
🖇️ Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim.
🖇️ Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...
🖇️Bölümü okurken İnci'nin hiçbir şeyden haberinin olmadığını aklınızda bulundurmanızı rica ediyorum. Biz her şeyi biliyoruz ama İnci bilmiyor...
23.Bölüm
“Onu sevebilirsen, sev Boran…”
Daha bu cümlenin manasını kabullenemeden tekrar gelen bildirimle başka bir ses kaydı düştü ekranıma. Hiç beklemeden onu açarken dikkatle dinlemeye başladım.
“Ses kaydının bu kısmını çıkart Giray.” Boran’ın cümlesi kaşlarımı çatmama neden olurken Giray cevap verdi. “Emin misin abi?”
“Eminim, bu kısma gerek yok. Zaten ilk kısım İnci’nin ikna olması için yeterli.” Anlaşılan o ki burada benim hiç dinlemediğim kısımdan bahsediliyordu. Duymamam için ses kaydıyla oynamıştı. Peki neden?
“Sardun Bey’in dediğini yapacak mısın peki?” Korkut’un sorusuyla kalbim hızla atarken duyacağım cevaptan korktum. “Yapacağım Korkut, bunu Sardun Bey’e borçluyum. Ne istiyorsa yapacağım.”
“Yapacağım Korkut, bunu Sardun Bey’e borçluyum. Ne istiyorsa yapacağım.”
“Yapacağım Korkut, bunu Sardun Bey’e borçluyum. Ne istiyorsa yapacağım”
“Yapacağım Korkut, bunu Sardun Bey’e borçluyum. Ne istiyorsa yapacağım”
Söylediği cümle kulağımda çınlarken yutkunamadım. Gözlerim anında dolmaya başlarken aldığım nefes ciğerlerime dar geldi.
Elimi kalbime doğru yaslayıp camı açmaya çalışırken Mert’e yönelerek konuştum. “Eve götür beni.” Cümlemle Mert’in afallayarak bana doğru baktığını hissettim. Kendimi toparlayarak ona doğru baktığımda hem meraklı hem endişeli bakışlarını gördüm. “İyi misin yenge?”
“İyiyim, sadece eve gitmek istiyorum.” Dedikten sonra ekledim. “Boran’a haber verme.” Sert bir biçimde söylediğim cümle ile başını salladı. Benimle ilgili her şeyi Boran’a bildirdiğini bildiğimden söylemiştim bunu. Şu an Boran görmek istediğim en son kişiydi.
Araç yoldan dönüp eve doğru ilerlerken camdan dışarı bakıp derin nefesler almaya devam ettim. Kendimi çok kötü hissediyordum. Kandırılmışlık hissi iliklerime kadar işlemişti bir anda. Kısa süre sonra araç evin bahçesine girdiğinde hiç beklemeden araçtan inip eve girdim. Hiç oyalanmadan odama çıktığımda çantamı yatağın üzerine fırlatarak oturdum.
Duyduklarımın gerçekliğini sorguluyordum hala. Her şey yalan mıydı düşüncesi zihnimde kol gezmeye başlamıştı. Bakışı, bana karşı takındığı tavır, söylediği cümleler hepsi dedemin isteği üzerine mi kurulmuştu? Nasıl yalan olurdu? Nasıl bu kadar güzel oynardı? İnanamıyordum. İnanmak istemiyordum. Her bir cümlesi, her bir hareketi zihnimde dönüp duruyordu.
Peki dedem nasıl yapmıştı bunu? Boran’a böyle bir şey söyleyerek beni ne duruma düşürmüştü. Gururumu kıracağını, beni kıracağını hiç düşünmemiş miydi? Ben benimle evlendi diye kendimi yük olarak görürken o bir de bununla yetinmeyip beni sevmeyi denemesini istemişti, bu nasıl bir düşünceydi. Resmen güvendiğim dağlara kar yağmıştı. Beni nasıl küçük düşürmüştü? Boran’ın yüzüne bu saatten sonra nasıl bakacaktım? Kaldı ki onun yaptığı şey zaten yüzüne bakacak bir heves bırakmamıştı.
Mantığım tamamen devre dışı kalmıştı tam şu anda. Cümlesinin manasının başka hangi anlamlara geldiğini düşünecek durumda değildim. Zaten söylediklerinin manası da açıktı. Tek cümlesi yeterliydi. Ne istiyorsa yapacağım… Bu her şeyi açıklıyordu.
Sanki her şeyin üzerini örtmeye çalışan bir örtü çekilmişti ve ben hakikatin keskin soğuğuyla yüz yüze kalmıştım. Kalbimi, duygularımı, gözlerimle kurduğum tüm cümleleri... hepsini bir kenara itip bakmam gereken tek yere bakıyordum artık: gerçeğe.
Dedem... Canımdan çok sevdiğim o adam. Beni koruyacağını, kollayacağını, her şeyden saklayacağını sandığım tek kişi... Kalbimin derinliklerine dokunmak yerine, kimsesizliğimi ve sevilmediğimi yüzüme vururcasına küçük düşürmüştü beni. Belki sevdiği, güvendiği bir adamdı Boran. Ama ben neydim bu hikâyede? Bir görev, bir sorumluluk, bir yük mü?
Boran’ın bana söylediği her kelimeyi, baktığı her anı didik didik etmeye başladım. O gülüşü... O sustuğu zamanlar… Beni sevdiğini söylediği, öptüğü, birlikte uyuduğumuz anlar…Sevgiden değil, şefkatten değil, içten gelen bir arzudan değil de kıramayacağı birinin isteği üzerine miydi?
Kalbime batan bu gerçeğin her bir ucu ruhumu çiziyordu. Bir başkası istedi diye sevilen biri olmak ne demekti? Gururumu altüst eden şey yalnızca yalanlar değil, o yalanların beni bir “karar” gibi sunmasıydı. Sevilmeyi hak etmem için birilerinin ikna edilmesi mi gerekiyordu. Bu kadar mı acizdim ben?
İçimde savaş vardı. Hem ona inanmaya çalışan yanım hem de her şeye sırtını dönmek isteyen gururum...
İkisi birbirine çarpıyor, beni oradan oraya savuruyordu.
İnsan bir başkasının söyledi diye sevebilir miydi gerçekten? Bir duygu, emirle doğar mıydı? Sevgi dediğin şey böyle yönlendirilebilir miydi?
Gözler yalan söylemez derdi herkes. Ama doğru değildi bu. Bir dizi veya film izlediğimizde birbirine aşık onlarca çift görüyorduk. Yaptıkları şey sadece rol olmasına rağmen, aşklarını o kadar güzel hissettirebiliyorlardı ki, gerçekmiş gibi inanıyorduk. Oysa o bakışların ardında senaryo vardı, tekrar vardı, yönetmen talimatı vardı. Gözler, bir duyguyu canlandırmakla yükümlüydü sadece. Demek ki göz dediğimiz şey, doğruyu değil, iyi ezberlenmiş bir yalanı da taşıyabiliyordu. Ve bazen, bir bakış insanı kandırmak için yeterli olabiliyordu. "Bazen bir çift göz, içindeki fırtınayı değil, ezberlenmiş bir huzuru yansıtırdı; çünkü yalan sadece dile değil, bakışlara da sinerdi zamanla."
İşte bu yüzden sadece bakışlarına inanamıyordum. Onca güzel sözcükten sonra duyduğum o cümle, o bakışında o cümlelerin de o davranışlarında üzerini çizmişti ve beni her şeyin oyun olduğuna inandırmıştı.
Kaç dakika orada oturduğumu bilmiyordum. Zihnim öyle dolu, duygularım öyle karmakarışıktı ki anlatamazdım. Kandırılmışlık hissi iliklerime kadar işlemişti ve bu canımı çok yakıyordu. Güven sorunlarımı yeni yeni aşarken aldığım bu darbe toparlanmamı daha da zorlaştırıyordu. Bu hayatta hep güvenle sınanmıştım, sınanmaya da devam ediyordum.
Zihnimi dağıtmak için üzerime rahat bir şeyler giyerek temizliğe verdim kendimi. İlk önce evi süpürdüm sonra sildim, tozunu aldım. Saatlerce kendimi bu işlere vererek zihnimi dağıtmaya çalıştım ama nafileydi. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ağladığımda hiçbir şey düzelmeyecekti ama yaşadığım bu hayal kırıklığına karşı elimden sadece ağlamak geliyordu. Kafam çok karışıktı.
Kandırılmak o kadar koymuştu ki. Hele ki bu dünyada beni canından çok sevdiğini bildiğim dedem ve yarım yıldır beni mutlu etmek için uğraşan, sevildiğimi iliklerime kadar hissettiren sevgilim dediğim, aşkım dediğim adamın bunu yapması... İçimde bir yer çatlamıştı sanki. Çünkü insan, en güvendiğinden darbe yiyince sadece hayal kırıklığına uğramazdı; kendinden, sezgilerinden, aklından da şüphe ederdi. "Nasıl anlamadım?" sorusu yankılanırdı günlerce, cevabını da alamazdı. Kendine öfkelenirdi. Tam olarak şu an o durumdaydım.
Kendimi kaptırıp her yeri didik didik ettikten sonra mutfağa giderek dolaptan bardak çıkartıp dolaptan su koydum. İçmek için bardağı dudaklarıma götürdüğüm anda belime dolanan kollarla irkildim. Boran’ın kokusu burnuma dolduğunda içim ilk defa rahatlamak yerine büyük bir acıyla doldu. Tepkisiz bir biçimde suyumu içmeye kendimi zorlarken Boran’ın sesini duydum. “Birileri temizliğe çok mu dalmış ne? Geldiğimi bile duymadın.”
Dişlerimi sıkarak ağlamamak için kendimi zorladım. Daha bundan aylar evvel kapıyı benim açmamı istediği için ben açıyordum her gelişinde. Ama şimdi umurumda olsa dahi olmaması için çabalamıştım. “Duymamışım, ne zaman geldin?” benden beklenmeyecek bir soğuklukla verdiğim cevapla birlikte Boran başını omzumdan kaldırıp yüzüme baktı dikkatle. “5 dakika olmadı.” Diye cevap verirken bir şey söylemedim.
“Hafta sonu temizlik için birini çağıracaktık, sen neden kendini yordun?” diye başka bir konuşma başlatırken kollarının arasından ayrıldım yavaşça. Normalde ellerimi kollarına yaslayıp sarılışına karşılık verirdim ama bugün içimden hiçbir şey gelmiyordu ona karşı. Hamlemle birlikte hafifçe kaşlarını çatarken anlamaz gözlerle bana baktı. Bense cevap verdim. “Kendim temizlemek istedim bu sefer.” Dedikten sonra ekledim. “Yemek hazırlayamadım, dolapta dünden kalan bir şeyler vardı. Onları yersin değil mi? Ya da dışarıdan yersin. Çok terledim, duş alayım ben.”
Başka bir şey söylemeden mutfaktan çıkarken arkamdan soru işaretleriyle dolu bakışlarını hissedebiliyordum. Daha saatler önce birbirimize dayanamazken şimdi yaptığım soğuk onu düşündürmüş olmalıydı. Düşünmeliydi de zaten. Duyduğum cümlelerden sonra yaptığı hiçbir davranış samimi gelmiyordu bana. Zorla, mecburiyetten yapılan şeyler gibi gelmeye başlamıştı her şey.
Hiç beklemeden duşa girdikten sonra kendimi suya bıraktım. Keşke düşüncelerimde suyla birlikte akabilseydi ama bu mümkün değildi.
Bir insanın gözleri bile yalan söyleyebilir miydi? Söylerdi. Bana o kadar güzel bakıyordu ki dedemin sözlerini ve Boran’ın kabullenişini duymasam asla inanmazdım oyun olduğuna. Sonra sözleri, bana hissettirdikleri, gülüşü… Her bir hali bana sevildiğimi hissettirirken şimdi bunların bir oyunun parçası olduğunu bilmek ölecek gibi hissettiriyordu. Sorsam, inkâr ederdi. Zaten soracak gücümde yoktu şimdilik. İllaki yüzleşecektik.
Gözyaşları eşliğinde duşu bitirerek banyodan çıktım. Üzerimi değiştirdikten sonra yatağıma uzanarak gözlerimi kapattım. Bu yatağa yatmayalı aylar olmuştu. Boran ile uyumaya o kadar alışmıştım ki şimdi onsuz nasıl uyuyacaktım onu bile bilmiyordum. İçime öyle bir işlemişti ki…
Kapının tıklandığını duyduğumda gözlerimi açmadım. Kapı açıldığında da tepki vermedim. Odanın içinde adım sesleri duyuldu. Sonra da üzerime ince bir pike örtüldü. En son adım sesleri odanın dışına ilerledi ve kapı kapandı. Kapının kapanışıyla gözlerimi aralarken dolu gözlerimden birkaç damla yaş süzüldü yanağıma doğru.
