine yaşayan karınca dahi dünyaya onlardan daha yararlıydı. Etraflarına zarar saçmaktan işleri yoktu. Karakterlerini siyaha satmışlardı sanki. Yıllar sonra da kanlarından olmayan kızlarını bir adama satacaklardı. Bir mahalleye ayak bastı ebe kadın. Sokak lambalarından hayır gelmeyen bir mahalleydi. Ürkerek adımlarını atıp evlere göz attı. Öyle geçiyor imajı vermeye çalıştı.
Başardı da. Başardığı tek şey de elle tutulur olsaydı.
Evi tam olarak kestirdiğinde kapı sertçe açıldı. Bakkala sığınmıştı. Raflara göz atar gibi yaparken evi izliyordu. İçini kötülük kemiriyordu, huzursuzluk buram buram burnundaydı. Tedirgin haliyle kapıdan çıkan iri yarı adama baktı. Adam büyük elleri ile dizi boyundan kısa kızı dışarıya savurdu. Diğer elinde kalan yamalı ayıcığı yere yapışmış kızın üstüne attı. Bağırarak, “Gözüm görmesin seni! Al bu zıkkımı da git parkta yat! Kulağımı siktin. Şimdi de hayvanların kulaklarını sik!” dedi. “Dersini alana kadar evin kapısına dahi gelme! Banklar güzel yataklardır.”
Kapıyı son bakışını atarak açtığı sertlikte kapattı. Umurunda dahi değildi adamın. Sabahtan beri küçük kız ayıcığı ile oynuyordu. Sesini çıkarmamış, salonda yere çökmüş kendi halindeydi ama işi yolunda olmayan adam sinirini kızdan çıkarmıştı. Kız sadece ayıcığı ile fısır fısır konuşuyordu. Bir dediği anlaşılmaz, duyulmazdı ama adam kızmak için sebep bulmuştu. Çok ses ediyor diye kafasına iki tokat geçirmiş tutup atmıştı. Üstüne de parkta ıssız başına bırakmıştı.
Soğuk mermere değen incecik bacaklarını kaldırdı kız. Kulağı kopan ayıcığını eline aldı. Üzülmüştü. Ağladı. Ayıcığına bakarak ağladı. Evin bahçesinden çıktı. Parka yöneldi ama ağlıyordu. Acıyan ve azıcıkta kanayan dizlerine değil, iki tokatta olsa zonklayan kafasına değil, kulağı kopan ayıcığına ağladı. Kendisi umurunda değildi. Hep vururdu babası ama oyuncaklarına elletmezdi. Saklardı kırmasın diye. Ama bugün elinden çekip aldığında koruyamamıştı. Kayıp gitmişti ayıcığı.
Oluk oluk akan gözyaşlarını siliyordu. Yenisi eklendikçe sümükleri de ekleniyordu ama ağlamasını durduramıyordu. Parka gitti küçük kız. Orada arkadaşını bulursa belki ağlaması dururdu. Kopan kulağını dikebilirdi arkadaşının annesi. Bir umutla ona koşuyordu. Koştu ve koştu… Camın arkasından izlediği olaya ağzı açık kalmış, vicdanı patlamıştı ebe kadının. Gittiği yere baka kaldı. Küçük kızı minik adımlarıyla arkadaşına ilerledi, ebe kadın olduğu yerde küçülüp kendisini boğmak istedi.
Boğazında yumru kalmış, nefesini almayı unutmuştu. Hep mi böyleydi bu aile? Annesi nasıldı? Çocuklarına acımasız olandan insan olur muydu? İçi acıdı. Görürdü ağlayan çocuğu. Görürdü kızan aileleri ama bu başkaydı. Göremedi acı dolu anları ama hissetti. Hissederek de kaldı. Sesini çıkarıp çocukların gerçekliğini dökse bu insanların kızı yaşar mıydı? Küçücüktü. Ne olurdu sonra? Bilmiyordu ve bilmek de istemiyordu. Bakkalın ağzına yol yaptığından itilip kakıldı ama öylece kaldı.
Diğer aileler kızlarına hayatı öğretiyordu, bu aile kızına hayatı zulüm ediyordu. Söylerse olmazdı. Merakı içine gömüldü. Vicdanı öldü, ruhu buharlaştı. Dilini yuttu. Gördüklerini sildi ve yoluna devam etti. Uğursuz sokaktan ayrıldı. Sonunda olan parka vardı. Gözleri evden atılan küçük kıza çarptı. Onun yerine gerçek kız olsa da bu yaşanacaktı. Kim olsa o azabı yaşayacaktı. Sesi çıksa bitmeyecekti. Aslında bir fısıltısı aileler içinde deprem yaratırdı ama bilmiyordu. Bilmemek onun vicdanı oldu.
Mavi gözlü çocuk, kızla konuşuyordu. Teselli veriyordu o yaşında. Küçük kız dik duruyordu. Ağlaması durmuş, oğlanı iyi olduğun ikna etmeye çalışıyordu aslında. Konuştular, konuştular… En sonunda güldüler. Oğlan kızı güldürmüş, kız dişleri göstermişti. Yan yana verip yol aldıklarında ebe kadın dolmuş gözleriyle çekip gitti. Evine vardı ve ağladı en iyisinden.
Uyudu, yarın işine gitti. Eve geldi, yaşadı, işine gitti.
Akrep ve yelkovan dönerken takvimler akıp gitti.
Yıl 2024 sayılarına vurdu.
Keşke vicdanını da vursaydı. Belki o zaman susardı. Susmadı. Susar mıydı hiç? Susmamalıydı da. Küçük kızı kurtarmaya niyetlense bile iyiydi ama o susup evin yol almayı seçmişti. Vicdanının sızısından ölse yeriydi. Ölüyordu da. Izdırap yüreğine oturmuştu. Kaçamıyordu da atamıyordu da. Unutmak imkansızla el ele tutuşmaktı resmen.
Emekli olmuştu, yaşı almış başını gitmişti. Ölümü ensesinde hissettiğinde merak içini kavurdu. Gidip görmek istedi. İstediğini de yaptı. Görmek için yaşlı haliyle yollara düştü. Akıncılara düştü gözü. Huzurluydu kız. Büyümüş serpilmişti. Arkadaşlarıyla, abisiyle doya doya yaşıyordu. Özaklar için eve uğradı ama hastane kapıları onu çağırdı. Özakların kızı hastalıkla mücadele ediyordu. Bir kansere yakalanmış, hasta odalarından yatar olmuştu. İlik nakli bekliyordu. Bu yaşında olması garipti, lakin hastalık onu bulmuştu.
Yakınlarından olmuyordu çünkü gerçek ailesi değildi. Uyuşmuyordu. Acil nakle ihtiyacı vardı. Nefesinin son kez ciğerlerinden uçmasına az kalmıştı. Yattığı yerden camdan dışarıyı izlemek onun tek eğlencesi olmuştu. Bunlara şahitlik eden ebe kadın dayanamadı. Cana can gerekti. Gerçekler ağzından döküldü. Şaşkın nidalar onu buldu ama Özak ailesinden yapılan testler kadını doğruluyordu. Akıncı ailesine duyuruldu gerçek.
