🖇️Sunumumun bitişinin şerefine bölümü hızlıca tamamladım ve size sürpriz yapmak istedim. Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur. Keyifli okumalar...
🖇️Lütfen satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın..
21. Bölüm
Birmingham Üniversitesi’nden gelmişti zarf.
“Tamam aslanım sen geçebilirsin yerine.” Boran Mert’e teşekkür ederek kapıyı kapatırken ben zarfı açtım hızlıca. Ta buraya gelmeden başvurmuştum bu programa. Çoktan unutmuştum başvurduğumu. Ancak şimdi aldığım zarfta üniversitenin doktora programına kabul edildiğim yazıyordu…
Kapının kapanma sesiyle birlikte elimdeki kâğıda bakmaya devam ettim. Büyük hayallerle başvurmuş bu programa. Sonrasında da akademiye katılmak gibi bir düşüncem vardı ama şimdi bu pek mümkün gibi görünmüyordu. Çok fazla sorumluluğum vardı ve bir de o vardı; kalbimi tekrar attıran adam.
Bakışlarımı kâğıttan çektiğimde tam karşımda dikilen adama baktım. Meraklı bir biçimde bana bakıyordu. Açıklama yapmam gerektiğinin bilincinde dudaklarımı araladım. “Birmingham Üniversitesi’nden gelmiş. Türkiye’ye gelmeden önce doktora programına başvurmuştum. Kabul edilmişim.”
Boran’ın gözlerinde bir anlığına beliren parıltıyı gördüm önce. Mutluluktu bu. Gözleri hafif kısıldı, dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı. Ama hemen ardından gelen gölgeyi de fark ettim; o ince kırılma, içini kemiren bir şeylerin işaretiydi. Gözleri hâlâ gözlerimdeydi ama bir yanı çoktan uzaklara savrulmuş gibiydi. “Bu harika bir haber.” dedi, sesi yumuşak ama içinde derin bir uğultu vardı. “Gerçekten... gurur duydum seninle. Tebrik ederim güzelim benim.”
Sıcak ama buruk bir tebessümle kurduğu o cümle kalbimin tam ortasına değdi. Gözlerindeki parıltıyı ama o parıltının hemen ardında saklanan gölgeydi beni asıl ürperten. Kalbimin ritmi değişti.
“Neden sessizsin, mutlu olmadın mı yoksa? Kabul almışsın, süper bir şey.” Derken sesi heyecanlıydı ama aynı zamanda buruktu da. “Mutluyum ama…” dedim usulca. Yutkunurken Boran’ın gözlerine baktım, hafifçe kaşlarını çatmış benden gelecek cümleyi bekliyordu. “Her şey artık eskisi gibi basit değil. Hayallerim vardı evet, hâlâ var... ama bazı hayallerin içi zamanla başka şeylerle doluyor. Şimdi sadece akademi değil içimde taşıdığım. Artık sen varsın.”
Boran’ın çatılı olan kaşları düzelmedi ama dudakları gülümsedi. O garip gülümseme hem beni anladığını hem de elimden kayıp gidecek bir geleceğin korkusunu taşıyordu. “Bu senin istediğin bir şey.” dedi Boran bana doğru bir adım atarak. “Yıllarını verdin bu hayale, değil mi? Belki de çocukluğundan beri bir gün yurt dışında okumanın, kendi alanında uzmanlaşmanın, akademide olmanın hayalini kurdun ve şimdi geldi o şans. Ben ise senin planlarının ortasında birdenbire belirdim.”
Başımı hızla iki yana salladım. “Hayır. Seninle tanışmak... sanki içimdeki bütün boşlukların yerini bulması gibiydi. Sadece hayal kurmayı değil, bir yere ait olmayı da seninle öğrendim.” Dedim gözlerinin içine bakarak. Her cümlen içine işliyordu, bunu bakışlarından anlıyordum.
“Peki bu aitlik...” derken sesinin titrediğini işittim. Ancak o bunu umursamadan elleriyle yüzümü avuçlarının arasına aldı. “Beni içinde taşıdığı sürece, o hayali nereye götürürsen götür fark eder mi? Ben her zaman yanında olurum senin. Evet seninle gelemem ama her anında yanında olmaya çalışırım.”
Sustum. Çünkü o an bir gerçek fark ettim. Sorun hayalin nereye gittiği değil, benim neyi yanında götürüp neyi geride bırakacağımdı. “Boran... ben senin elini bırakmak istemiyorum. Bu çok büyük bir şey olabilir, evet. Ama sen olmadan orada başarmamın bir anlamı yok. Geceleri döndüğümde anlatacak birini bulamayacaksam, sabah uyandığımda sesini duyamayacaksam... o başarı sadece kâğıt üzerinde kalır. İçimde yaşanmaz olur.”
“Benim yüzümden hayallerinden vazgeçmene gönlüm razı gelmez. Başarının önündeki engel olmaya tahammülüm yok benim.” Dedi sakince. Sesi öyle yumuşaktı ki, kalbimin en yorgun köşesine kadar ulaştı. Ama o sakinlik... içinde bir kabulleniş gizliyordu. Sanki beni yüreğinde tutmaya çalışıyor ama bir yandan da elimden kayıp gitmeme razı olmaya zorluyordu kendini.
Bende ondan farksız değildim zaten. “Vazgeçmek değil bu…” dedim kendimden emin bir şekilde. “Sadece yön değiştirmek belki. Belki de... seni kaybetmeden ilerleyebileceğim başka bir yol aramak. Çünkü senin olmadığın bir başarıya ben zafer diyemem. Kutlanmayan bir şeyin anlamı yok Boran.”
Boran başını eğdi hafifçe, gözleri yere kaydı. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra konuştu. “Seni sevmenin en zor yanı, sana sınır çizememek. Her şeyinle gurur duyuyorum. Gitmek istersen arkanı dönüp bakmadan git, diyecek kadar çok seviyorum seni. Ama içimde bir çocuk var… her gün seninle uyanmaya alışmış ve o çocuk, sensizliği hiç bilmiyor. Ama bir gün bu gitmeyişin içinde ukde olarak kalacağını bilmek, bir gün pişman olacağın düşüncesi tüm bunların üzerinde İnci.”
Bu cümledeki yükü sezmiştim. O, benim kalmamı isteyen adam değildi sadece. Aynı zamanda, bir gün gözlerime bakıp da “Keşke gitseydim,” deyişimi kaldıramayacak bir adamdı. Ve ne garip... Ben de onu hiç bırakmak istemezken, o benim bir gün kendime darılmamdan korkuyordu. İşte sevmenin gerçek şekli de buydu belki. Kendinden önce karşındakini düşünmek. Kendi yalnızlığını göze alıp, onun kırılmamış bir kalple ilerleyebilmesini istemek.
Bakışlarını benden kaçırmadı. Yüzüme ama daha çok içime bakar gibiydi. “Şu an içimden geçen tek şey, senin bir gün bu evde, bu şehirde, benim yanımda kaldığın için pişman olman.” dedi kısık bir sesle. “Çünkü sevgi… bazen insanın en çok kaçmak istediği şey olur. Eğer içinde bir ukdeye dönüşürse, o sevgi artık ne seni besler ne beni. Sadece ikimizi de yavaşça kurutur.”
Bu cümleyle ben onun yüzünü avuçladım. Birbirimize tutunuyorduk ama aynı zamanda bırakmamak için de mücadele ediyorduk. “Boran… Ne kadar büyük bir hayalin içinde olursam olayım, aklım hep senin sesini arayacaksa, başardığım şey eksik kalır. O eksikliği de ben değil, sen tamamlıyorsun. Bunu en baştan beri biliyorum.”
Yutkundu. Gözleri parladı. Bu kez gölgelenmemişti. Belki hâlâ içinde soru işaretleri vardı ama beni anlamıştı. Belki de en çok bunu istiyordu; karar vermemi değil, hissettiklerimi net bir şekilde bilmesiyi.
“Eğer bir gün gerçekten gidersen. Sadece senin için en doğrusu olduğuna inanarak git. Beni geride bırakman değil korkum. Kendi içini yarım bırakmandan korkuyorum. Çünkü senin içinde kırık bir yer olursa, ne kadar yanında olsam da ulaşamam oraya. O yarayı iyileştiremem. O yüzden... o ihtimali bile sevmiyorum. Sırf benim yanımda kalmak için kendi hayalinden vazgeçersen... işte o gün, bizim aramızda kırılmayan tek şey çatlamış olur.”
Kalbim sıkıştı. Onun bu kadar doğru, bu kadar derin konuşabilmesi... beni bir kez daha ona aşık etti.
Ama içimde bir ses vardı. Sessizce, sabırla fısıldayan. “Hayal, illa bir coğrafyada gerçekleşmez,” diyordu.