Dizlerimi kendime doğru çekip cama doğru döndüğümde bakışlarım komodinin üzerindeki dedemin fotoğrafına takıldı. Beni bu kadar aciz bir duruma düşürmeye hakkı yoktu. Sevilmiyor olabilirdim ama asla sevgi dilenmezdim, benim için bunu yapmalarına da izin vermezdim. Ben beni seven bir avuç insanla mutluydum. Bir görev gibi birinin beni sevmesini istemek çok adice bir şeydi. Çok gurur kırıcıydı, can sıkıcıydı.
Öte yandan bunu yapması istenen kişinin de bunu kabul etmesi, karşısındaki insanın ne düşüneceğini düşünmemesi çok kırıcıydı. Bir gün bunu öğrenebileceğimi hiç mi düşünmemişti? Dedemin söylediği o cümleleri bana dinletmemesi zaten başlı başına hataydı. Bu oyunu kabul ettiğini doğrulatıyordu. O an bana bunu dinletip deden böyle istedi ama ben bunu kabul etmem dese her şey hallolurdu. Bu anlaşmalı evlilik hiç gerçeğe dönmezdi ve bir gün bu sözleşme biterdi. Bizde kendi hayatlarımıza bakardık.
Şimdi bu güven kırıklığı ile ben hayatıma nasıl devam ederdim?
Boran’a kendimi kaptırmıştım, onu nasıl içimden silerdim? Bunun oyun olduğunu nasıl kabul edip bana karşı davranışlarını, onunla geçirdiğim güzel anları unuturdum. Unutamazdım ama devam etmesine izin de vermezdim. Ona kendimi daha fazla kaptıramazdım.
Bitmeliydi her şey. Bu oyun sonlanmalıydı.
Düşüncelerimin arasında ne zaman uyumuştum anlayamamıştım. Ancak sabah gözlerimi kendiliğimden araladığımda cama doğru yan bir şekilde uyuduğumu görmüştüm. Sırtım sıcak bir göğse yaslıydı, belimin üzerinde bir kol vardı. Enseme doğru sıcak bir nefes vuruyordu. Boran olduğunu anlamamak imkansızdı. Normalde olsa içim heyecanla dolardı, mutlulukla bakardım ona. Ama şimdi içim bomboştu sanki. Ona her baktığımda cümlesi aklıma geliyordu.
Kolunu üzerimden yavaşça çekip uyanmaması için ekstra çaba sarf ederek yataktan kalktım. Bakışlarım istemsizce yüzüne takıldığında iç çektim. Hiç beklemeden üzerime kıyafet seçerek banyoya girdim ve üzerimi değiştirdikten sonra direkt olarak evden çıktım.
Kapıdan çıkıp arabama doğru ilerlerken Mert’in sesini işittim. “Yenge?” Merakını sesinden bile anlarken bakışlarım ona doğru döndü. Kolundaki saate bakıp ardından tekrar bana baktığında ekledi. “Bir sorun mu var?” Muhtemelen saat çok erken olduğu için tereddüde düşmüştü. Başımı iki yana sallarken Mert tekrar konuştu. “Boran abim…” diyecek olduğunda hızla sözünü kestim. “Abin uyuyor, ben ofise gideceğim.”
“Tamam, yenge. Götüreyim ben seni.” Dediğinde duraksadım. Hiçbir şekilde yalnız kalamıyordum. Her zaman birileriyle olmak zorundaydım ve bu çok can sıkıcıydı. Kafamı dinlemek istesem bile iki adım ötemde birilerinin olmasından sıkılmıştım. Beni bu duruma düşüren insanlardan nefret ediyordum. Londra’daki hayatımı özlüyordum.
Bir şey demeden araca bindiğimde Mert’te hızlı bir şekilde şoför koltuğuna geçti. Beklemeden arabayı bahçeden çıkartırken camdan dışarıya baktım. Türkiye’de olmak bana hiç iyi gelmiyordu. Her şey düzeldi derken olanlar, öğrendiklerim… Her şey üzerime gelmeye başlamıştı artık.
Kısa süre sonra ofise geldiğimizde Mert’e teşekkür ederek araçtan indim ve direkt olarak odama girdim. Sadece bir tane danışanım vardı. Ondan sonra şirkete gidecektim normalde ama gitmeyi düşünmüyordum. Kafamı toplamam, bazı kararlar vermem gerekiyordu.
Odadaki kahve makinesini çalıştırıp kendime kahve yaptıktan sonra kanepeye oturdum. Kahvemi yudumlarken sakin bir kafayla düşünmeye çalıştım. Boran’ın her cümlesi zihnimde yankılanıyordu. Evlenmeden önce, ilk tanıştığımızda soğuk bir adamdı. Kaşları sürekli çatıktı, özellikle bana karşı takındığı tavır sanki benden nefret ediyormuş gibi hissetmeme neden olmuştu. Sonra evlendiğimiz günden itibaren tavrı tam tersi yönde değişmişti.
Bana evlenme ettiği günle, evlendiğimiz günkü adam arasında dağlar kadar fark vardı. Şimdi oturuyordu yapbozun parçaları kafamda. Özellikle yanımda olduğunu hissettirmesi, birbirimizi tanımadan bile hayat arkadaşı olduğumuzu söylemesi… İlk dedemi kaybetmiştim, sonra abim bana tavır almıştı, zaten baba sevgisini hiç tatmamıştım. Yanımda Boran olduğunda ona sarılmayı seçmiştim. Samimi sanmıştım, içinden geldiğini düşünmüştüm bazı şeylerin.
Mesela beni sevdiğini söylerken, benden şans isterken, benimle annesinin anılarını paylaşırken, birlikte uyurken, öpüşürken bunların hepsi kalbinden geliyor sanmıştım. Çok büyük yanılmıştım. İnce ince dokumuştu her şeyi, elleriyle ince ince uğraşmıştı. Boran Demirhanlı bu konuda çok başarılı bir adamdı.
Hiç kimseye güvenmem sanırken ona güvenmiştim. Bir daha kimseyi sevmem derken kalbim onu çok sevmişti. Her hareketi, her cümlesi kendimi çok kıymetli hissetmeme neden olmuştu. Yanında kendimi hiç olmadığım kadar mutlu hissetmiştim. Ama yine… Yine bir erkeğe güvenmemem gerektiği yüzüme vurulmuştu.
İçimde açılan yaradan sızan kan gibi gözlerimden de gözyaşları süzülmeye başladı. Elimle birer birer temizlesem de yerine yenisi geliyordu. Çok sevdiğim iki adam tarafından salak yerine konmak canımı çok yakmıştı.
Aniden odada yankılanan zil sesiyle dikkatimi telefona verdiğimde ekranda yazan isimle yutkundum. Telefonu almak için hiçbir hamle yapmazken bakışlarım telefonda durmaya devam etti. Telefon birkaç kere çalıp kapanırken elimi yüzüme yasladım. Daha bir dakika geçmeden telefon tekrar çalmaya başladığında ekranda yine aynı ismi gördüm. Açmazsam buraya gelirdi, biliyordum.
O yüzden beklemeden telefonu alırken burnumu çektim. Genzimi temizledikten sonra direkt olarak telefonu açtım. “Efendim?”
“Güzelim…” Boran’ın sesiyle gözlerimi kapatıp ağlamamak için dudaklarımı birbirine bastırırken devam etti sözlerine. “Çok erken çıkmışsın, evde bulamayınca merak ettim seni. Neredesin?” Meraklı bir tınıda sorduğu soru ile kendimi toparlayarak cevap verdim. “Nerede olduğumu bildiğine eminim, Mert’ten her zaman olduğu gibi haberimi almışsındır.” Dedikten sonra ekledim. “Ofisteyim yine de merak ediyorsan.”
Ses tonum kendime bile yabancı gelirken Boran birkaç dakika sessiz kaldı. Ardından konuştu. “Mert’i aramadım. Sandığın gibi her anının haberini almıyorum, hepimizin özgürce yaşadığı bir hayat var sonuçta.” Bu konuda rahatsız olduğumu anlayarak ılımlı bir tonda konuşurken ekledi. “Sen iyi misin?”
“İyiyim, yoğunum biraz.” Dedim soğuk bir tonda. Ne halimi soruşu içimi ısıtmıştı ne sesindeki endişe kalbime dokunmuştu. Çünkü artık biliyordum... Bazen en içten sorular bile doğru yerden gelmezdi. “Sesin iyi gelmiyor, şimdi evden çıkıyorum. Yanına geleyim…” dediğinde hızla karşı çıktım. “Gelme Boran, çok yoğunum bugün. Birden fazla danışanım gelecek.”
Cümlem kısa ve netti. Ne yumuşak bir açıklama barındırıyordu ne de kapı aralık bırakan bir bahane. Resmen sınırı çizmiş, geçilmesini istemediğimi belirtmiştim. Boran bu tonu daha önce hiç duymamıştı benden. Çünkü ilk kez içimdeki o derin kırgınlık, kelimelerimin arasına sığmamıştı.
Telefonun diğer ucunda bir sessizlik oluştu yine. O sessizlikte onun düşüncelerini duyar gibiydim: “Ne oldu? Neden bu kadar mesafeli?” Ama hâlâ sormuyordu. Çünkü cevabı duyarsa, gerçekleri kabullenmek zorunda kalacaktı ve bazı insanlar, gerçekleri duymaktan çok, yalanlarla oyalanmayı tercih ederdi.
“Tamam ama aklım sende kalacak haberin olsun, eğer öğlen yemeği için buluşmak istersen bir telefon uzağındayım biliyorsun. Hemen gelirim.” Dediğinde alaylı bir şekilde güldüm kendi kendime. “Pek sanmıyorum. Görüşürüz.”
“Görüşürüz güzelim.” Ses tonundan bile afalladığını net bir şekilde anlarken hiç bozuntuya vermeden telefonu kapattım. Ardından hiç beklemeden Güney’i aradım. Saat ilerlemişti ve eminim ki uyanmıştı.
Tahmin ettiğim gibi telefon birkaç çalışa açılırken Güney’in neşeli sesini işittim. “Nabersiniz İnci hanım?”
“Günaydın, senden bir şey isteyecektim.” Diye direkt söze girdiğimde Güney’in telefon karşısında çatılan kaşlarını görür gibi oldum. “İnci, ne oldu?” meraklı bir şekilde konuştuğunda cevap verdim. “Bir şey yok, sadece bir şey isteyeceğim senden.”
“İste iste de sesinin tonunu hiç beğenmedim. Boranla mı tartıştınız?” dediğinde duraksadım. Gözlerim anında dolarken cevap veremedim çünkü cevap verirsem ağlayacağımı biliyordum. Güney bu sessizliğimden cevabı alırken konuştu. “Yanına geliyorum hemen. Sen ne isteyecektin benden?”
“Şirketteki kasamdan siyah evrak çantasını getirir misin diyecektim.” Dedim titrek bir nefes vererek. Güney beni onaylarken telefonu kapattım. Birinin yanımda olmasına çok ihtiyacım vardı ve olması gereken kişi de Güney’di. Abime anlatamazdım. Anlattığım an saldırıya geçerdi. Ama Güney beni dinlerdi, destek olurdu.
Bazen insan en büyük yıkımı bir kelimeyle yaşardı. Kimi zaman bir “git” yeter, kimi zamansa bir “tamam” Ama ben en çok “yapacağım” sözcüğüyle yıkılmıştım. Çünkü o “yapacağım” da bana dair hiçbir şey yoktu. Ne bir istek ne bir arzu ne bir sevgi… Sadece bir mecburiyet. Ve ben...Ben bunu hiç hak etmemiştim.
Her şeyin sahte olabileceğini bilirdim. İnsanların, sözlerin, hatta bakışların bile... Ama hislerin, özellikle de kalbe dokunanların bu kadar ustalıkla kurgulanabileceğini hiç düşünmemiştim.
İçimde tuhaf bir boşluk vardı. Ne doluyordu ne geçiyordu. Ne ağlamak hafifletiyordu ne de susmak. Sadece duruyordum sanki kırık bir cam parçası gibi... Her yanımı kesmiş, parça parça olmuştum ama hâlâ bir bütün gibi görünmeye çalışıyordum.
Kendimi kandırılmışlığın yanında satılmış gibi hissediyordum. Öyle ucuz değil elbette. Bir minnet karşılığında... Ama her ne olursa olsun, bir pazarlığın ortasında, masaya hiç oturmadan karar verilmiş bir eşya gibiydim. Bu yüzden en çok da gururum acıyordu. Sevilmek için birilerinin ikna edilmesi gerektiği fikri, içimi kemiriyordu. Sanki kendi varlığım, kendi kişiliğim, kendi sevgim yetmiyormuş gibi... Sanki bir kadın olarak değerim, sadece bir adamın sözünü tutması kadar varmış gibi...
Çok şey hayal etmemiştim aslında. Birinin gözlerimin içine bakıp "iyi ki" demesi yetiyordu bana.
Ama şimdi, her o gözlere baktığımda aklımda tek bir cümle dönüyordu: “Yapacağım Korkut, bunu Sardun Bey’e borçluyum. Ne istiyorsa yapacağım.”
Kendi düşüncelerime dalmışken kapının tıklanmasıyla birlikte oturduğum yerden ayaklandım. Kapıyı açtığımda karşımda Güney’i gördüm. Endişeli gözlerle bana bakarken direkt olarak kollarına atılıp sıkıca sarılırken gözlerimi kapattım. O da anında bana sarılırken birkaç dakika boyunca sarılı kaldım. Ardından kollarından çıktıktan sonra elimle kanepeyi işaret ettim.
“Sen geç şöyle, ben geliyorum.” Dedikten sonra odadan çıkıp ofisin dışına ilerledim. Kapıdan çıktığımda direkt olarak Mert’i kapının dışında gördüğümde ona doğru yöneldim ve konuştum. “Mert, Güneyle olacağım tüm gün. Sen eve dönebilirsin.”
Mert şaşkın bir biçimde bana bakarken karşılık verdi. “Boran abime sorayım…” dediğinde kaşlarımı çattım. “Boran abin bir şey söylemişti hatırlıyor musun Mert? Ne istersem ne emredersem yapacaktınız. Boran’a bir şey sormayacaksın. Hayatımdaki tüm kararları yönettiniz bunca zaman, yeterli bence. Nereye gittiğim, nereden döndüğüm, kiminle konuştuğuma kadar her şey kontrol altındaydı. Özgürlüğüme pranga takılı aylardır. Şimdi kardeşimle baş başa olurken bile Boran’dan mı izin alacağım?” Keskin bir tonda söylediğim cümleyle Mert yutkundu.
Söylediğim cümleden anında pişmanlık duyarken gözlerim doldu. Onun bir suçu yoktu, sadece verilen emirleri yapıyordu. “Lütfen…” dediğimde Mert birkaç saniye gözlerime baktı beni anlarmışçasına. “Nasıl istersen yenge.” Dediğinde mırıldandım. “Teşekkür ederim.” Başka bir şey söylemeden ofisten içeri girdikten sonra derin bir nefes alarak odama ilerledim.
Kendi içimde o kadar berbat haldeydim ki hak etmediği halde insanlara çatıyordum. Odadan içeri girmeden gözyaşlarımı sildim. İçeri girdiğimde Güneyle bakışlarımız buluştu. Gözlerinde taşıdığı endişe kalbime ılık ılık işlerken ona bakmaya devam ettim. Şu hayatta abim bile belli bir zaman dilimde sırtını çevirmişti ama Güney hiç yapmamıştı. Hayatımda her koşulda güvenebileceğim o vardı.
“İnci, bu gözlerinin hali ne? Korkutuyorsun beni.” Tedirgin bir biçimde bana bakarken yanına ilerleyip oturdum. Telefonumdan direkt olarak ses kaydını açtığımda normal bir şekilde dinledi dedemin sözlerini. Zaten o da biliyordu bunu. Ancak son cümlelerinde gözleri büyüdü. Sonra Boran’ın cümlesiyle kaşları çatıldı. “Yapacağım Korkut… Bunu Sardun Bey’e borçluyum. Ne istiyorsa yapacağım.” Boran’ın sesinin soğukluğu, kendi içimde tekrar yankılandı. Ama bu kez yankı sadece bende değildi. Güney’in gözleri bir anda karardı. Sanki içinde bir yer paramparça oldu.
Başını çevirdi ama bana bakmadı. Yüzüme değil, yere ya da öfkesini daha rahat bastırabileceği herhangi bir boşluğa baktı. O an o kadar tanıdıktı ki, o bakış… Kendi öfkemi, kendi hayal kırıklığımı izliyordum bir başkasının gözlerinde.
Konuşmadı. Dişlerini sıktığını fark ettim. Çenesindeki kas hafifçe titredi. Ellerini yumruk yapmıştı dizlerinin üstünde. Gözlerini kırpmadan ileriye bakıyordu. Bu suskunluk beni daha çok ürküttü. Çünkü Güney konuşmuyorsa, içinde fırtına başlamış demekti.
Sessizlik ağırlaştı. Ben onun nefes alışlarını dinliyordum artık sadece. Derin, sert, sıkıntılı. Sonunda kelimeler dişlerinin arasından tıslayarak döküldü. “Ne demek borçluyum?” dedi alçak bir sesle. “Bu nasıl bir sevme şekli? Bu nasıl bir ilişki, nasıl bir oyun bu?”
İçime iğne gibi saplandı cümleleri. Güney’in bana değil, ona sinirli olduğunu biliyordum. Ama yine de onun bile böyle tepki veriyor olması beni daha da incitiyordu. Kendi kırıklığımın üstüne bir de onun kırılmış hali eklenmişti sanki.
Başını bana çevirip ilk kez göz göze gelerek ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi baktı ilk önce. Zaten ne denebilirdi ki. Gözlerinde hem öfke hem de bana dair bir şey vardı. Korumaya çalıştığı bir parçam gibi bakıyordu.
Omuzlarım düştü. “İnanmak istemedim.” dedim sessizce. “Her sarılışını, her sözünü kafamda yeniden oynatıyorum. Hangisi gerçekti bilmiyorum. Hangisi görevdi? Hangisi dedem için yapılan bir iyilikti? Güney ben kafayı yiyeceğim.”
Güney ayağa kalktı aniden. Hızla pencereye yöneldi. Perdeyi aralayıp dışarıya baktı. Yüzünde kendini zor zapt eden bir ifade vardı. “Onun seni sevmesi gerekiyordu demek?” dedi alaycı ama acı bir tonla. “Sevmesi gerekiyordu çünkü bir adam ondan bunu rica etti. Bir adam, Sardun dede... rica etti.”
Başını iki yana salladı. Gözlerinde o an ilk defa korktuğum bir ifade belirdi. Bir yandan Boran’a öfkeliydi ama öte yandan beni böyle gördüğü için kendine de kızıyordu sanki. “Bu nasıl iş ulan?” dedi dişlerinin arasından boğazına düğümlenen öfkeyi tükürmek ister gibi. Perdenin ucunu hırsla elinde buruşturdu, neredeyse koparacaktı. Omuzları gerilmişti. Arkası dönük olmasına rağmen vücudunun her hareketi çığlık atıyor gibiydi.
Ben hâlâ oturuyordum. Elim, çenemin hemen altında, boğazıma dokunuyordu sanki oradaki düğümü dışarı çıkarabilirmişim gibi. Konuşmak istiyordum ama hangi kelimeyi seçeceğimi bilmiyordum. O sustukça, ben de içine düşen taş gibi ağırlaşıyordum.
Birden döndü bana. Göz göze geldik. İçimdeki o boşluk yeniden genişledi. Çünkü onun gözleri, bana bakan o karanlıkla dolu gözler artık sadece Boran’a değil, olan her şeye öfkeliydi. Kendine, dedeme, geçmişe, hatta belki beni yeterince koruyamadığını düşündüğü için… bana da.
“Sen benim kardeşimsin, tamam mı?” dedi sesi bu kez daha netti ama hâlâ titriyordu. “Ben seni büyürken izledim. Her düşüşünü, her kalkışını her defasında daha güçlüsün diye sevindim. Ama şimdi karşımda... parçalanmışsın.” Yutkundum. Gözlerim yeniden doldu. Ama bu kez kendim için değil, onun için. Çünkü gözlerimdeki acı ona geçiyordu. Ve o, bunu kendi yarasıymış gibi yaşıyordu.
“Elinden tuttum yıllarca. Dizini kanattığında seni ben sırtımda taşıdım. Şimdi biri geliyor, hayatına sızıyor ve senin en kırılgan yerine oturup orayı tek hamlede darmadağın ediyor. O da yetmiyor, seni sevdiğini söyleyip borç gibi, görev gibi… lanet bir minnet duygusuyla sana dokunuyor.”
Bir adım attı bana doğru, sonra durdu. Gözlerini yere indirdi, bir elini saçlarının arasına daldırdı. Kendi içinde bir hesaplaşmanın ortasındaydı sanki. Öfke sönmüyor, yön değiştiriyordu. “Kendim dedim sana, Boran’ı sevmeye çalış diye kendim söyledim. Allah da benim belamı versin. Sana o gün ‘şans ver’ dediğimde neyle oynadığımı bilmiyordum. Şimdi içimdeki her parça bunun pişmanlığıyla dolu.”
Bilemezdik, hiçbirimiz bilemezdi bunu. Ben bile bilememiştim bir psikolog olarak. İnsanların en gizli çatlaklarını gözünden tanıyan, kelimelerin altına saklanan anlamları çözen ben… kendi kalbimi, kendi ihtiyaçlarımı, kendi kör noktamı okuyamamıştım.
Güney’in sesi, düşüncelerimin ortasına yeniden düştü. “Ben sana abilik etmeye çalışırken… aslında seni o uçuruma biraz daha yaklaştırmışım. O adam seni seviyordu, bakışlarından, davranışlarından öyle sandım. Ama o sadece sözünü tutuyordu, değil mi? Sözünü! Sevgiyle karıştırdığım şey, bir vaatmiş ve ben seni o vaadin içine ittim.”
Sesi çatladı, kelimeler ağzında kırıldı. Gözleri hâlâ yere dönüktü ama ben artık onun gözlerinde sadece öfkeyi değil, acıyı, utancı ve kırıklığı da okuyabiliyordum. Yutkundum. Derin, yakıcı bir yutkunmaydı bu. “Sen kötü bir şey yapmadın Güney,” derken sesim hafif titrekti ama cümlelerim netti. “Sen bana inandın. İyi bir şeye inandın. Senin inandığın şey Boran değildi, benim mutlu olma ihtimalimdi.”
Güney başını usulca kaldırdı. Göz göze geldik. O an gözlerindeki o parıltı, içini yakan pişmanlıkla karışmış sevgisi beni olduğum yerden söküp aldı. Ama bu sefer zayıf hissetmedim. Çünkü o an, ilk defa birinin yanında düşkün olmak utanılacak bir şey gibi gelmedi.
“Ben o ihtimali çok sevdim Güney.” dedim fısıltıyla. “Sevildim sandığım her anı sahiplendim. Ben Boran’ı çok seviyorum Güney.” Derken yanağıma süzülen gözyaşlarını umursamadım. “Öğrendiklerim bile kalbimden onu atmama engel olamadı. Çok kızgınım, kırgınım ama en çok ne biliyor musun? Onun beni sevmesi için dedemin bile yalvardığını öğrenmek kendimden utanmama neden oldu. Birilerinin gözünde sevilecek biri olmak için bir ricaya muhtaç kalmış gibi hissettim. Oysa kimseden sevgi dilenmedim ben.”
Sözlerim havada asılı kaldı bir an. Güney başını eğdi, omuzları gerildi. Sonra bana baktı tekrar. Gözleri öyle sert değildi artık, ama derinleşmişti. Beni incitmek istemeyen bir öfke vardı bakışlarında.
“Sana bunu hissettirdikleri için onları boğmak istiyorum.” dedi kısık sesle, dişlerinin arasından. “Seni eksik hissettirdiler. Sevilmek için birilerinin sözüne, ricasına ihtiyaç duyduğunu düşündürdüler ve sen bunu kendi üstüne aldın. İşte bu benim delirdiğim yer.”
Bir adım attı bana doğru. Bu kez daha sakin ama kararlıydı. “Senin sevgiye ihtiyacın yoktu. Ama onlar, sana bir lütuf gibi uzattılar sevgiyi sanki önce kırıp sonra ödül verirmiş gibi. Sanki sen yeterince ‘iyi olursan’ sevilirmişsin gibi.” Burnundan sert bir nefes verirken her bir cümlesi kalbime işliyordu.
“İnsan sevgi için çırpınmaz. Varlığıyla hak eder. Senin gözlerin bile yeterliydi birinin seni olduğu gibi sevmesi için. İşte affedemediğim bu.” Bir an sustu. Bakışlarını benden çekip mırıldandı. “Sen değerli olduğunu hatırlamak zorunda kalmamalıydın.” dedi. “O değeri sana hissettirmeyen herkes, kaybetmiş demektir. Boran da... deden de... hepsi. Çünkü sen hiçbir zaman onların onayına muhtaç olmadın.”
Kıpırdamadım. Kalbim tam bu noktada hafifçe sızladı. Çünkü söylediği her şey, benim bile kendime söylemeye cesaret edemediğim gerçeklerdi. O acıdan yapılmış cümleler, içimde bir şeyi daha uyanık hâle getiriyordu.