Taner hayatını şokunu yaşamıştı. Bir anda gelen okla vurulup kaldı sanki. İnanmadı. Dönüp durdu olduğu yerde. Ama en sonunda aklı başına geldi. Gerçek Kara ailesine ulaştırmadı çünkü işi gücü o ailedeydi. Yaptığı kaçakçılıktan yakalamak için göz hapsindeydi. Görevini yerine getirirken karşısına bunlar çıkınca afalladı. Testi direk yaptırdı. Kızı Birçe gözleri dolu dolu, aklı başından gitmiş halde sonuçları bekledi. Gelen sonuç gerçekti, o Özak ailesini kızıydı.
Gerçek kızı, yakalaması gereken adamın kızıydı.
Olayın başındaki Özgür araştırmasını yaparken bir de başına bu işler açılmıştı. İşlerin asıl başladığı yerde burasıydı. Baba kızı, oğlu adamı takip ediyordu. İki hafta. Tam olarak iki hafta boyunca yoğun bir gözlem yapıldı. Ellerinde yakalayacakları bir kanıtla eve girip cezalarını keseceklerdi. Bunların üstüne de kızı onlardan alıp çıkaracaklardı. Olacakları sıralarken gözden kaçırdıkları birçok şey vardı ama en önemlisi kızdı. Nilüferdi.
Kızla ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Öyle kalmışlardı.
O eve sokamazlardı, kızın da isteyeceklerini sanmıyordu. Zaten evde kalınacak halde değildi ve bir süre kapalı tutulacaktı. Ortada kalan kızı eve davet etmekten çareleri yoktu. Endişeleri diğer kızdaydı. Birçe’de. Kız gerçek ailesi ile tanışmıştı ama burada kalacaktı. Düzen aynıydı, gerçekler su yüzündeydi. Birçe’nin içini dolduran huzursuzluk ve ihtimaller silsilesi babayı da oğlu da geriyordu. Tek onları değil, koskoca aileyi geriyordu. Kızın eve gelmesi iyi mi gelecekti kötü mü gelecekti bilmiyorlardı ama bilmelilerdi.
Nilüfer, onların kanayan yaralarıns derman olacaktı.
Ebe kadın ise vicdanını dinmesi ile rahatlamıştı. Bunu yıllar önce yapsaydı her şey farklı olurdu ama olan olmuştu. Şimdi şimdideydi. Kadın içini dökmüş, hayatına karışıp gitmişti. Yaptığı hatayı affedemezdi ama bir nebze de olsa işe yarar hareket etmişti.
Odadaki herkes hatanın ne olduğunu gayet biliyordu. İki hafta önce net şekilde öğrenmişlerdi. Bomba gibi hayatlarının ortasına düşmüş, çıkmıyordu. Çıkması da zordu. İç çekip havayı soludular. “Kanser olan kıza ne olacak peki? Birçe tamam, Nilüfer de tamam. O kıza ne olacak? Pislikler yardım ederler mi?”
“Onun hakkına konuşacağız.” dedi Taner. “İnşallah insanlıkları tutar da kıza şifa olurlar.”
“İnşallah.” diye tekrarladı Barış. Sonra birden aydınlandı. “Nilüfere ne olmuştu?”
“Doktor olan sensin burada Barış. Bizi de konuşturma artık şu konuda.” dedi Özgür bıkkınlıkla. “Git bak, öğren. Çok zor sanki.”
“Peki ya peki.” diye konuştu Barış. “Gidip öğrenirim. Hem kan alınmıştır. Teste gönderirim.”
“Ne zaman anlaşılır?” diye soru yöneltti Taner.
“Benden daha iyi biliyorsun baba. Test önemli mi hem? Kız, bu kız. Kanımızdan işte. Test kanıttan başka bir şey değil.” Barış koltuğundan kalkmaya yeltendiği sırada kapı çalınıp içeri hemşire girdi. Bütün gözler ona çevrildi.
“Hasta uyandı. Gitmeye yeltendi. Siz olmadan gidemezsiniz dedik. Çağırın gelsinler dedi.” Kısa açıklamasını yaptığında odadaki adamlar boş boş göz kırptı. Bu kadar erken beklemiyorlardı kızın uyanmasını. Ayaklanıp odadan çıkmaktan başka ellerinden bir şey gelmedi.
🧶🎀
Ciddilerdi. Aynen bende öyleydim ama sinir, ağrısı sussa da dönmeyi bırakmayan kafamı zonklattı. İşaret parmağım ile oynadığım serum borusuna kaydı gözlerim. Oynadıkça oynadım. Elim durmuyordu, ayağım da. Dakikalar önce gözlerimi burada açmıştım. Üzerimde olan ağırlıkla kalkmış, boş tavanı dikizlemeyi bırakmıştım. Odama gelen hemşireye sorular sorsam da bilmiyorum kelimesi dışında ağzından çıkan bir şey yoktu.
Gece gece ne yaşadığımı kontrol etmiştim. Annem odama gelip beni dürtüyor, babam bana adamı tanıtıyor, midem bulanıyor, abim iğrenç bir tebessüm ediyor, annem beni gitmem için gereken hazırlığı yapmamı söylüyor, odama gidiyorum. Büyük bir şoktayım. Ağzım beş karış, elime bir bez ve aklıma ne geldiyse atıyorum. Üstümü de gizlice giyinip arka kapıdan çıkıyorum. Bahçeye yöneliyorum. Sokağa çıkıyorum.
Yağmur başımın üstünde, benim yerime ağlıyor, özlemleyim, tek bir koku istiyorum. Adımlarım ilerlerken kayıyor. Yere kapaklanıyorum. Burkulan ruhum ağlıyor. Yanan bedenim ağlıyor, ağlıyorum. Umudumu arıyorum, bir ışık arıyorum. Ayağa kalkmak için güç istiyorum. Yok. Sonra iki adam beliriyor karşıma. Abuk sabuk konuşuyorlar. Sinirimi okşuyorlar.
Kaçmak için kendime tanıdığım süre azalıyor ve karmaşa başlıyor. İki adamda polis olduğunu kanıtlıyor. Onları şokta iken izliyorum, konuşuyorlar, vuruyorlar. Azabıma azap oluyorlar. Silinmeye yüz tutmuş hatıralarım huzur buluyor, rahatlıyor azıcık da olsa. Yere çöküyorum, iyi değilim. Sevgilimin sözünü dinlememiş, hastalanmışım. Üzülüyorum ve gözlerimi kapatmaya çalışıyorum ki yabancı iki adam beni tutuyor. Gerisi ise yoktu. Boşluktan farksızdı.
Hatırladıklarım bundan ibaretti.
Hatırlamaz olaydım. Bu geceyi yaşamaz olaydım. Ama olmadı işte. Yine ve yine karışamadığım olaylar silsilesi. Serumuma göz atığımda azaldığını görmüştüm. Filmlerde ki gibi çıkarmaya yeltendiğimde hemşire beni durdurmuştu. Dinlememiş, denemiştim. Sonuç ise canımın yanmasıydı. Birazcık çekmem de bile sızım sızımlamıştım. Gidecek bir yerim yoktu, bunu gayet iyi biliyordum. Ama hastane bana iyi gelmiyordu. Nefes almak için dışarıya çıkmak istemiştim ki hemşire hayır demişti.
Dedim hava, dedi hayır.
Dedim nefeslenem, dedi odadan ayrılmayın.
Dedim neden, dedi gitmeyin sizinle görüşmek isteyenler var.
Dedim tamam çağırın gelsinler, dedi tamam.
Tüm bu konuşmalar benim çıldırmalarım eşliğinde olmuştu. Sinirliydim. Nedeni açık değil miydi? Alt tarafı bir nefes almak istiyordum ve yabancı iki adam olmadan olmazdı. Saçmalıktı. Tamamen saçmalık. Gece gece gitmemi engelleyen iki kişiydi. Ailem olmayan kansızları ani şekilde alt etmeleri çok hoşuma gitmişti. Hala da gidiyor ki ne halde oldukları umurumda dahi değil. Sorguya alınacak mıyım, bilmiyorum. Ama yapılan her bir hareket bana planlı gibi geldiğinden sorgumun bir işe yaracağı yoktu.
İçim bir rahattı. Gelecekte neler olacağını kestiremiyordum ama şu an, şu dakika benim zaferimdi. Tek bildiğim, aklıma kazıdığım buydu.
Ama şu yabancı iki adam peki?
Geceleyin konuştukları bana ettikleri kelam aklıma kazıdığım başka bir şeydi.
Anlamıyordum. Ciddi manada aklım el vermiyordu. Polis değil miydi bunlar? Ne işi vardı benimle? Sorguysa sorgu da onların tek derdi o pislikler değildi, bendim. Kelimenin tam anlamıyla garip ve saçma bir kabusun içindeydim. Açıklayacağım son sözdü. Gözlerimi tekrar kapadım. Uykum beni çekiyordu, bende çekilmek istiyordum. Ne kadar uyumuştum, hesaplayacak takatim yok sayılırdı. Yine de uyumak istiyordum.
Şu adamlar ne zaman gelecekti? Alt tarafı bir binaydı. Zaman bana akmıyordu, durmuş gibi geldiğinden bir dakika hatta bir saniye bile bana batıyordu. Gelip de ne diyeceklerdi? Orası ayrı bir olaydı. Ben senin babanım derse bir daha artık gülmekten bayılır, krizlere girer, ölürdüm. Böyle insanların dalga geçeceği yoktu gibi ama… Ama ve ama… Bana umut vermemelilerdi, küçükken kurduğum hayalleri bana sunmamalılardı. Beni tekrar o kuyuya atmamalılardı.
İç çektim.
Serum kablosunu saçım sanıp oynamaya devam ettim.
Hemşire gitmişti. Onun gidişiyle de öyle kalakaldım. İyi bir insana benziyordu ama sinir krizimi tetiklemişti kendisini. Ondan dolayı yüzünü görmesem iyiydi. Yatağa uzanmış ayaklarım yere indi. Eşyalarım yatağın karşısına duvara dayalı olan koltuklara bırakılmıştı. Eşya dediğim, bez bir çantaydı. İçinde telefonum ve birkaç kıyafet vardı. Bir tomar para da kıyafet ve bir kumaşa sarılı halde ortalarında geziniyordu.
Kaçıp gideceğimden para en önemli malzemeydi. Garsonluğa bile bu yüzden adım atmıştım. Asıl nedeni annemin okula devam etmem için işe başlamam için olan tehdidiydi ama beni hiçbir zaman dezavantaja düşürmemişti. Para kazanmak buradan kaçarken bana yarayacak en gerekli araçtı. Yaptığı anlaşma benim çıkış biletimdi, haberi yoktu. Bundan sonra da geçmişte de olmamıştı.
Evden kaçmak benim hayalimdi. Her zaman çalışmaya beni iten şey buydu. Param olduğu sürece evim olmasa da kendime ev alabilirdim. Bunun için de büyük bir meblağ gerekliydi. Bunun için dişimi tırnağıma takmıştım. Bu beze sarılı para da emeğim akıyordu. Önemliydi, değerliydi. Tek bir hayale sıkışıp kalarak kendimi motive etmemiştim. Bu motivem değildi ama benim küçük umudumdu. Küçüklükten beri istediğim ve hayal dünyamda yaşadığım başka bir aile de olmaktı. Onlarla olsaydım nasıl olurdu diye minik aklımla rüyalara dalmaktı. İki hayal beni ayakta tutup o evde yaşamaya sürdürüyordu.
Poyraz’ı da unutmamak lazımdı. Unutursam kahrolaydım demiştim. Kıyamamış Unut ama kahrolma. Unutma, hisset ve özle demişti. Aynen öyleydim. Unutmuyordum. Bir an bile aklımdan sıyırmıyordum. Hep ama hep baş ucumdaydı. Hisset. Hissediyordum. Mesafe hislere engel miydi? İçimdeydi onlar, zincirlenmişti. Kalıcıydı, çıkamazdı. Özle. Özlüyordum. Deli gibi. Hayallerimin hala benle olmasının sebebiydi o. Özlemez miydim? Kalbimin kıpırtısıydı o. Özlemez miydim? Beni hayatta tutan anahtarımdı o. Özlemez miydim? Özlerdim. Onun yanında olup göğsüne sokulup uyumayı özlemiştim. Saatlerce uyuyana kadar bana anlamadığım futboldan ve arkadaş ilişkisini dinlemeyi bile özlemiştim. Kokusunu, saçlarının yumuşaklığını, kendine has cıklamasını, konuşmasını, yüzünü, gözlerini, ismimi söylerken ki yaşattığı duyguyu… Nice sayamadığım kalbime ve aklımın her yerine unutmamak kaydı ile kazıdığım her şeyini özlemiştim.
Hasrettim.
Hasretim olmuştu.
Sadece aradan 3 ay gibi bir süre geçmişti oysaki. Her gün ayrı bir hasrettim. Konuşuyorduk arada. Mesaj atıyordum boş bulduğum her an. Fotoğraf atıyordum yedekleri iyice dolsun diye. Bazen denk gelip sohbet ediyorduk. Yetmiyordu. Şu telefonla konuşmak yetmiyordu. Kendisi lazımdı. Bana Poyraz bir ihtiyaçtı. Nefesti. Dünyamdı. Düzenim, dengemdi. Büyütülecek bir şey değildi belki. 6 aydı sadece. Sonrası hep yanımda, koynumda olacaktı.
Peki, sevgilisi gerçekten asker olanlar?
Şunu düşünerek şuracıkta ayağım burkulduğundan bin kat daha fazla ağlardım.
Derin bir iç çekerek serumu arkamda dolandırarak koltuklara oturdum. Ayağım yüzünden seke seke gitmiştim. Oturduğumda rahatlayıp çantayı kontrol ettim. Her şey yerli yerindeydi. Kırmızı bere de öyle… Kurumuş gibiydi. Uçlarında ıslaklık yerinde iken toplu bölümü nemliydi. Kenarda olduğundan paranın olduğu yere pek gelmemişti. Galiba fizik bana yardım etmişti, inadı tutup bana ihanet etseydi delirirdim. İçinden telefonumu alıp yokladım. Açmayı denedim ama açılmadı. Sağlam bir şey değildi, Allah’a emanetti. Şu anda da onu toprağa gömmek gibi planlarım vardı.
Sadece sarjı bitmişti, şükür.
Eve gitmem lazımdı. Evde kalmama devam edebilir miydim, bilmiyorum. Eve arama yapıldığı kesindi çünkü abim uyuşturucu kaçakçılığı yapıyordu. Tabii ki babam da. Baba demeye laik bile değildi. Arama yapılıp bırakılıp gidildikten sonra emindim ki emlakçı orayla ne yapacağını bilemez halde olacaktı ve beni evden atacaktı. Buna çok emindim. Biliyorum o pisliği. Biriktirdiğim paradan daha fazlasını isterdi kalmam için. Rica etsem benden başka bir şey isterdi.
Yüzümü ekşittim ister istemez. “Pislik herif.” Nereye gidebilirdim? Gökay peki? Yük olabilir miydim onlara? Olamazdım. Onun da başında musallat olmuş içkici, kumar bağımlısı babası vardı. İstesem bile beni ayrı koyardı Gökay. Ofladım. Pufladım da. Kafam duman olmuştu. Dönen başımın durması amaçlı iki elimle tutmaya çalıştım. Adamlar gelen kadar uzansam bir şey ifade etmezdi ama şu dönme geçerdi belki.
Tekrar seke seke yatağa döndüm. Bacaklarımı uzatıp başımı yastığa koydum. Vücudum anlık olarak rahatlayıverdi. Koluma bağlı seruma baktım yandan. Azalmıştı hatta bitmişti resmen. Tebessüm ettim sanki elime çikolata verilmiş gibi. Anında soldu yüzüm. Buradan başka kalacak yerim yoktu, ayılıp bayılıp kalmayı başarsam bana yatak döşekti. Kendimi bir an bayılma rolünü yaparken buldum. Gülmeden edemedim. Dizilerdeki gibi bir oraya bir buraya düşüp dursam…
Gökay hönkürmeli, püskürtmeli güler, Poyraz bıyık altı gülerken beni durdurmaya çalışırdı.
Tamam, olmayan şeyi de hayal ettiğime göre beni deli hastanesine alın, evim olur.
Tavanla göz göze geldiğimde pürüzlüğü sinirimi bozdu veya ben yavaştan gözlerimin iyiye doğru gittiğine yoracaktım. Miyop olup olmadığımı kontrol ettirmek gerekliydi artık. Yoksa yanlışlıkla vampir olmuş olmayayım? Genzimdeki küçük kıkırdama kaçtı sırada odanın kapısı açıldı. Yüzümdeki tebessüm silinerek gelecek kişilere baktım. Ellerimi karnımda birleştirip baş parmaklarımı birbiri etrafında dolandırdım.
İki yabancı bir de doktor gözümün önündelerdi. Ciddiyet esen hava ciğerlerime işlendiğinde yerimde dikleşmeye çalıştım. Doktor yatağın sağ tarafındaki sert kısma bacağını yasladığında Özgür koltuklardan birine kendini attı. Adını Taner bildiğim yaşlı adam ise ayakta durmayı seçti. Neden bu kadar gergin bakışlar alıyordum, anlam verememiştim veya asıl gergin olan bendim ve her şey benim bakışımla değişmişti.
“Nasılsın? Kendini iyi hissediyor musun?” Elindeki sekreterliğe bakıp gözlerini benim üzerime döktü. Elaya kaçan kahverengileri yıllardır aranan mücevher gibi parlıyordu. İçten içe hayran kalmadan edemdim.
“İyiyim.” dedim. Göz ucuyla seruma baktım. “Açlığıma şifa oldu.”
Dudaklarını birbirine bastırarak düzleştirdi. Doktorlara özgü makul tebessümünü yapmış oldu. Sessiz kaldığımızda yabancılara doğru, “Sorguda mıyım?” dedim. Çehremi boş tutuyordum. Mimiklerden ve ruhumdan arınmış gibi.
Ayaktaki yaşlı adam, “Ne münasebet.” dedi. “Konuşmaya geldik sadece. O işleri unutabilirsin.”
“Doktorun ne işi olduğunu sorabilir miyim, o zaman?” Sesimi nazik tutmaya çalışıyordum ama içimden bir sinir volkanı patlamaya hazırdı. Sakin olmalıydım.
“O da senin kardeşin olduğundan.” Arkada bacaklarını açmış, baldırlarına dirseklerini dayamış, yumruğuna da çenesini koymuş Özgür konuşuverdi. Bu adamın her şeye paldır küldür anlatma ve girme olayı huy falan değildi, karakteriydi. Diğerleri sakinlikle olmaya niyetliyken onun hızını alıp gitmesi tek benim değil, doktor ve yaşlı adamın da siniri bozmuştu.
“Abi iki dakika da yavaş gel!” diyerek kardeş olduklarını belirten doktora kaydı gözlerim. “Yavaş değil de direk durmaya ne dersin, oğlum?” Yaşlı adamda konuştuğunda Özgür ikisine de ters ters baktı. “Ben olmasam şu kıza gerçekleri söylerken inme inerdi belirteyim.”
“Bence sen böyle söyleyerek kıza daha çok inme indiriyorsun.” Doktorun ağzından bal damlıyordu demek isterdim ama deyimle uyuşmuyordu.
“Bence de.” diyerek doktora katıldım. İkisinin de bakışlar beni bulduğunda yaşlı adam gözünü bir milim bile benden çekmemişti. “Konuşmak istediğiniz neyse net şekilde konuşalım mı?”
“Konuşalım Nilüfer.” dedi yaşlı adam. Pekala manasında başımı eğip kaldırdım. “Ben mi anlatayım yoksa soru sorarak mı gidelim?”
Kalbimin içine düşmüş bir tedirginlik ve rahatsız edici duygu çalkalandı. İnsanlardan kaynaklı değildi, daha çok konuşacağımız konu canımı sıkmıştı. Nefesimi alıp verdim. “Soru sorarak gidelim.” Başını öyle olsun der gibi salladı. Telefonunu cebine sıkıştırdığında diğer yüzlerde benden bir şey beklediğini belirten ifadeler mevcuttu. Bir nefes daha alıp verdim.
“Bu kardeş ve kızınsın olayı tam olarak nedir?” diye konuya girdim. “Oraya sadece eve baskın düzenlemeye gelmediniz değil mi? Benimle de bağlantılısınız.”
Yaşlı adam başını dertli dertli sallayarak onayladı. “Aynen öyle. Seninle bağlantılı, hem de fazlasıyla.” Adam devam etmek için ağzını oynatıp, “Ası-“ demesine izin vermedi doktor. “Burada götüm ağrıdı. Oturayım öyle devam et.”
Yaşlı adam ters bir bakış attığında Özgür ‘bu nereden bizim aileye düştü’ gibi bir düşünceyi ifadesine vurdu. “Ne be? Ciddi bir konu anlatacaksın, götüm ağrıya ağrıya mı dinleyeyim?”
Doktora diktiğim ‘kapa çeneni yoksa keserim ümüğünü’ adlı gözlerimle, “Götünüzün ağrıması ciddi bir konuyu bölmemeli.” dedim her kelimemi bastırarak. Engel gibi konuşmayı bölmüştü. Patlamaya yüz tutmuş volkanım fokurduyordu. Doktor boğazını temizleyip abisinin yani Özgür’ün yanına kuruldu. Yandan yandan ‘abi kızma ya’ temalı mesajlarını aktarıyordu. Özgür ise duvarla göz temasını kesmiyordu.
Yaşlı adam konuya girdi. “Doğduğun gün yani 14 Mart gecesi seninle birlikte tam iki kız çocuğu da doğdu.” diye başladı. “Beraber bebek odasına yerleşirken ebenin hatası yüzünden üç ailenin kızı da sırayla karışmış. Fark edilmemiş, yıllar sonra karıştıran ebe kadın konuşunca anlaşıldı. Özak ailesinin kızı yani aslında şu anki ailenin gerçek kızı hastaymış, nakle ihtiyacı varmış. Bu yüzden konuşma kararı almış. O ailenin gerçek kızı benim kızım Birçe. Akıncı ailesinin gerçek kızı ise,” İşaret parmağı bedenimi gösteriyordu ama sanki ruhumu deliyordu. “Sensin.”
Bir daha söz edilirse gülüp krizlere girerim diyen kimdi? Ben miydim?
Öylece baktım. Volkan vardı içimde sinirle dolan taşan. Tedirginlik kemiklerimi kemiriyordu. Kalbim stresten bilmem kaçta atıyordu. Şimdi ama… Ne volkanın lavı fokurdadı ne kalbim hızlandı. Ne de kemiklerim rahatladı. Donmuştum sanki. Yüz hatlarım alınmıştı da bir ifadeyi bürünememiştim. Öyle… Öylesine baktım. Boğazımda kalmasından korktuğum tükürüğümü yuttum. Şu soğuk havaya rağmen üstten açılan pencereden gelen havayı iliklerimde hissettim. Üşüdüm.
Üşüyen bedenim miydi?
Yoksa evinde dayak yedikten sonra bir çarşafa sarılarak uyumaya çalışan küçük Nilüfer miydi?
Kimdi üşüyen?
Yaşlı adamın gözleri bendeydi. Sabit suratıma aldanmamış, hislerime ısı dalgası gibi dokunmuş gibi içi burkuldu. Yansıtmıştı, çekinmemişti. “İki hafta önce söyledi ebe kadın. Özak ailesi bize bildirdi. Testler yapıldı falan. Kızlarımızla kan bağımızın olmayışı kanıt oldu bize.” Duvarın köşesine dayandı. “Seninle test yapmaya gerek yok aslında ama sen görmek istersen… Zaten Barış kanını teste göndermiştir.” Göz ucuyla doktora baktı. Adı Barış’tı demek.
Konuşmaya dermanım yoktu sanki. Dilimi kesmemişlerdi, yerindeydi ama hissizleşmişti. Devam etti yaşlı adam. Dolu gibiydi. Anlatmaya doyamadı. “Senin ailene gelirsek. Yapacağımız baskın her türlü şekilde yapılacaktı. Ama işleme başladığımız gece senin haberin gelince seni işin içine katmak zorundaydık. O kansızları alıp seni de eve götürmek amacımızdı.” Yere baktı birkaç saniye. Komik bir olay yoktu ama gülümsetmek adına tebessüm etti. “Soru cevap olarak gidecekti halbuki…”
“Olay tamamen bundan ibaret.” diyerek arkadan Özgür’ün sesi duyuldu.
Söyleyince dile kolay ne kadar kısaydı bakarsak. Bıraktığı etki kolay mıydı peki? Dalga geçtiklerini düşünmüyordum ama altından böyle bir şeyinde çıkacağını tahmin etmiyordum. Garip bir benzetme diye köşede bir yerde geçirmiştim sadece. Nereden bilebilirdim ki fazlasıyla zor ve yutması tehlikeli lokma olduğunu. Sadece ama sadece olay bundan ibaretti değil mi?
Emin miydik?
Bir hata yüzünden yaşamamız gereken hayatın hayalimizin olmasına sessiz kalır mıydım?
Kalırdım. Sesim içime kaçardı. İstediğim kadar isyan ederdim de ne değişirdi? Hiçbir şey. Duygularımdan kalan birkaç hayal kırıklığı ve hurdaya dönmüş bir beden. Bundan ibaret olan ve geride kalan bendim. Bir de benimle aynı olayı paylaşmış iki kız…
Kısaca şoktaydım. Fazla ani gelmişti. Özgür’ün önceden alıştırması iyiydi aslında. Birden yüzüme bunlar söylense inme geçirebilirdim. Algılamayı unutmuş beynim, yapboz parçalarını yavaşça ve sakince yerleştirmişti. Dönen görüş alanım yerinde durmayıp dalgalandı. Oynayan baş parmaklarım çoktan durmuştu. Yeni fark ederek alnıma götürdüm. Dertlere binmiş baba edasında sıvazladım. Yüzümün şu anki ifadesini çok merak ediyordum.
O küçük Nilüfer’in hayali gerçek olduğunda tepkisi nasıl olurdu?
Çok sevinirdi. Ellerini birbirine çırpar, koşarak Gökay’a giderdi. Bak, bak derdi. Benim ailem var. Sıcacık. Döven baba yok, başımı okşayan, elimden tutan bir baba var. Evden atmak için zaman bekleyen anne yok, parka kendi elleriyle götüren, sıkıntısı olunca ağlayacak bir göğsü olan annem var. Bana zorbalık yapıp hayatımı çöpe çeviren abim yok, macera dolu renkli yolları çizdiren abim var. Öyle mutlu olurdu ki ağlardı. Çok ağlardı. Onları bulsaydı bir an bile bırakmazdı ellerini. Sıkı sıkıya bağlanır, düğüm atardı.
Şimdi ki Nilüfer? O nasıl tepki verirdi? Yüz ifadesi mutluluktan akan göz yaşlarının izleri olur muydu? Nefes nefese kalan sevinçli ciğerleri olur muydu? Mimikleri yerinde durur muydu? Dans edip havalara uçar mıydı?
Ruhsuz gibi bakardı şimdiki Nilüfer. Ruhuna kesikler atan kişiler tarafından yaralanmıştı. Kanıyordu, iz olmamıştı. Hep devam ediyordu. Öyle de kalacak gibi göz kapakları çökerdi. Umutsuzlukla bir olurdu. Göz bebeğindeki ışıltı dururdu, hareketsiz kalırdı. Nilüfer biterdi. Hayatım ince bir ipti, bende onun üzerinde yürüyen bir cambaz. Adımlarındaki her bir adım benim kurtuluşum hem de ölümümdü. Adım atıyordum. O evde kaldığım sürece ölüme yaklaşıyordum. Bir adım atıyordum. Bir umut aşka tutunup nefes alıyordum. O da benim kurtuluşumdu. Bundan ibaret olan kurtuluşum benden uzaktaydı. Ölümüm ise şah damarımdan yakındı.
Şimdi ölüm gitmişti. Yoktu, bir daha karşıma çıkamazdı.
Kurtuluşum hep vardı. Kalbimdeydi, hem bedenim hem ruhum ona bağlıydı.
İnce ipte değil, çimenlerde yürümeme sebep olan kişiler ise benim küçük hayalimdi. Tuttuğum, kutuya atıp derinlere gömdüğüm, zincirler ile kilitlediğim, gerçekler ile tanıştıktan sonra tavan arasına kaldırdığım hayallerim…
Ölümü yok edip bana kurtuluşuna yaklaştıran onlardı ama gömülen o hayali yerinden oynatan da onlardı. Oynatmamalıydım. Umutla hareket edip hayal kırıklığı ile muhabbete giremezdim. Beklenti içine girip küçüklüğümü mutlulukla besleyip kendimi ağlatamazdım. Sevgi yoksunluğumu susturmalıydım, hayatta kalmanın yolunu bulmalıydım.
Derin derin soluyordum. İçime çektiğim her bir hava taneciği ciğerlerimi acıtıyordu. Kalbim nefesimin kontrolsüzlüğünden dolayı hızlanmaya başladığında gözlerimi kapatıp kendimi dindirmeye kalkıştım. O pencereyi kim açtıysa teşekkürlerimi dilerken bir yandan da bana yetmeyen havayı çekiyordum. Parmaklarım alnımda çizgiler bıraktı. Seruma bağlı kolumu büktüğümden farkında olmadan acıtmıştım. Üstüme sinmiş sakinlikle acıyan yere bakıp geçtim.
“Size demiştim ama değil mi?” dedi Özgür. “Ben olmasam kıza gerçekten inme inerdi. Şimdiki haline bakın bir de.”
Başımı kaldırıp onlara bakamadım. Ama anladığım kadarıyla onu haklı olduğunu belirten homurtular kulağıma gelmişti. Barış pek haklı olmasını istememişti sanki. “İyi misin?” sorusu yaşlı adamın sesine aitti. Şiddetli bir ağrıyla doğruldu başım. Dürüst olarak, “Pek sanmıyorum ama iyiyim.” dedim. Ayaklarım uyuşmuştu. Yatakta doğrulup bacaklarımı sallandırdım. “Onlara ne olduğu umurumda değil ama hak ettikleri yerde olacaklar mı?” Yaşlı adama diktim gözlerimi.
“Gözün arkada kalmasın. Her türlü şekilde yerlerini bilecekler.” diyerek en net halini belirtti.
Fayansların beyaz olduğunu yeni fark ediyordum. Yere dalmış gitmiştim. Dertli dertli başımı ikiye salladım. “Konuşmaya geldiğini söyleyen sizsiniz ama bir çıkıtınız dahi çıkmıyor.” diye solgun yüzümü onlara tuttum. “Müzede sergilenen bir tablo olmadığıma göre bakmayı kesip şimdi ne olacağını söyleyebilir misiniz? Veya bunları söyledikten sonra gitmeniz gerekli değil mi?”
İki oğul bir baba bakıştılar. Doğruluğumu kanıtlar bir bakışma aralarında gezinip bana geldi. Özgür konuşmaya üşenir gibi arkaya yaslandı. Barış da gözleri babasına değdirdi. “İyi olduğunu emin olduktan sonra eve birlikte gitmeyi planlıyorduk. Böyle başında durup rahatsız ettiysek kusura bakma.”
Yaşlı adamın sözlerindeki mahcupluğu hissetmiştim. “Hayır, sorun değil.” dedim. “Sadece sessizliğiniz başımdaki ağrıyı şiddetlendirmişti.” Fayanslara geri dönüp dalmayı nasıl başardığımı sorgularken başım hızla kalktı. “Eve birlikte gitmek derken? Hangi ev acaba?”
Barış dile geldi. “Bizim ev.”
Onu tasdiklemek için, “Sizin ev?” dedim.
Başını salladı. “Bizim ev basbayağı.”
Kirpikleri seri halde açılıp kapandı. Ev işini kafaya taktıktan sonra ayaklarıma çarpan bu söylem hoşuma gitmişti ama oturmayan bir tarafımda vardı. Orada ne işim vardı benim? Onlarla aynı kanı paylaşıyor olmam, aile olacağımızı gerektirmiyor. İçindeki her bir insan rahatsızlık duymaz mı? Kendimi uzak diyarlardan gelmiş bir yabancı gibi hissederdim. Kast ettikleri şey tam tamına orada kalmam ise bunu onaylayamazdım.
“Size zahmet olmak istemem. Eski evde kalabilirim. Yasaklı değil de.” diye kısılmaya başlayan sesimle konuştum. “Bir günde olsa evine almak isteseniz bile rahatsız olacağınızı biliyorum ve gerekli değil.”
“Bok gerekli değil!” diye bir mırıltı Özgür’ün ağzından çıkmıştı. Ters bir bakış istemsizce kaçırdım. Bana değil, tavana baktığından görememişti. Barış yandan dirseği ile dürtse de o da daha sert bir dirsek hareketini Barış’a geçirdi. Barış olduğu yerde büklüm olup, “Napıyon abi ya!” diye kızdı.
“Zıkkım oğlum, zıkkım.” Özgür’ün sesi neden bu kadar öfkeliydi anlamış değildim. Ters Yüz animasyonundaki öfkeden bin kat öfkeliydi. Sakin sakin söyleniyordu ama hepsine öfke katılmıştı.
“O evde kalmayı mı planlıyorsun, Nilüfer?” Sesin sahibi yaşlı adamdı. İstediğimi yaparsam bunu istemez bir tavrı vardı. Onun dediği gibi eve gitmeyi kabul etsem de çok mutlu olacak gibiydi. Bunları sesinden çıkarmıştım veya ben cidden vampirler tarafından ısırıldım?
Planladığım falan yoktu. Doğru bulmadığım yerde kalmak canımı sıkıyordu. Ama içten içe de istemden edemiyordum. Ev, evdi ve benim ihtiyacımdı. Eski evde ne kadar kalırdım veya izin verirdi, belli değildi. Yalnız başıma olsam oflardım ama değildim. Cevap vermedim sorusuna. Başımı onlardan çekip fayanslara getirdim. Benden bir cevap bekledikleri yoktu lakin bir kelime onlara açıklık getirecekti.
Anice kafamı kaldırıp elimle üç rakamını yaptım. “Üç ay.” dedim kararlılıkla. “Üç ay sizinle kalırım. Gerisini paramla hallederim.” Halledemezdim. Kalacak yere ihtiyacım vardı. Elime verilmiş şeyi geri tepemezdim. Paraya gelirsek de yeteri kadar yoktu, dahası gerekliydi. Eğer şu satılma işi olmasaydı üç veya dört aya o evden kaçacaktım. Yanlış oldu, çekip gidecektim. Ama o insafsızlar aylara dayanamamış, başıma iş çıkarmıştı. Ayağıma çelme takmasalar aylar sonra hayatlarından uçup gidecektim. Ne uçtum ne kanadım iyileşti.
Yaşlı adamın yüzü rahatladı. Işıkların açılması gibi aydınlandı. “Olur. Üç ay, üç aydır.” dedi gördüğüm sevinç kırıntısıyla. “İstediğin kadar kalabilirsin. Bunu da belirteyim.”
Kafamı sallayıp fayanslara geri dönüyordum ki Barış birden, “Serum bitmiş!” dedi yüksek sesle. Seruma kayan gözlerimin yanında Özgür, “Ne bağırıyorsun lan kulağımın dibinde?” diye bağırdı.
“Bağırdığım falan yok! Senin kulakların yüksek duyuyor ondandır.” Yerinden kalkıp hemşireyi çağırmaya gittiğinde bir an onun doktor olup olmadığını sorguladım. Doktorlar da bir yerde hemşire değil miydi? Tıp dalındaki bilgisizliğim ile kafamda üç beş soru işaretini silkeleyip ayaklarımı salladım.
“Evinden almak istediğin bir şey var mı? Giderken uğrayabiliriz.”
Sorgulamam gerek yoktu. Kıyafetlerimi geride bırakamazdım. O odada en kötü günlerimi görmüş de olsam oraya Poyraz’ın kokusu sinmişti. Son kez görmeden gidemezdim. “Var. Kıyafetlerimi bırakamam.” Her biriyle ayrı bir anım vardı. Kötülerini silmiş, unutturmuş bir adamın güzel gülüşünü hatırlatan kıyafetlere kıyamazdım.
Beni onaylayıp koltuklardan birine oturdu. Yorgun olduğu yüzünden ve morlukla sarkmış göz altlarından açıktı. Bedeninin genel anlamda dinlenmesi gerekliydi. İhtiyacı değil, direk şifasıydı. Serum ile iğne arasında gidip gelen oradan oraya giden gözlerim açılan kapı ile durdu. Gördüğüm ilk kişi Barış olurken arkasından gelen kişiyle bir bakıştık. Kirpiklerimiz aralanıp durdu ve şaşkınlığımız oda da yankılandı.
“Kız Nilüfer!”
“Aliye abla!”
“Ne işin var kızım senin burada?” Endişeli yüzüyle yanıma küçücük alanı koşturdu. Bir seruma bir bana bakarken baştan aşağıya süzüverdi beni. Böyle bir karşılaşma bekliyordum. Ondan dolayı şaşkın şaşkın bakmaktan başka işlev görmedim. “Aliye abla…” diye ağzımın içinde geveledim. Saçlarımı düzene sokmak için iki elini de yüzümü kavradı. “Oy kızım, ne oldu da geldin buralara? Darmadağın olmuşsun.” Göz bebekleri küçüldü. “Kız bir şeyin yok değil mi?” Üstümü polis aramasına tuttu. Kolumu bacağımı değerek iyi olduğumu kontrol etti.
Ufak ufak yudum aldığım sıcak çikolatayı içime alır gibi üzerimdeki sevgisini içime çektim. Şaşkınlığımı kenara fırlatıp hemen tebessümümü giydim. Gözlerim kıvrılan dudaklarımla birlikte kısıldı. Ellerini durdurup dikleştim. “İyiyim iyiyim abla. Yine açlıktan bayıldım. Endişeye mahal yok.”
Sardığım ellerini çekip koluma hafif bir şamar geçirdi. “Sen niye yemek yemiyorsun bakayım? Olmaz böyle kuzum. Bayıl, acile gel. Ateşlen, acile gel. Bir yerlerini kes, acile gel. Vallahi olmaz.” Yediğim abla laflarını gülümseyerek cevapladım.
“Acil ile bir bağımız var demek ki! Belki de ben acili değil, acil beni çekiyordur.” Bir omuzumu bilmez gibi kaldırıp indirdim. “He kızım acil seni çekiyor. Sen hiç kucakta getirilmiyorsun.” Sen akıllanmazsın adında el hareketini yaptı ve serumla olan bağımı kesti.
“Siz birbirinizi nasıl tanıyorsunuz?”
Parmağı ben de ve Aliye abla da gidip gelirken şaşkınca bakan bir Barış vardı. Özgür’ün ifadesi bile sorguluyordu. Yaşlı adam yaslandığı yerden uzaklaştı. “Başka ne tür vakaları oldu ki acilde tanışıverdiniz?” Yaşlı adamın sorusu Barış’ın sorusundan birkaç level üstteydi. Silmediğim tebessümüm istemsizce büyüdü.
“Aylardan önce tanışırız.” diyerek ayakta dikilerek söylenmeye başladı Aliye abla. “Elinin içini kocaman kesmişti. Tabi kesin ardında bir şey vardı da bu ketum kız söylemiyor. İşte orada tanıştık.” Sağ elini avcunu göstermişti sözlerini kanıtlamak için. Sonra hemen beline yerleştirdi. “Sonra ateşi falan çıktı. Bol bol oldu bu. Öyle git gel kaynaştık.” Kafasını siz kimsiniz edasında sallayıp, “Kimsiniz ki soruyorsunuz?” diyerek de ekledi.
Barış atladı. “Babam olur.”
“Hmm…” deyip şüpheli sorularını dindirdi. “Ne diye buradasınız, o zaman? Nilüfer onur konuğumuz mu, doktorum?”
Barış hayır dedi ağzının içinde. Tam sesli dile getirecekti ki yaşlı adam atladı bu sefer. “Kızım olur Nilüfer. Ondan dolayı.”
Benim için yıldızlardan uzak bir kelimeyi kalbimiz kadar yakın gibi söylememeliydi. Öylesine de bir söyleyişinin olmayışı sertçe yutkunmama neden oldu. Buz gibi olmuş üşümemi sağlıyordu. Veyahut içimde kalan son ısınmak için bekleyen kırıntılar, kalkanını indirmiyordu.
“Pardon da ne?”
Ağzını kapatıp şok içinde bana döndü. Şokunu atlatmak için beraber olsaydık yanağına küçük tokat atardı. Ama atmadı ve attı. Koluma gelen küçük bir şamarla yerimde zıpladım. Beklemiyordum. “Kız hani bunlar şerefsizin tekiydi.” Eliyle üç adamı gösterdi. “Eli yüzü düzgün bunların.”
“Şey… Şimdi abla,” dedim. “Orayı sonra anlatsam?”
Tıkandığımı görünce beni gözden geçirip gözlerini kapatıp açtı. Anladım demenin kolay yoluydu. “Ee… sonra anlat o zaman. Ama sakın oram buram iyi değil diye değil, sohbet için gel. Tamam mı?”
Uslu uslu başımı sallayarak, “Tamam.” dedim.
“Yiğit seni çok özledi hem. Olmazsa eve geçeriz. Vallahi bir isyanlarda görmen lazım.” Birinci sınıfa giden oğlu vardı. Tatlış ve tombalak yanaklarıyla lokmalık bir şeydi. Adını duymam ile dişlerimi göstererek gülüverdim.
“Ne oldu ki?” Devamı için heyecanlandım. Merak ediyordum bıdığın ne yaptığını.
“Diyor ki ben öğretmenimi sevmedim. Yok efendim Nilüfer ablam gibi anlatamıyormuş. Onun gibi güzel gülmüyormuş. Sonram senin gibi de başını okşamıyormuş. Saydı da durdu. Özlemiş seni baya.”
Öğretmen olmak aklıma ne zaman düştü de böyle içime duman gibi yayıldı? Düştüğü zamana olan teşekkürüm hep az kalacaktır. Minnetim o kadar fazla ki… Çocuklarla olan ilişkimi hiç bilmezdim. Ta ki kendimi o parkta başı boş bırakılan çocuklarla oynayarak bulurken. İçimdeki çocukluğunda çıktığını hisseder olmuştum. Bütün benliğimi o an mutluluktan havalara uçar bulmuştu. O dakika da esen bir rüzgarla gözlerim dişlerini uzun uzun gösteren tatlı mı tatlı oğlanı görmüş, aklıma mesleğimi düşürmüştü. O gündür bugündür tercihlerim kesindi. Değişmeyecek ve kararlılıkla gerçekleştirilecekti.
Elimde olsa sufleye kaşığı daldırdıktan sonra etrafa dağılan çikolata kadar sıcak ve erimiş olurdum. “Yaa…” dedim mutluluktan. Bir çocuğa dokunup iz bırakmamıştım. Onda unutulur ama bir ömre bedel duygular bırakmıştım. “En yakın zamanda geleceğimi temin ederim.”
“Gel, gel. Bol bol gün tatlısı ve yemekleri yaparım.” Yaşı otuzlara yeni girmişti. Lakin daha büyük gibi durduğundan gün işleri çok normal geliyordu. Her yaşa uygundu ama cidden gün yapılması yaş gerektirir gibiydi. Sanki o zamana daha yakışırdı, küçüklükten çizilen imaj aynen buydu. Yanağımdan bir makas aldı. “Ben gidiyorum şimdi. Kendine iyi bak tamam mı? Bak sakın hele seni buralarda daha görmeyeyim. Ama evime beklerim.” Balık etli olduğundan yanakları, gülüşünü güzelleştirdi.
Uslu uslu başımla onayladım. Ayakları kapıya gidiyordu ama çenesi bana çalışıyordu. “Dikkat et. Derslerini bırakmazsın ama yine söyleyeyim. Asıl üstlerine. Hadi Allah’a emanet Nilüfer’im.”
“Sen de Aliye abla.” Kapılıp açılıp kapatıldı. Bir yakınımı görmüş, sevinmiş, sözler vermiştim. Kendimi tam anlamıyla istenilen oyuncağı alınan çocuk gibi hissediyordum. O küçük sevinç ve herkesin varlığını sevdiğin zaman…
Koltuktan çıkan sesle Özgür ayağa kalktı. “Hadi gidelim.”
Diğerleri de kalktığında odadan teker teker çıktılar. Kapıyı kapatmadan bekleyen yaşlı adama çantamı alarak yetiştim. Hastaneden seri adımlarla çıkıp caddenin yanına park edilen arabaya vardık. Sürücü koltuğuna Özgür gelirken yaşlı adam yanına geçti. Barış da bizi geçirmek adına bizimle gelmişti. “Gidince haber verin.”
“Tamamdır.”
Arkaya geçip çantamı önüme almıştım. Camdan gelip geçen insanları izlemeye koyulduğundan aklım davul gibiydi. Her yerden bir cümle çıkıp gözlerime siyah perdeyi indiriyordu. Konuşmaları cevaplarken bunalıp bilezik gibi sıralanan ağaçlara takılmaya çalışsam da fark etmiyordu. Çenesi yorulmayan nene gibi olmayan sesi kulaklarımı yoruyordu. Kendime sorduğum her soru beni olumsuzla sarsıp dengemi altüst ediyordu. Kulaklarımda müzik olsa bir nebze dinerdi ama telefonumu açtığımda yapacağım ilk iş Poyraz’a ulaşmak olurdu.
Ulaşmak demekte güvenli yerin kokusunu almadan burnuna dokunması olurdu.
Bu da bol sümüklü ağlamayı getirirdi ve ağlayamazdım, bir anda askeriden kaçan sevgilimi odamda görmek istesem de istemezdim.
Arabanın durduğunu akmayan camdan anladım. “Seninle gelmemi ister misin?” Arkaya uzatılan baş yaşlı adama aitti. “Hayır ama evin anahtarı?”
“Kapı kırık. Girebilirsin.”
Gözlerimi kırpıştırarak hafif bir afallama yaşadım. Cevap vermeden çantamı da alıp arabadan indim. Direk kapının önündeydim. Burayı bir daha görmek istemiyordum. Geride kalan izler acıdan ibaretti. Unutmak için gücüm olsa da onlara yetişemezdim. Bedenimde de izleri vardı. Gördüğüm an alarm niyeti görüp kötü saniyeleri gözlerime getirmek görevleriydi. Bu ev. Yakılsa dahi arınmayacak olarak kalan ev. Beni büyümeye zorlayan ev. Son günüm demiştim kendime. Öyle de olmuştu.
Son kez.
Siyah kapıyı açıp yeteri kadar olan bahçeye bastım. Betondan oluşan yerde toz izleri gibi görünen kan lekeleri kafamdan çıkmıyordu. Kalmıştı, silinmiyordu da. Sıkkın halimle kırılmış kapıyı araladım. Hiç de özlememişim! İnsanlar evim de evim derdi, ben parkta park derdim. Ev hissiyatı bana hiçbir durumda ev gibi gelmemişti. Her manada. Odama ilerledim. Kötü anılar zihnime yapışmıştı ama şu oda, çiçeklerden daha hoş kokar ve kurutulurdu.
Bıraktığım gibi duran yatağıma ve masama baktım. Aynıydı. Telaş içinde kalmış, dağınık. Çantayı kenara atıp dolaptan düzgün bir büyüklükte çantayı aldım. İçini açıp çekmecemde ve askılığımda olan her türlü mutlu anıları çantaya serptim. Bir yanı kıyafet diğer yanı kitaplarımla doluydu. Onlar benim geleceğimdi, bırakamazdım. Kendimi ne öldürebilir ne ihanet edebilirdim.
Küçük çantadaki parayı güzelce sararak sağlam dediğim yere yerleştirdim. Gerekli her şey çantayı doldurduğunda fermuarı çektim. Nemli beremi başıma takıp evden çıktım. Rüzgar yüzüme sertçe çarptığında gökyüzündeki ay parladı. Saat kaçtı? Kaç saat baygındım? Hesaplamaya üşenerek arabaya geçtim. Arka koltuğa ilk önce çantayı sonra da kendimi bıraktım. Geldiğimi gördüğü anda araba çalıştı ve beni 3 aylık evime götürdü. Başımı yaslayıp gözlerimi dinlemeye aldığımda dakikalar geçmişti. Arabanın durmasıyla tekrar sarsılarak nerede olduğumu anladım. Buğulanan gözlerimi parmağının tersi ile canlı hale getirdim. Kapıyı açıp çıktığımda çantayla bir bakışma yaşadık.
İmdadıma Özgür yetişip çantayı aldı ve eve doğru bizi umursamadan yürüdü. Girişte uzun ve büyük bir demir kapı vardı. Orayı geçmiştik. Güzel, çimen ve bitkilerle dolu adını bilmediğim yerde dikilmiştim. İki katlı büsbüyük krem rengi benimsemiş ev tam karşımdaydı. Derin bir nefes çektiğimde bu evin bana ne katacağını veya alacağını kuşkusuz bekliyordum. Yaşlı adam evin kapısına yöneldi ve adım attım. Aylar boyu süreceğim eve baktım. Şimdilik ev değildi, yeni sığınağımdı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