Parmaklarım çenesinde, sonra yanağında gezindi. Gözlerinin içine bakarak mırıldandım. “Sana söz veriyorum, yarım kalmayacağım. Ama seni yarım bırakarak da tamamlanamam. Belki Birmingham değil ama başka bir yer, başka bir yol... Seninle çizeceğimiz bir rota vardır ve ben, seni arkamda bırakmadan yürümek istiyorum o yolda.”
Gülümsedi. Bu kez, gerçekten. Gözleriyle birlikte güldü. “Beraber çizeriz o rotayı. Gerekirse her sabah seni o programın kapısına bırakırım. Gerekirse araştırır, hocalara ulaşırız. Senin ışığını bir tek Birmingham mı görsün sanıyorsun? Bu şehirde seninle aydınlanır İnci.”
Başımı eğdim. Gülümsedim. O an anladım ki, bazen insanın rotası hayallerle değil, kalple çiziliyordu.
Ve benim pusulam çoktan kararını vermişti. Doktora işi şu an için mümkün olmazdı bunu biliyordum ama belki her şey yoluna girdiğinde bende ona odaklanırdım…
◔◔◔
Mert aracımın kapısını açtığında hiç beklemeden araçtan indim. Boran’ın arabasının hemen yanında duran Fatih’e baş selamı verdiğimde o da benimkini aldı. Boranla bir saat önce konuşmuştuk ve Cihanların restoranda öğle yemeği yemek için plan yapmıştık. Boran şirket dışında bir toplantıda olduğunu ve buraya yakın olduğunu söylediği için ben Mert ile gelmiştim.
Kapıdan girerek restoranın içine ilerlerken gördüğüm şeyle durdum.
Zaman sanki birkaç saniyeliğine dondu o anda. Gözlerim bir anda yan yana sıralanmış tanıdık yüzlerle karşılaştı. Ortam beyaz ve altın tonlarında zarif, sakin ama anlamlı bir şıklıkla süslenmişti. Pastel renkli balonlar, tüller, mumlar… Tam karşımda Derin vardı, elinde beyaz kremalı, üzerinde sade ama zarif çiçek desenleri olan bir pasta taşıyordu.
Derin’in ardından gözlerim diğer yüzlere kaydı. Cihan ve Defne… ikisi de gülümsüyordu. Zümra babaanne gözlerinin kenarında kırışıklıkları daha da derinleştiren sevgi dolu bir bakışla bana bakıyordu. Gülsüm Hanım, Gamze, abim, Doğa yengem ve kucaklarında minicik Göktuğ, Güney. Ve en sonda, kalbimin her atışına ismi yankılanan o adam vardı. Boran. Tüm ailem buradaydı.
“İyi ki doğdun İnci, iyi ki doğdun İnci!” Sesler zihnimde yankılanırken gözlerimde eş zamanlı olarak doldu. Bugün doğum günüm değildi, üzerinden günler geçmişti. Benim doğum günümü kutlamadığımı bildikleri için uzak bir tarih seçmişlerdi ve tam da bu yüzden, o anın anlamı kat kat büyüktü. Sadece günü değil, yıllardır içimde taşıdığım yükü de hafifletmek istemişlerdi. Bugün, doğduğum gün değil, yeniden hayata dahil olduğum gündü sanki.
Titrek gözlerle her birine bakmaya çalışırken Derin bana doğru yaklaştı elindeki pastayla. “Canım yengem, iyi ki doğmuşsun.” Gözlerindeki o parıltı bile kendimi iyi hissetmeme neden oluyordu. Aylar önce kırdığı potu düzeltmek için elinden geleni yapmıştı Derin ve şimdi de sanki o anı telafi etmeye çalışıyordu. “Hadi üfle mumları.”
“İnanamıyorum size.” Diye mırıldandım şaşkınlıkla karışık mutlulukla.
“Hadi yenge, üfle mumu. Burada pasta yemek için sabırsızlanan insanlar var.” Cihan başıyla Defne’yi işaret ederken Defne suratını buruşturdu. “Susar mısın?” Onlara gülerken bakışlarım tekrar mumlara kaydı ve sonra Boran’a. Yanıma gelir misin dercesine gözlerine bakarken o istediğimi anında anlayıp yanıma geldi.
Pastaya eğildiğim sırada Derin’in sesini işittim. “Dilek tut.” Gözlerim ilk önce Boran’a kaydı. Dileyebileceğim en güzel aşkı yaşıyordum şu an. Sonra abimlere ve yeni aileme döndü bakışlarım, sahip olabileceğim en güzel aileye sahiptim. Bugün bunu daha iyi anlamıştım. Gözlerimi kapatarak bu anın hep sürmesini diledikten sonra mumlara doğru üfledim.
Benim üfleyişimle beraber alkış sesleri yankılandığında içimdeki çocuğun sevinç çığlıkları da onlara eşlik etti sanki.
Derin elindeki pastayı garsonlardan birine uzattıktan sonra bana doğru yaklaştı ve sıkıca sarıldı. “İyi ki doğdun, iyi ki benim yengem oldun. Abim iyi ki seninle evlenmiş.” Bende ona sıkıca sarılırken gülümsedim. Ancak gözyaşları da gözlerime dolmaya başlamıştı çoktan. “Teşekkür ederim canım benim.”
Derin’den ayrıldıktan sonra bizim sarılmamızı bekleyen abimi gördüm. Hızlıca ona sarıldığımda sesini işittim. “Canımın içi, doğum günün kutlu olsun. İyi ki doğmuşsun, iyi ki benim kardeşim olarak dünyaya gelmişsin.” Sözleriyle daha sıkı sarıldım. İyi ki buradaydı. Abimden ayrıldıktan sonra yengem kucağındaki bebeği abime vererek sıkıca sarıldı. “Dünyanın en güzel doğum günü kızı.”
Cümlesine içtenlikle gülerken sıkıca sarılıp ayrıldım onunla da. Sonra yengem Göktuğ’u alıp bana yaklaştığında elimle yanağını sevdim yeğenimin. “Yakışıklım benim.”
“Yengecim, iyi ki doğmuşsun.” Cihan’ın sesiyle birlikte ona döndüğümde onunla da sıkıca sarıldım. Sonra da Defne ile. Uzun zaman olmuştu yüz yüze konuşmayalı, Defne biraz kilo almıştı. Bebeği büyüyordu. İkisinin de gözlerinde heyecan parıltıları vardı.
Defne ve Cihan’dan sonra Güney geldi yanıma. Sıkıca birbirimize sarıldığımızda sesini işittim. “İyi ki kardeşim.” Başka bir şey söylenmesine gerek yoktu, iyi ki birbirimizin kardeşiydik. Bu kadardı.
Sonra Zümra babaanne geldi yanımıza. Direkt olarak elini öptüğümde hiç beklemeden sarıldı. “Güzel kızım, yüzün hep böyle gülsün inşallah.” Diyerek güzel dileklerini ilettikten sonra arkasında dikilen Gülsüm hanım ve Gamze ile tokalaştım.
“Derin ne güzel düşünmüş.” Yengem samimi bir şekilde Derin’e bakarken Derin gülümsedi. “Yengem için az bile.” Gülümsemem büyürken kolumu omzuna atarak sıvazladım. “Çok teşekkür ederim, düşünmeniz bile yeterli. Neler hazırlamışsınız.”
Derin bana doğru gülümserken Defne’nin sesini işittim. “Kıymetini bil İnci, bak ben ne zaman bana sürpriz yapıldı unuttum bile.” Şakacı bir biçimde konuştuğunda Derin dudaklarını büzdü. “Aşk olsun yenge ama ailemize ilk katıldığın zamanlar sana da yapmıştım.” Dediğinde Defne göz kırptı. “Biliyorum görümcelerin bir tanesi şaka yapıyorum.”
“Görümcelerden yana şanslıyız ha Defne?” Yengem bana bakıp göz kırparken istemsizce güldüm. Bende şanslıydım. Derin gerçekten çok güzel yetiştirilmişti. “Öyleyiz vallahi.”
“Karımı bende tebrik edebilir miyim müsaadenizle?” Boran’ın cümlesiyle birlikte yengem güldü. “Adamı engelledik konuşacağız diye.”
Bakışlarımı yengemlerden çekip Boran’a doğru çevirdiğimde elimi tutarak beni kendine doğru çekti. Gözlerimiz birbirinde kaybolurken yanağımı okşayarak fısıldadı. “İyi ki doğdun, hayatımın en güzel anlamı.”
O an boğazıma oturan yumruyu yutmaya çalışırken konuşamadım. İçimdeki o küçük, sessiz, kırgın çocuk… ilk kez tam anlamıyla sarıldığını hissetti belki de. İlk kez bir doğum günü kutlamasında buruk değil, tamamlanmıştı. Boran alnıma dudaklarını bastırıp usulca öperken gözlerimi kapattım. Tam o anda içimden geçen tek şey, bu anın hiç bitmemesiydi. Ne eksik, ne fazla… Hayat ilk kez tamdı.