“Beni en çok ne yaktı biliyor musun?” dedi bir adım daha yaklaşıp. “Senin sesinin titremesi. ‘Utanıyorum kendimden’ dediğinde sanki çocukken canın yandığında ‘iyiyim’ deyişin geldi aklıma. O yalanlara o zaman bile inanmazdım ben. Şimdi nasıl inanayım?”
O an, kelimeler içime öyle bir dokundu ki sanki kaburgamın altına sakladığım bütün acılar tek tek yerinden söküldü. “Şimdi nasıl inanayım?” dediğinde, boğazıma kadar yükselen o düğüm dayanamadı artık.
Bir şey demeye çalıştım ama kelimeler çıkmadı. Dudaklarım titreşti, nefesim yarım kaldı. Sonra içimde kırılan şey öyle büyük bir sesle yankılandı ki, kendimi tutamadım. Göğsümden, ciğerimin en dibinden çıkan boğuk bir iniltiyle ağlamaya başladım. İlk başta sessizdi. Ama birkaç saniye içinde kontrol tamamen benden uzaklaştı. Hıçkıra hıçkıra, titreyerek, omuzlarım sarsıla sarsıla ağladım. Nefes almaya çalıştıkça daha çok boğuldum. Sanki yıllardır tutup tuttuğum her gözyaşı bugün için birikmişti.
Yüzümün önüne kapanan ellerimi kaldırdım ama hiçbir şey yetmedi. O an ben artık sadece ağlayan bir kadın değildim. İçine bastırılmış bir çocuğun da haykırışıydım. Sözcüklerin yerine gözyaşlarım konuştu. “Yeter,” der gibiydi bedenim. “Artık taşıyamıyorum,” diyordu omuzlarım.
Ağlamam kontrolsüzce büyürken, sesim boğuk hıçkırıklarla boğazımda düğümlenirken Güney birden bana doğru hamle yaptı. Tereddütsüz, hiçbir şey sormadan, yalnızca içgüdüyle. Sımsıkı sarıldı bana. O an, yeryüzüyle bağım koptu sanki. Kollarını öyle bir sardı ki etrafıma, o kucakta çocukluğumu bıraktım gibi hissettim. Başımı göğsüne bastırdı, ben de onun göğsünde ağlamaya devam ettim. İçimden çıkan ses artık sadece acı değil, bir nevi feryattı. Yorgun, pes etmiş, tükenmiş bir ruhun isyanıydı bu.
“Yoruldum artık…” dedim boğuk bir sesle. Güney kımıldamadı, daha sıkı sardı beni. “Çok yoruldum… En güvendiğim yerden vurulmaktan çok yoruldum.”
“Güvensizlikle yaşamaktan yoruldum… Her şeyi içimde tutmaktan, kimseyi üzmeyeyim diye kendimi susturmaktan, hep güçlü görünmekten… Beni üzmesinler diye susup susup sonra kendi içimde patlamaktan yoruldum.” Güney’in eli sırtımda daireler çizerken sustum bir an. Nefes almaya çalıştım ama nefesim bile yorgundu artık.
“Gitmek istiyorum.” dedim, sesim yorgun ama kararlıydı. Güney’in göğsünde, hala onun kolları etrafımdayken söyledim bunu. Başımı kaldırmadım. Gözlerine bakamadım. Çünkü bu kez gözyaşlarımı değil, kararlarımı tutuyordum içimde.
“Londra’daki hayatımı özlüyorum. Sokaklarını, kokusunu, gri havasını bile özlüyorum. Ama en çok… oradaki yalnızlığımı özlüyorum. Kimsenin beni tanımadığı, kimsenin benden hiçbir şey beklemediği o sessizliği…”
Güney kımıldamadı. Ellerinin sıcaklığı hâlâ sırtımdaydı. Ama ben artık içimi ona dayamaktan çok, içimdekini kendime göstermek istiyordum. “Özgürce yaşamak istiyorum,” dedim. “Sadece kendimi mesleğime vererek. Birilerini mutlu etmeye çalışmadan, birilerinin sevgisini kazanmaya çalışmadan… Kimsenin beni sevip sevmediğini düşünmek zorunda kalmadan yaşamak istiyorum. Kendi hayatımı yaşamak. Sadece bu.”
Sözlerim çıktıktan sonra içimde ince bir sızı oldu. Çünkü bu karar kolay değildi. Kaçmak değildi bu. Bu, kalıp sürüklenmeye devam etmemekti. Ve bunu ilk defa bu kadar net hissediyordum.
“Türkiye’de olduğum andan beridir birileri için yönlendiriyorum hayatımı.” dedim usulca. İçimden değil sesli söylüyordum artık. “Aral Holding’in yönetim kurulu başkanı olarak ayrı biri oldum… Hep güçlü, hep kontrollü, hep duygularını bir kenara itmiş, işine odaklanmış kadın… Masada sesini yükseltmeyen ama arka planda gece yarılarına kadar çalışan biri…”
Gecelerce şirket için çalışmıştım, bir bebeğe yeni şeyleri öğretiyormuşçasına kendime şirketle ilgili şeyleri öğretmeye çalışmıştım. Her rakamı, her belgeyi, her toplantıyı ayrı ayrı düşünmüştüm. Öyle ki, bazen kendimi kaybettiğim anlar bile olmuştu. Ama vazgeçmemiştim. Çünkü başarmak zorundaydım. Çünkü dedem orayı bana emanet etmişti. Onu hayal kırıklığına uğratmamak için gecemi gündüzüme katmıştım, yorulmuştum. Sonucu ne olmuştu, koca bir hayal kırıklığı.
“Boran’ın eşi olarak bambaşka bir kadın oldum. Sessiz. Uyumlu. Sabırlı. Her şeyi anlayan. Gözünün içine bakıp ‘ben buradayım’ diyen ama onun kalbine hiç giremeyen biri… Demirhanlıların gelini olarak ise neredeyse sürekli gözetlenen, ölçülen, tartılan, arkasından konuşulan. Başta alışamamıştım ama şimdi yeni yeni kendimi bir aileye ait hissetmiştim.”
Derin, Defne, Cihan ve Zümra babaanne… Boran bir tek beni değil onları da kandırmıştı.
Gözüm doldu ama bu kez geri tutabildim. “Ve sonra… baba dediğim ama bana hiç babalık yapmayan o adam için apayrı biri oldum. Kızı değil, rakibi, düşmanıydım onun. Hayatımda silah görmemiştim. Ama onun sayesinde ölümle burun buruna gelmek ne demek öğrendim.”
Başımı hafifçe sağa çevirdim. Camdan dışarıya baktım. Ama o an camda yalnızca yansımamı değil, geçmişte olmak zorunda kaldığım tüm yüzleri görüyordum. “Hiçbiri ben değilim, Güney. Hiçbirini gerçekten isteyerek giymedim üzerime. Ama birileri üzülmesin diye, birilerini hayal kırıklığına uğratmamayım diye hepsine evet dedim.”
Başımı omzundan kaldırırken gözlerine baktım. Gözleri dolu doluydu, içinde sakladığı acı ve çaresizlik yüzüne yansımıştı. “Ve en kötüsü ne biliyor musun? Onlar için kendimden vazgeçtikçe, kendimden uzaklaştıkça ben kendimi tanıyamaz oldum. Mutluydum evet, hayatımda çok güzel anlarda oldu yalan söyleyemem, hayatımı yoluna koyduğumu sandım ama koyamamışım. İçimde bir yerlerde hep eski hayatımı özlüyormuşum.”
Tüm bunları dışarıdan söyleyip kendime kabul ettirirken bir karar da almıştım. Kendime acı çektirmek istemiyordum artık. Londra orası, bana ait olan yerdi. Hayallerimin, umutlarımın olduğu şehirdi. Orada, kimsenin beni etiketlemediği, sadece İnci olduğum o yerde, özgürce nefes almak istiyordum. Mesleğime, tüm benliğimle sarılmak, geçmişin ağırlığını üzerimden atmak istiyordum.
Hem kabulde almıştım. Gözümü bile kırpmadan, sevgim için gitmeyi istememiştim hiç. Ama şimdi o sevginin bir önemi kalmamıştı.
“Güney...” derken sesim hem kararlı hem kırılgandı. “Ben geri dönmek istiyorum kendi hayatıma. Burada olmaya devam etmek beni yok ediyor sanki. Ben sadece kendim olmak istiyorum. Kendimle barışmak, kendi yolumu çizmek istiyorum.”
Güney başını hafifçe eğdi, gözleri içtenlikle parlıyordu. “İnci.” dedi yumuşak bir tonla. “Ne karar verirsen ver ben her daim yanındaydım. Gitmek mi istiyorsun, uçak biletini alırım ve seni kendi ellerimle o havaalanına bırakırım. Gözüm arkada kalmaz çünkü senin kendi hayatını sahiplenişini izlemek, seni burada kaybetmekten çok daha değerli.”
Kararlıydı. Ama gözleri... gözleri bambaşka şeyler söylüyordu. Orada biriken yaşlar, içinin de en az benimki kadar kanadığını haykırıyordu. Ve yine de... beni özgürlüğüme uğurlamaya hazırdı. Yüzümü avuçladı usulca, bakışlarını gözlerimden kaçırmadı. “Oraya gittiğinde de yanında olacağım. Ne zaman dönmek istersen ne zaman sadece bir omza ihtiyaç duyarsan da yanında olacağım. Bu senin hayatın, senin özgürlüğün. Kimsenin bir şey demeye hakkı yok.”
İçimdeki kırılgan kız çocuğu o cümleyle biraz büyüdü. O sevgi dolu, ait olmaktan yorgun, hayal kırıklıklarıyla boğuşan kadın, sonunda kendi sesini duydu. Kimseye hesap vermeden, kimsenin ne düşündüğünü umursamadan ilk kez "Ben ne istiyorum?" diye sordum kendime.
Ve cevabı biliyordum. Sadece kendim olmak istiyordum. Kimseden sevgi dilenmeden, kimsenin onayını beklemeden... Sadece kendi ayaklarımın üstünde durarak yaşamak. Eksiklerimle, hatalarımla, kırık dökük yanlarımla bile kendime sahip çıkmak istiyordum.
Londra sadece bir şehir değildi benim için. Bir zamanlar hayal kurduğum, hayallerimden vazgeçmeden yaşadığım o yeri özlüyordum. Kendi yalnızlığımı bile sevebildiğim, sabah kahvemi içip hiçbir role bürünmeden günün içine karışabildiğim o hayatı...
Belki dönünce her şey bir anda düzelmeyecekti. Belki yine ağlayacaktım, yine korkacaktım, yine bazı geceler yalnızlığın tam ortasında kalacaktım. Ama bu kez kendimle kalacaktım. Bu kez yalnızlık bile bana ait olacaktı. Bu kez acı bile içimde bana bir şey öğretecek kadar gerçek olacaktı.
Güney’in elleri hâlâ yanaklarımdaydı ama artık gözyaşımı silen eller değildi onlar. Beni kendi yoluma uğurlayan, içimdeki kadının artık kendi kararlarını verebileceğine inanan ellerdi. Derin bir nefes aldım. O nefesin içinde vedalaşmak da vardı, vedalaşamadan kalan her şey de. Bir tebessümle baktım gözlerine. Bir şey demeden tekrardan sarıldığımda kollarını doladı ve sıkıca sardı beni.
İşte o an, verdiğim kararın ne kadar doğru olduğunu anladım. Bu karar bir kaçış değildi. Bu karar, ilk kez kendim için, kendimi seçerek attığım bir adımdı. Kırgınlığım vardı evet, içimde hâlâ kapanmamış yaralar da… ama artık o yaraların üzerinden yürümeyi öğrenmek istiyordum. Onları saklamadan, inatla görmezden gelmeden, tam tersine onlarla yüzleşerek iyileşmek istiyordum.
*****
Ofisten çıktıktan sonra Güney beni eve bırakmıştı. Normal saatimden biraz daha geç gelmiştim. Boran’ın arabası evin önündeydi, Fatih ve Mert buradaydı. Muhtemelen Boran’da evdeydi. Öğle arasında tekrar aramıştı beni ancak açmamıştım. Meşgul olduğuma dair mesaj atmış ve sonra da mesajına bakmamıştım.
Güney ile konuşmak iyi gelmişti. En azından ne yapmam gerektiğine karar vermiştim. Anahtarla kapıyı açarak içeri girdiğimde ilk önce sessizlik karşıladı beni. İçeri doğru ilerledikçe mutfaktan gelen tıkırtıları duydum. Elimdeki siyah dosyayı ve çantamı salondaki kanepenin kenarına bıraktıktan sonra mutfağa ilerledim.
Kapıdan mutfağa doğru baktığımda Boran’ın bir şeyler hazırladığını gördüm. Normalde olsa kalbim onu bu halde görmekten hızlı hızlı atardı ama şimdi boşluk vardı sadece. Yemek masası hazırlanmıştı. Boran birden bana doğru döndüğünde bakışlarımız buluştu.
Dudaklarında küçük bir tebessüm oluşurken konuştu. “Hoş geldin güzelim, hiç duymamışım geldiğini.”
Bana doğru yaklaşıp hoş geldin maksatlı dudaklarıma doğru eğildiğinde yüzümü çevirerek dudaklarımla temas kurmasını engelledim. Dudakları yanağıma değerken hafifçe kaşları çatılsa da bozuntuya vermeden yanağımı öptü. Ardından eliyle masayı işaret etti. “Bugün ben hazırladım sofrayı, her zaman sen hazırlıyorsun. Hadi ellerini yıkayıp gel, her şey hazır.”
“Aç değilim.” Dediğimde bir an hareketleri duraksadı. Ne olduğunu anlamaya çalışırcasına bana bakarken bu sefer kaşları tamamen çatılmıştı. Gözlerime dikkatli dikkatli bakarken mırıldandı. “Gözlerin…” deyip duraksadı, birkaç saniye tamamen gözlerime baktıktan sonra devam ettirdi sözlerini. “Ağlamışsın, neyin var güzelim?”
Ellerini yüzüme getirip avuçlayacağı sırada geri çekildim. Yaptığım hareketleri elleri havada kalırken yutkundu. Gözleri anlamak istercesine gözlerime bakarken gözlerimin doluşunu engelleyemedim. Yaptığı her hareket canımı yakıyordu. “Salonda bekliyorum seni, konuşmamız gerekiyor.”
Başka hiçbir şey söylemeden mutfaktan çıkarken salona doğru ilerledim. Adım seslerinden Boran’ın da arkamdan geldiğini anlarken derin bir nefes aldım. Nasıl başlamam gerektiğini, ne söylemem gerektiğini toparlayamamıştım zihnimde.
“Korkutuyorsun beni…” Boran’ın sesiyle birlikte direkt olarak ona dönerken soğuk bir tonda konuştum. “Sana tek bir şey soracağım, sende bana tek bir cevap vereceksin.” Dediğimde hafifçe kaşlarını çattı. Belli belirsiz kafasını sallarken direkt olarak konuya girdim. “Benden sakladığın bir şey var mı?” Üzerine bastırarak sorduğum soruyla Boran bir an duraksadı. Ardından gözlerimin içine bakıp cevap verdi. “Hayır.”
Cevabıyla dudaklarımda alaylı bir gülümseme oluştu. “Saklamıyorsun…” Yine yalan söylemeyi seçmişti. Telefondan ses kaydını açtım direkt olarak ona karşılık. Dedemin sesi odayı doldururken ilk önce tepkisiz dinledi cümleleri, sonra dedemin isteğinin var olduğu cümleleri dinlerken gözleri büyüdü. Gözümü kırpmadan tepkilerini izlerken bu sefer kendi sesinin olduğu kaydı açtım. Yutkunuşu benim için cevaplanmayan soruların cevabı gibiydi.
“Sen bunları nereden buldun?” diye soru sorma gafletinde bulunduğunda alayla sesli bir şekilde güldüm. “Önemli olan bunları nereden bulduğum mu sence?” dedikten sonra ekledim. “Gönderen kimse sağ olsun yoksa ben salak yerine konmaya devam edecektim.” Boran hala daha yüzüme bakarken devam ettim. “Benden bir şey saklamıyorsun öyle mi? Oyun bitti Boran Demirhanlı. Gerçekler ortaya çıktı. Rol yapmayı bırakabilirsin artık.”
Sesimdeki kini, öfkeyi, kırgınlığı cümlelerimle dışa vururken Boran her kelimemle yüzüme bakmaya devam ediyordu. Ancak gözlerindeki ifadeden onun da sinirlendiğini anlayabiliyordum. “Oyun, aramızda yaşananlar sana oyun gibi mi geliyor?” Oyun kelimesinin üzerine bastırırken sinirlerime hâkim olamadım.
“Boran, dalga mı geçiyorsun sen benimle!” dedim sesimin tonunu ayarlayamadan. “Her şey açık, yaptığın şeyi kabul ettiğine dair ses kaydın bile var. Neyi inkâr ediyorsun?”
“Sen her şeye inanmışsın zaten, bana neyi soruyorsun?” sakin olmaya çalışan bir tonda konuşsa da öfkesini net bir şekilde anlayabiliyordum. Gülüp başımı iki yana sallarken konuştum. “İnandığım için ben suçluyum, öyle mi? Boran ben aramızda bir şey yokken bile sana söyledim. Benden bir şey gizleme dedim. Sen bunları bana anlatmayarak niyetinin ne olduğunu belli ettin zaten. Daha şimdi bile sana şans verdim, sen o şansı yine elinin tersiyle ittin. Ne anlamam gerekiyordu?”
“Ses kaydı geldi, dinledin, sonra da sana böyle bir oyun oynayabileceğime inandın.” Hayret edermiş gibi konuşurken gözlerime bakmaya devam etti. Başımı salladım cümlelerine karşılık. Çünkü inanmam için çok fazla geçerli sebep vardı. “Suçlu ben oldum şimdi.” Dedim alayla. Ardından ekledim. “Benim ne hissettiğimi anlasan böyle söylemezdin. Gözlerimin içine baka baka bana yalan söyledin aylarca, ne bekliyorsun Boran? O gün bana dedemin ses kaydını dinletirken İnci deden böyle söylemiş ama ben kabul etmiyorum deseydin iyi niyetinden asla şüphe etmezdim. Ama şimdi…”
“Ama şimdi her şeyi senden sakladım ve bu dedenin söylediğini kabul ettiğim anlamına geliyor.” Diyerek sözlerimi tamamladı. Başımı salladığımda yüzündeki alaylı gülüşü gördüm. Hiçbir şey söylemeden yüzüne bakarken Boran tekrar konuştu. “Bu cümleleri duyduğunda ne kadar kırılacağını tahmin ettiğim için söylememiş olabilir miyim mesela?”
İşte yine... kendi kararını ‘beni korumak’ bahanesiyle açıklıyordu. Ama ben artık buna inanmıyordum. Çünkü o beni korumamıştı. Yalnız bırakmıştı. Gerçekle yüzleşmemi engellemişti.
“Bu yaptığın şeyi açıklamıyor.” dedim kısık ama kararlı bir sesle. Bir adım geri attım, nefes almaya çalıştım ama içimdeki öfke artık taşkın bir seldi. Gözlerim doldu ama gözyaşı akmasına izin vermedim. “Senden değil de bilinmeyen bir numaradan öğrendiğimde hiç kırılmadım. Kalbimi sana kaptırmışken… beni kandırdığını öğrendiğimde hiç kırılmadım çünkü!”
Bir adım daha geri çekildim. Sesim yükseliyordu, kelimeler ağzımdan dökülürken yüreğim sökülüyordu sanki. “Sana âşık olmuşken… senin bana bir oyun gibi, bir borç gibi, bir ‘iyilik’ gibi yaklaşmana kırılmadım! Tekrar bir erkeğe güvenmişken, o güveni seninle kurmaya çalışmışken ve yine kandırılmış olmama kırılmadım değil mi Boran? Bunlar beni kırmaz!”
Gözyaşlarım artık engellenemezdi. Sesim titriyordu ama geri adım atmıyordum. Acıyla canımı yakan tüm cümleleri dilime döktüğümde gözyaşlarımda eş zamanlı olarak akmaya başladı.
“Oyun diye bir şey yok… Her şey gerçek.” Diye fısıldayarak bana doğru yaklaşırken ellerini yüzüme doğru uzattı ancak ben geri çekilerek benimle temas etmesini engelledim. Yaptığım hareketle gözlerinden geçen ifade tanıdıktı ama samimi miydi artık bilmiyordum. “İnci…”
“Oyun bitti Boran. Boşanmak istiyorum ben.” Dedim kararlı bir şekilde. Sözlerim dudaklarımdan dökülürken, içimde sanki bin yıllık bir yük yavaşça omuzlarımdan akıp yere düştü. Hafiflemek böyle bir şey miydi, yoksa içimdeki o dayanılmaz boşluğun daha da büyümesi miydi hissettiğim şey?
Boran’ın gözleri bana kilitlendi. Önce bir şey söylemedi. Sadece baktı. Sessizdi. Sanki gözlerimin içinde o kararı geri çevirecek bir çatlak arıyordu ama bulamıyordu. Çünkü ben artık o çatlağı onarabilecek kadar bile kırılmış değildim. Dağılmıştım. Oysa o hâlâ eski İnci’yi arıyordu. İçine bastırdığı öfkeye rağmen anlayış gösterecek olanı, yine affedecek olanı…
“Hayır.” Dedi keskin bir tonda. İtiraz edeceğini biliyordum, bu yüzden getirmiştim yanımda sözleşmeyi. Hiç beklemeden kanepeye gidip bıraktığım dosyadan sözleşmeyi çıkardım ve konuştum. “Sözleşmeye göre kendimi korumam, şirketle ilgili kendimi geliştirmem için yapılmıştı bu anlaşma. Babam hapse girdi, hayatımı tehdit eden bir risk yok. Varsa da abim beni koruyabilir, babamın maşası olmadığını ve bazı şeyler için sustuğunu biliyoruz. Pekâlâ şirket içinde bana yardımcı olacaktır. Yani evli olmamız için geçerli bir sebep kalmadı.”
Boran sözlerimi duyduğunda önce bir adım bile atmadı. Sadece orada öylece dikildi. Yüzüne yerleşen o ifadeyi hiçbir zaman unutamayacağımı biliyordum. Bir adamın, sevdiğini kaybedeceğini nihayet anladığı o çaresiz, ama yine de inatla kabullenmeyen bir bakıştı.
Birkaç saniye duraksadıktan sonra aklıma gelenlerle tekrar konuştum. “Ha tabii dedemin isteğini de yerine getirmiş oldun. Birlikte olduğumuz şu 6 ayda hayatımın en güzel günlerini yaşadım, sevildiğimi hissettim.” Dedim üstüne bastırarak alaylı bir şekilde. “Sen senden istenilen her şeyi yaptın. Boşanmamız belki babaannenin sana tekrar kız aramasına neden olur. Ama onun da üstesinden gelirsin, İnci’yi seviyorum dersin belki. Rol yapmakta çok iyisin ne de olsa.”
Boran gözlerini benden kaçırmadı. Cümlelerim, her biri birer bıçak gibi içine saplanırken bile tek kelime etmedi. Ama o sessizlik… bağırmaktan beterdi. Gözleriyle yalvarıyordu ama gururu dilsizdi. İçinde kopan fırtınayı bastırmaya çalışıyordu ama o da farkındaydı ben bu savaşı çoktan bitirmiştim.
Sözlerim bittikten sonra bir süre hareketsiz kaldı. Elimden tuttuğum sözleşmeyi onun önüne bırakırken bile tek bir kelime etmedi. Sadece bana baktı. Öylece gözlerime saplandı kaldı gözleri. Sanki kelimelerin yetmediği, susmanın bile çığlık olduğu bir andı. Ve ben o bakışta sadece pişmanlık değil, çaresizlik de gördüm. Yavaşça göz kapakları düştü, ardından tekrar kaldırdı başını. Dudaklarını araladı ama sesi çıkmadı. Gözbebekleri küçüldü, sonra yeniden büyüdü. Nefesi göğsünde sıkışmış gibiydi, alıp veremiyordu.
Acı çekiyordu. Ama bu, öyle bir acıydı ki... Ne bağırabiliyor ne kendini savunabiliyor ne de bana dokunabiliyordu. Sanki her kelimem vücuduna bir bıçak gibi saplanmıştı ve o bıçakların hiçbirini çıkaracak gücü kalmamıştı.
“Hayır.” Dedi nice sonra. Ardından ekledi. “Bu siktiğimin sözleşmesi aramızdaki hiçbir şeyi belirleyemez.” Dedikten sonra aniden uzanarak elimdeki kâğıdı aldı ve ben daha ne yaptığını soramadan kâğıdı parçalara ayırmaya başladı. Parçaları yere bıraktıktan sonra gözlerimin içine dikti bakışlarını. Elleri hâlâ titriyordu, ama bu öfke değil, başka bir şeydi; çaresizlik, korku, inat… belki de hepsi.
Sesi kısıktı ama kelimeler dudaklarından birer yemin gibi döküldü. “Kabul etmiyorum. Bu sadece bir kâğıt, sadece bir şartname. Biz seninle bu kâğıttan fazlasıydık. Sen benim karımsın, hâlâ da öylesin. Kâğıtlar yırtılır, sözleşmeler biter ama hisler… hisler öylece bitmiyor İnci.”
Şaşkınlığım yerini hızla öfkeye bıraktı. Bir adım yaklaştım ona, sesim yükselmeden ama her kelimeyi tek tek bastırarak söyledim. “Ben her şeyi öğrendim, Boran. Dedemin seninle konuşmasını, seni bana yaklaştırmak için neler söylediğini… Beni sen seçmedin. Sana sunulan bir teklifi kabul ettin. Ve sen şimdi bana ‘hissettim’ diyorsun. Sen beni değil kendini ikna etmeye çalışıyorsun. Şu an burada yaptığın şey… hâlâ beni duymamak. Hâlâ beni anlamamak.”
Cümlelerimi es geçerek başını iki yana salladı. “Bu kâğıt parçasının önemi sen bana evet dediğin gün bitti İnci. O yüzden boşanma da bu sözleşmeye göre olmayacak.” Dediğinde hırsla baktım gözlerine. “Sözleşmeyi yırtarak, boşanmayacağız diyerek beni burada zorla tutamazsın Boran. Zaten neyin inadını yapıyorsun onu da anlamıyorum. Aramızdaki gerçek bir evlilikmiş gibi davranma, ben senin karın değilim sen benim kocam değilsin. Sadece bir sözleşmeden ibaret her şey. Kendimi sana kaptırdım diye bunu devam ettirecek değilim ben!”
“Ulan evlilik sadece sevişmekten mi ibaret!” diye bağırdığında irkildim. Boran’ın öfkesiyle patlayan sesi duvarlara çarparak geri döndü. Sanki içinden yıllarca bastırdığı, birikmiş bir fırtına çıkmıştı. Ama onun bu patlamasında bile bir şey eksikti beni anlamaya dair bir çaba yoktu. “Ben seni tanımaya, sevmeye, senin yanında olmaya çalıştım. Ne zaman başını yastığa koysan huzurlu uyu diye düşündüm. Herkes seni yargılarken ben sustum, senin yanında durdum. Sen görmedin belki ama ben hep oradaydım. Karı koca olmak bunları da içermiyor mu?”
Derin bir nefes aldım. Yanağımdan bir damla süzüldü, ama gözlerim dimdikti. “Yanımda durman gerekiyordu çünkü bir anlaşmamız vardı, Boran.” Dediğimde hırsla elini saçlarından geçirdi. “Benim gözlerimden anlamıyor musun sevgimi, sana hissettiklerimi, âşık olduğumu! Senin yanında kalbimin atışı bile mi ikna edemiyor seni!”
İnanamıyordum işte… İçimdeki yankı sadece tek bir kelimeydi: İnanamıyorum.
Bir kere, sadece bir kere cesaret edip güvenmiştim. Kalbimi ellerine bıraktığım o adam şimdi o güveni, öylece paramparça etmişti. Ağzımdan tek kelime dökülmedi. İçimdeki fırtına dilime uğramamıştı henüz. Gözlerim Boran’a kilitlenmişti, dudakları titriyordu ama kararlılığı sesine yansımıştı.
Başını yavaşça salladı. Gözlerinde belli belirsiz bir buğu vardı. “Etmiyor belli ki.” Derken sesi neredeyse fısıltı gibiydi. Yutkundu. Gözlerini bir anlığına bile benden kaçırmadı. “Boşanmayacağım senden. En iyi avukatları bulsan bile asla böyle bir şey olmayacak.”
Sözleri boğazıma oturdu. Ben de yutkundum. Ama kelimelerim içimde boğuldu. Sadece baktım. Hiçbir şey demeden arkasını döndü ve salonun kapısından hızla çıktı. Ardından gelen kapı çarpması, içimde bir yerleri yerinden söktü. Sanki gidişiyle birlikte içimdeki tüm duvarlar çökmüş, geriye sadece bir enkaz kalmıştı.
Gözlerim yerdeki kâğıt parçalarına kaydı. Yırtılmış, darmadağın olmuş bir sözleşme ama aslında o kâğıtlar değildi parçalanan, bendim. Ben parçalanmıştım. Ben bölünmüştüm. Ben yırtılmıştım.
Boran’ın yüzü gözümde kalmıştı. Giderken son bir kez bile bakmamıştı ama o bakmadığı bakış bile içimi dağlamaya yetmişti. Çünkü o gözlerde sadece öfke yoktu. Kırılmışlık vardı. Korku vardı. Kaybetmenin eşiğinde duran bir adamın hâlâ “belki ”ye tutunan umutsuzluğu vardı.
İçimde tarifsiz bir boşluk vardı şimdi. Ne olduğunu tam adlandıramadığım bir eksiklik… Kalbimin içinde, kırılmış bir güvenin çınlayan sessizliği vardı. Belki de en çok kendime kırılmıştım, yeniden güvenmeye kalktığım için. Ama şimdi… Bir yıkımın ortasında, ayakta kalmak zorundaydım.
◔◔◔
Sabaha kadar gözüme uyku girmemişti. Boran gece boyu eve gelmemişti. Bense yatakta sağa sola dönüp durmuştum. Uyuyamamak yorgunlukla ilgili değildi. Bu uykusuzluk, içimde dinmeyen bir çarpıntının, zihnimde susmayan bir hesaplaşmanın sonucuydu. Gözlerimi her kapattığımda onun bakışları geliyordu aklıma. Gitmeden önceki o keskin, ama bir o kadar da kırık hali. Öfkesi sesine yansımıştı ama gözleri…
Bu evin duvarları, bana kendimi hatırlatmıyordu. Aksine, burada yaşanan her an, her bakış, her temas artık yük gibiydi üzerimde. Mutfağa adım attığımda ilk kahveyi birlikte yaptığımız an gelmişti aklıma. Salonda oturduğumda, sessizce yan yana kitap okuduğumuz akşamlar... Hepsi, şimdi buruk birer anıydı. Sevildiğimi sandığım, güvende olduğumu sandığım ama aslında bir oyunun parçası olduğum o sessizlik anları.
İçimdeki kırgınlık, sadece Boran’a değildi. Kendime de kırgındım. Bu kadar kolay bağlandığım için, ona inandığım için, gözlerinin ardındaki gerçeği görmek istemediğim için. Belki bir yanım onun söylediklerine tutunmak istiyordu hâlâ, belki kalbim hâlâ inatla onun sesini arıyordu evin içinde. Ama aklım, her geçen saniye beni gerçeklerle yüzleştiriyordu: Sevgi, bir teklifle başlamamalıydı. Güven, bir anlaşmanın içinde kaybolmamalıydı.
Sabah olmuştu ama içimde hiç aydınlık yoktu. Güneş doğmuştu evet, ama ben hâlâ karanlıkta gibiydim. Ve belki de o yüzden gitmem gerekiyordu bu evden.
Bavulumun kapağını kapattıktan sonra odama doğru bir bakış attım. Tüm eşyalarımı almamıştım. Sadece birkaç parça kıyafet ve lazım olacak birkaç şeyi almıştım. Uçağım iki saat sonraydı. Gece uyuyamayınca uçak biletimi almıştım.
Dedem şirketi bana emanet etmişti ama beni bir aciz gibi göstermekten de geri kalmamıştı. Bugüne kadar emanetine sahip çıkmıştım ama artık abim bu emanete sahip çıkabilirdi. Şirketin hisseleri henüz benim üzerimdeydi. Belki daha sonra onu da abime devrederdim, şimdilik bilmiyordum. Her şey belirsizdi.
Odadan çıkarken tekrar tekrar baktım evin içine. Ayrılmak hem koyuyor hem de yeni bir hayat kurabilme ihtimali içten içe sevindiriyordu. Ama biliyordum ki Boran kalbimdeki yerini koruyacaktı.
Evden çıktığımda Güney’in çoktan geldiğini gördüm. O götürecekti beni. Ne abimin haberi vardı gidişimden ne Boran’ın. Oraya gittiğimde arayacaktım abimi. Kızacaktı ama göze almıştım. Bavulumu çekiştirirken Güney elimden alarak bagaja yöneldi.
“Yenge?” Mert’in sesiyle birlikte bakışlarımı ona çevirirken yanındaki Fatih ile yanıma geldiklerini gördüm. Fatih buradaydı, peki Boran?
“Bir yere mi gidiyorsun?” diyerek bavula bakan Fatih ile yutkundum. Birkaç saniye sessiz kalarak ikisine de baktıktan sonra cevap verdim. “Ben Londra’ya dönüyorum.” Cümlemle ortamda ölüm sessizliği oluştu. Fatih ve Mert birbirlerine bakarlarken Fatih tekrar bana bakıp sessizliği böldü. “Boran abi…” diyerek çekingen bir tonda cümlesine başladığında iç çektim. “Boran gelmiyor Fatih, ben gidiyorum.”
“Nasıl yani yenge?” Mert şaşkınlıkla bana bakarken gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. “Bana artık yenge diye hitap etmenize gerek yok…” dedim yumuşak ama kesin bir dille. Bu cümlemle daha da şaşırırlarken ekledim. “Boşanıyoruz biz.”
Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Ben istiyordum boşanmayı ama net bir şekilde söylemişti böyle bir şeyi kabul etmeyeceğini.
Fatih ve Mert ne diyeceklerini bilemeyerek bakarlarken Mert’e baktım. “Dün sana fazla çıkıştım, özür dilerim. Senin bir kabahatin yoktu.” Pişman olmuştum anında ama o an özür dileyecek kadar bile kendimde sayılmazdım. Mert yumuşacık gözlerle baktı gözlerime. “Özür dilenecek bir şey yok ki, anladım ben. İyi değildiniz.”
Küçük bir tebessüm ettim. Mert’i de Fatih’i de bana korumalık yapan diğer adamları da çok sevmiştim. İyi anlaşmıştım. Bunca zaman yaptıkları için minnettardım onlara. İkisine de uzun uzun baktıktan sonra konuştum. “Her şey için teşekkür ederim size, her anımda yanımdaydınız. Beni kendi canınız pahasına korudunuz.”
Fatih gözlerini yere indirdi, Mert ise gözlerindeki hüznü saklamaya çalışmadan başını öne eğdi. Sessizlik birkaç saniyeliğine üzerimize çöktü ama o sessizlik bile kelimelerden daha çok şey anlatıyordu. Mert dudaklarını araladı, sesi neredeyse fısıltı kadar yavaştı. “Biz seni sadece korumadık, yenge… Seni sevdik de. Sen farkında olmasan da yaptığın ufacık jestler bile bize çok iyi geldi.”
Bir an boğazım düğümlendi. “Yenge” demesine müdahale etmedim bu kez. Çünkü bu veda sahnesinde her şeyin ötesinde hisler vardı. O cümle… kalbimin tam ortasına dokundu. Gözlerimden yanağıma doğru bir damla akarken hızla temizledim onu. “Elimden ne geldiyse samimiyetle yapmaya çalıştım. Belki bunca karmaşanın içinde sizi yeterince göremedim ama…” derken cümlelerim kesildi. “Sen bize kendimizi değerli hissettirdin. Boran abinin hayatına dahil olman sadece onun değil, bizim de hayatımıza iyi geldi.”
Fatih’in cümlesiyle içimde bir boşluk daha büyüdü. Gidişimin bıraktığı iz sadece benim kalbimde değilmiş diye düşündüm. Sadece ben birilerini geride bırakmıyordum; beni gerçekten önemseyen, benimle bağı olan insanları da bırakıyordum ardımda.
Mert gözlerime bakarak mırıldandı. “Boran abiyle aranızda ne oldu bilmiyorum ama bizim kapımız sana her zaman açık yenge. Bir ihtiyacın olduğunda bir telefon uzağındayız. Alo Mert demen yeterli. Gelirim.” Sımsıcak bir şey aktı içime cümlesiyle. İçten bir tebessüm ederek baktım ilk önce Mert’e. Ardından da Fatih’e.
İçim ezildi. Bunca zaman onlara sırtımı yaslamıştım, şimdi onları da ardımda bırakıyordum. Ama bu gitmek bir kaçış değil, bir iyileşme yolculuğuydu. Kendimi tutamayıp sarıldım ikisine de. Bana karşılık vermeseler de sıkı sıkı sarıldım. “Sizi asla unutmayacağım, teşekkür ederim.”
Ayrılıp tekrar karşılarına dikildiğimde ekledim. “Kendinize dikkat edin, bir gün evlenirseniz beni mutlaka çağırın. Katılmayı çok isterim.” Bunu aramızdaki ağır hava kalksın diye söylemiştim. Fatih önce şaşkınca baktı. Ardından gülümsedi. Gözlerinin kenarında beliren kırışıklıklar yorgun ama içten bir sevginin iziydi. Mert’in dudakları titredi hafifçe. “Gelmezsen biz evlenmeyiz zaten.” derken o da gülümsedi.
Gülümsedim, bu kez gözyaşlarım sessizce akmaya başladı. Saklamaya çalışmadım. Bu veda sessiz kalınacak türden değildi. Çünkü bu insanlar benim kalbime, hayatıma dokunmuştu. Her tehlikede önümü siper etmişlerdi, ben farkında olmadan bile yanımda durmuşlardı.
“Hoşça kalın.” Dedikten sonra arabanın kapısını açtım. Mert her zamanki gibi kapıyı benim için tutup ben araca bindikten sonra kapatırken Güney benim araca binmemle birlikte aracı geri geri bahçeden çıkardı. Elimi kaldırıp ikisine de el salladım.
Fatih ve Mert olduğu yerde kalmış, gözlerini ayırmadan bana bakıyorlardı. Elimi kaldırıp onlara veda ederken Mert’in dudakları kımıldadı ama ne dediğini duyamadım. Belki de sadece içinden “hoşça kal” demişti, belki de “gitme” … Bilemiyordum.
Camdan dışarı bakarken ev yavaşça geride kaldı. Gözlerim yavaşça o eve, o bahçeye, o sessizce arkamdan bakan adamlara takıldı bir kez daha. İçim burkuldu. Bir şeyleri bırakmak, kopmak çok zordu. Ne kadar kırgın olsam da çok zor geliyordu.
Güney sessizce arabayı sürerken bana uyum sağlıyordu. Ne radyoyu açmış ne de konuşmaya çalışmıştı. Sanki içimdeki fırtınayı hissediyordu ve onu daha da büyütmemek için kelimeleri uzağında tutuyordu. Bu sessizlik, boğucu değil; anlayışla örülmüş, nazik bir sessizlikti. Bana alan tanıyan, acele ettirmeyen, duygularımı zorlukla taşıyabildiğimi bilen bir sessizlik…
Camdan dışarı baktım. Ağaçlar, yollar, tabelalar birer birer ardımda kalıyordu. Her kilometreyle biraz daha uzaklaşıyordum. Ama bu mesafe sadece Boran’la arama değil, geçmişimle arama da çekilen bir çizgiydi. Bu yolculukta her şey geride kalıyordu, yanıma sadece kendi iç sesimi almıştım.
Nihayet araç havaalanına geldiğinde içimdeki ağlama hissi büyüdü. Keşke abimde burada olsaydı diye geçirdim içimden. Yengemde olsaydı, Göktuğ’u son kez öpüp koklasam… Ama haber vermemiştim. Gittiğimde arayacaktım mutlaka.
Havaalanının kapısına ilerlerken valizimin tekerlek sesine karışan ayak sesleri bile içimde çınlıyordu. Adımlarım yavaş, kalbim ağırdı. Güney yanımda, sessizce yürüyordu. Havaalanı kapısına yaklaştığımızda kalabalık, uğultular, anons sesleri arka planda silikleşti. O an dünya sadece bizim etrafımızda küçücük bir daireye dönüştü.
Durduğumda Güney de durdu. Bavulumu bıraktım, ellerim cebimde gergince döndüm ona. Gözleri tanıdıktı; sıcak, sabırlı, anlayış dolu… Sanki söylemek istediği yüz cümleyi içinden geçiriyor ama bir tanesini bile zorla seçmeye çalışıyordu.
“Bunu zorlaştırmayalım, sonuçta ilk gidişin değil. Benim de seni ilk bırakışım değil.” Güney beni rahatlatmaya çalışırcasına konuşurken burukça başımı salladım. Öyleydi. Dudaklarımda sadece soluk bir gülümseme belirdi. Gerçekten de bu, onun beni ilk bırakışı değildi. Ve benim de ilk gidişim… ama yine de içim eskisinden daha çok yanıyordu.
Güney’in gözleri hâlâ aynı sıcaklıkla bakıyordu bana. Ama bu kez o bakışların içinde alışılmış bir vedanın tanıdık hüznü vardı. Kalbimin derinliklerine dokunuyordu. “Döndüğünde yine ben karşılayacağım seni, alıp evine götüreceğim. Bir telefon kadar uzağız birbirimize. Yine yanında olacağım. Hem bu sefer yanına da gelirim belki birkaç hafta.
“Birkaç hafta kurtarmaz, uzun süreliğine geleceksin. Söz ver.” Dedim itiraz ederek. Güney kaşlarını hafifçe kaldırarak tebessüm etti o kendine has sakinliğiyle. “Tamam” dedi usulca. “Uzun süreliğine gelirim. Söz.”
Sesi kararlıydı, ama içinde kırılgan bir sıcaklık da vardı. Verdiği söz, sadece beni rahatlatmak için değil, gerçekten içinden geldiği için verilmişti.
“Ne zaman ihtiyacın olursa, yalnızca ses etmen yeterli. Ve… lütfen kendine nazik ol bu süreçte. Yaralarını aceleyle sarmaya çalışma. Onlar da senin bir parçan.” Dediğinde başımı salladım. Umarım bunu başarabilirdim ve biliyordum ki başarsam da kendim başaramazdım. Arkadaşımla tekrar bir seans yapmam gerekiyordu, belki de birden fazlası…
Uzanarak kollarının arasına girip sıkıca sarıldım. “Her şey için teşekkür ederim, abimler sana emanet.” Dediğimde Güney onayladı. “Hiç merak etme.”
Birbirimizden ayrıldıktan sonra bavulumu alarak havaalanından içeri girdim. Son kez duraksayarak arkamı döndükten sonra el salladım Güney’e. O da bana sallarken yüzünde buruk ve hüzünlü bir gülümseme vardı. Daha fazla beklemeden içeri girdikten sonra bekleme salonuna doğru ilerledim. Gözyaşlarım yanaklarıma çoktan akmaya başlamıştı.
Neden bu kadar zor oluyordu gitmek? Neden her vedada, bırakırken içimde bir parça kopuyordu? Biliyordum, bu kaçış değildi. Bu benim iyileşme yolumdu. Ama kalbim hala orada, bıraktığım yerde atıyordu. Oysa ben, kendime söz vermiştim; geçmişi ardımda bırakacak, yeni bir sayfa açacaktım.
Gözyaşlarım yanaklarımı ıslatırken, sessizce düşündüm. Ne kadar güçlü görünmeye çalışsam da, içimde sakladığım o kırılgan İnci hâlâ oradaydı. O İnci sevmenin, sevilmenin acısını, ihaneti, hayal kırıklığını sindirmeye çalışıyordu.
Bekleme salonuna doğru yürürken, çevremdeki hayat devam ediyordu. İnsanlar kucaklaşıyor, kahkahalar yükseliyor, telefonlar çalıyor, ama ben… Ben sadece içimdeki fırtınayla baş başaydım. Kendi sessizliğimde kayboluyordum…
Dakikalar sonra uçağımın kalkma zamanı geldiğinde, oturduğum yerden ağır adımlarla kalktım. Bavulumu çekerek bilet kontrol noktasına doğru ilerlerken derin bir nefes aldım, ciğerlerimi dolduran hava, içimdeki sıkışmışlığı biraz olsun hafifletmeye çalışıyordu. Kalbim hızlı hızlı atıyordu ama aklım hâlâ Boran’daydı. Onun o kararlı ve inatçı hali… Bana çok kızacaktı, buna hakkı var mıydı bilmiyordum. Belki vardı, belki de yoktu. Soyadı yüzünden gidişim sansasyon yaratabilirdi. Belki bu yüzden kızardı bana. Boşanmayacağını kendi söylemişti. Boşansak ikimiz içinde her şey kolay olurdu.
İşte tam da bu yüzden, gitmek en kolay yol gibi görünüyordu bana. Kaçmak değil, bir adım geri çekilip nefes almak... Ama ne kadar kolay görünse de her gidişin kalbimde bıraktığı acı, o an için tarifsizdi. O acı, bedenime sızan buz gibi bir soğuk gibiydi. Gözlerimi kapattığımda onun öfkeli bakışı, sessiz direnişi, hatta kırılmışlığının gölgesi bile beynimde yankılanıyordu.
Kontrol noktasına birkaç adım kalmışken duyduğum sesle adımlarım istemsizce duraksadı. “İnci!” Kalbimin ezbere bildiği ses, beynime dur komutu vermişti. Arkamı dönmekle dönmemek arasında kalırken adımları yaklaştı ve tam önüme geldiğinde durdu. Nereden öğrendiğini sorgulamıyordum bile çünkü eve geldiğinde adamları ona haberi verirdi ya da aramışlardı belki ben evden çıktığımda.
Nefes nefese yüzüme bakarken konuşmaya çalıştı. “Beni bırakıp gidiyorsun.” dediğinde, kalbim bir anlığına duracakmış gibi oldu. Yutkundum, sesimi toplamakta zorlandım. Boran, benden bir cevap beklemeden devam etti, sesi acı ve kırgınlıkla doluydu. “Söylediklerimin sende hiç etkisi olmadı, seni inandıramadım öyle mi?”
Gözlerinin derinliğinde, kırgınlıkla karışık çaresizliği görüyordum. O an ne diyeceğimi bilemedim; kelimeler boşlukta asılı kaldı, boğazımda düğümlendi. Suskunluğum her şeyi anlatıyordu aslında. İçimde kopan fırtınayı, kırılmışlığı, yorgunluğu kelimelere dökmeye gücüm yoktu. O sessizliğim, Boran’ın acısını biraz daha derinleştirdiğini hissediyordum. Çünkü susmak bazen, en ağır cevaptı.
Boran’ın sesi titriyordu ama kararlılığı hala gözlerindeydi. “Belki şimdi söyleyeceklerim, kafandaki tüm soru işaretlerini biraz olsun dağıtır.” Gözlerimin içine bakarken, o kırgın ama umut dolu bakışını görebiliyordum. Dudaklarımı ısırıp hafifçe mırıldandım. “Uçağa yetişmem gerekiyor Boran, dün konuştuk zaten. Sen boşanmayacağını söyledin, ben de gitmeyi tercih ediyorum.”
İçimde tarifsiz bir acı vardı, her kelimeyi söylerken kalbim sanki bıçaklanıyordu. Tam o anda Boran keskin bir tonda mırıldandı. “Sadece dinle.”
Gözleri gözlerime saplandı. Uçağa yetişmem gerekiyordu ama o an zamanın akışı durmuş gibiydi. Havaalanının gürültüsü, insan kalabalığının uğultusu, anons sesleri hepsi sustu bir anda. Sadece o vardı karşımda. İçimdeki karmaşa biraz daha derinleşirken, ona kulak vermeye hazır olmaya çalıştım. Çünkü belki de son kez duyabileceğim sözlerdi bunlar.
Derin bir nefes aldı, göğsü hızla inip kalkıyordu. Bakışlarında tuhaf bir karışım vardı. Sanki kelimelerini tartıyor, boğazında düğümlenen duyguları serbest bırakmak için cesaret topluyordu. “İki yıl önce Londra’daydım. İş için, toplantı vardı. Yoğun bir gündü ama o gün sadece seni hatırlıyorum.” Derken sesi çatladı ama netti cümleleri.
Kaşlarım çatıldı. Cihanlara nasıl tanıştığımızı anlatırken iki yıl önce toplantı için Londra’ya gittiğini ve orada tanıştığımızı söylemişti. Sonra ben sorduğumda gerçekten Londra’da toplantıda olduğunu söylemişti. O gün orada beni görmüş müydü yani?
“Seni orada gördüm. Thames Nehri’nin kenarındaki bir kafede… Toplantı yapıyorduk. Kafam kalabalıktı ama sonra bir kahkaha duydum. İçten, tasasız bir gülüştü. Sanki dünya o anda sadece senin etrafında dönüyordu. Masanda başkaları da vardı ama ben sadece seni görüyordum. Beni fark etmedin. Göz göze bile gelmedik. Ama o an…kalbimde hiç hissetmediğim bir sızı, bir hızlanma hissettim.”
Gözlerim büyüdü. Birkaç adım geriye çekildim ama ayaklarım yerden kesilmiş gibiydi. Duyduklarım zihnimde yankılanırken, kalbim kendi ritmini unuttu. Yutkundum. Anlattıkları gerçekti. O günü hatırlıyordum şimdi. Kafede üniversiten arkadaşlarımla beraberdim. Her ay buluşurduk o kafede. Karşılaşmamız çok büyük ihtimaldi.
Boran devam etti. “Adını bile bilmiyordum. Sesini duymamıştım. Sadece gülüşün… Seninle o kafede karşılaştıktan sonra seni bir daha görememek ihtimali garip bir panik yarattı içimde. Aptalca gelebilir belki ama... Sadece bir kahkahanı duymuştum. Bir gülüş ama ben seni günlerce aradım Londra’da, İnci.”
Sözleri boğazımda düğümlendi. Gözlerim hafifçe doldu. Bu kadarını bilmiyordum. Tahmin bile edemezdim. Boran bir an sustu. Gözleri gözlerime değil de geçmişe bakar gibiydi. Derin bir nefes aldı, sanki içindeki birikmiş her şey artık dışarı dökülmek istiyordu. Ben kıpırdamadan, nefesimi tutarak dinliyordum.
“Her sabah o kafeye gittim. Saatlerce oturdum aynı masada. Belki yine gelirsin diye… Belki bir kahve daha içersin diye... Ama gelmedin. Gözüm her kapıda, kulağım her kahkahadaydı. Sadece bir iz, bir işaret aradım senden.”
Gözleri dolmuştu ama ağlamıyordu. Gözyaşı akmıyordu belki ama sesi kırılıyordu. Her kelimesinde biraz daha küçülüyordu. O güçlü, sert duran adam gitmişti sanki. Yerine içindeki yaralı çocuğu konuşmaya göndermişti. “Dönüş günüm gelmişti. Umutsuzca son kez kafeye uğradım. Biliyordum artık, seni orada bulamayacaktım. Ama yine de gittim... Alışkanlık olmuştu belki..”
Bir an durdu. Derin bir iç çekti. Bakışları donuktu. Nefes alışı bile değişmişti. “Ve seni tam da o gün kafeden çıktığımda gördüm.” Zihnimi kurcaladım o anları hatırlamak için, karşılaşsaydık hatırlayacağımdan emindim. “Ne?” diye mırıldandım.
“Kafenin önündeydin. Elinde telefon vardı, etrafına bakınıyordun. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Nihayet dedim... işte o.” Bir yutkunma sesi duyuldu boğazından. Gözleri uzaklara kaydı. Devam etti sonra sözlerine. “Konuşmaya gelecektim. Hatta birkaç adım attım sana doğru. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Sadece bir şeyler söylemek istiyordum. Belki tanışmak, merhaba demek en azından.”
Bir kelime bile edemeden sustu. Ben o kelimeyi hissediyordum. Zihnim çoktan gerçeği sezmişti ama ondan duymak, başka bir şeydi. “Lucas...” dedi sonunda. O an dudaklarımı birbirine bastırdım. Tam olarak hatırlamıyordum ama Lucas konusunda ne kadar rahatsız olduğunu bilmek bizi nasıl gördüğünü fısıldıyordu.
“Senin olduğunu bilmeden, sana bağlanan biri için... o sahne... yıkımdı, İnci. İçimde doğan o his... o sonsuz heyecan, tek bir saniyede sönüp kül oldu. Hiç konuşmadan arkamı döndüm ve arabama binip uzaklaştım. Seni tanımadan senden vazgeçmeye çalıştım.”
Bir sessizlik oldu. Sanki tüm havaalanı durmuştu da sadece bizim etrafımızda zaman akıyordu. Yutkundum. Boğazıma düğümlenen kelimeler vardı. Gözlerim yanmaya başladı ama hala bir şey demedim. O sustu. Ben sustum. Sadece bakıştık. Sonra devam etti Boran. “Sonra seni abinin düğün fotoğraflarında gördüm. Kim olduğunu öğrendim. Unutmaya çalıştım. Ancak yıllar sonra burada, tesadüfen bizim yaptığımız davette karşımda gördüğümde… işte o gün, kader diye bir şey var mıymış, varsa nasıl görünürmüş anladım.”
Gözleri dolmuştu ama bir damla yaş bile süzülmüyordu. Belki de o kadar uzun süredir susuyordu ki, gözyaşları bile yorgundu artık. “İşte bu yüzden seni tekrar gördüğümde o şekilde davrandım. İçimde her şey yerli yerindeydi. Ama o sahne, o kırık… hep oradaydı. Belki de o yüzden hep korktum sana yaklaşmaktan. Belki de bu yüzden seni hak ettiğime bir türlü inandıramadım kendimi.”
Boran sustuğunda, sanki içimde bir şey ağır ağır sarsıldı. Yüzüme bakıyordu ama bakarken gözleri bir yerlere dalıyordu. Geçmişe, yarım kalanlara, konuşulmamış cümlelere... Gözlerime baktı. Birkaç adım geri atmak istedim ama ayaklarım sanki zemine mıhlanmıştı. Kalbim çırpınıyor, ama aklım sabit durmaya çalışıyordu. Ardından dudakları yeniden aralandı. Ve sesi öyle tanıdıktı ki; eskisinden daha yumuşak, daha çıplak, savunmasız.
“Bir de babanlar vardı. Seni hiç tanımadığım o ailenin gölgesi… Belki de seni onlar gibi düşünmek istedim, İnci. Seni kafamda kötü bir yere koyarsam, unuturum sandım. Böylece içimde doğan o his geçer, kalbim susar sandım. Ama olmadı. Bir ay sürdü o çaba. Sadece bir ay. Kalbimdeki seni susturmak mümkün değildi. O gülüşünü hatırlamam bir ay sürdü, bir ay sonra her şey geri döndü.”
Boran’ın sesi yutkunarak değişti. Gözleri nemlenmişti. Derin bir nefes alıp devam etti. “Lucas’tan ayrıldığını duyduğumda içimden ‘belki’ diye geçirdim. Sonra dedenin vefatı… Ve bana gönderdiği ses kaydı… Seni bana emanet edişi… Kalbinde ne var bilmiyordum ama o an düşündüğüm tek şey seni korumaktı. Hem dedenin vasiyeti hem de içimde bastıramadığım sevgi vardı..”
İçimde binlerce kelime çırpınıyordu ama tekini bile dışarı çıkaramıyordum. Boran ise sessizliğimi anlamış gibiydi. Konuşmaya devam etti. “Sana evlilik teklifi ettim çünkü sana yakın olma fırsatını, sana bir adım daha yaklaşmayı, belki bir gün ‘ben de’ deyişini duymayı istedim. O an seni sevdiğimi söyleyemedim, çünkü korktum. Beni geri çevirmenden, seni korkutmamdan… Ama evlendikten sonra her şeyi anlatmak istedim. Hep gerçek Boran’ı göstermek istedim sana.”
Boğazım düğüm düğümken onun sesi titremeye başladı. Sanki her kelimeyi sökmek için çabalıyor gibiydi. “Sen evlendikten sonra neden değiştiğimi sorguluyorsun ya… Hepsi buydu işte. Seni sevdiğim için. Birlikte olma ihtimalimiz için. Belki bir gün bana da güvenirsin, belki bana da kalbini açarsın diye. Senden şans dilediğimde, seni öptüğümde, her adımda, her gecede, her sabahta… ben sadece seni sevdim, İnci.”
Sustu. Yutkundu. Yutkunurken gözlerinden taşmayan ama gözbebeklerinde biriken gözyaşlarıyla bana bakıyordu. “Bunları deden istedi diye yapmadım ben. Seni çok sevdiğim için yaptım. Sustum, evet. Ama seni hiç kandırmadım. Yemin ederim. Orada bahsettiğim, kabul ettiğimi söylediğim şeyde seni korumaktı, yardımcı olmaktı. O cümlelerin devamı var ama bu ses kaydını atan kişi devamını sana göndermemiş. Korkut’ta Giray’da her şeyi biliyordu, o ses kaydının devamında sana olan sevgimden bahsediyorduk. Sonra dedenin ses kaydını kestirdim çünkü zaten çok kırılmış bir kadındın, sadece deden tarafından sevildiğini düşünüyordun. Onu da senden almak istemedim. Gururun kırılmasın, canın yanmasın istedim.”
O an gözlerimin içine öyle bir baktı ki…Sanki bütün yalanların, suskunlukların ötesine geçen tek gerçek oradaydı. O an gözyaşlarım süzüldü. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Boran’ın yalnızlığına tanık olmak, çaresizliğini hissetmek içimi dağlamıştı. Ben o kahkahayı atmıştım, unutmuştum bile. Ama o kahkaha bir adamın kaderine kazınmıştı.
Boran derin bir nefes aldı. Gözlerini gözlerimden kaçırmadan hafifçe eğildi bana doğru, sanki bana bir sır fısıldayacakmış gibi yaklaştı. Sesinde bir titreme vardı ama aynı zamanda her kelimesi bir haykırış gibiydi. Kalbim, zihnim… her şeyim durmuştu.
“Yani” dedi alçak bir sesle. “Bu evlilik benim için asla sadece bir anlaşma olmadı. Ben zaten çok önceden kaptırmıştım kendimi sana… sadece sen bilmiyordun.”
Aramızda geçen her şey bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. O bana dokunduğunda kalbimin hızlanması, her anımda yanımda olma çabası, geceleri hiç söylemeden üzerimi örtmesi, beni kırmamak için sarf ettiği çaba, beni tanımak için kurduğu cümleler…
Tüm bunlar bir adamın iki yıl önce Londra’da duyduğu bir kahkahayla başlamıştı.
Gözlerimden yaşlar inmeye başladı usulca. Kalbimden değil, geçmişimden dökülüyor gibiydiler. O kahkahayla başlayan hikâyeyi ben çok daha sonra yazmaya başlamıştım. Oysa o çoktan başlamış, susarak sevmiş, içinden büyütmüştü duygusunu. Ve şimdi ilk kez, bana bunu fısıldıyordu.
“Boran…” dedim neredeyse bir nefes gibi. Sesim kırılmıştı. Söyleyecek çok şey vardı ama hiçbir kelime kalbimdekini tam anlatamazdı. Şaşkındım. Kırgın, yorgun, ama aynı zamanda içten içe tarifsiz bir sızının sıcaklığıyla sarılmıştım. Gitmek için gelen ben, şimdi yerimden kıpırdayamıyordum.
Şaşkınlığım gözlerime yansımış olmalıydı. Dudaklarım aralandı ama hiçbir kelime çıkmadı. İçimdeki sarsıntıyı dindiremiyordum. Kalbim bir duvar gibi yıkılmıştı. İçinden parçalanmış geçmişler, anılar, soru işaretleri dökülüyordu. Ve Boran… O şimdi o yıkıntıların ortasında ayakta durmaya çalışıyordu. Elini uzatmadan, bana dokunmadan, sadece gözleriyle yalvararak.
“Gitme.” dedi sonunda. Sesi bir fısıltı gibiydi ama içinde bir çığlık gizliydi. “Eğer şimdi gidersen, seni bir daha bulamam.” Dudaklarım titredi. Gözyaşlarım sessizce süzüldü. Sözlerindeki samimiyeti, kırılganlığı hissedebiliyordum. Ama zihnim bir karışıklık içinde savruluyordu, doğru kararı verebilecek durumda değildim.
“Boran…” dedim sesim titreyerek. Ardından ekledim. “Bana izin ver, düşünmem lazım, sindirmem lazım, içimde bir şeyleri halletmem lazım.” Dediğimde Boran yutkundu. “Tamam, burada hallet. Evimizde hallet, eve gelmem ben, aklını karıştırmam.”
Bu dediği çok zordu. O evde onun kokusunu solurken zihnimi toplayamazdım. Zaten toplayacak ne var onu da bilmiyordum ama düşünmem gerektiğini biliyordum. Bunu da yalnız yapacaktım. “Gitmek istediğimde durdurmayacağını söylemiştin.” Dedim onun söylediğini hatırlatarak.
O an gözbebekleri bile duraksadı sanki. O gün, kabul edildiğim doktora programına gitmediğimde bana söylediği cümleler aklına gelmiş olmalıydı ama benden bunu beklemediği de açıktı. Onu onun sözleriyle vuruyordum neticede.
“Yani söylediklerim, anlattıklarım bile inandıramadı seni.” Dedi birkaç saniye sonra. Sesinden acısını anlamak çok kolaydı. Cümlesine karşılık başımı iki yana salladım. Boran yutkundu. Gözlerindeki o bana kendini açtığını net bir şekilde gösteren kırılgan ifade yavaş yavaş mesafeye çevrilirken bakışları sertleşti. Başını belli belirsiz salladı. “Canın sağ olsun İnci.”
Cümlesi içime otururken bir şey diyemedim. Boran birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra geriye dönerek havaalanının çıkışına doğru ilerlemeye başladı ve beni orada öylece düşüncelerimle bırakmış oldu istediğim gibi…
Bölüm Sonu
‣‣‣ Umarım bölümü severek okumuşsunuzdur…
‣‣‣ İnci’nin düşünceleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz olsanız ne düşünürdünüz?
‣‣‣ Güney ile İnci’nin konuşması nasıldı?
‣‣‣ Boran, her şeyi açıkladı İnci’ye. Bunu bekliyordunuz uzun zamandır. Peki sizce İnci ne yapacak? Gidecek mi gerçekten?
‣‣ Sizce bu ses kaydını kim gönderdi İnci’ye?
‣‣‣ Diğer bölümlerde neler olacak tahmininiz var mı?
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 34.23k Okunma |
4.62k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |