22. Bölüm

Adavet| 20

mutlu sonsuz
mutlusonsuz222

 

🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar...

 

🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...

 

20. Bölüm

Abimin cümlesi ile telefona dikkatli bir şekilde bakarken yutkunamadığımı hissettim. Boranla yaptığımız anlaşmalı evliliğin sözleşmesi idi fotoğraf. Nasıl ulaşmışlardı buna?

Bakışlarım telefondan Boran’a döndüğünde bakışlarımda buna nasıl ulaşabilirler sorusu okunabiliyordu muhtemelen. Boran şaşkınlıkla karışık bilmiyorum dercesine gözlerime bakarken abimin sert sesini işittim tekrar. "Bu ne diyorum İnci! Birbirinize bakmayı bırakıp açıklayın bana şunu. Siz gerçekten ev-" sesini kısarak dişlerinin arasından konuştu. "Sizin evliliğiniz anlaşma mı? Oyun mu oynadınız bize! Her şey yalan mıydı?"

"Abi yukarı çıkalım, burada konuşmayalım." dedim hızlıca. Birileri duyabilirdi. Gerçi abime geldiyse bu fotoğraf basına da sızabilirdi. Beni asıl endişelendiren buydu. Şirketin itibarını daha yeni kurtarırken şimdi bir daha bozulmasını kaldıramazdım.

Abim en önden salondan çıkarken Güney’in sesini duydum. "Nasıl öğrenebilirler?" Aynı soru benim de zihnimde dolaşıyordu. Nasıl ulaşmışlardı. "Bilmiyorum Güney, odadaki kasada kilitli." dediğimde Boran’da beni onaylarcasına konuştu. "Benimki de. Şifreyi sadece ben biliyorum, açmaları imkânsız."

Boran’ın cümlesiyle gözlerimi kapattım. Benim odamdaki kasanın şifresini bilen var mıydı bilmiyordum. Dedemden sonra ben hiç değiştirmemiştim. Güney benim ne düşündüğümü anlayarak yüzünü buruşturdu. "Baban biliyor olabilir."

Ta hapishaneden buraya kadar eli kolu uzanıyordu. Nasıl bu kadar dikkatsiz davranabilmiştim? “O zaman Adnan en başından beridir biliyor muydu yani?” Boran’ın cümlesiyle birlikte gözlerimi araladım. “Bilmiyorum.” Bilse de bilmemezlikten gelmişti. Şimdi abimle aramı bozmak için ortaya çıkartıyordu. Gerçekten bitmiyordu oyunları. Dudaklarımı yalayıp sakin olmaya çalışırken mırıldandım. "Bunu konuşuruz sonra, şimdi çıkalım da abime açıklayalım." dedikten sonra ilerlemeye başladım önden.

Üçümüz sessizlik içinde asansöre binip benim odamın bulunduğu kata ulaştığımızda derin bir nefes aldım. Abim çoktan çıkmıştı. Ne açıklayacaktım, neyi açıklayacaktım bilmiyordum. Odaya girmeden önce Bilge’ye yönelerek konuştum. "Odaya kimseyi alma lütfen."

Bilge beni onaylarken odamın kapısını açtım gergince. Abimin bakışları direkt beni bulduğunda çatık kaşlarla konuştu. "Sonunda gelebildiniz." derken ters ters bana ve Boran'a baktı. Güney’e de parlayacaktı bildiğini öğrendiğinde.

Birkaç saniye sessizlik sürdü odada ama o saniyeler bile asırlık bir gerginlik taşıyordu. Abimin sesi yeniden duydum, bu kez daha kontrollüydü ama altındaki öfke netti. "Anlatın baştan. Bu neyin anlaşması?"

Boran bana baktı, ben ona. Hangimiz başlayacaktı? Benim başlamam daha doğru gibiydi. Derin bir nefes aldım. "Abi… Bu bir anlaşmalı evlilikti," dedim sonunda. Gözümün içine bakıyordu ve anlatmak daha zor geliyordu bu yüzden. "Şirket için, dedemin vasiyeti için, Bahadır abi ile evlenmemek için..."

"Şirket için bana değil de bu adama mı güvendin?" dedi sertçe. Bakışları üzerimde oyalanırken ekledi. "Öz abin dururken sadece iki gündür tanıdığın adama güvendin, evlendin. Londra’da tanıştığınız da yalandı, aşkınızda, sevgi gösterilerinizde."

Dedemin abine güvenme dediğini ona asla söyleyemezdim. Çok kırılırdı. Kaldı ki muhtemelen dedem abimin babamın işlerini bilerek sustuğunu bilmiyordu. Bu yüzden öyle yazmıştı. "Abi babamla o kadar yakındın, yönetim kurulunda bile ona oy verdin." Doğru kelimeleri seçmeye çalışırken abim güldü alaylı bir biçimde. "Neden olduğunu biliyorsun." dediğinde kaşlarımı çattım. "Ama şimdi öğrendim abi. O gün değil." dedim üstüne bastırarak.

Ardından ekledim. “Tek şirket değil, Bahadır abiyle olan durumu da biliyorsun.” Derken bakışlarım yanımda hareketlenen Boran’a doğru kaydı. Rahatsız olduğunu belli edercesine elini gömleğinin yakasına koymuş çekiştiriyordu. Ne zaman rahatsız olsa, gerilse bunu yapardı. Bu konu beni de onu da rahatsız ediyordu.

“Bir tercih yaptım.” dedim tekrar. “Senin babamla aynı çizgide olduğunu düşündüm. Yanılıyor olabilirim ama o günlerde, o baskı altında, en güvendiğim yerden destek göremeyince… Boran’a güvendim.” O an için en doğru olanı yapmıştım.

Abim kaşlarını çatarken boğazını temizledi. Sözlerimin her biri onu biraz daha yaralıyordu, biliyordum. Ama artık susmak daha büyük bir yara açardı. “Boran’la bu yola çıkarken senin bu tepkini göze aldım. Hatta Boran’ın ailesinin tepkisini de. Olan oldu abi, aylar geçti üzerinden. Seni kandırdığım için özür dilerim ancak senin, yani tek ailemin yokluğunda bir karar vermek zorundaydım ve bende bu kararı verdim."

Abim birkaç saniye benim yüzüme baktıktan sonra bakışları Güney’e çevrildi. “Sende biliyordun, değil mi?” dedi sert bir şekilde. “O fotoğraf seni şaşırtmadı. İnci konuşurken gözlerini kaçırdın. Demek ki biliyordun.” Güney başını hafifçe eğdi “Biliyordum, evet,” dedi dürüstçe. “Ama bu benim kararım değildi, Egemen abi. Ben sadece İnci'nin yanında durdum.”

“Yanında durmak demek, gerçeği benden saklamak mı?” dedi abim. Bu kez sesi biraz yükselmişti. “Bana ‘kardeş’ diyen herkes bir şekilde arkamdan iş çevirmiş. Harika.” Elini saçlarının arasından geçirirken Boran girdi araya. “İnci’yi korumak için, bir şeyleri düzeltmek için olması gereken buydu Egemen. Arkandan iş çevirmedik sadece zaman kazandık İnci işleri öğrenene kadar.”

Tane tane durumu açıklarken abim başını iki yana salladı. “İnci’yi korumak için… İnci’yi koruyamadın ama Boran.” Dedi imalı bir tonda. Gözlerini kısarak Boran’a döndü, sesi hâlâ sertti ama bu kez içinde daha çok meydan okuma vardı. “İnci’yi korumaya çalıştığını söylüyorsun ama gerçek şu ki onu bizden uzaklaştırıp kendi tahtını kurdun.”

Boran kımıldamadı. Bir an için duraksadı. Muhtemelen abimin İnci’yi koruyamadın cümlesine takılmıştı. Bu konu hakkında suçlu hissettiğini daha dün dile getirmişti. Şimdi abim bunu onun yüzüne vuruyordu. Böyle olmazdı. “Boran beni korumak için elinden geleni yaptı abi ama Adnan olacak herifin ne denli psikopat olduğunu hiçbirimiz bilmiyorduk.”

Abim bana bakmadan Boran’a bakmaya devam ederken Boran kararlı bir sesle karşılık verdi. “Ben sadece sözümü tuttum Egemen, amacım hiçbir zaman onu sizden uzaklaştırmak olmadı. Onu uzaklaştıran siz oldunuz hep. Bahadır bir yandan, babanız olacak o adam bir yandan, evlendi diye sen bile uzaklaştırdın onu kendinden. Şimdi bunların hesabını bana kesme.”

Abimin kaşları daha da çatıldı, belli ki Boran’ın bu kadar soğukkanlı kalması onu sinirlendirmişti. “Sen bizim aile meselelerimizi bilmezsin. O kadar kolay değil söylediklerin. Şimdi de gelmiş bize akıl mı veriyorsun?”

Boran bir adım bile geri atmadan cevap verdi. “Ben buraya kimseye akıl vermeye gelmedim, Egemen. Ama yanlış yere parmak uzatmanı da izlemem. İnci kendi kararlarını kendi verdi. Ben sadece, yanında durmamı istediğinde ‘tamam’ dedim. Bunu da gururla yaptım.” Dedikten sonra sert bir tonda devam etti. “Ben senin düşmanın değilim Egemen, en başından beri beni düşman olarak gördün, benimle yenişemedin kendi içinde belki de baban bunun böyle olmasını istedi sesimi çıkarmadım. Ama şimdi İnci’yi yargılamana izin vermem. Bu savaşın ortasında yalnız bırakılan bir kadının yanında durmak suçsa, o suçu işledim. Geri de adım atmam.”

Abim bir an durdu. Gözlerinde öfkenin yerini hafif bir şaşkınlık aldı. Boran’ın geri adım atmayan tavrı onu afallatmıştı. Karşısında duran iki insan, birlikte karar almış ve arkasında durmuşlardı. İçimde taşan gurur dolu duygularla Boran’a bakarken o sert gözlerle abime bakıyordu.

“İnci’ye hiçbir şey vadetmedim sandığın gibi. Sadece yanında durdum. Ne babasının gölgesini ne şirketin baskısını önüne koydum. Ona alan tanıdım, kararlarını sorgulamadım. O da beni tanıdıkça güvendi. Bu kadar.” Boran keskin cümlelerine devam ederken yutkundum. Bu mesele yüzünden kavga etmelerini istemiyordum.

Abim sessiz kaldı. Gözleri Boran’ın yüzünde bir süre daha asılı kaldı ama bu kez kelimeler hemen dökülmedi dudaklarından. Gözle görülür şekilde ne söyleyeceğini tartıyordu. Tam o an, artık susamayacağımı hissettim. Sanki Boran’a her geçen saniye yük bindikçe içim sıkışıyordu. Bir adım öne çıktım.

“Sadece yanında durmadı. Benim hayatta tutan şey onun yanımda oluşuydu. Herkes sırtını dönerken o kalmayı seçti. Senin bile arkanı döndüğün bir zamanda…” Abimin yüzü bana döndü. Bir şey söylemek istedi ama izin vermedim, devam ettim. “Seni suçlamak için söylemiyorum abi ama Boran’ın üzerine gitme daha fazla. Boran ne bir tehdit oldu bana ne de bir dayatma. O, ilk defa kendimi olduğum gibi hissettiğim yerdi. Onun yanında yanlış ya da doğru, ben olabildim. Bu yüzden ona güvendim.”

Sözlerim havada asılı kaldı bir an için. Odaya ağır bir sessizlik çöktü. Kalbim gürültülü atıyordu ama gözlerimi kaçırmadım. Abimin bakışlarında öfke artık yoktu. Yerini başka bir şeye bırakmıştı… Belki kırgınlık, belki inkâr…

Gözlerini bir an yere indirdi. Birkaç saniye duraksamanın ardından başını hafifçe salladı. “İyi, tamam. İnci işi öğrendi, babam hapiste. Güvenliğini tehdit eden bir durum kalmadı ortada, korunacaksa da ben korurum kardeşimi. Anlaşmanın geçerli olması için bir sebep kalmadı ortada, bitirebilirsiniz.”

“Bu bir anlaşma değil artık abi.” Dedim sesimi yumuşak tutarak. O anlaşma sona ermişti günler önce. Duygularımız girmişti işin içine. Abim cümlemle kaşlarını çatarken bakışlarımı Boran’a çevirdim. Hiç tereddüt etmeden uzanarak elini tuttum. Anında eliyle elimi kavrarken güven duygusunu iliklerime kadar hissettim. Abimin bakışları ellerimize kayarken hayret dolu bir ifade geçti gözlerinden.

“Bu ne demek?” dedi sesi ne tam öfkeli ne de şaşkındı. Daha çok... inanmak istemeyen birinin sesi gibiydi. “Yani gerçek bir ilişki mi bu şimdi?” Gözlerini kapatarak iç çekerken “Evet,” dedim net bir şekilde. Sesimi yükseltmedim ama içinde bir kırıntı bile şüphe barındırmadım. “Gerçek. Saklayacak bir şeyimiz kalmadı.”

Abim cümlemle gözlerini açıp tekrardan ellerimize baktıktan sonra gözlerini gözlerime çevirdi. Bir an sustu, gözlerindeki karışık duygular okunuyordu; öfke, şaşkınlık ve belki de biraz kıskançlık…Derin bir nefes aldı, sonra yavaşça konuştu. “Bu kadar net olman…” dedikten sonra ekledi. “İnci sen gerçekten bu adamla olmak istiyor musun?”

Hala bir umut beni vazgeçirmeye çalışırken gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Evet abi, istiyorum.” Derken sesim kendimden emin çıktı. Abim kaşlarını çattı, biraz daha direnmeye çalıştıysa da bakışlarındaki o sert çizgi yumuşamaya başlamıştı bile. Biliyordum çünkü o da alışmıştı ikimizin olma düşüncesine. “Bu yolda birlikte yürümek istediğinize eminsiniz yani.” Diye tekrar tereddütlü bir şekilde konuştu.

“Biz zaten en başından beridir İnci ile yürüyoruz Egemen. Bundan sonra da karşımıza çıkan zorluklarla birlikte başa çıkarız, ömrüm yettiğince de ona zarar gelmesine izin vermem.” Elimi sıkı sıkı tutarken güçlü, kendinden emin tonda abime gerçekleri kabul ettirmek istercesine konuştuğunda abim dudaklarını büzdü. “Bunu zaman gösterecek Boran Efendi. Gözüm üzerinizde.” Dedi, sesi alaycı ama bir o kadar da uyarı doluydu.

“Ne zaman olmadı ki?” dedi Boran karşılık olarak. Güney, Boran’ın cümlesiyle gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken abim ters ters suratına bakıyordu Boran’ın. “Bir şey demedim diye bu rahatlığın farkındayım ama artık daha da göz hapsimdesin. Siz evlenmeden benim her şeyden haberim olacaktı ki o zaman görürdün.”

Boran hafifçe tebessüm etti. “Ah, demek o zamanlar beni göz hapsine alacaktın ha? O zaman çok şey kaçırdın, haberin olsun.” Boran dalga geçercesine konuşurken abim alayla cevap verdi. “Gözüm üzerinizde demekle kalmam, adım adım takip ederim sizi.”

Güney hafifçe gülerek araya girdi. “Abi, Boran teslim olmaya hiç niyetli değil. Bunu çoktan anladık bence.”

Boran elimi daha sıkı tutarken kararlı ve sakin bir sesle karşılık verdi. “Teslim olmak bizim tarzımız değil. Ama senin kıskanç abilik oyunlarını izleriz kayınço.” Cümlesiyle birlikte şaşkınca Boran’a bakarken Boran’da bana baktı ve göz kırptı. Çok zevk alıyordu bu durumdan. Abimin karşımızda kıvranışı hoşuna gidiyordu.

“Anında samimiyet kurdun ulan, kayınço falan deme bana.” Abim homurdanarak cevap verirken güldüm.

Güneyle birbirimize bakıp gülmeye devam ederken odada yankılanan telefon gülüşümüzü bozdu. Boran elimi bırakmadan ceketinin iç cebinden telefonunu çıkardığında ekrana baktım. Derya’nın aradığını düşünürken ekranda yazan babaannem kelimesini gördüğümde içim merakla doldu. Acaba basın açıklamasını mı izlemişti?

Boran telefonu açıp kulağına götürdü. “Efendim Zümra Sultan.” Dedikten sonra karşı tarafı dinlerken kaşları çatıldı hafiften. Meraklı bir biçimde ona bakarken Boran konuştu. “Bir şey mi oldu?” Böyle sorduğunda içimdeki merak duygusu daha da artarken Boran ekledi. “Tamam, geliyoruz.”

Telefonu kapattığında merakla konuştum. “Bir şey mi olmuş?” Boran omuz silkti. “Bilmiyorum, eve gelir misiniz dedi. Seni de çağırıyor.” Dediğinde gergince yutkundum. Anlaşma ona da gitmiş olabilir miydi?

“Tamam, hadi gidin siz. Şirket bana emanet.” Dedikten sonra tekrar ekledi. “Ama sanmayın ki beni salak yerine koymanızı unuttum. Bundan sonra her hareketiniz gözüme batar, haberiniz olsun.” Tehditvari bir biçimde konuşup ikimize bakarken karşılık verdim. “Abi, açıkladım sana.” Diye sözlerime başladığımda abim iç çekti. “Tamam, sonra detaylıca konuşuruz.”

“İyi miyiz?” diye gözlerimi kırpıştırıp gözlerine bakarken abim güldü istemsizce. Başını benden başka tarafa çevirirken mırıldandı. “Bu küçükken de böyleydi, bu bakışlarla istediğini yaptırırdı bana.” Dediğinde bende gülümsedim. Haklıydı, bu bakışla kaç defa evcilik oynamaya ikna etmiştim abimi de Güney’i de. “Az mı evcilik oynadık Egemen abi bu bakış yüzünden.”

Güney’in cümlesi ile gülümserken abime bakmaya devam ettim. Abim ısrarlı bakışlarıma dayanamayarak konuştu. “İyiyiz tabii ki, bu adam yüzünden kardeşimle arama mesafe koyamam bir daha.” Derken imalı bir şekilde Boran’a baktı. Boran ise mırıldandı. “Biraz ayıp oluyor sanki, ismim var sonuçta.”

“Hadi gidin siz, hadi.” Abim umursamaz tonda kapıyı işaret ederken Boran’a bakarak konuştum. “Çıkalım o halde.”

Boran beni onaylarken ben bakışlarımı Güney’e çevirdim. Başımla işaret verdiğimde o neyi kastettiğimi anlayarak gözlerini kırpıştırdı. Odama giren çıkan var mı kameralardan baksın istiyordum. Şifreyi bilen kimler vardı o da araştırılmalıydı. Gerçeklere ulaşmadan kimseyi yargılamak istemiyordum çünkü…

*****

“Anlaşmayı öğrenmiş olabilir mi?” İçim içimi yiyerek sorduğum soruyla birlikte Boran iç çekti. “Bilmiyorum ama eğer öyleyse sıkıntı var demektir.” Dedikten sonra başıyla evlerinin kapısını işaret etti. “Hadi, gidelim ve öğrenelim.”

Arabanın kapısını açıp indiğimde bu evden çıktığım son an düştü zihnime. Babamın yaptığı şeyi öğrendiğim gündü. Hayal kırıklığı öyle bir çökmüştü ki bedenime. Ama şimdi her şey yolundaydı. O adam artık hayatımızın bir parçası değildi ve biz artık yeni bir sayfaya başlamıştık.

Boranla evin kapısını çalıp beklerken evin çalışanı tarafından kapı açıldı. “Hoş geldiniz, Zümra hanım salonda efendim.” Boran onu onaylarken evden içeri girip salona doğru ilerledik. Ev sessizdi. Belki de salonda toplanmışlardı bilemiyordum.

Salona girdiğimizde Zümra hanım ayakta karşıladı bizi. Boran direkt babaannesinin elini öperken Zümra hanım küçük bir tebessüm etti. “Hoş geldiniz.” Boran’dan sonra bende elini öperken karşılık verdim. “Hoş bulduk.” Zümra hanım eliyle karşısındaki koltuğu işaret etti. “Oturun çocuklar.”

Koltuğa oturduğumuzda kendisi de karşımızdaki koltuğa oturup birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra sıkıntılı olduğunu belli eden bir ses tonuyla konuştu. “Bugün bana bir fotoğraf geldi.” Dediğinde zorlukla yutkundum. Öğrenmişti. En korktuğum şeylerden biriydi Zümra hanımı hayal kırıklığına uğratmak çünkü o burada kaldığım süre zarfı boyunca asla bana kötü davranmamış ve bir anne sıcaklığı ile yaklaşmıştı.

“Babaanne.” Boran cümlesine başladığında Zümra hanım elini kaldırdı. “İnci ile yaptığınız anlaşmalı evliliğin sözleşmesi.” Diyerek sözlerine devam ederken sesi yumuşaktı. Başımı yere doğru eğerken Zümra hanım ekledi. “En başından beridir bize oyun oynadınız yani.” Bu sefer hayal kırıklığını net bir şekilde hissederken zorlukla yutkundum. Çok kötü hissediyordum kendimi.

Abim konusunda bu kadar içim içimi yememişti ama Zümra hanımda böyle hissetmiyordum. Onda açacağım yara içimi daha da acıtıyordu.

Boran’ın babaannesine olan düşkünlüğünü bildiğim için araya girme hissiyatıyla dolarak konuştum. “Zümra hanım, biz sadece” diyecek olduğumda Zümra hanım tekrar elini kaldırdı. “İzin verin devam edeyim sözlerime.” Dediğinde duraksadım.

“Bu anlaşma hala devam ediyor mu?” dediğinde şaşırmadan edemedim. Boran’da benim gibi şaşkınca başını yerden kaldırdığında Zümra hanım dikkatle baktı ikimizin gözlerine de. “Çünkü ben bunun bir anlaşma olduğuna inanmıyorum, birbirinize bakarken gözlerinizde gördüğüm ifade çok daha derin, çok daha gerçek bir bağlılık... Bu, kağıtların ötesinde bir şey yani.”

Sadece gözlerimize bakarak kalbimizden geçeni bilmesi… Zümra hanım gerçekten içimizi okuyor gibiydi. “Bu bağ, imzalar ya da sözleşmelerle değil, yüreklerle kurulur. Ve ben sizin kalbinizin nerede olduğunu görüyorum.” Dedi yumuşakça. Aslında ta en başta bile Boran’a nasıl iyi geldiğimden bahsediyordu. Belki de o anda bile benim göremediğim şeyleri görmüştü. Ama ben anlamamak için ısrar etmiştim.

Boran hafifçe gülümsedi, cesaret bulmuştu babaannesinden. “Aramızdaki bağ sözleşmenin ötesinde.” Derken dizimin üzerinde duran elimi kavradı. Bende aynı onun gibi elini kavrarken gülümsedim ve Boran’a baktım. Onun tebessümü içimi biraz daha ferahlatmıştı. Bakışlarımı tekrardan Zümra hanıma çevirdim. Onun bu merhametli bakışı, yılların tecrübesiyle dolu nasihatleri, içimdeki umut kıvılcımını körüklüyordu.

“Bazen hayat planladığımızdan farklı yollar sunar.” dedi Zümra Hanım, “Ama önemli olan o yollarda el ele yürüyebilmek. Anlaşmalar kağıtlarda kalır; gerçek anlaşma, birbiriniz için verdiğiniz emek ve sevgiyle yaşar. Sizde bunun için bir adım atmışsınız belli ki.” Derken sevgiyle, memnuniyetle baktı ellerimize. Sanki en başından beridir bunu istiyordu.

Ne diyeceğimi bilemeyerek Zümra hanıma bakarken o gülümseyerek sıcacık gözlerle baktı bana. Bir an için bize çok kızacak diye korkmuştum ancak Zümra hanım o anaç tavrını yine konuşturmuştu. “Ailemize hoş geldin tekrardan güzel kızım. Bu sefer yalanlar olmadan sizi mutlu görmek istiyorum.”

“Teşekkür ederim…” minnettarca gülümserken Zümra hanım mırıldandı. “Buraya geldiğin ilk günler çok çekimserdin, bizimle göz temasına girmeye bile çekiniyordun, Boranla bile. Aslında o zamanlar bir şeylerin doğru gitmediğine emin olmuştum ama zaman her şeyin ilacı diye düşündüm, yanılmamışım.”

İlk zamanlar… Boran bir yabancıydı benim için, bu aile yabancıydı. Kendi ailem bile bir nebze yabancıydı. Kimsesiz gibiydim. Ama sonra zamanla her şeye alışmıştım, bir aileye ait olduğumu, sevildiğimi hissetmiştim.

“Evet,” dedim gözlerimi kaçırarak. “Başta gerçekten korkuyordum. Kendimi nerede duracağımı bilemez halde hissettim.” Zümra hanım hafifçe başını salladı. “Ama zamanla kendi ışığını buldun ve olmak istediğin yerde olduğunu fark ettin.” Dediğinde onayladım onu. Gerçekten çok doğruydu sözleri.

Zümra Hanım, gözlerindeki sıcaklıkla bana baktıktan sonra hafifçe gülümsedi ve yumuşak bir sesle tekrar konuştu. “İnci, artık buradasın ve bu halinle bizdensin. İlk günler seni zorlamak istemedim ama bana babaanne diye hitap etmek istersen çok memnun olurum. Çünkü artık sadece misafir değilsin, ailemin bir ferdisin. Her zaman öyleydin, bugünden sonra da öyle olacaksın.”

Cümlesiyle bir an için tereddüt ettim ancak tereddüt etmenin bir gereği yoktu. Zümra hanım ilk andan beri beni kabullenmişti. Babaanneliğini hatta anneliğini bile benden esirgememişti. Torunu gibi sahip çıkmıştı. Bu hitabı hak ediyordu benim nezdimde.

Derin bir nefes aldım, gözlerimi Zümra Hanım’dan kaçırmadan ve kalbimin hızla attığını hissederek yumuşakça fısıldadım. “Peki babaanne...” O an yüzünde beliren tatlı bir tebessüm, içimdeki tüm endişeleri eritti. Boran da gözlerindeki sevgiyle bize baktı ve sessizce gülümsedi.

“O zaman bu akşam yemeğe kalın çocuklarım, çok uzun zaman oldu birlikte yemek yemeyeli.” Zümra hanım beklentiyle bize bakarken Boran’a baktım. O çoktan bana bakıyor olmalı ki göz göze geldiğimizde Boran ne dersin dercesine baktı gözlerimin en derinine. Sorun yok dercesine yüz ifadesi yaptığımda Zümra Hanım güldü. “Siz olmuşsunuz. Bana gençliğimi hatırlattınız dedenizle.”

Utanarak gülümserken Boran onayladı babaannesini. “Kalalım o zaman.” Zümra hanım ellerini birbirine vurup oturduğu yerden ayağa kalkarken konuştu. “Harika, o zaman ben sizin sevdiğiniz yemekleri hazırlatayım hemen.” Diyerek salondan çıktı. Onun arkasından tebessümle bakarken Boran mırıldandı. “Beklediğimden kolay oldu.”

“Benim de… Abimden sonra.” Dediğimde Boran gülümsedi. “Boş ver, sonuçta halloldu. Babaannem bu konuyu dallanıp budaklandırmaz, bu mesele kapandı.” Dedikten sonra oturduğu yerden ayağa kalktı. Elimi tutmaya devam ederken beni de oturduğum yerden kaldırdı. “Hadi gel, odamıza çıkalım. Madem akşam buradayız, üzerimizdeki gerginliği atıp dinlenelim.”

Odamız… Bu evdeki o oda benim için hiç biz olmamıştı ama şimdi öyleydi. Her şey orada başlamıştı ve şimdi orada güzel bir şekilde devam edecekti. El ele asansöre bindiğimizde burada konuştuğumuz her bir cümle zihnimde canlanıyordu. Güzel bir değişim olmuştu bizimkisi.

Asansörden inip odaya ilerlediğimizde Boran benim için kapıyı açtı ve geçmem için işaret verdi. Önden odaya girdiğimde etrafa bakındım. Her zamanki gibi derli topluydu. Kırdığım ayna yenilenmişti. Benim dağıttığım ne varsa yerine konmuştu.

Ben etrafı incelerken Boran üzerindeki ceketi çıkartarak odadaki kanepenin kenarına bıraktı. Gömleğin kol düğmelerini açıp kollarını kıvırırken konuştum. “Bu işi Adnan mı yaptı tam bilmiyorum ama muhtemelen benim kasamdan alındı sözleşme.” Dediğimde Boran bana doğru baktı. Bense devam ettim. “Dikkatli olmalıydım, özür dilerim.” Bu mesele içimde bir yaraya dönüşmüştü. Daha iyi saklamam gerekiyordu ama ben dikkatsiz davranmıştım.

Üzgün gözlerle Boran’a bakarken o bana doğru birkaç adım atarak yüzümü avuçlarının arasına aldı. “Özür dilenecek bir şey yok güzelim.” Dediğinde istemsizce tebessüm ettim. Seviyordum bu hitabı. Başlarda Boran tarafından duymak garibime gitse de artık seviyordum. “Sonuca bakalım, artık kimseden gizlimiz saklımız kalmadı. Hayatımıza odaklanabiliriz.”

Yumuşacık ses tonu içimi rahatlatırken başımı salladım. Boran alnıma doğru yaklaşıp küçük bir buse bıraktıktan sonra başımı göğsüne yaslayarak sıkıca sardı bedenimi. Kollarım anında beline sarılırken gözlerimi kapattım. Ta ilk sarılmamızda bile kendini belli eden huzur, yine içime dolmuştu. Onun yanında tüm yüklerimden kurtulup rahatlıyordum sanki. Şimdi de dediği gibi bizim için önemli olan insanlardan gizlimiz saklımız kalmadığı için omuzlarımdan bir yük kalkmıştı…

◔◔◔

Dün Zümra babaannelerde yemeğimizi yedikten sonra birer bardak çay içerek kalkmıştık. Sağ olsun Gülsüm Hanım alttan alttan imalı laflarına devam etmiş, babamla yaralamaya devam etmişti beni. Boran’da rahatsız olduğumu hissettiği için erkenden kalkarak beni ondan kurtarmıştı bir nevi. Sonra da evimize gelerek uyumuştuk. Sakladığımız şeylerin ortaya çıkışı ve özellikle abimle Zümra babaannenin anlayışlı tavrıyla biraz daha rahatlamıştık Boranla. Artık doya doya hayatımızı yaşayabilirdik.

Sabah her zaman olduğu gibi evden birlikte ayrılmış ve şirketlerimize gelmiştik. Asansörden Mert ile inip odama ilerlerken Bilge’nin masasının önünde oturan kadın kaşlarımı çatmama neden oldu. Çok uzun zaman olmuştu kendisini görmeyeli.

Saçları kuaförden yeni çıkmış gibi şekilli, yüzünde ince, zarif bir makyaj vardı ama fondötenin altına gizlenmiş kızarıklıklar, gözlerinin hemen altındaki şişlikler... Yakın geçmişte ağladığını saklamaya çalışmıştı ama ben artık bu tür detayları kaçırmıyordum. Yıllardır kendini taş gibi gösteren bu kadının aslında çatlamaya çok yakın bir mermer olduğunu görüyordum.

“İnci Hanım, Serap hanım sizinle görüşmek istiyor efendim. Randevusu yok ancak.” Bilge’nin cümlesiyle birlikte sorun yok dercesine baktım gözlerine. “Sorun yok canım, Buyurun Serap Hanım.” Diyerek odamı işaret ettim. İşaretimle birlikte oturduğu yerden kalkıp içeri girdi. Bense arkamda duran Mert’e göz ucuyla baktım. Sorun olup olmadığını teyit edercesine bakan gözlerine karşılık küçük bir tebessüm ettim ve Serap hanımın arkasından odama girdim.

İçeri girdiğimde Serap hanımın bakışlarının odanın içinde gezindiğini gördüm. Uzunca bir süre isimliğe baktı. Kocasının ve oğlunun bu isimlikte isminin olmayışı canını sıkmış gibi görünüyordu. Yine de bunu umursamayarak bana doğru döndü.

"Seninle konuşmam gerek." dedi doğrudan bana bakarak. Kendi masama geçip oturduktan sonra elimle karşımdaki sandalyeyi işaret ettim. "Buyurun."

Oturduğunda bacak bacak üstüne attı, çantasını yanına koydu her zamanki o titizlikle. Ellerini kucağında birleştirdi. "Baban hapiste, sen bunu öyle kolayca öyle soğukkanlılıkla yaptın ki... Hâlâ inanmakta zorlanıyorum.” Dışarıdan kolay görünüyordu belli ki ama benim canımdan can gitmişti. Bitmiştim ben, bunu kimse görmüyordu.

Sırtımı yasladım koltuğun arkasına. Yüzüme soğukkanlı bir ifade oturttum. Artık onun laf oyunlarına gelmeyecek kadar büyümüştüm. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan bekledim. “Ne yaptıysa öfkeyle yaptı. Sen onun kanını taşıyorsun. Hiç mi içinde bir parça sızı kalmadı?”

İşte orasıydı. Onların hep dokunmaya çalıştığı yer. Kan bağı…Oysa o kan, benim iliklerime hiçbir zaman sıcaklık taşımamıştı. “Ben sadece onun kızı olarak anıldım.” dedim hızlıca. “Ama o beni hiç kızı gibi görmedi. Yıllarca yokmuşum gibi yaşadı. Sonunda da beni öldürmeye kalktı. Ne sızısından ne pişmanlığından bahsediyorsunuz?"

Serap hanım, gözlerini kısıp bana doğru eğildi biraz. “22 yıl... Bu kadarını hak etmiyor. O adam senin baban." Gülümsedim. Ne kadar zavallıca bir savunmaydı bu. Adnan Aral annemin ardından beni hayatta unutmamayı seçtiği tek şey olarak görmüştü: Bir hatırlatma. Bir yük. Beni cezalandırmıştı sırf bu yüzden. Gerçekten komikti söyledikleri.

“Yanımda mıydı, Serap Hanım?” dedim alçak bir sesle. “Siz mi büyüttünüz beni? Annem öldükten sonra bana ne verdiniz siz? Ne sevgi verdiniz ne güven. O adam bana bir kez olsun ‘kızım’ demedi. Ve ben her gece onun nefretini soluyarak büyüdüm.”

Yüzü bir an için gevşedi. Gözlerinde bir tereddüt dolaştı ama hemen toparladı kendini. Elini, bacağının üzerindeki çantasına bastırdı. Belli ki duygularını oraya sabitlemeye çalışıyordu. “Senin annen.” dedi yavaşça. “Adnan’ın tek zayıflığıydı. Onu sevmeyi seçti. Ben varken, beni hiçe sayarak. Ama Elif öldü ve Adnan da ondan kalanla yaşamak zorunda kaldı. Seninle.”

“Ve bu yüzden beni cezalandırdı.” dedim gözlerine bakarak. “Bu yüzden yıllarca gözümün içine bile bakmadı ve sonra gözünü bile kırpmadan hayatıma kastetti.” İç çekerek başını yere doğru eğdi. "Bu kadar ileri gitmeye gerek yok İnci. Şikayetini geri çek. Adnan’ı içeride çürüterek anneni geri getiremezsin.”

İçimde birdenbire yükselen öfkeyi dizginlemem zor oldu. Nefesimi tuttum. Hala meselenin annem olduğunu söylüyordu, benim neden içeri tıktırdığımla ilgilenmiyordu. Mesele her zamanki gibi annemdi. Sinirlerime hâkim olamayıp kelimeleri keskin bir bıçak gibi seçerek konuştum. “Annemi geri getirmek gibi bir niyetim yok. Ama ben onun kızı olarak bu hayatta bir hak arıyorum. Beni yok sayan, beni öldürmeye çalışan, beni hep günahının uzantısı gibi gören bir adamı korumayacağım. Ve kimse de beni buna zorlayamaz. Sizde Serap Hanım.”

"Nedir senin istediğin?" diye sordu sesi keskinleşmişti artık. "Ne istiyorsun daha? Yalnız kaldık, yeterince acı çekmedik mi?"

Alaylı bir gülüş oluştu suratımda. Babam onu aldattığı için acı çekmiş olabilirdi ama bu o adamın hapisten çıkması için sunduğu bahaneyi gülünç kılıyordu. “Buraya nasıl bir beklenti içinde geldiğinizi anlamadım ben.” Dedim sinirli bir gülüşle. "Hayatım boyunca birilerinin gölgesinde yaşadım. Annem öldü, bana kimse kucak açmadı. Babamın sevgisi yoktu, sizin merhametiniz yoktu. Ben sadece gerçeği söyledim. Onun bana yaptıklarını ortaya koydum. Bu acıysa evet, acı. Ama benim taşıdığım acının yanında sizin kırgınlıklarınız sönük kalıyor. Şikayetimi geri alacağım beklentisiyle gelmişsiniz belli ki ama kusura bakmayın, beklentinizi karşılamayacağım."

Serap hanım gözlerini kıstı. Dudakları gerildi. Ama artık beni susturamayacağını biliyordu. İçinden ne kadar öfkelense de benim kırılmadığımı görüyordu. "Keşke hiç doğmasaydın," dedi, neredeyse fısıltıyla.

Bir an durdum. Sonra içimdeki son parçayı da yerine oturttum. Gülümsedim. Acıyla değil. Güçle. "Ben doğmasaydım, annemle aynı adamı seveceğiniz o hikâye de yine sizin adınız yazılmazdı. Ama buradayım. Ve size rağmen hayattayım."

Serap hanım kırgınca güldü. "Benim Adnan’ı kaybetmeme neden olan kadını aklıma getiriyordun. Sana nasıl merhamet göstermemi bekliyorsun?" dediğinde burnumdan sesli bir nefes verdim. Adnan Aral'da Serap Aral'da aynı zihniyetteydi. "Ben Adnan’la evliyken o, senin annenin peşindeydi. Ona benden çok Elif’in gülüşü yakışıyordu ve sonra sen doğdun. Adnan o kadını gömemedi, çünkü seninle her gün yaşadı."

Sözleri ağırdı ama bir çeşit doğruluk taşıyordu. Bu kadının bana olan nefreti, annemin hayaletiyle baş edememesindendi. Onun savaşını hiçbir zaman benle değil, annemleydi aslında. Ama artık annem yoktu. Ve ben kimsenin gölgesi olmaya niyetli değildim. "Ben kimsenin yerini almadım. Ne sizin yerinize geçmek istedim ne de onun. Sadece yaşamak istedim. Sevildiğimi bilmek istedim. Ama ne Adnan Aral ne siz bana bunu verdiniz."

Gözlerini kaçırdı. Makyajına rağmen, alt kirpiklerinde biriken yaşı gördüm. Belli ki ağlamıştı. Ama o gözyaşlarında benim için bir damla yoktu. O, kendi hikâyesi için üzülüyordu.

Sonra gözlerime baktı. İlk defa gerçekten. Bir anlığına, yıllar sonra ilk kez bana insan gibi baktığını hissettim. Ama hemen geri çekildi, savunmasını kuşandı. "Ben bu evliliği, bu aileyi toparlamaya çalıştım. O benden vazgeçti ama yine de yanında kaldım. Senin annen öldü, sen büyüdün. Ama ben... ben her gün aynaya bakıp kendime 'yetemediğimi' söylemek zorunda kaldım."

İlk kez sesinde gerçekten bir kırılma vardı. Ama acıma hissetmedim. Çünkü yıllardır o kadının gölgesinde ben de yürümüştüm. Bir an için durdu. Sonra tekrar konuştu. "Madem her şeyi konuşuyoruz... Sen onun Elif’e duyduğu aşkın cezasıydın. Ama ben seni bu yüzden değil, onun seni sevmemesine rağmen hayatta kalabilmene kızdığım için sevemedim.”

Bu cümle, onun içindeki çürümüşlüğü açık ediyordu. Serap hanım, yıllarca bir adamı elde tutmak için çırpınmış ama o adamın kalbini bir ölüyle paylaşmıştı ve şimdi karşısında duran kişi, o ölü kadının hayattaki yankısıydı. “Yaşıyor olmam sizi rahatsız etti, değil mi?” dedim. “Adnan’ın beni görmezden gelmesine rağmen dimdik durmam… Hâlâ buradayım ya, o sizi çıldırttı.”

Gözleri parladı. Sanki bunu ilk kez bu kadar açık duyuyordu. “Evet,” dedi. “Çünkü o beni hiçbir zaman böyle savunmadı. Hiçbir zaman gözümün içine bakıp ‘Serap haklı’ demedi. Ama senin annen... Elif, ne yaparsa yapsın kutsaldı onun için. Onu mezara koydular, ama ben her gün yanımda başka bir kadının hayalini yaşattım. Ve sen, o hayalin canlı kanlı hatırlatıcısı oldun.”

İçimde bir şey acıdı. Ama bu sefer bu acı, yalnızca bana ait değildi. O, bir ölüyle yarışmayı seçmişti. Ve kaybettiğini bile bile sürdürmüştü bu savaşı. "Hani diyorsun ya yalnız kaldım diye, bende çok yalnız kaldım. Adnan hiçbir zaman bana bakmadı. Sadece evlendi benimle. Yanında bulunsun istediler. Güçlü bir aile görüntüsü, düzgün bir eş, sessiz bir kadın. Kabul ettim. Sesimi çıkarmadım. Ama Elif’in öldüğü gün, onunla ben de gömüldüm. Ve sen... sen yaşadıkça o mezar hep açıldı benim için. Neden boşanmadın diyeceksin, sevdim çünkü. Ne yaparsa yapsın sevdim."

Hiçbir şey söylemedim sözleriyle, söyleyemedim. Ne söylenirdi ki? Sevmek ne demek biliyordum ama başıma gelse bu kadar gurursuz davranır mıydım onu bilmiyordum.

“Hayatımda verdiğim en doğru karar Egemen’i doğurmaktı. Ama şimdi senin yüzünden onu da kaybediyorum ben.” Sesinde ilk kez açık bir korku vardı. Gururla örtülmemiş, ezici bir yalnızlık. Ancak yine her zamanki gibi suçu bana atfediyordu. “Siz beni sevmiyorsunuz diye abimin de beni sevmemesini istediniz ama onun kalbi sizinki gibi duvarlarla çevrili değil Serap hanım. Benim yaptığım bir şey yok, siz her şeyi kendi ellerinizle yaptınız.”

Serap hanım cümlemle sarsılır gibi oldu. Oğlunun adının geçmesi, biraz önceki sakinliğini bozmaya başlamıştı. Dudakları titredi. Yüzünü yana çevirdi, pencereden dışarı baktı. “Egemen’in bu kadar seni sahiplenmesini anlayamıyorum. Benim oğlum... ve senin yanında duruyor. Kendi babasının hapiste çürümesine ses etmiyor. Bunu kabul edemiyorum.

Bu defa acıma değil, hayal kırıklığı hissettim. Kadının içindeki her şey gururdan ibaretti. Ve şimdi oğlunu bile kaybetmemek için savaşıyordu ama hâlâ ne kendine ne gerçeğe dürüst davranamıyordu. “Abim gerçekleri görüyor.” dedim. “Belki de hep gördü. Ama bir taraf seçmek zorunda kalmadığı sürece sessiz kaldı. Şimdi artık susmuyor. Çünkü sizin yaptığınız her şeyin bedelini biz ödedik.”

Öyle olmuştu. Ben babasız ve annesiz büyümüştüm. Abim ise bir çatışmanın ortasında kalmıştı. Annesi ve babasının duyguları arasında sıkışmıştı. Hayatına birden annesinden başka bir kadının doğurduğu kız çocuğu girmişti, babasının pisliğiyle o yaşta tanışmıştı.

Serap hanım bana doğru döndü. Gözleri dolmuştu ama hâlâ taşmamıştı. İçinde tuttuğu her şeyi sırayla açığa vurmaya karar vermiş gibiydi. “Sen onun gözünde masum kaldın hep. Ama ben... ben onun hayatından yavaş yavaş siliniyorum. Şimdi bana sadece boş gözlerle bakıyor. Oğlumu kaybediyorum, İnci.”

O an ilk kez o kadının içindeki annenin sesini duydum. Kırık, bencil ama gerçek. Serap hanım hep Adnan Aral'ı kaybetmekten korkmuştu ama şimdi anlıyordu ki, asıl kayıp abimdi ve bu kayıp, gururla değil, suskunlukla büyüyordu. “Abim sizi hâlâ seviyordur.” dedim yavaşça. “Ama artık susmanızı istemiyordur belki."

Serap kalktı. Bu defa titreyen sadece elleri değildi. Dudaklarının kenarı çekilmişti, makyajı yüzündeki yorgunluğu artık saklayamıyordu. Abim hakkında söylediklerim onu düşünmeye itmişti. Yine de konuşmaya devam etti. “Sen çok güçlü bir kıza dönüştün ama güç bazen insanı yalnız bırakır. Unutma.”

Oturduğu yerden kalkıp başka bir şey söylemeden kapıya ilerledi. Kapının koluna uzandığında artık onun için söyleyecek bir şeyim kalmamıştı. Gitsin, kendi sessizliğine dönsün istiyordum. Ama tam o anda, kapı ardına kadar açıldı. Serap hanım geri çekildi. Yüzündeki yorgunluk bir anda yerini donuk bir şaşkınlığa bıraktı.

Kapının eşiğinde abim duruyordu.

Bakışlarını önce bana, sonra Serap hanıma çevirdi. Gözleri, ikimizin arasında görünmez bir ip arıyor gibiydi. Sessizlik öyle ağırdı ki abimin içeri adım atmasıyla odanın havası değişti. "Anne?" dedi, sesi ne yargılayıcıydı ne şaşkın. Ama dikkatliydi. Ardından bana döndü, yüzündeki ifadeyi okuyamadım. Sanki yine mi diyordu ama bir yandan da Ne oluyor der gibi gözlerini kısıyordu.

Serap hanım toparlanmakta zorlandı. Yeniden gururla sıvalı bir maske geçirdi yüzüne. “Konuşuyorduk sadece.”

“Yine ona yüklenmeye mi geldin?” diye sordu annesine abim. Sesi yumuşak ama keskin bir yerden geliyordu. “Yoksa Adnan için rica etmeye mi?”

Serap hanımın yüzü bir anda soldu. Gözlerini kaçırdı. Bu defa savunacak kelime bulamadı. Kendinden emin, her şeyi kontrol eden kadın gitmişti. Karşısında onun düzenine inanmayan bir oğlu vardı şimdi. “Ben kimseye yüklenmedim,” dedi Serap Hanım. “Sadece… bazı şeylerin bu kadar keskin olmasına dayanamıyorum artık.”

“Anne.” dedi abim bu kez daha yavaş, ama her hecesi dikkatle seçilmişti. “Sakın ama sakın Adnan Aral’ı hapisten çıkartmaya çalışma. Ne yaptığını biliyorsun değil mi?” derken inatla annesinin gözüne baktı. “O bir katil olmak istedi, hem de öz kızının katili. Yıllarca onun ruhunu öldürmemiş gibi, canını almak istedi.”

O an nefesim daraldı. Göğsümün üstüne görünmez bir taş oturmuş gibiydi. İçimde bir şey çözüldü ya da koptu, bilmiyorum. Dizlerimin üstünde ellerimi sıktım. Abim ise devam etti sözlerine. “Sen bunu bile bile hala daha yüzsüzce buraya geliyorsan…” deyip duraksadı. Ardından alayla güldü. “O seni hala buraya gönderebiliyor yani. O yüzsüz herifin teki ama sen? Yıllarca o adam yüzünden yaşadıkların ve yaşattıkların ortadayken nasıl hala onu savunabiliyorsun?”

O cümle, odadaki tüm oksijeni çekti sanki. Sessizlik derinleşti ama bu sessizlik huzur değil, patlamamış öfkenin sessizliğiydi. Serap Hanım hâlâ bir şey söylemiyordu. Belki söyleyemezdi de. Belki ilk defa kelimeler onu terk etmişti.

“O adam artık benim babam değil, bunu kabullensen iyi olur. Sende belki bu sefer boşanma davasını açmaya karar verirsin.” Dedi abim kararlı bir tonda. Ardından bana doğru baktıktan sonra tekrar annesine döndü. “İnci’yi bu konu hakkında rahatsız etmeyin bir daha, Adnan Aral’ın yaptıklarının bedelini bunca yıl ona ödettin zaten. Bu kadarı yeterli, herkes kendine bir düzen kurdu. Sende artık geçmişi bırakıp kendi hayatına dön.”

Serap Hanım bir an hareketsiz kaldı. Sanki biri omzuna ağır bir yük bırakmış gibi büküldü. Dudakları titredi, gözleri yine yere kaçtı. Sonunda sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısık çıktı. “Haklısın oğlum…”

Ve başka bir şey demeden döndü, yüksek topuklarının cilalı zeminde çıkardığı ses yankılanırken ağır adımlarla odanın kapısını açıp dışarı çıktı. Kapı kapandığında ofis bir anda boşaldı. Ama havada asılı kalan duygular hâlâ yerli yerindeydi: yılların küskünlüğü, söylenmeyen onca şey, gecikmiş bir pişmanlık.

Abim derin bir iç çekti. O nefesin içinden ne çok şey geçtiğini tahmin edebiliyordum. Yavaşça ona doğru yürüdüm. Ofisin camından dışarı bakıyordu, gözleri bulanık İstanbul siluetinde bir yere takılmış gibiydi. Yanına vardım, tereddüt etmeden kollarımı beline sardım. Başımı omzuna yasladım. O da bir şey demeden kolunu omzuma doladı.

“İyi ki varsın,” diye fısıldadım. Kısacık bir sarılma bile kendimizi iyi hissetmemize yardımcı olurdu bunu biliyordum. Abim cevap vermedi, ama kollarını biraz daha sıkı sardı. Bu suskunluk, sözcüklerden daha fazlaydı. İkimizde bu süreçte çok yıpranmıştık ama dediği gibi artık hepimiz bir düzen kurmuştuk ve kendi hayatlarımızı yaşıyorduk…

*****

Bugün Serap hanımla olan konuşmamızdan sonra düşüncelere dalmıştım. Şirkette bile işlere kendimi zor vererek günü tamamlayıp eve gelmiştim. Bir de kasadan alınıp fotoğrafı çekilen sözleşme vardı işin içinde. Güney kameraları izlemişti ancak görüntüler silinmişti. Bu da şirketten birinin yaptığını gösteriyordu. Ayrıca güvenlik görevlileri herhangi bir çalışanın emriyle bunu yapmazlardı tabii para almadılarsa. Yani her şey belirsizdi ve bu belirsizlik daha da can sıkıcıydı.

Bir yandan yemek yapıp bir yandan şarkı dinleyip bir yandan da yemek yaparken evde kapı zilinin yankılanmasıyla irkildim. Boran normalde anahtarıyla girerdi içeri. Bu durum merak etmeme neden olurken hızlı adımlarla kapıya ilerleyerek ilk önce kapının hemen yanındaki aynadan kendime baktım. Topuzla, tişört ve şortla tam bir ev halindeydim. Gelen kişi umarım tanıdık biridir diye düşünerek kapıyı açtığımda karşımda Boran’ı görmek şaşırtmıştı beni.

“Hoş geldin…” derken gülümsememe engel olamadım. O da benim gibi gülümserken kapıdan içeri girdi. “Çok hoş buldum…” derken bakışları baştan aşağı vücudumda dolaştı. Öyle açık, öyle hayranlıkla baktı ki içimde istemsiz bir sıcaklık yayıldı. Bense merakla konuştum. “Anahtarla açmayınca başka biri geldi sandım.”

“Sen aç istedim.” Dedi gözlerimin içine bakarak. “Hani bazen biri tarafından beklenmek ister insan… ya da sadece kapıyı açarken yüzünü görmeyi.” İçimde bir şey eridi. Bu basit ama düşünülmüş cümle, günün bütün yorgunluğunu silip süpürdü sanki o an. Hafifçe başımı eğdim gülümseyerek. Basit bir eylemdi bu aslında ama bizim için yeni bir şeydi.

“O zaman bundan sonra kapıda karşılarım seni.” dedim gülerek. Boran gözlerini hafif kısıp o tanıdık muzip ifadeyle mırıldandı. “Bu teklif sürekli eve dönmek istememe neden olabilir. Ama sonra her akşam senden bir karşılama beklentisine girerim, sorumluluğunu alabiliyor musun?” Aynı onun gibi muzip bir ifade takınarak gözlerinin içine baktım. “Arkasında durmayacağım, sorumluluğunu almayacağım sözler söylemem.”

“İşte bu yüzden seviyorum seni.” dedi alçak bir sesle, sanki sadece ikimizin duyabileceği bir sırrı fısıldar gibi. Sözleriyle birlikte kalbim yavaş ama güçlü bir şekilde çarpmaya başladı. Tam o anda aramızdaki o kısa sessizlikte, gözlerini gözlerimden ayırmadan arkasında tuttuğu elini öne doğru çıkartarak bir buket sarı lalelin görüş açıma girmesini sağladı. “Ve... bunlar da bunun küçük bir yansıması…”

Sarı laleler… Tam da sevdiğim gibiydi. Direkt olarak Boran’a bakarken elinde tuttuğu demetle duruşu bile başka bir anlam taşıyordu o an. Anlaşmalı olarak evlendiğimiz gün söylemiştim ona sevdiğimi, üzerinde durduğunu bile düşünmemiştim. Daha önce mevzusu geçmemişti başka bir şekilde.

Usulca uzanıp çiçekleri aldım. Parmak uçlarım sapların serinliğine dokunurken, yüreğimde başka bir sıcaklık yükseldi. “Bunu hatırlaman… beni böylesine düşünmen…” diye başladım ama kelimeler boğazıma düğümlendi.

“Seninle ilgili bir şeyi unutamam ki ben.” dedi Boran gözlerini gözlerimden ayırmadan. Sesi öyle sakindi ki... kelimeleri içime usulca aktı, sanki çoktan bildiğim bir şeyi yeniden hatırlatır gibiydi.

Bir an durakladım. İçimde bir şey kıpırdadı; yıllardır biriktirdiğim, sözcüklere dökemediğim sıcaklık ve özlem, şimdi tam kalbimin ortasında çiçekler kadar taze ve canlı bir şekilde duruyordu. Elimdeki demeti, yanımdaki portmantonun kenarına dikkatle bıraktım.

Sonra tereddüt etmeden Boran’a doğru döndüm. Kollarımı boynuna sardım sıkı sıkı, öyle bir sarıldım ki dünya o anda sadece ikimizden ibaret oldu. Varlığıyla dolup taşan o sıcaklık, kalbimin her atışında yankılanıyordu. Sanki uzun zamandır aradığım eksik parçayı bulmuş gibiydim; her şey tamamlanmış, bütünlenmişti.

O da anında kollarını belime sararken çenesini omzuma yasladı. Birkaç dakika bu şekilde kaldıktan sonra yavaşça kollarından ayrıldım. Birbirimize bakarken uzanarak yanağına küçük bir öpücük bıraktım. “Çok teşekkür ederim.”

Boran hafifçe gülümsedi. “Kuşlar bugün canının sıkkın olduğunu söylemişti, umarım bu bir nebze olsun iyi gelmiştir.” Kuşlardan kastının kim olduğunu bilerek güldüm. Ardından sözlerine hitaben karşılık verdim. “Sen sadece yanımda olsan bile bana iyi gelirsin.”

Cümlemle birlikte Boran elini yanağıma yaslayarak gözlerime baktı. Öyle bir bakıştı ki içimi eritti. Hiçbir şey söylemeden sadece gözlerinin pırıltısından bile duygularını hissettirebiliyordu. Yanağımdaki elinin üzerine elimi yaslayarak konuştum. “Yemek hazır olmak üzere, üzerini değiştirip gel hadi. Bekliyorum seni.” Dediğimde başını salladı. “Hemen geliyorum.”

Boran merdivenlere doğru ilerlerken bende portmantoya bıraktığım laleleri alarak salondaki dolabın içinden bir vazo çıkarttım. Ardında vazoya su doldurarak laleleri yerleştirdikten sonra yemek masasının kenarına koydum. Tekrardan işime dönerek bu sefer daha keyifli bir şekilde işlerimi halletmeye başladım. Keyfim yerine gelmişti.

Açtığım playlistte benim keyfime göre şekillenirken Kenan Doğulu- Tutamıyorum zamanı şarkısının çalmaya başlamasıyla kendimce ritim tutarak salatayı yapmaya başladım. Daha bir dakika geçmeden Boran’ın keyifli sesini işittim. “Ben ne yapayım?”

Bakışlarım ona döndüğünde kapının sövesine omzunu yaslayıp kollarını göğsünde birleştirmiş beni izleyen halini gördüm. Şarkının nakaratına uygun bir şekilde elimle onu işaret ettim. “Kal gittiğin yerde mutlu ol.” Dedikten sonra kendimi işaret ettim. “Ya da gel kalbimde tahta sahip ol.” Tekrar onu işaret ederken sözlere eşlik ettim. “Senin gülen yüzüne kurban, bu serseri kalbim. Ama karar ver tutamıyorum zamanı…”

Boran kahkahayla karşılık verdi. Yavaş adımlarla kapıdan içeri doğru birkaç adım attı. “Öyleyse kararımı verdim” dedi. “Burada, yanında kalıyorum. Çünkü ne zaman uzak kalsam, zamanı tutamıyorum ben de.”

Gözlerindeki o muzip ışıltı kalbimdeki sıcaklığı körüklerken ben de gülümseyerek ona elimi uzattım. Ellerimiz buluştu, parmaklarımız birbirine dolandı. El ele tutuşmuşken Boran hafifçe çekerek beni kendine yaklaştırdı. Mutfaktaki küçük alan, adeta bizim dans pistimiz olmuştu. Ayaklarımız ritme uyum sağlarken onun sıcak nefesi yanağımda hissetmek kalbimin hızla çarpmasına neden oluyordu. Hafifçe yana kaydırdığı elleri belime dolandı; ben de ellerimi boynuna sardım. Adımlarımız yavaş ve uyumluydu, birbirimizi tamamlayan iki notanın melodisi gibiydik.

Boran, arada hafifçe beni kendi etrafında döndürürken gülümsemesi yüzünden eksik olmuyordu. Göz göze geldiğimiz anlarda, şarkının sözleri arasında kaybolup sadece birbirimize odaklanıyorduk. Zamanın dışına çıkmış, evin sessizliğinde kendi küçük dünyamızı yaratmıştık sanki.

Dansımızdan sonra yemeğimizi yemiştik güzel bir sohbet eşliğinde. O kadar iyi gelmişti ki bu anlar bana. Düşüncelerim bir bir zihnimden sıyrılmıştı. Ancak Boran birkaç evrağa bakması gerektiğini söyleyerek yanımdan ayrıldığında düşünceler tekrar zihnimde yer edinmişti. Serap hanım değildi mesele, Adnan Aral’ın verdiği zarftı. Boran yanımdan gittiği andan beridir aklımdaydı ve bakışlarım zarfta oyalanıyordu. Orada ne bulacağımı düşünüyordum. Bir yandan gitmek istiyor, bir yandan da karşılaşacaklarımdan korkuyordum.

Masanın üzerinde duran zarfa bakmayı bırakarak oturduğum yerden ayağa kalktım. Durup düşünmenin, ertelemenin bir faydası yoktu. Orada ne olduğunu, nasıl bir yer olduğunu görmek istiyordum. Belki annemden bir şeyler bulurdum.

Dünden beri aklımda olan tek şey buydu, oraya gitmek. Ancak kendimde o gücü hiçbir şekilde bulamamıştım. Ama şimdi gitmek istiyordum. Giderken de yalnız olmak istemiyordum. Benim her anımda yanımda olmak için uğraşan adamla gitmek istiyordum. O yüzden adımlarım beni çalışma odasına götürürken onları engellemedim.

Kapıyı tıklatıp açtıktan sonra başımı uzattım hafifçe kapıdan. Boranla bakışlarımız buluştuğunda mırıldandım. “Gelebilir miyim?” Boran cümlemle hafifçe kaşlarını çattı. “Bir de soruyor musun, tabii ki gel güzelim.” Hitabıyla yüzümde gülümseme oluştu. İlk günler bana güzelim dediğinde onu bozduğum anlar aklıma geldikçe biraz gülüp biraz utanıyordum. Ama şimdi içimi güzel duygular kaplıyordu.

Odaya girip Boran’a doğru yaklaşırken bakışlarım masaya kaydı. “Çok işin kaldı mı?” merakla Boran’a bakarken bir yandan da masanın yanında durdum. “Hayır, birkaç evrağa göz gezdirdim sadece. Bitti sayılır.” Başımı belli belirsiz sallarken Boran küçük bir tebessüm etti. “Sıkılmış gibisin, seni yalnız bıraktım kusura bakma. Ama şimdi bir şeyler yapabiliriz.”

“Kusur olur mu hiç?” dedim samimi bir şekilde. Birkaç gündür işlerini erteliyordu bizim için, hakkıydı o yüzden. Ardından ekledim. “Aslında ben senden bir şey isteyecektim.” Boran cümlemle birkaç saniye duraksayarak elini bana doğru uzattığında beklemeden elini tuttum. Beni kendine doğru çekerek dizinin üzerine oturmamı sağladığında elimin birini omzuna yasladım. O da kolunu belime doğru sardı.

“Benden bir şeyler isteme, emret. Tek bir cümlen bile o şeyi yapmam için yeterli.” Derken gözlerimin içine baktı. Cümlesiyle gülüşüm büyürken başımı omzuma doğru eğdim. “Emirleri bir tek senden alırım derken ciddiydin demek?” diyerek elimi boynuna doğru yasladım. Boran hareketimle birlikte belimdeki elini sıkılaştırarak bedenlerimizi birbirine yaklaştırdı.

Ardından yüzlerimiz arasındaki mesafeyi de azaltarak dudaklarıma doğru konuştu. “Ne zaman ciddi olmadım?” her zamanki cümlesini söylerken dudaklarıma verdiği nefesiyle iç çektim. Ardından dayanamayarak dudaklarına bir öpücük bıraktım.

Boran bundan memnun olduğunu bakışlarından belli ederken konuştu. “Senin için ne yapabilirim?” diyerek biraz önceki cümlemi kastederken dudaklarımı birbirine bastırdım. “Biliyorsun Adnan bana bir zarf vermişti, içinde annemle evlerinin anahtarı vardı.” Boran ciddi bir biçimde beni dinlerken ekledim. “Ben oraya gitmek istiyorum ve yalnız olmak istemiyorum orada.”

“Tamam güzelim, gidelim. Şimdi mi gitmek istiyorsun?” Dedi anında. Başımı sallarken onayladı. “Tamam, hadi gidelim.” Dediğinde dizinden kalktım. Arkalı önlü odadan çıktıktan sonra direkt olarak aşağı inip evden çıktık.

Bizim çıkmamızla birlikte Fatih’in yanımıza gelmesi bir oldu. “Fatih, Mert ve birkaç kişiyle daha arkamızdan gelin.” Derken elini uzattı Fatih’e doğru Boran. Fatih ne istediğini anlayarak anahtarı Boran’a uzatırken Boran anahtarı alıp benimle arabaya ilerlemeye devam etti.

Ön yolcu koltuğunun kapısını benim için açtığında hiç beklemeden bindim. Boran’da kendi yerine geçtikten sonra arabayı çalıştırdı ve evin bahçesinden çıktı. “Adrese bakabilir miyim?” dediğinde hızlıca zarftan çıkartarak eline verdim kâğıdı. Boran okuduktan sonra onayladı. “Çok uzak değil.”

Dediği gibi yaklaşık yarım saatte villaların bulunduğu bir sokağa ulaştık. Adreste yazan 10 numaralı villanın önünde durduğumuzda derin bir iç çektim. Araçtan inmek için kapıyı açacağım sırada Boran durdurdu. “Bir saniye bekle güzelim.” Ne olduğunu anlamak için ona dönerken Fatih’in benim tarafıma gelip kapıyı açtığını duydum. “İnebilirsiniz abi.”

Boran onaylarken ne olduğunu şimdi çözmüştüm. Her ihtimali değerlendiriyorlardı. “Bu kadarı gerekli miydi?” diye mırıldanırken aslında kendimde söylediğime inanmıyordum. Tabii ki de gerekliydi. Adnan Aral’dan her şey beklenirdi. “Tedbir.” Dedi Boran keskin bir tonda. “Yenge anahtarı bize verirsen biz bir eve bakalım.” Fatih’in cümlesiyle zarftan anahtarı çıkartıp verdim.

Dört kişi bahçeden girip evin kilidini açtıktan sonra kapıdan içeri girdiler. Durgun bir biçimde eve bakarken ne düşüneceğimi bilmiyordum. Bir zamanlar annem bu evde yaşıyordu. Bu bahçede, bu evde anıları vardı. Çok garip bir duyguydu böyle düşününce. Boran benim ne düşündüğümü anladığını belirtircesine elimi tuttuğunda düşüncelerimden sıyrıldım.

“İçerisi güvenli.” Fatih’in cümlesiyle birlikte iç çekerken Boran ile bahçeden girdik. Sonra da evin içine.

Kapıdan içeri adım attığımda burnuma eski ev kokusu geldi. Bir süredir kullanılmadığı belliydi ama her şey hâlâ yerli yerindeydi. Mobilyalar örtülmüş, perdeler kapatılmıştı. Tozun altına sinmiş bir geçmiş vardı bu evde. Boran sessizce etrafı inceliyordu. Bense salonun ortasında durup etrafa bakıyordum. Burası… Annemin son zamanlarını geçirdiği yerdi. Belki bu koltukta oturmuş, belki pencerenin kenarından dışarıyı izlemişti.

Boğazıma bir şey düğümlendi. O an fark ettim, annemi hiç tanımamıştım. Ama şimdi, bu evde onun izleriyle dolu bir yerde nefes alıyordum. Boran yanıma geldi sessizce. “İyi misin?” Tüm ilgisini bana verirken başımı hafifçe salladım. “Bilmiyorum. Sanki o buradaymış gibi hissediyorum.” Hissettiklerimi sözcüklere dökemiyordum.

“Burada.” Dedi Boran yavaşça. Ardından elini usulca kalbime doğru yaslayarak ekledi. “Kalbinde çünkü ve hep orada kalmaya devam edecek.” Dedi hüzünle. Beni en iyi o anlardı. Onun da kalbinde annesizliğin acısı vardı. Üzgün gözlerle gözlerine bakarken bakışlarım merdivenlere takıldı. Yukarı çıkmak istiyordum.

Boran bakışlarımdan bunu anlarken başıyla işaret etti merdivenleri. Önden ilerleyerek merdivenlerden yavaş adımlarla çıkmaya başladım. Her basamak geçmişten bir çıtırtı gibi kulağımda yankılanıyordu. Üst kat daha da sessizdi. Sanki yıllardır kimse buraya adım atmamış gibiydi.

İlk kapıyı Boran açtı. Küçük bir odaydı. İçeride eski bir çalışma masası, yanında kitaplık, köşede kapanmamış bir perde vardı. Sonra onun yanındaki odanın kapısını açtı Boran. Yatak odasıydı. Annemin odasıydı belki de.

Perdeler tam çekilmemişti. Çift kişilik yatağın başucunda küçük bir komodin duruyordu. Üzerinde eski bir abajur. Yanında ise bir çerçeve…

Yavaşça çerçeveye yaklaşarak elime aldım. Annem ve Adnan Aral’dı. Yan yana, gülümseyerek çekilmiş bir fotoğraftı bu. İçimden bir şeyler koptu o an. Babamı ilk defa bu kadar mutlu görüyordum, ilk defa gülümserken görüyordum. Kameralara güzel oynardı hep ama sahte olduğunu bilirdim. Şimdi yüzündeki bu gülüş sıcacıktı. Annemin yanında gerçekten mutlu olduğunu görmek kalbime ağır gelmişti.

Çerçeveyi yerine koyarken bakışlarım gardıroba takıldı. Adımlarım beni oraya götürdüğünde kapağı açtım. Kadın giysileri karşıma çıktığında derin bir iç çektim. Her şey yerli yerinde duruyordu. Sanki annemin gidişiyle hiçbir şey bozulmamıştı. Kıyafetleri bile onun astığı şekildeydi muhtemelen. İçimde öyle büyük bir boşluk vardı ki, anne ne demek bilmediğim için bir şeyler hissedemiyordum sanki.

Hiçbir şeye dokunmadan gardırobun kapısını kapatacağım sırada rafta duran defter çekti dikkatimi. Eski bir defterdi. İçimdeki dürtüyle defteri elime alarak gardırobun kapağını kapattım. Yavaşça yatağa oturduğumda etrafıma bakındım. Boran yoktu, muhtemelen beni yalnız bırakmak istemişti.

Defterin kapağını açtığım anda karşıma çıkan ultrason fotoğrafı anında gözlerimin dolmasına neden oldu. Ultrason fotoğrafının altında el yazısıyla bir not düşülmüştü. “Bebeğimin ilk fotoğrafı.” Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken nefes alamadım.

Sayfayı değiştirdiğimde başka ultrason fotoğrafları karşıladı beni. Ay ay, gittiği her kontrolde yapıştırmıştı fotoğrafları. Kendi düşüncelerini yazmıştı. “Doktor doğumun riskli olacağını söyledi ama ben senden asla vazgeçmeyeceğim bebeğim, biliyorum bizim çok güzel zamanlarımız olacak…”

Adnan’ın bahsettiği buydu. Öleceğini bile bile beni doğurmak istemişti. Mutlu olacağımıza inanmıştı ama beni büyük bir yükle bırakıp gitmişti. Onun suçu değildi belki ama anlamını bile bilmediğim bir yoksunlukla büyümüştüm. Hep eksik, hep suskun bir tarafımla.

Deftere yeniden baktım. Yazdığı satırlar hâlâ sanki taze mürekkep gibi parlıyordu. Her kelime bir annenin korkusuyla cesaretini iç içe taşıyordu. Sevgisi, hayatına rağmen beni seçmişti. Ama benim hayatım boyunca taşıdığım şey onun sevgisi değil, yokluğuydu.

Parmaklarım titreyerek çevirdim sayfaları. Her biri, annemin iç sesiydi sanki. Her bir kelimede beni saran bir sıcaklık vardı ama aynı zamanda derin, iliklerime işleyen bir eksiklik. Bazı satırlar aceleyle yazılmış gibiydi, bazıları ise uzun uzun düşünülerek. Sanki o anki duygusuna göre şekillenmişti kaleminin ucu. “Bugün ilk kez kıpırdadın. Minicik bir kelebek gibiydin içimde. Ağladım. Hem korkudan hem sevinçten... Baban seni hissettiğinde gözleri doldu... Keşke çekebilseydim o anı.”

Kaşlarım çatıldı okuduğum cümleyle. Beni hiç istemediğini söylemişti, hatta anneme aldırmak istediğini söylediğinden bahsetmişti. Şimdi burada yazanla onun söylediği şey çelişiyordu.

“Doktor riskin geçtiğini söyledi, inançlarım boşuna değilmiş meleğim. Çok güzel zamanlarımız olacak.” Okuduğum cümle ile iç çektim. Nasıl inançla yazmıştı bu cümleleri. İçten, derinden. Ama istediği gibi olmamıştı hiçbir şey.

Bugün Adnan, hastaneden dönerken bana bir çiçek getirdi. Öylesine, sebepsiz. Sadece yüzüm gülsün diye…
Ama aslında bugün farklıydı. Doktor kalp atışlarını dinletti bize. O an… Adnan’ın yüzünü hiç böyle görmemiştim.
Önce gözleri büyüdü, sonra ellerini yumruk yaptı. Sanki o an bütün dünya sustu da sadece o ritim çaldı kulaklarımızda.
Gözleri doldu. Gözyaşlarını saklamaya çalıştı ama ben fark ettim.
Dizlerinin bağı çözüldü. Yanıma çöktü, alnını karnıma dayadı. ‘Hoş geldin kızım…” dedi.

Risk geçtikten sonra baban sana daha da bağlandı. Hep bir kızı olmasını istediğini söyledi, seni daha karnımdayken bile çok sevdi. Eminim doğduğunda baba kız çok iyi anlaşacaksınız. Kız çocukları babalarına düşkün olur derler, eminim sende babana çok düşkün olacaksın. O da sana. Daha şimdiden hediyelere boğuyor, odanı bile hazırladı.”

Okuduğum cümlelerden sonra hıçkırıklarıma engel olamadım. Bir zamanlar sevdiği kızını bugün öldürmeye çalışacak kadar zalim bir adamdı o. Okuduklarıma inanamıyordum. Daha anne karnında bağ kurmaya çalıştığı evladını şimdi nasıl yok sayıp düşman kesiliyordu, nasıl bir psikolojiydi bu? Kalbim bu acıya dayanamıyordu artık.

Bakışlarımı çerçevedeki fotoğrafa çevirdiğimde büyük bir burukluk geçti içimden. Annem yaşasaydı, bugün her şey nasıl olurdu, mesela ben baba sevgisi ne demek anlar mıydım o zaman?

Defteri kapatarak oturduğum yerden ayağa kalktım. Defterle birlikte odadan çıktığımda hemen kapının kenarındaki duvara yaslanmış yere doğru bakan adamı gördüm. Adım seslerimi duyup başını kaldırırken göz göze geldik. Yüzünde endişe vardı. Gözleri, sanki bir şey söylemeye hazırlanıyordu ama kelimeler boğazında düğümlenmişti.

Onun yerine ben konuştum. “Odam hazırmış…” diyebildim sessizce. Başını salladı. Belki de evi gezerken görmüştü. Başıyla odalardan birini işaret ederken tahminim doğrulanmış oldu. Yavaş adımlarla işaret ettiği odaya girdiğimde nefesim boğazımda düğümlendi.

Toz pembeye boyanmış duvarlar, beyaz gardırop, beyaz beşik… Sade ama hoş bir odaydı. Kapıda dikilirken kurdukları hayalleri düşündüm. O hayaller annemle birlikte uçup gitmişti.

Odanın eşiğinde öylece kaldım. Bir adım atmaya cesaret edemedim önce. İçimde tuhaf bir yankı vardı; bir yandan ait olduğum yer gibi, bir yandan da tamamen yabancı. Her şey fazlasıyla düzgün, fazlasıyla tamam görünüyordu. Ama ben, içimdeki eksiklikle bu odaya ait olamazdım.

Tavanın köşesine iliştirilmiş küçük bir dönence vardı. Renkli yıldızlar, aylar, bulutlar... Sanki biri her gece başucumda dönsün, huzur versin diye seçmişti. Beyaz beşiğe yaklaştım. İçinde hiç kullanılmamış dantelli minik bir yorgan vardı.

Kapının kenarından Boran’ı fark ettim. Beni izliyordu, sessizce. Odaya girmemişti ama varlığıyla arkamda durduğunu hissettim. Ona dönmeden konuştum. “Bana hazırlanmış bir hayat bu. Ama ben hiçbir zaman içine doğamadım.”

Beşiğe dokunurken Boran’ın arkamdan yaklaştığını hissettim. Arkamdan kollarını belime sarıp yanımda olduğunu hissettirmek istercesine kollarını sıkılaştırdı. Nefes alışını, kalbinin ritmini hissedebiliyordum. Sanki arkamda duran bir dağ gibi, ona yaslanmamı istiyormuşçasına sarıp sarmalamıştı bedenimi. Kollarının sıcaklığı, soğuk odadaki boşluğu dolduruyor, içimi huzurla kaplıyordu. Yanımda böyle bir güvence olduğunu bilmek, sarsılan dünyamda bir liman bulmak gibiydi.

Başımı hafifçe omzuna yasladım tüm yükümü, korkularımı o an paylaşmak istercesine. Bu sarılış sadece bir dokunuş değil, bana güç veren, yıkılmış parçalarımı bir araya getiren sessiz bir sözleşmeydi. “Bazen insanın hayatı, başkalarının hayallerinin içinde sıkışır kalır. Ama sen artık kendi hikayeni yazıyorsun.” Dediğinde sessiz kaldım.

Odanın sessizliğinde, Boran’ın kollarının sıcaklığıyla sarılmış halde, yeni bir başlangıcın ilk nefesini aldım. Annemle tanışmak belki ağır gelmişti, daha öğreneceğim şeylerde vardı eminim ki. Defteri henüz tamamen okumamıştım. Okuyacaktım. Belki o zaman daha da arınırdım geçmişimden, biraz daha iyi hissederdim ama şimdi hazır değildim. Babamın bana olan nefretini bilirken sevgisini okumak istemiyordum…

 

◔◔◔

Birkaç gün sonra…

Laptopumu kapatarak derin bir nefes aldım. Bugün hafta sonu olduğundan bir danışanımla görüşmem vardı. Ofise gitmeyip odamda online olarak gerçekleştirmiştim görüşmeyi. Yaklaşık bir saat kadar süren görüşmeden sonra oturduğum yerden kalktım. Bakışlarım komodinin üzerindeki deftere takıldığında iç geçirdim. Bir yanım defteri okumak istiyordu, diğer bir yanım Adnan Aral’ın o hallerine yüreğimin dayanmayacağını, beni bir suçlu gibi hissettirmeye devam ettireceğinden emin olduğu için okumama izin vermiyordu.

O gün bu konu hakkında konuşmamıştık eve geldiğimizde. Boran bana zaman tanımıştı, bende konuyu açmamıştım. Aksine yatakta birbirimize sarılırken sessizlikte huzuru bulmuştuk. Sonra da yeni bir sabaha uyanmıştık ve hayatımıza devam etmiştik.

Odamdan çıkıp merdivenlerden indikten sonra bakışlarım evin içinde gezindi. Boran buralarda değildi. Bugün işe gitmeyecekti doğal olarak. Ben seansa başlamadan Giray ve Korkut ile konuşacağını söylemişti, belki de onlarla konuşuyordu. Salondan evin bahçesine çıktıktan sonra etrafa bakındığımda yine orada olmadığını gördüm.

Daha sonra aklıma aşağıda yani spor odasında olabileceği geldiğinde adımlarımı oraya doğru attım. Merdivenlerden inip en son basamağa ulaştığımda tahminimde yanılmadığımı anladım. Buradaydı. Şınav pozisyonu almıştı ve şınav çekiyordu. Omuz kasları her nefeste biraz daha geriliyor, sırtındaki ter teninde küçük parıltılar yaratıyordu. Gözleri yere sabitlenmişti ama beni fark ettiğini hissettim. Sessizliği bozmayarak bir süre onu izledim.

Bir… iki… üç… Ritmik bir şekilde devam etti. Her inişinde nefesi içeri çekiyor, çıkarken kısa ama derin bir soluk veriyordu. Saymadım ama en az kırk olmuştu sanki. Sonunda yavaşça dizlerini yere bıraktı, alnını terden silerken başını bana çevirdi.

“Beni izlemeyi sevdiğini bilmiyordum.” Nefes nefese ama keyifli bir şekilde söylediği cümle gülümsedim. “Şikâyetin varsa gidebilirim.” Diyerek merdivenleri işaret ettiğimde flörtöz bir biçimde güldü. “Şikayet etmek mi, hoşuma gider aksine.”

Adımlarımı ona doğru atarken elimi uzattım kaldırmak için. Boran anında elimi tutup dizlerinin üzerinden kalkarken bedeni hâlâ antrenmanın izlerini taşıyordu. Göğsü hızlı inip kalkıyor, derin nefesleri her şeyi daha da fark edilir kılıyordu. “Bitti mi seansın?”

Başımı salladım sorusuna cevap olarak. “Bitti, seni aradım evin içinde burada olduğun sonradan aklıma geldi. İyi ki de gelmişim.” Diyerek bakışlarımı hafifçe göğsüne kaydırdım. Terden parlayan teni ve hâlâ dinmeyen nefesi gözlerimi oradan çekmemi zorlaştırıyordu. Gözlerimle ne kadar çok şey söylediğimi fark ettiğinde, dudaklarında o tanıdık hafif alaycı gülümseme belirdi. “Bakışların anlatıyor zaten, daha önce böyle hayran hayran bakıldığımı anımsamıyorum hiç.”

Yanaklarım ısınırken gözlerimi kaçırdım. “Hayran hayran bakmadım.” dedim hemen ama sesim utancımı gizlemekte yetersizdi. Boran bu halimle daha da keyiflendi. “Tabi canım sadece detaylıca incelemek istedin sanırım.” Dediğinde kaşlarım çatıldı ve koluna doğru vurdum. “Pislik yapma, nasıl zevk alıyor şuna bak.”

Boran kahkaha attı, sesi spor salonunun duvarlarında yankılandı. Elini kolunun üzerine götürüp dramatik bir şekilde tuttu sanki vurduğum yer canını yakmış gibi. “Şiddete başvuruluyorsa demek ki hedefi tam on ikiden vurmuşum.” dedi göz kırparak. Ben hâlâ gözlerimi kaçırıyordum ama dudaklarımda bastıramadığım bir gülümseme vardı. O kadar gizleyememiştim hislerimi. O da bunun fazlasıyla farkındaydı.

“Gerçekten hoşuma gidiyor böyle utanman.” dedi yumuşak bir ses tonuyla. Artık alaycı değildi, daha içten bir tını vardı sesinde. Elini yanağıma yaslarken yüzümü saklamama engel oldu. “Normalde her şeye bu kadar sakin, kontrollü yaklaşırken böyle yakalanman…” Gözlerini gözlerime kilitledi. “Bana özel bir şeymiş gibi hissettiriyor.”

“Sana özel zaten…”

Boran’ın parmakları yanağımda bir an kıpırdamadan kaldı. Sözlerimi duyunca, yüzündeki o yaramaz ama aynı zamanda ciddiyet taşıyan ifade yerleşti. Gözlerinde bir anlığına alışık olduğum flörtün ötesinde bir şey parladı sanki söylediklerim onun da hazırlıksız yakalanmasına neden olmuştu. “Tekrar söyle.” dedi, sesi neredeyse fısıltı şeklindeydi.

“Ne?” dedim ama sorum boşunaydı. Gayet iyi biliyordum neyi kastettiğini. “Bana özel olduğunu.” Dedi tekrar. Gözlerimi kaçırmadım bu sefer. Geri adım atmadım. Elini yanağımda hissediyordum hâlâ ve o sıcaklık bana bir tür cesaret vermişti. “Sen zaten farkındasın.” dedim. “Ama madem bu kadar duymak istiyorsun... Sana özel.”

Bir şey demedi hemen. Sadece gülümsedi. Bu kez alaycı ya da muzip değildi o gülümseme yavaş, derin, kabullenici bir gülümsemeydi.

Nice sonra konuşan ben oldum. “Aslında bende bir şeyler yapmak istiyorum. Senin kadar profesyonel değilim tabii ama ben de azıcık formda kalmalıyım, değil mi?” Boran, başını hafif yana eğerek bakışlarını üzerimde gezdirdi. “Bence gayet formundasın. Ama sırf bu bahaneyle yanımda biraz daha kalacaksan, sana hemen bir mat sererim.”

Gözlerimi devirdim ama gülümsemem gitmemişti yüzümden. “Pislik yapmaya devam ediyorsun.” diye mırıldandım. “Flörtün hakkını veriyorum diyelim.” dedi göz kırparak. Sonra geriye doğru birkaç adım atarak spor minderlerinden birini yere serdi. “Buyurun hanımefendi.”

Adımlarım dambılların bulunduğu kısma ilerlerken Boran’ın sesini işittim. “Daha önce kullandın mı?” dediğinde başımı iki yana salladım. Spor salonu deneyimim olmamıştı birkaç kez pilatese gitmiştim. “O halde izin ver, ben yardım edeyim.” Dedikten sonra benim yerime bana uygun olacak dambılları aldı.

O sırada bende üzerimdeki göleğin düğmelerini çözmeye başladım. Seans yapacağım için sporcu atletimin üzerine beyaz yazlık bir gömlek giymiştim. Boran’ın bakışlarını bir anlık üzerimde hissettim. Gömleğin düğmelerini çözüp üzerimden çıkarırken gözleri gömleğin her düğmesini çözüp yavaşça omuzlarımdan kaydırdığım anın her detayını inceliyordu.

Genzini temizleyerek bakışlarını kaçırdığında yüzümde yamuk bir gülümsemeyle baktım yüzüne doğru. Ardından saçlarımı toplayıp yanına ilerleyerek konuştum. “Ne yapıyoruz.”

Yanına ulaştığımda dambılları elime vererek “Öncelikle duruş önemli.” dedi ve vücudumu hafifçe düzeltti. Göğsümü öne çıkarmamı, omuzlarımı geriye çekmemi sağladı. Elleri dokunduğu yerdeki sıcaklık bambaşkaydı. “Şimdi yavaşça kaldır. Dirseklerini çok açma, kolun biraz bükülü kalsın. Gücünü omuzdan al, ama kontrollü ol.” diye ekledi.

Söylediklerini dikkatle uygulamaya çalıştım ama hareket biraz garip ve zor geliyordu. Boran hafifçe önümde duruyor, elleri gerektiğinde destek için hazır bekliyordu. Her seferinde elimi tutup yönlendiriyordu, bazen avucunu bile hafifçe bileğimde gezdiriyordu.

O yakınlık içimde kıvılcımlar saçıyordu. Dambılı kaldırmaya çalışırken göz göze geldik. Gözlerindeki o derin bakış hem öğretmenin sabrını hem de bir yandan içten bir heyecanı saklıyordu. “Çabuk öğreniyorsun.”

“Sayende.” Dedim dikkatimi toplamaya çalışarak. Boran tebessüm etti. “Güç sende, sadece rehberlik ediyorum.”

Nefesimiz neredeyse birbirine karışıyordu. Hareketimi yönlendirmek için ellerini hafifçe bileğimden dirseğime doğru yukarı kaydırdı. Ellerinin sıcaklığı kolumda yankılandı, tıpkı geçmişte ilk dövüş antrenmanımızda hissettiğim gibi ama şimdi çok daha farklı, çok daha samimiydi her şey. Kollarım yoruluncaya kadar dambılı kaldırıp indirirken Boran’ın sorusunu işittim. “Seninle ilk dövüş çalıştığımız günü hatırlıyor musun?”

Kafamı kaldırıp ona baktım. “Unutmam mümkün mü? İki dakika içinde yerdeydim.” Gülümsedi ama içinde hafif bir özlem vardı. “Ama sonra toparlandın. Hatta beni birkaç kez şaşırttın. Sonuncuda sen beni yere sermiştin.”

O sözler, hafifçe kıpırdanan kalbimde bir sıcaklık yarattı. O ilk dövüş antrenmanlarımızı düşündüm; terli, yorucu dakikalar, birbirimize meydan okuduğumuz, öğrenmenin ve güçlenmenin sancılı ama değerli süreci. Sonunda tenlerimiz bir nefes kadar birbirinden uzakken ilk kez orada öpmeyi düşünmüştüm onu. İlk kez orada ondan etkilendiğimi kabullenmiştim.

“Rövanşa var mısın?” dedim alaylı bir tonda. Onu yenemeyeceğimi bende biliyordum ama maksat birlikte bir şeyler yapmaktı. Ayrıca ondan bir şeyler öğrenmek bana zevk veriyordu, mutlaka bir gün işime yarardı.

Boran hafifçe gülümsedi, gözlerini kısıp beni dikkatle süzdü. “Rövanş mı? Güzel fikir ama hazır ol, kolay pes etmem.” dedi sesi derin ve davetkârdı. Adımlarını yavaşça bana doğru attı, aramızdaki mesafe bir anda azaldı. Elimdeki dambılları kenara koydum.

Göz göze geldiğimiz anda Boran ilk hamleyi yaptı. Yavaşça ama kararlı bir şekilde üzerime doğru yaklaştı. Ellerini omuzlarıma koyduğunda, teninin sıcaklığı ellerimden kalbime damarlarımda bir kıvılcım gibi yayıldı. Kalbim beklenmedik bir hızla çarpmaya başladı, nefesim daralmıştı. Hafifçe bastırarak dengemi bozmak istedi, bu basit hareket bile içinde fırtınalar koparan bir elektrik gibi vücudumu sardı. Dengenin sınırlarında durmaya çalışırken, ellerimiz istemsizce daha sıkı temas etti, parmakları omuzlarımda nazikçe dolaştı.

“Hazır mısın?” diye fısıldadı, nefesi yüzüme dokunduğunda zaman yavaşladı sanki. Gözlerindeki o derin, dikkatli bakışta kayboldum.

Ancak hızlıca toparlanarak ben de karşılık verdim, kalbimin ritmi hala deli gibi atarken bir adım öne çıkarak hafifçe sol kolunu kavradım. Hızla, yumuşak ama kontrollü bir hamleyle onu hafifçe sağa doğru savurdum. Boran dengesini kaybetmek yerine dengemi bozmama izin verdi, gözlerindeki o hafif alaycı gülümseme bana cesaret verdi ve anında karşı saldırıya geçti.

Bir eliyle belimi kavrayıp beni hafifçe çekti, diğer eliyle kolumu tutarak yavaşça çevirdi. Dönerken bedenlerimiz birbirine yakınlaşmış, nefeslerimiz karışmıştı. O an, kalbim göğsümde sanki yerinden çıkacakmış gibi atıyor, ellerim hafifçe titriyordu. Aramızdaki mesafe yok gibiydi; sadece kalplerimizin ritmi vardı.

“İyi gidiyorsun,” dedi boğuk bir sesle, gözlerinde hafif bir gurur parıltısı vardı. Ben de alaycı bir gülümsemeyle “Daha yeni başlıyorum,” dedim. Karşı savunmaya geçmeye niyetlendim; ellerim hızla hareket edip Boran’ın kollarından kurtulmak için refleksle ayağımla bir çelme takmaya çalıştım. Fakat Boran bu hamlemi öngörmüş gibiydi; ani bir hareketle sırtımı göğsüne yasladı, ağırlığıyla dengemi bozdu. O an bütün gücümü kullanarak direnmeye çalışırken, dengem iyice kaydı.

“Kontrol sende hâlâ ama benden kaçamazsın,” dedi oyunbaz bir tonda. Hızlanan nefesleri göğüs kafesinin hızla inip kalkmasına neden olurken kalp atışlarını da sırtımda hissediyordum. Aynı anda konuşurken de nefesi boynuma vuruyor, tenimiz arasındaki sıcaklığı daha da yoğunlaştırıyordu.

Dengenin ince bir çizgide sallandığını hissettim. Kalbim göğsümde şiddetle atıyor, nefesim biraz daha kesiliyordu. İkimiz de birbirimize nazik ama kararlı hareketlerle meydan okuyorduk. Sonunda yaptığım son hareketle, ikimizin de dengesi tamamen bozuldu.

O ilk dövüşümüzde olduğu gibi, yere doğru düşerken düşüşüm sert olmasın diye adeta aramızdaki tüm geçmiş anları hatırlatır şekilde Boran yine refleksle elini başımın altına yasladı… O küçük, düşünceli hareket kalbimin içinde tatlı bir sızı bıraktı. O an, sadece bedenimi değil duygularımı da koruyordu sanki.

Sırtım minderle buluşurken, Boran’ın gövdesi dikkatli ama kaçınılmaz bir şekilde üzerime kapandı. Vücudu bana o kadar yakındı ki aramızda tek bir nefeslik mesafe bile kalmamıştı. Sıcaklığı tenime işledi, her nefesi yanaklarımda dolaşıyor, kalbimin ritmini hızlandırıyordu.

Ellerim, içgüdüsel bir şekilde onun omuzlarına tutundu. Parmaklarım sert ama sıcak kas yapısına temas ettiğinde içimde istemsiz bir ürperti yükseldi. Onun bakışları da gözlerime kilitlenmişti; belki de ilk kez bu kadar yoğun ve susturucu bir şekilde bakıyordu bana. Gözlerinde o tanıdık sakinlikten çok daha fazlasını barındıran ifade vardı korumacı ama aynı zamanda yakıcı bir istek taşıyan bir ifade.

Nefesim göğsümde sıkıştı. Ne ondan uzaklaşmak istedim ne de bu anı bozmak. Zaman, Boran’ın yüzü benimkine yaklaştıkça daha da yavaşlamış gibiydi. Saçlarım mindere dağılmıştı, ellerim omuzlarındayken baş parmaklarım istemsizce boynuna doğru kaydı.

“Bu sana tanıdık geldi mi?” dedi alçak bir tonda, sesi neredeyse bir fısıltı kadar hafifti ama etkisi derindi. Gözlerini gözlerimden ayırmadan bakışlarını dudaklarıma kaydırdı, sonra yeniden gözlerime döndü. Gülümsemeden edemedim. “Fazlasıyla…” dedim fısıltıyla.

Dudaklarım neredeyse onun dudaklarına değecek kadar yakındı. O anın içinde sadece biz vardık; ses yoktu, zaman yoktu. Birden dudaklarımı ona doğru sanki öpecekmişim gibi yaklaştırdım ama öpmedim. Sadece dikkatini dağıttım. O da doğal olarak gözlerini hafifçe yumdu, nefesi bende durdu. İşte o anda dizimi hafifçe bedenine yaslayıp bir dövüş refleksiyle ağırlık merkezini bozdum ve hızla hamle yaparak yer değiştirdim.

Geriye doğru yuvarlanırken artık ben üstteydim. Karnının üzerine gelecek şekilde oturdum üzerine. Bedenim onun bedenine yaslanmışken bakışlarımız bir kez daha buluştu. Boran’ın yüzündeki şaşkınlık birkaç saniye sürdü, sonra dudaklarının kenarında o bildik derin gülümseme belirdi.

“N’oldu?” dedim hafif eğilerek sesimi bilinçli olarak yumuşatıp fısıltıya yaklaştırarak. “Kontrol hâlâ bende galiba?”

“Hiç fena değil.” diye mırıldandı. Elleri, önce olduğu yerde kaldı; sonra temkinli bir şekilde belimin iki yanına yerleşti. Gözlerinde o tanıdık oyunbazlık yeniden belirmişti ama bu kez onun altında başka bir şey vardı, daha derin, daha dürüst bir his.

Nefeslerimiz hâlâ yüksek, tenimiz hâlâ sıcaktı. Parmaklarım, istemsizce göğsüne yaslandı. Derin bir nefes aldı; gözleri gözlerimde sabitti ama dudaklarıma ara ara yönelen kısa bakışlar, içinden geçenleri saklayamıyordu. “Bana karşı oldukça stratejik davranıyorsun,” dedi alçak bir tonda, dudaklarının kenarı hafif yukarı kıvrıldı. “Önce dikkatimi dağıtıyorsun, sonra alt ediyorsun. Tehlikeli bir kombinasyon.”

Boran’ın gözlerinde parlayan o oyunbaz ışık, bir anda yerini daha koyu bir bakışa bıraktı. Dudakları hâlâ gülümsüyor gibi dursa da ses tonu belirgin biçimde ciddileşti. “Bu kombinasyonu…” dedi yavaşça, başını hafifçe yana eğerek beni daha dikkatli inceledi. “Başkasına uyguladığını görürsem hoşuma gitmeyebilir.”

Söyledikleri kulağıma sanki yalnızca kelime değil, içindeki düşüncenin çıplak hali gibi geldi. Bu bir uyarı değildi, daha çok bir sitemle karışık kırılmaktan korkan bir adamın iç sesi gibiydi.

Alaycı bir gülümsemeyle kaşlarımı kaldırdım. “Yani sadece senin üzerinde mi denememe izin var?” Bakışları sabit, yüzü ciddiyetini koruyordu ama sesi yumuşaktı. “Hayır. Sadece başkasının bu kadar yakınında olmanı izlemeyi kaldıramam.”

Bu itiraf beklemediğim bir içtenlikteydi. Ne şaka vardı içinde ne de abartı. Gözlerinin içine bakarken içimde yankılanan şey karışık, sahiplenici, dürüstçe bir aidiyet duygusuydu. İçim ısındı. Ellerimi usulca göğsüne yerleştirirken yüzüne doğru eğilip fısıltıyla cevapladım. “Merak etme. Bu taktik sadece bir kişiye özel.”

Boran’ın elleri belimde biraz daha sıkılaştı, bedenindeki gerginlik yerini tatlı bir gevşemeye bırakırken boğuk bir sesle karşılık verdi. “Bak o zaman hoşuma gidebilir.”

O sözler, kulağıma bir vaatten çok bir kabulleniş gibi geldi. Artık aramızda söylenmeyen şeyler azalıyordu. Sanki kelimeler anlamını yitiriyor, yerini bakışlara, dokunuşlara, kalp atışlarının sessiz uyumuna bırakıyordu.

Yüzüm onunkine daha da yakındı artık. Aramızda sadece nefeslerimiz vardı. Boran’ın gözleri kısa bir an dudaklarıma kaydı, sonra tekrar gözlerime döndü. Sadece o anda kalmak istedim. Onunla. O dokunuşun, o sıcaklığın, o dürüstlükle söylenmiş cümlelerin arasında…

Ve bu defa, tereddüt eden yoktu.

O an dudaklarımızı buluşturan ben oldum. Gözlerimi kapattım, kendimi tamamen o anın büyüsüne bıraktım. İçimdeki bütün duvarlar yıkıldı, sadece Boran vardı. Öpücüğümüz bir son değil, yeni bir başlangıcın ilk nefesi gibiydi. Yumuşak, yavaş, ama altında gizli bir yoğunluk taşıyan bir öpücüktü.

Zaman durdu, kalplerimiz birlikte atarken, aramızdaki bağ daha da güçlendi. O an, hiçbir şeyin önemi kalmamıştı; sadece biz, birbirimizin varlığı ve o saf sevgi vardı…

*****

Spor salonundaki eğlenceli vaktimizden sonra ikimizde odalarımıza çıkarak duş almıştık. Daha sonra da birer kahve yaparak salona geçip oturmuştuk ve şimdi karşılıklı sohbet ederek kahvelerimizi yudumluyorduk.

“Kasanın şifresini değiştirdim ama kimin yaptığı henüz belli değil. Ben Adnan’ın yaptığını düşünüyorum.” Diye kendi fikrimi dile getirdiğimde Boran dudaklarını büzdü. “Ondan başka biri olduğunu bende düşünmüyorum. Amacı abinle aranı bozmaktı ya da benim ailemle aramı bozmamdı muhtemelen ama bu bilgiye nereden ulaştığı o önemli. Bilen çok az kişi vardı.”

“Şüphelendiğin biri mi var?” dedim meraklı bir şekilde. Boran başını iki yana salladı. “Bizden birisi değildir ama yine de tedbirli olmakta fayda var. Kamera görüntüleri silindiğine göre işini iyi yapan biri ya da Adnan emri iyi vermiş. Cezaevinde kimlerle görüşüyor bilsek belki işimize yarar fakat bilemeyiz.”

Bilemezdik tabii ki. Kimin eli kolu o kadar uzundu ki. Savcı veya hâkim tanıdığımız olmadıktan sonra zordu. Sessiz kalarak kahvemden içtim. Garipti ki Zümra babaanne ve abim dışında kimseye gitmemişti mesaj. Ömer Bey sayesinde mesaj atanın telefonuna ulaşmayı denemiştik ancak bir sonuca ulaşamamıştık. Kullan at bir numaradan gitmişti mesaj.

“Sence başka birisine atar mı?” dedim aklımdaki soruyu dile getirerek. Boran başını iki yana salladı. “Hayır. Gönderseydi çoktan gönderirdi. Amacına ulaşamadı.” Dediğinde iç çektim. Ben tam olarak emin olamıyordum ve bu konu beni geriyordu.

“Gerilmene gerek yok güzelim. Açıklayamayacağımız bir şey yok. Mantık evliliği olduğunu söyleyip sonradan aşka döndüğünü açıklarız herkese. Basının hoşuna gider hatta bu durum.” Boran elimin üzerine elini yaslayıp gerginliğimi almaya çalışırken sıkıntıyla karşılık verdim. “Ben Türkiye’ye döndüğümden beri iki şirketin ismi de böyle şeylerle anılmaya başlandı, ben yokken başarılarınız konuşuluyordu.”

Söylediğim cümle ile Boran kaşlarını çattı. “Hala daha başarılarımız konuşuluyor. Her köklü ailede böyle skandallar olur.” Dedikten sonra ekledi. “Ben buna skandal olarak bakmıyorum ama. İki kalbin birbirini bulması ne zamandan beri hata sayılır oldu? Bu bizim hayatımız ve kader bizi bu şekilde bir araya getirmeye karar verdiyse ben bunu gözüm kapalı kabul ederim.”

Kararlı bir şekilde sarf ettiği sözlerle hayranlıkla baktım ona. Her seferinde sevgisinin arkasında duruşu çok hoşuma gidiyordu. Hayatımda verdiğim en doğru kararlardan biriydi Boran ile olmayı kabul etmek. Bir şey söylemeden sadece sevgiyle gözlerinin içine baktım. Bazen bakışlar kelimelerden daha fazla şey anlatırdı ve ben bunu çok kullanırdım.

Birbirimize sevgiyle baktığımız sırada kapının çalmasıyla birlikte elimdeki kahveyi bırakarak oturduğum yerden kalktım. Boranla birbirimize anlık olarak baktıktan sonra kapıya doğru ilerledim ve hiç beklemeden açtım. Kapıda Mert’i gördüğümde kaşlarım çatılırken merakla konuştum. “Mert?”

Muhtemelen Boran’da Mert’in ismini duyduğu için şaşırdığından hemen kapıya gelmişti. “Hayırdır aslanım?” O da benim gibi merakla Mert’e bakarken Mert elindeki zarfı bana doğru uzattı. “Yenge bu zarf sana gelmiş. Biraz önce getirdiler.” Beklemeden zarfı elime aldıktan sonra ilk önce arkasına baktım.

Birmingham Üniversitesi’nden gelmişti zarf.

“Tamam aslanım sen geçebilirsin yerine.” Boran Mert’e teşekkür ederek kapıyı kapatırken ben zarfı açtım hızlıca.

Ta buraya gelmeden başvurmuştum bu üniversiteye. Çoktan unutmuştum başvurduğumu. Ancak şimdi aldığım zarfta üniversitenin doktora programına kabul edildiğim yazıyordu….

 

Bölüm Sonu

‣‣‣ Bölümü beğendiniz mi, nasıldı?

‣‣‣ İnci ve Boran sahneleri hoşunuza gitti mi?

‣‣‣ Egemen ve Zümra hanım anlaşmayı öğrendiler, tepkileri nasıldı?

‣‣‣ Serap hanım ve İnci konuşması hakkında ne düşünüyorsunuz?

‣‣‣ İnci, annesinin onun için hazırladığı günlüğü buldu. Sahne hoşunuza gitti mi?

‣‣‣ Bölüm sonu hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce İnci gidecek mi?

Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…

Bölüm : 14.07.2025 18:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...