Derken, tanıdık bir boğaz temizleme sesiyle irkildim hafifçe. Başımı çevirince abimin bize doğru yaklaştığını gördüm. Kaşları kalkık, yüzünde o bilindik "fazla da samimi olmayın burada" bakışından vardı. Göz ucuyla Boran’a bakıp kollarını göğsünde kavuşturarak. “Kusura bakmayın ama bu kadar romantizm bana fazla geldi. Yani hâlâ abisiyim, hatırlatayım dedim.”
Boran hafifçe güldü ama belimdeki temasını korudu. “Ben de hâlâ eşiyim Egemen. Hatırlatmana gerek yok,” dedi göz kırparak. İstemsizce kahkaha attım bu diyaloğa. Aralarındaki bu ufak atışma yıllardır bitmiyordu zaten. Ama bu seferkinin içinde gerginlik değil, saf bir şefkat ve kabul vardı. O yüzden keyifliydi.
Tam o anda Cihan’ın sesini işittim. “Sen hiç değişmeyeceksin değil mi Egemen abi? Adam romantizmin dibine vurmuş, bir rahat bırak.”
“Romantizm deyince hemen huzursuz oluyor abim, yıllardır çözemedik. Neyse ki Doğa yengem alıştı artık.” Dedim imayla. Doğa yengem gülerek başını iki yana salladı. “Ben başta çözmeye çalıştım ama sonra ‘böyle seviyor demek ki’ deyip kabul ettim. Romantizmi başka türlü gösteriyor bizimki.”
“Sizde gelin görümce beni gömmeye meraklıymışsınız.” dedi abim, sahte bir serzenişle. “Gel oğlum, sen daha fazla dinleme onları. Sonra beni yanlış tanıyacaksın.” Diyerek Göktuğ’u kucağına alırken güldüm.
Abim, Göktuğ’u kucağına alıp hafifçe zıplatırken yüzündeki o sevgi dolu ifadeyi izlemek tarifsiz bir huzur verdi bana. Minik Göktuğ babasının kucağında keyifle kıkırdıyordu. “Beni gömmeye alışmışlar oğlum.” diye mırıldandı Göktuğ’un minik yanağına öpücük kondurarak. “Ama biz erkeğiz, dayanıklıyız. Değil mi aslanım?”
Doğa yengem o anda kıkırdayarak söze girdi, bu sefer sesi daha yumuşaktı ama her zamanki gibi ince bir dokunuşla. “Egemen sabah kahvesini şekersiz içemiyor ama dayanıklılıktan bahsediyor, hayranım bu özgüvene.” Abim gözlerini devirirken hepimiz yine kahkahalara boğulduk.
Derin tam o sırada kendini tutamayıp konuştu. “Abimde yengemden önce farklı değildi yani gizli romantikliği yengeme yaradı.”
“Sıra Egemen’den ne ara bana geldi?” Dedi Boran alayla. Abim ona doğru alaylı bir bakış attı. “Bu işler böyle, ne yapacaksın?” dedikten sonra Derin’e baktı. “Sen anlat birazcık daha abini bakayım.”
İkisine gülerken yengem konuyu değiştirdi Defne’ye bakarak. “Sizin ne kadar kaldı doğuma?” Defne elini karnına yaslayarak gülümsedi. “5 ay kaldı.” dedi sakin ama heyecan dolu bir sesle.
Ortam bir anda farklı bir yumuşaklığa büründü. “O minik adımlar için sabırsızlanıyoruz,” dedi Derin heyecanla. O sırada Cihan konuştu. “Bize verebileceğiniz taktik var mı abi?” diye abime bakarken abim başını salladı. “Bizde taktik çok, doğum yaklaşsın bir tur ders veririz.”
Nice sonra pasta dilimlerinin gelmesiyle birlikte masaya geçtik. Defne doğum hazırlıklarından, abim bebek bakımından bahsediyor, Zümra Hanım ise aileden gelen deneyimlerle küçük hikayeler anlatıyordu. Herkes kendi hayatından, kendi deneyiminden tatlı tatlı paylaşımlarda bulunuyordu.
Masa… tam bir sevgi sofrası gibiydi. Üzerinde meyve tabakları, minik atıştırmalıklar, el yapımı kurabiyeler… ama asıl doluluk, tabaklarda değil kalplerdeydi. Herkes içten, sıcak, sanki yıllardır eksik bir parçayı tamamlamış gibiydi.
Boran hâlâ yanımdaydı ama kalabalığın arasında öyle usulca, huzurla duruyordu ki varlığı yüreğimi sakinleştiriyordu.
Abim yanımda oturuyordu. Herkes kendi arasında sohbete dalmışken bana doğru eğildi. “Bu Boran seni gerçekten değiştirdi, biliyor musun?” dedi gözlerini hafif kısıp. Kaşlarımı kaldırdım. “Değiştirmedi abi. Sadece… tamamladı.”
Abim, gözlerini hafifçe yere kaydırdı. “Sen hep kendini gizlerdin. Güçlüydün ama yalnız. Şimdi o yalnızlığı görmüyorum sende. O yüzden… içim rahat.” Yanaklarımda sıcak bir şeyler hissettim. Hem gurur hem biraz burukluk. “Sende de ilk defa böyle konuşuyorsun, tanıyamıyorum.”
“Çok yaşlandım galiba.” dedi başını iki yana sallayarak. “Göktuğ beni babalıkla terbiye etti.” Haklıydı, baba olduktan sonra daha da değişmişti. Ama güzel bir değişimdi bu.
“Aile sofrasında fısır fısır konuşulmaz, bilmediğimiz bir şey mi var?” Boran yanımdan eğilip abime doğru baktığında abimde ona doğru baktı. “Hayat dersi veriyorum kardeşime. Yanındakine dikkat et diyorum.” Alaylı bir şekilde söylediği şeyle Boran’ın kaşları havalandı. “Bırak şimdi dersi, kız doğum gününü kutlasın. Dersi sonra verirsin.” Dediğinde abim göz devirdi.
“Boran abi ile Egemen abinin atışmalarına bayılıyorum gerçekten.” Defne’nin cümlesiyle birlikte yengem onayladı. “Bende.” Defne gülerek ikiliye bakmaya devam ederken ekledi. “Açıkçası Cihan’ın nasıl olacağını düşünüyorum bir de. Bence Egemen abiden fena olabilirler.”
“Ne diyorsun canım yengem?” Derin gözlerini kocaman aralamış sus dercesine Defne’ye bakarken dudaklarımı birbirine bastırdım. Çünkü Boran abime takılmaktan vazgeçip direkt olarak kardeşine dönmüştü ve tabii ki de Cihan’da. Gerçekten Derin’in evleneceği kişiyi veya sevgilisini düşünemiyordum.
“Derin?” Boran kardeşine doğru seslendiğinde Derin dudaklarını yalayarak abisine döndü. “Abicim?”
Boran’ın bakışını kendi abimden biliyordum, var mı böyle bir şey bakışıydı.
“Bence şu an ortamı germeye gerek yok, o zaman geldiğinde konuşulur. Derin’de tabii ki bir gün sevdiği adamla olacak.” Dediğimde Boran’ın bakışları bana doğru döndü. “Sevdiği adam?” Başımı sallarken abimin sesini duydum. “Nasıl oluyormuş Boran bey? Kız kardeşin elin adamıyla olunca böyle hissediliyor işte.”
“Sizin bu atışmalarınız hiç bitmez, değil mi?” Yengemin sorusuyla birlikte abim başını salladı. “Bitmez, bizimkisi çok uzun bir mesele.” Dediğinde Zümra hanım araya girdi. “Allah muhabbetinizi artırsın evladım.” Dedikten sonra ekledi. “En kötü günümüz hep böyle güzel geçsin inşallah.”
Zümra hanım küçük atışmaları bitirmek istercesine konuştuğunda amacına ulaşmıştı. Abim, Cihan ile konuşmaya dalmışken yengem de Defne ile hamilelik hakkında konuşuyordu. Bende Derin ve Güney ile kısa bir sohbet edip onları sohbetlerinde baş başa bırakıp Gamze’nin hal hatır soruşuyla ona cevap vermiştim. Gülsüm hanım tembihli olacak ki pek fazla konuşmuyordu. Herkes halinden memnundu yani.
Pastamdan bir çatal alıp yerken masanın üzerindeki elimin üzerinde bir el hissettim. Boran elimi tuttu, başparmağını avuç içimde gezdirerek mırıldandı. “Yoruldun mu?”
Başımı iki yana salladım. “Hayır. Herkes öyle içten ki. Ben böyle bir günün hayalini bile kuramamıştım.” Diye mırıldandım kalbimden geçenleri söylemek istercesine. “O zaman bu hayali her sene gerçekleştirelim,” dedi usulca Boran.
Gözlerim hafifçe parladı. “Her sene değil. Her an yaşatalım” dediğimde Boran onayladı. Ardından kolunu omzuma doğru atıp beni kendine çekti ve şakağımı öptü usulca.
O an her şey bir anlığına durdu sanki; etrafımızdaki sesler, kahkahalar, mutluluk dolu bakışlar… Hepsi gözlerimin önünde yavaşça bulanıklaşıp uzaklaştı. Sadece Boran’ın sıcak eli, kalbimin ritmi ve içimi ısıtan o huzur vardı geriye kalan…
*****
Doğum günü bittiğinde hepimiz tekrar buluşmak için sözleşerek dağılmıştık. Boranla bende eve gelmiştik ancak daha eve girmeden Boran’ı şirketten aramışlardı ve oraya girmek zorunda kalmıştı. Üzerimi değiştirmek için odaya girdiğimde yatağın üzerindeki kutu dikkatimi çekti. Meraklı bir şekilde kutuya bakarken üzerindeki notu gördüm.
Bu akşam, her zamankinden daha güzel ve gökyüzündeki yıldızlardan bile daha parlak olacaksın.
Ben o ışıltını, her zamanki gibi hayranlıkla izleyip asla doyamayacağım.
Mert seni bana getirecek, güzelim...
Sabırsızlıkla bekliyorum.”
Cümleleri okuduğumda gözlerim şaşkınlıkla aralandı. Şirkete gitmemişti yani. Yaptığı planın bir parçasıydı belli ki. Kalbim hızlı hızlı atarken içimdeki heyecana engel olamadım, zaten bana çok güzel bir sürpriz yapmışlardı ama belli ki Boran’ın sürprizleri devam edecekti. Hızlıca kutunun kapağını açtığımda beyaz, askılı bir elbise çıktı içinden. Beyaz, taşlarla süslenmiş bir topuklu ayakkabıda yanına iliştirilmişti. Elbiseyi elime alıp bakarken iç çektim. Çok güzeldi.
Hızlıca üzerime elbiseyi giyerek aynanın karşısına geçtim. Elbise hem önden straplezdi hem de sırt dekoltesine sahipti, Boran gerçekten zevkli bir adamdı. Saçlarımı maşalayarak şekil verdikten sonra hafif bir göz makyajı yapıp dudaklarıma kırmızı bir ruj sürdüm.
Evden çıktığımda Mert’in çoktan kapıda beni beklediğini görerek araca bindim. Araç evden çıktığında merakla etrafa bakındım. Merak ediyordum nereye gittiğimizi. Belki şık bir restoranda yemek yerdik.
Araç rıhtımın kıyısında durduğunda ve Mert arabamın kapısını açtığında karşımdaki yata baktım şaşkınlıkla. Araba sahilde ilerlerken boğaz kenarında bir yere gideceğimizi düşünmüştüm ama yanılmıştım. Gerçi yine boğazdaydık, tek bir fark restoranda değildik, yatta olacaktık muhtemelen.
Yatın hemen ucunda beni bekleyen Fatih elini bana doğru uzattığında tereddüt etmeden tutarak yata ayak bastım. Fatih’in yönlendirmesiyle ilerlerken güvertede beni bekleyen adamı gördüm. Üzerinde beyaz bir gömlek ve her zamanki gibi siyah bir kumaş pantolon vardı. Gözleri arkasındaki günbatımı gibi parlak ve sıcakken bana doğru parıldıyordu.
Elini bana doğru uzatırken yüzündeki gülümseme büyüdü. “Güzelim…” Elini anında kavrarken heyecanla gülümsedim. Yatın hafif sallanışı, denizin usulca dalgalanan sesi ve boğazın o eşsiz kokusu her şeyi daha da büyülü kılıyordu. Gözlerimizi birbirinden ayıramıyorduk; sanki tüm dünya bir an için durmuş, sadece ikimiz varmışız gibiydi.
Boran bakışlarını benden çekmeden başıyla arkamızdaki Fatih’e işaret verirken Fatih’in adımlarının uzaklaştığını hissettim. Sonra da yatın kıyıdan yavaş yavaş uzaklaştığını…
“Gel hadi.” Boran elimi tutmaya devam ederken beni yanına çekti. Ellerimi demire yaslarken şaşkınlıkla karışık mutlulukla Boran’a baktım. “Yemek yiyeceğiz sanıyordum ama bu…” doğru kelimeleri seçmeye çalışırken Boran başını salladı. “Yemek de yiyeceğiz ama önce gün batımının keyfini çıkarmak istiyorum doğum günü kızıyla.”
Yüzüme istemsiz bir gülümseme yerleşti. Bu anın hazırlığını düşündüm ne kadar ince düşünmüştü ne kadar beni bilerek, bana özel bir dünya kurmuştu burada. Güverteden Boğaz’a bakarken sular, yavaş yavaş altın rengine dönüyordu. Ufuk çizgisi boyunca gökyüzü erguvana çalıyor, sanki gökyüzü bile bu akşam bize gülümsemeyi seçiyordu.
Bugün… kalbimin en ince yerine dokunan bir gündü. Ailecek beni mutlu etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Her biri, içimde bir yerde hep acıyan o boşluğu biraz olsun yumuşatmak için uğraşıyordu. Annemin ölüm yıldönümünde doğmuş olmak, hayatım boyunca taşıdığım en sessiz çelişkiydi. Doğum günümü kutlamak içimden gelmiyordu çoğu zaman, ama onlar… bu yıl, ben hiçbir şey demeden bugünü kendilerince başka bir anlama dönüştürmüşlerdi. İncelikleri karşısında içimdeki minnettarlık kocaman bir yumruya dönüştü boğazımda. Kelimeler yetmiyordu bazen. Şu an da öyleydi.
Güneş, denizin üzerinde yavaşça batıyordu. Gökyüzü sanki fırçayla boyanmış gibi; kızıl, mor, turuncu… Dalga sesleri, martıların uzak çığlıkları ve o anın büyüsüyle dünyanın bütün acelesi duruvermişti.
Güneş ve denizin eşsiz uyumunu izlerken Boran kollarını karnıma doğru sararak çenesini omzuma yasladı. Sırtım göğsüyle buluşurken bende başımı omzuna doğru yasladım. “Elbisenin yakışacağını biliyordum ama bu kadar olacağını tahmin etmemiştim. Beyaz o kadar yakışıyor ki tenine.”
“Senin bana olan bakışınla bu kadar güzel oldum belki de.” Derken başımı ona doğru çevirdim. Bakışlarımız buluştuğunda kalbim bir anlığına yerinden çıkacak gibi oldu. “Sen zaten güzelsin, benim için dünyanın en güzelisin.”
Cümlesiyle birlikte gülümseyerek gözlerimi kapattım. Boran kollarını daha da sıktığında ona sığınarak bu anın tadını çıkartırken fısıltısını duydum. “İyi ki doğmuşsun, iyi ki karşıma çıkmışsın, iyi ki hayatıma girmişsin.” Eş zamanlı olarak dudakları sanki boynumdaki yerini ezbere biliyormuşçasına tenimle buluştu.
Sıcak, iç titreten öpücükle gözlerimi kapatırken titrek bir nefes verdim dudaklarımın arasından. Onun kokusu, boğazın tuzlu havasına karışıyordu. İçimde garip bir huzur vardı; kırıklarla örülü yılların sonunda gelen beklenmedik bir tamamlanmışlık hissi gibiydi.
Gözlerimi yavaşça aralarken kollarının arasında çevrilerek ona doğru döndüm. Gözlerinin en içine bakarken ellerimle yüzünü avuçladım o da usulca ellerini belime koydu. Sanki beni olduğu yerde tutmak ister gibi, sanki bu anı hiç bırakmak istemez gibi “İyi ki varsın, Boran. Bugün buradaysam, bu şekilde gülümsüyorsam hepsi senin sayende…”
Gözlerini kısıp başını hafifçe çevirerek yanağında duran avuç içime öpücük kondurdu. Öyle narindi ki… kalbim bir anlığına hızlandı, sonra yavaşladı. Sanki içim ona teslim olmanın huzuruyla yeniden düzene girdi. “Sana bu gülümsemeyi getirebildiysem bu kalbimle yapabileceğim en büyük şeydi. Senin gülüşün... benim her şeyim oldu, İnci.” Yumuşacık bir tonda söylediği cümle ile gülümsedim. “Ben seni tanımadan önce eksiktim aslında. Ama farkında değildim. Sadece boşlukların adını koyamıyordum. Sen geldin… ve her şey yerine oturdu sanki.” Diye sözlerine devam etti.
Kalbim göğsümde bir anlığına durup sonra yeniden atmaya başladı sanki. Gözlerimin dolmasına engel olamadım. Ama bu defa hüzünden değil. Bu gözyaşları, içimde yıllardır çiçek açmayı bekleyen bir toprağın sonunda yağmurla buluşması gibiydi.
Boran, ellerimi kendi elleriyle kavradı ve parmaklarımızı birbirine geçirdi. Sonra alnını benim alnıma yasladı. İkimizin nefesi aynı ritmi tutturmuştu artık. Kalp atışlarımız bile birbirini tanıyordu. Gözlerimden bir damla yaş süzüldü ve yanağımdan aşağı doğru usulca aktı. Boran hemen yakaladı o damlayı. Başparmağıyla sildiği sırada gülümsedi.
“Bu gözyaşları üzüntüden değil, değil mi?” diye sordu. Başımı hafifçe salladım. “Hayır,” dedim fısıltıyla. “Bu... mutluluktan. Şükürden. Sana sahip olmaktan…”
Sözlerimden sonra Boran'ın yüzünde tarifsiz bir yumuşaklık belirdi. Gözleri gözlerime kenetlendi, bir saniye bile kaçırmadı bakışlarını. Dudaklarının kenarındaki o küçük gülümseme, içime işledi. Ellerini belimde biraz daha sıkı hissettim, sonra gözlerini kapatarak başını eğdi.
Benim de gözlerim kendiliğinden kapandı. Nefesim onunkiyle karıştı, ardından dudakları dudaklarıma hafifçe dokundu. Önce ürkek, sonra tanıdık bir cesaretle derinleşti öpüşmemiz. Zaman durdu. Dalgalar, rüzgâr, uzaklardan gelen martı sesleri bile sanki fısıltıya dönüştü. Sadece onun teni, nefesi ve kalbi vardı artık bende.
Ellerimi boynuna sardım, o ise belimi tutarak beni biraz daha kendine çekti. Bir süre sonra öpüşümüz yavaşladı, durdu ama göz teması kesilmedi. Kollarımı boynundan çekmeden başımı omzuna yasladım. Boran saçlarımın üzerine öpücük bırakırken iç çektim. Çok mutluydum.
“Artık seni masamıza götürebilir miyim?” dediğinde başımı omzundan kaldırdım. “Hadi gidelim.”
Elimi tuttuğunda parmaklarımız birbirine kenetlendi. Güvertenin ilerisinde, teknenin arka tarafında hafif sarı ışıklarla aydınlatılmış, zarifçe hazırlanmış bir masa duruyordu. Üzerinde ince, zarif bir masa örtüsü, ortasında cam bir fanusun içinde yanan mum vardı. İki kişilik sade ama özenli bir masa…
Masanın hemen yanına geldiğimizde sandalyesini benim için çekti. Ben oturduğumda o da karşıma geçip oturdu. Bir süre birbirimize sadece gülümsedik. Sessizlik konuşuyordu çünkü. Bu bizim aramızdaki en iyi anlaşma yoluydu.
“Her şeyi sen mi seçtin?” dedim masadaki mezelere, taze deniz ürünlerine, taptaze otlara bakarken. Başını sallayarak onayladı beni. “Evet, seviyorsun diye.” Dediğinde hayranlıkla baktım ona. Sadece anlattığımda dinleyen, ezberlemeyen ama içselleştiren bir adamdı Boran. Bunu da aklına kazımıştı.
“Bu yaptıkların benim için o kadar kıymetli ki…” diyerek masaya ardından da Boran’ın gözlerine baktım. “Sende, ailende bugün beni mutlu etmek için o kadar uğraşmışsınız. Ben gerçekten ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Dedemde, abimde, Güney’de bugün için çok çabalarlardı ama ben engellerdim. Ama bugün ilk kez eksik hissetmiyorum ve bu senin sayende.”
Boran hafifçe başını eğdi, yüzünde kocaman, içten bir gülümseme belirdi. “İnci, senin eksik hissetmemen için elimden geleni yapmak benim en doğal görevim. Biz bir yola çıktık. Ben sana o gün izin ver kalbinde bir yer edineyim dedim ve sende izin verdin. Bundan sonra da bunun için çabalayacağım.”
Bir an duraksadım, sonra hafifçe gülümsedim, “Bunun için çabalamana gerek yok…” dedim yumuşakça. Boran cümlemle hafifçe kaşlarını çattığında ben devam ettim sözlerime. “Çünkü çoktan kalbimde yer edindin. Her an, her saniye oradasın. Şimdi sadece birlikte yürümek kaldı bize.”
Cümlemle kaşları eski halini aldı ve nefes verdi. “O zaman bizde hep birlikte yürürüz.” Dedikten sonra masanın üzerinde duran içinde kırmızı şarap duran kadehi kaldırdı ve bana doğru uzattı. Bende kadehi alıp kaldırırken Boran konuştu. “Bugün sana kaldırıyoruz o halde. Hep gül, hep mutlu ol güzelim.” Kadehleri tokuştururken mırıldandım. “Hep mutlu olalım, hem gülelim.”
Yemeğimiz sohbet eşliğinde devam ederken sonuna gelmemizle birlikte Boran elini kaldırarak işaret verdi. Ne olduğunu anlamak için işaret verdiği tarafa bakarken bir adamın elinde küçük bir pastayla bize yaklaştığını gördüm. Üzerine dikilmiş üç tane mum vardı. Boran oturduğu yerden kalkıp adamın elinden pastayı alırken bende ayaklandım.
Gecenin tatlı serinliği, denizin kokusu ve mumların titrek ışığı o anı bir tabloya dönüştürmüştü. Üzerindeki üç mum sanki geçmiş, şimdi ve geleceği simgeliyordu. Boran gözlerimin içine bakarak, hafifçe eğildi.
“Dileğini tut, güzelim,” dedi yumuşak bir sesle.
Bir an durdum. Dileğim… Ne dileyebilirdim ki? Her şey, her şey tam da olması gerektiği gibiydi. Gözüm onun elinde tuttuğu pastaya değil, yüzüne kaydığında mırıldandım. “Belki de dileğim gerçekleşmiştir...” Cümlemle Boran’ın yüzünde o tanıdık, derin gülümseme belirirken mumları üfledim. İçimden bu huzurun hiç bitmemesini dilemiştim, hep mutlu olmayı ve tabii tüm bunlar olurken Boran’ın da yanımda olmasını.
Boran pastayı masaya bıraktığın pastadan iki dilim keserek getirilen tabağa koydum. Bakışlarımı tekrardan Boran’a çevirdiğimde elini bana doğru uzattı. “Pastadan önce bence bu geceyi dansla taçlandırmadan olmaz… Bu dansı bana lütfeder misiniz İnci Hanım?”
Cümlesiyle eş zamanlı olarak Cem Adrian, Hande Mehan – Sen Benim Şarkılarımsın şarkısı çalmaya başladığında bana doğru uzattığı eli tuttum.
Müzik başladığında, Boran’ın bana uzattığı eli tutarken içimde tarifsiz bir kıpırtı hissettim. Sanki tüm gün yaşadığım o tatlı telaş, tüm düşünceler, planlar, kalbimde gizlice taşıdığım geçmişin hüznü bir anda yumuşadı ve yerini, sadece onunla bu geceye ait olmanın büyüsüne bıraktı.
Adımlarımız yavaşça güvertenin ortasına doğru ilerledi. Ay ışığı suya vurdukça, sanki deniz üzerimizde dans eden bir ayna gibiydi. Yatın çevresini saran hafif ışıklar, mumların titreyen alevleri ve şarkının her notası bu anı zamanın dışına taşımış gibiydi. Boran belime doladığı eliyle beni kendine doğru çekerken, elim onun omzuna hafifçe yaslandı. Diğer elimizi hâlâ sıkıca tutuyordu. Teninden yayılan sıcaklık, dokunduğum her noktada kalbime bir kıvılcım gibi işliyordu.
İlk adımı o attı. Ritme uyum sağlarken vücudum onunla hareket etti, tıpkı ezgiyi ezberlemiş iki gölge gibi… Kalbim her vuruşta daha da hızlanırken gözlerimi gözlerinden alamıyordum. Boran, başını hafifçe yana eğerek beni izliyordu. Gözlerinde hem tanıdığım güvenli liman vardı hem de her gün yeniden keşfetmek isteyeceğim o derinlik…
Şarkının sözleri içimizde yankılanıyordu:
Geçmiş değil bugün gibi
Yaşıyorum hala seni
Sen hep benim yanımdasın
Gündüzümde gecemdesin
Çalınmasın söylenmesin
Sen benim şarkılarımsın…
Gözlerimiz birbirine kilitliydi. Müzik sadece bir fon değil, kalbimizin atışına rehberlik eden bir ruhtu sanki. “Bu şarkı,” dedi Boran, kısık bir sesle. “Beni ilk dinlediğimde sana götürdü. Her sözünde seni duydum.”
Gülümsedim, boğazımda oluşan düğümü yutkunarak bastırmaya çalıştım. Başımı onun göğsüne yasladığımda, kalbinin attığını duydum. O ritim, bana ait bir ritim gibiydi artık. Güverte yavaşça sallanıyor, rüzgâr saçlarımı hafifçe savururken Boran elini saçlarıma götürüp nazikçe kulağımın arkasına doğru itti. Ardından başını eğip alnımı öptü yavaşça…
Sonra bir adım attım, Boran geri çekildi ama elim hâlâ elindeydi. Beni kendi etrafımda döndürdü; dönerken eteklerim hafifçe savruldu, saçlarım havada çizdiğim daireyle rüzgâra karıştı. Duruşumun son bulduğu noktada yine onun kollarındaydım. Şarkının en dokunaklı yerinde, alnımı onun alnına yasladım. Gözlerini kapatmıştı.
“Bu an..” diye fısıldadım, “Ömrüm boyunca hatırlamak isteyeceğim bir an…” Gözlerini açtı, başını usulca kaldırdı. “Bu sadece bir gece değil İnci… Bizim hikâyemizin içinde yer eden bir satır, seninle her anı ölümsüz…”
Müzik yavaş yavaş sona yaklaşırken o anı öylece uzattık. Dans etmiyor, sadece birbirimize sarılı duruyorduk. Kalplerimiz konuşuyordu, sözlere artık hiç gerek yoktu.
Alınlarımız birbirinden ayrılırken Boran ellerini usulca belimden ayırdı ve sandalyede asılı duran ceketine yaklaşarak iç cebinden küçük, lacivert kadife bir kutu çıkardı. Tekrar bana doğru yaklaşırken heyecanla izledim onu. Kutunun kapağını açıp benim görebileceğim bir noktaya getirirken bir kolye olduğunu gördüm. Kolye, zarif ve sade bir güzelliğe sahipti. Gümüş zincirin ucunda duran küçük kalp, ortasında minicik bir B harfi vardı, gecenin ışığında pırıldıyordu.
“En güzel taşlara, en güzel pırlantalara, en güzel mücevherlere layıksın…” derken eliyle kalbin içini açtı. Bu sefer içindeki inciyi gördüm. Boran’ın sesi yavaş ama yüreğimin derinliklerine işleyen bir tonla yankılandı gecenin içinde. “Ama ben bu kolyeye senin adını koydum, çünkü bana göre en kıymetli olan sensin İnci…”
Sözleriyle birlikte içimde bir yer çözüldü sanki. Kalbim sıkıştı ama bu öyle tanıdık bir acı değildi bu sefer, birinin sizi tüm kalbiyle sevdiğini bilmenin getirdiği derin bir minnettarlık hissiydi. Gözlerim doldu, gülümsedim.
“Bu kalp benim kalbim… Senin her gülüşünü, her anını, her bakışını, kokunu bu kalbe sakladım.” Derken elimi tutarak kalbine yasladı. Ardından ekledi. “Bu kolye benim kalbimi temsil ediyor ve ne zaman kendini yalnız hissedersen o kalbe dokun, bil ki ben hep buradayım. Yanındayım. Seninleyim.”
Dolan gözlerimle ona bakmaya devam ederken mırıldandım. “Boran… Bu çok özel. O kadar özel ki asla boynumdan çıkarmayacağım.”
“Eminim çok yakışacak…” derken kolyeyi yerinden çıkartarak arkama doğru geçti. Elleri omuzlarımdan hafifçe tutup, saçlarımı yana iterek boynumun arkasındaki toka kısmını dikkatle açtı. Parmaklarının ustalığı ve titizliği, onun ne kadar ince düşündüğünü bir kez daha hissettirdi bana. Kolyeyi usulca boynuma yerleştirirken nefesimi tuttum; o an sanki dünya yavaşladı.
İpi tam yerinde sabitlediğinde, hafifçe yana eğildi ve boynumun kıvrımına, ince ve sıcak bir öpücük kondurdu. Tenim onun nefesiyle dolarken, kalbim hızla çarpmaya başladı. Boran’ın o yakınlığı, kelimelerden çok daha derin bir histi; sanki tüm dünyamı sarıp sarmalayan en güvenli limandı.
Başımı hafifçe arkaya çevirdim, gözlerimi kapatırken dudaklarımı titrek bir nefesle araladım. Boran’ın nefesi tenimde hâlâ sıcaklığını koruyordu. O an, kalbimin içinde ilk defa bu kadar güçlü bir huzur ve aitlik hissettim. Sanki uzun zamandır eksik olan bir parça yerine tam olarak oturmuştu.
“Çok güzel oldu.” Dedi Boran gerdanıma doğru bakarak. Elimle kalbin üzerine dokunurken Boran’a bakmaya devam ettim.
Bu gece, sadece bir doğum günü kutlaması değildi; kalplerimizin hikayesinin yeni bir sayfası açılıyordu. Ve ben, o sayfanın en özel kelimesini çoktan biliyordum. Sessizliğin içinde, yumuşak dalgaların ritmiyle sallanan yatın hafif titreyişi eşliğinde, zaman bizden biraz uzaklaştı. Gözlerimde saklı kalan o anı, içimde saklı bir sır gibi korudum.
Ve böylece gecenin kollarında, aşkımızın hikayesi yavaşça devam etti…
*****
Dün geceyi burada geçirmiştik. Belki de hayatımın en mutlu olduğum, en çok güldüğüm günlerinden biriydi. Gerçi benim Boran ile geçirdiğim tüm günler böyleydi. Şimdi bir de buna deniz, güneş, Boranla baş başa olmanın verdiği bir huzurda vardı.
Yat denize rahat girebileceğimiz bir konumda durmuştu. Kahvaltımızı yine güvertede yapmıştık tatlı bir sohbet eşliğinde. Ne yalan söyleyeyim bu kısacık kaçamağa ne kadar ihtiyacım olduğunu anlamıştım. Boran sağ olsun ihtiyacım olan her şeyi aldırtmıştı. Güneş kreminden bikiniye kadar her şey vardı.
Boran kahvaltıdan sonra direkt denize girmişti. Bense şezlonga uzanmış güneşin tadını çıkartıyordum. Boran sudan çıkıp güverteye doğru yürürken saçlarından süzülen damlalar güneş ışığında parlıyordu. Her zamanki gibi kendinden emin ama bir o kadar da rahat bir hali vardı. Şezlongda uzanmış, gözlüğümün ardından onu izliyordum. Saçlarındaki su damlaları omuzlarına, oradan göğsüne akarken gözlerimi ondan alamadım. Kalbim deli gibi çarpıyordu.
Boran yüzünde karizmatik bir gülüşle yanıma gelip eğildi, saçlarındaki sular üzerime akarken güldüm sesli bir biçimde. "Bana böyle baktığında ilk defa beni böyle gördüğünü düşünüyorum." dedi memnunca.
"Her seferinde yeniden bakasım geliyor." dedim itiraf ederek. Çünkü vücudu çok güzeldi. Spor yaptığını kesinlikle belli ediyordu. Boran söylediğim hoşuna gitmiş olacak ki şezlongdaki boşluğa oturdu ve mırıldandı. "Öyle mi diyorsun?" Başımı sallayarak gözlüğümü kaldırdım. "Öyle diyorum." dedim huyuna giderek.
Boran gülümseyerek bana bakarken yanağımdan makas aldı. Ardından kenarda duran güneş kremini gösterip konuştu. "Sırtına süreyim mi? Güneşte fena yanarsın."
Şezlongda oturur vaziyete geçerken, Boran arkamda yerini aldı. Elleri sırtıma değdiği an sıcağa rağmen tüylerim ürperdi. Parmakları yavaşça omuzlarımdan belime doğru ilerlerken zaman durdu sanki. Her hareketi hem özenli hem de hissederek yapıyordu. Kimi zaman saçlarımın ucuna değiyor, kimi zamansa ensemde bir anlığına fazlaca kalıyordu elleri.
"Bu kaçamak daha uzun sürmeliymiş," diye kulağıma doğru fısıldadığında "Keşke zaman burada dursa," diye karşılık verdim.
Boran ellerini sırtımdan çekmedi hemen. Parmak uçlarıyla tenimde küçük daireler çizerken başımı hafifçe yana çevirdim. Aramızdaki mesafe neredeyse yoktu artık. Sırtımda bıraktığı o sıcaklık, kalbime yayılıyordu adım adım. Başımı geriye yasladım, saçlarım omuzlarıma döküldü.
Göz göze geldiğimizde onun koyu bakışları güneşten bile daha sıcak geldi o an. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı, ama gözleri... Gözleri her zamanki gibi kararlı, her zamanki gibi beni sarıp sarmalamaya hazırdı.
"Eğer böyle bakmaya devam edersen..." diye başladı Boran, sesi yavaş ama içinde bir kıvılcım saklıydı. "Ne olurmuş?" dedim bilerek alaylı bir şekilde. "Öperim..."dedi fısıltıya yakın bir sesle. Dudaklarının kenarında o tanıdık, hafif yamuk gülümseme vardı. Kalbim, onun bu haline hep olduğu gibi teslim olmuştu yine.
Gözlerindeki o bakışı daha önce de defalarca görmüştüm ama her seferinde içimde aynı etkiyi yaratıyordu: güven, tutku ve tarifsiz bir bağlılık. “Öyle mi?” dedim dudaklarımı büzerek oyunbaz bir ifadeyle. Ardından ekledim. "Öp o zaman...”
Sözüm daha bitmeden yüzünü yaklaştırdı. Dudakları, önce nazikçe dokundu benimkine. Sonra o tanıdık sıcaklık tüm benliğime yayıldı. Parmak uçları sırtımda dolaşmaya devam ederken, ben de ellerimi boynuna doladım, teninin sıcaklığını avuçlarımda hissettim.
Öpücük sona erdiğinde, alnını benimkine yasladı. Gözleri kapalıydı ama gülümsemesi hâlâ dudaklarındaydı. Gülüşü tenime dokundu, içimi titretti. Bir süre öylece kaldık. Ne konuşmak gerekiyordu ne de başka bir şey... Sessizlik bile bizimleydi. Sonra başını kaldırdı, saçlarımın arasından bir tutam alıp parmaklarının arasında çevirdi.
Ardından dudağını yanağıma dokundurdu. Hafif, sıcak bir öpücüktü ama içimde yankısı büyüktü. Gözlerimi kapattım bir an. Sadece hissetmek istedim. O anda, sanki dünya durmuş, deniz bile bizim bu anımıza saygı gösteriyordu. Boran başını hafifçe yana kaydırdı. Yanağımdan çeneme doğru inen öpücüğü, dudaklarımda son buldu. Öyle nazikti ki… Beni arzuluyor ama aynı anda incitmekten korkar gibi davranıyordu. Sonra başını omzuma koydu bir an, derin bir nefes aldı.
"Hadi gel, denize girelim." derken oturduğu yerden kalktı ve elini bana doğru uzattı. Tereddüt etmeden elini tutup oturduğum yerden kalktıktan sonra denize inen merdivenlerin bulunduğu kısa ilerledik.
Güneş tenimizi okşarken, denizin sonsuz maviliği aşağıda dans ediyordu.
Boran bana kısa bir bakış atarak gülümseyip bir adımda kendini suya bıraktı. Bu hamlesi etrafa damlalar sıçramasına neden olurken başını sudan çıkarıp saçlarını geriye attı, sonra yukarı bakarak bana seslendi. "Hadi."
Gözlerimi kırpıştırarak, heyecanla yatın merdivenlerine doğru yürüdüm. Merdivenden inip son basamağına adımımı attığımda Boran suya yaklaşmıştı bile. Denize doğru adım atarken tereddüdümü fark ederek belimden kavrayarak denize doğru çekti beni. Suyun içinde bedenim onunla buluşurken kollarımı usulca boynuna doladım.
Boran bir an durdu. Sanki dünyadaki tek şey benmişim gibi baktı yüzüme. Elini yanağıma götürüp parmaklarıyla nazikçe dokundu. Islak saçlarım yanağıma yapışmıştı, parmak uçlarıyla kenara itti. Suyun içinde birbirimize sokulmuş, göğsüme dayalı kalp atışlarını hissediyordum. Başımı omzuna yasladım, ellerim hâlâ boynundaydı. Boran başını hafifçe eğip saçlarıma dokundu. Burnu alnıma değdiğinde içimi bir sıcaklık kapladı. Güneşin altındaydık ama bu yakınlık, bu sessizlik… asıl içimi ısıtan oydu.
"Keşke zaman hep böyle dursa." diye mırıldandım. "Durdu zaten. Şu an, sadece sen ve ben varız." dedi usulca.
Birkaç dakika o şekilde kaldıktan sonra kollarından usulca ayrılarak konuştum. "Hadi yüzelim biraz."
Omuzlarımı gerip hafif bir kulaç attım, hemen yanı başımda Boran da beni takip etti. İlk birkaç kulaç sessiz geçti. Sadece suyun yumuşak sesi, güneşin tenimizde bıraktığı sıcaklık ve aramızdaki o görünmez bağ vardı. Sonra yan yana yüzmeye başladık, parmak uçlarımız zaman zaman birbirine değiyordu.
Boran başını bana doğru çevirip konuştu. “Yüzme stilin fena değilmiş."
Gülümsedim. "Seninle yarışacak kadar olmasa da..." dedikten sonra hafifçe üzerine su sıçrattım. Boran kahkaha attı, ancak bunun karşılığını da vermek için aynı benim yaptığım gibi eliyle suyu bana doğru itti. Gülerek, konuşarak, yüzerek birbirimize su atmaya devam ederken ikimizde çocuk gibiydik. Zaten onunla ne zaman baş başa olsam çocuk yanım ortaya çıkıyordu.
Yorulunca ikimiz de durduk. Suya yarı gömülmüş halde birbirimize baktık. Güneş, suyun üstünde minik parıltılarla dans ediyordu. Bir an Boran’ın başka bir yere baktığını gördüm. Neresi olduğunu merak edip bende onun baktığı yere bakarken Boran, başını bana doğru çevirip gülümsedi. “Oraya gidelim mi?” İşaret ettiği yer küçük bir koydu.
Başımı salladım. Sessizce kulaç atarak oraya yöneldik. Yaklaştıkça koyun saklı güzelliği ortaya çıkmıştı. Küçük bir kumsal, çevresinde ağaçlar…
Ayağımız kuma değdiğinde suyun içinden yavaşça çıktık. Boran elimden tutarak kıyıya doğru yürüdü. Yumuşak kumun üstüne oturduğumuzda gövdemizden sular damlıyordu hâlâ.
İkimizde sessizce denizi izleyip sesini dinlerken dizlerimi kendime çekerek kolumu dizime, başımı da koluma yaslayarak Boran’a doğru baktım. Güneş yavaş yavaş alçalıyordu; ışıkları Boran’ın yüzünü altın gibi aydınlatıyor, gözlerindeki yorgun ama dingin parıltıyı daha belirgin hâle getiriyordu.
“Bu koya annemle bir kez gelmiştik… O zaman küçüktüm. Hiçbir şeyin anlamını bilmiyordum. Ama onu hiç bu kadar mutlu görmemiştim.” Sesi yumuşaktı, ama içinden geçenleri tutan bir gölge vardı bakışlarında. “Babamla birlikte denize girmişlerdi. O an sanki dünyada başka hiç kimse yoktu. Suya değil de birbirlerine dokunuyorlardı. Annem bana dönüp ‘Bazen bir yer, sadece bir yer değildir. Bir anın kalbidir’ demişti. Ne demek istediğini yıllar sonra anladım.”
Gözlerim buğulanmıştı sözleriyle. Onun annesinin eksikliği benimkiyle yarışırdı. Ben hiç görmeden acı çekiyordum, Boran annesini görmüştü, vakit geçirmişti. Özlemi kim bilir nasıl canını yakıyordu. “Babamla gizlice gelip yüzdükleri bir yermiş burası. ‘O zaman dünya sadece bizdik,’ derdi hep.”
Bir süre sessizlik oldu. Gözleri uzaklara takılmıştı, ama içinden bir şeyler yükseliyordu belli ki. “O hastalanmadan kısa süre önce, buraya tekrar gelmek istemişti. ‘Belki hatıraları yeniden canlandırırım’ demişti. Ama fırsat olmadı. Zaman olmadı. Hayat, bazen hatıraları da yarım bırakıyor.”
Kelimeler yerini hafifçe esen rüzgâra bıraktı ama içimde bir şey giderek büyüyordu. Onunla burada olmak… sadece bugüne ait bir duygu değildi. Geçmişe, kaybedilenlere, eksik kalan her ana dokunan bir şeydi.
Elimi eline yaslayarak yanında olduğumu hissettirmeye çalıştım. “Boran…” dedim fısıltıyla. “Belki burada, onun tamamlayamadığı hikâyeye biz yeni bir satır ekleyebiliriz.”
Gözleri dolar gibi oldu sözlerimle. Gülümserken buruk bir sıcaklıkla baktı bana. “Seninle buraya gelmem… belki de onun istediği şeydi. Tamamlanmam gereken yer sen oldun.” İşte o anda kalbimle baş başaydım. Cümleleri kalbimin en derinine işliyordu.
Başını önüne eğdi. Kumları avuçladı, sonra usulca bıraktı. Cümlelerine devam ederken sesindeki titreyişi duydum. Her zaman güçlü duran adamın annesi söz konusu olduğunda bu denli çaresiz olması canımı acıtıyordu. “Biliyor musun, o gün bugündür içimde hep bir eksiklik vardı. Çünkü annem bir şeyi tamamlayamadan gitti. Ve ben… ne zaman güzel bir yer görsem, bir yanımda hep onun eksikliği oldu. Sanki sevdiğim her şeyi onunla paylaşamamışım gibi.”
Sonra bana doğru döndü. "Ama şimdi sen geldin, benimle o anları tamamladın. Artık eksik değilim." derken elimi sıkıca tutmaya devam etti. “Bu koy... senin geçmişinin kırık parçalarını taşıyor olabilir. Bu parçalara dokunmak, eksik olduğunu sandığın her şeyde seni tamamlayan biri olmak... Bu hayatta olmak istediğim yerdeyim ben."
Dikkatle beni dinlerken gözlerimin içine bakıyordu. Bense artık kalbimden geçenlerden emindim. Bu artık bir hoşlantı değildi, sevgiydi. “Burada, belki de annenin yarım kalan hikâyesinin devamında… sana söylemek istediğim tek bir şey var.”
Boran hafifçe kaşlarını çatıp anlamlandırmaya çalışırken gözlerinin içine baktım gözlerimden beni anlaması için. Sonra da titrek bir sesle kalbimden geçeni dudaklarımın arasına döktüm. “Seni seviyorum.”
Sadece bir cümleydi ama yılların, acıların ve kabullenilmiş yalnızlıkların içinden gelen bir ağırlığı vardı. İçimde ilk kez eksilmeden, korkmadan, yarım kalmadan birine teslim olduğumu hissettim.
Bir an sustu. Sadece gözlerime baktı. Sonra dudaklarında küçük bir tebessüm oluştu. Kollarını sarıp beni kendine çekti sanki sadece bu ana tutunarak geçmişin acılarını serinletmek ister gibi. Bende onu sardığımda yanağını saçlarıma yasladı. "Bende... Bende seni çok seviyorum." dudaklarının arasından verdiği titrek nefes şükredermiş gibi döküldü dudaklarından.
Güneş batarken sarıldık uzunca bir süre. Sadece iki insan gibi değil... eksik kalan geçmişleri birbirinde bulmuş iki kalp gibi. Ve o koy artık sadece bir hatıranın değil, yepyeni bir sevdanın da evi olmuştu.
Hafta sonunu yatta geçirip çok güzel vakitler geçirmiştik Boranla. Birbirimizin, denizin keyfini çıkarmıştık. Ancak işler bizi beklediği için pazar günü gecesi evimize dönmüştük. Yine de geçirdiğim en güzel günlerden olmuştu. Dinlenmiştim, eğlenmiştim, mutluluğu ve huzuru en iliklerime kadar hissetmiştim. Sonra da bu enerjimle şirkete gelmiştim.
Yönetim kurulu toplantısı vardı bugün. Şirketin yeni mobil uygulamasının lansman bütçesi ve finansal projeksiyonları konuşulacaktı. Epey önemliydi çünkü bu, şirketin büyüme hamlesiydi. Yanlış adım hem maddi hem de itibar kaybına yol açabilirdi.
Sunumu finans müdürümüz Oya Hanım yapacaktı. Ben masanın başında, başkan koltuğunda oturuyordum. Abim hemen masanın köşesindeydi ve tabii diğer departman başkanları da bizimleydi. Bahadır abi gelmemişti.
“Buyurun Oya Hanım biz başlayalım.” Dedim kendimden emin bir şekilde. Oya hanım isteğimle birlikte oturduğu yerden kalkıp projeksiyondan yansıtılan sunumun başına geçti. “2025’in ikinci yarısı için mobil uygulama lansmanına ayrılan bütçe toplam 1.2 milyon TL. Bu rakamın 700 bini pazarlama ve reklam giderlerine, 300 bini yazılım geliştirme ekibinin ek kaynaklarına, 200 bini ise sunucu ve altyapı yatırımına ayrıldı.”
Masadaki herkes not alıyordu. Bilge de benim yerime notlar alıyordu. Merakla Oya hanıma bakarak konuştum. “Peki nakit akışında sıkıntı yaşar mıyız?” Bu önemli bir meseleydi.
“Nakit akışımız, mevcut müşterilerden gelen gelirlerle büyük ölçüde dengede kalacak. Ancak lansman dönemi için ek kredi seçenekleri değerlendirilebilir. Ayrıca, reklam harcamalarının geri dönüşü ilk altı ayda netleşmeye başlayacak.”
Başımı sallayarak onaylarken abim girdi araya. “Reklam harcamalarının geri dönüşüyle ilgili elimizdeki veriler ne kadar güvenilir? Özellikle dijital platformlardaki harcamalar bazen beklenen etkiyi yaratmayabiliyor.”
“Doğru söylüyorsunuz. Ancak geçmiş kampanyalardan elde ettiğimiz veriler, hedef kitleye uygun doğru mecralar seçildiğinde yatırımın karşılığını verdiğini gösteriyor. Bu sefer de veri odaklı kararlar alıyoruz.” Dedi Oya hanım abime yönelerek. O sırada Cengiz bey konuştu. “Uygulama altyapısı sağlam. Lansman sonrası beklenen kullanıcı yükü hesaplandı. Sunucu yatırımı yeterli görünüyor. Ancak, ani kullanıcı artışlarına karşı ölçeklendirme planlarımız hazır olmalı.”
Rakamlar, yeni müşteriler, yeni fırsatlar, belki şirketin kaderiydi şu an konuştuğumuz şeyler ve beni tedirgin ediyordu. “Peki, riskler?” diye sordum kararsızca. Oya hanım bana dönerek konuştu. “En büyük risk, lansman sonrası kullanıcı kazanımının hedeflenen seviyede olmaması. Bu durumda, reklam harcamalarının etkinliği sorgulanır ve nakit akışında sıkıntılar yaşanabilir.”
Benden önce davranarak abim konuştu. “Alternatif plan nedir? Lansman sonrası ikinci faz için ek bütçe esnekliği sağlanabilir mi?”
“Gerektiğinde yeniden değerlendirme yapılabilir. Ancak şu an bütçeyi aşmak istemiyoruz.” Dedi Oya hanım ciddiyetle. Ben derin bir nefes aldım. “Biliyorum, her adım hesaplı. Ama biliyoruz ki, yenilik risk demek. Bu riskleri yönetmek bizim işimiz. Rekabet hızla ilerliyor, adım atmazsak geride kalırız. O yüzden, lansman planı net, bütçe belli ve takım hazır olmalı.”
“Tabii İnci hanım, her şey detaylı olarak hesaplanacak hiç merak etmeyin. Bu ilk toplantımız, yaklaşık olarak 4 ayımız var. Ben size Ar-Ge yatırımlarını net bir şekilde anlatacağım.” Dedi proje yöneticimiz Alper bey.
(Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu'na göre Ar-Ge; kültür, insan ve toplumun bilgisinden oluşan bilgi dağarcığının artırılması ve bunun yazılım dahil yeni süreç, sistem ve uygulamalar tasarlamak üzere kullanılması için sistematik bir temelde yürütülen yaratıcı çalışmalardır.)
Alper beye cevap veremeden kapının tıklanması ve ardından açılmasıyla hepimizin dikkati dağıldı. Kapıya doğru baktığımda içeri giren kişiyle şaşırmadan edemedim.
İçeriye girdiğinde odada ani bir ağırlık oluştu. Herkesin gözleri ona çevrildi. “Herkese merhabalar.” Diyerek konuştuğunda kaşlarımı çatarak konuştum. “Önemli bir toplantının ortasındayız Bahadır bey.” Dedikten sonra kolumdaki saate bakarak ekledim sert bir tonda. “Bildirilen toplantı saatinden yaklaşık bir saat geçmiş, geç kaldınız.”
“Geç kalmamın bir sebebi var İnci hanım.” Bahadır abi meydan okuyan bir şekilde bana bakarken anlamaz gözlerle baktım ona doğru. “Lafı dolandırmadan konuya gireceğim. Bu sabah noter işlemleri tamamlandı. Amcam bana yüzde 15 hissesini devretti. Yani artık yönetim kurulunda %40 hisse sahibiyim…”
Bölüm Sonu
‣‣‣ Umarım bölümü severek okumuşsunuzdur…
‣‣‣ Boran ve İnci sahnelerini beğendiniz mi? Boran yine sürprizleriyle bizi kendine hayran bıraktı.
‣‣‣ Ailecek olan kutlamayı sevdiniz mi?
‣‣‣ Son sahne hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce neler olacak?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |