
🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim...
🖇️ Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...
24.Bölüm
Boran Demirhanlı’nın anlatımından,
Bazı şeyler vardır, adını koyamazsın, bir yere oturtamazsın ama boğazına oturur. Ne yutabilirsin ne de çıkarabilirsin içinden. Sadece orada durur. Büyür sessizce, ağır ağır… ve bir gün, kalbinin tam ortasına yerleşir. İçeriden bastırır seni. Gülümserken bile bastırır. Unutmuş gibi yaparsın ama o hep oradadır.
Ben o düğümü çok küçükken tanımıştım. Annemle başlamıştı o düğüm. Onun hasta olduğunu söylediklerinde anlamamıştım. Biraz dinlenmesi gerekiyor demişlerdi. İlaçlar işe yarayacak demişlerdi. Ama hiçbir şey işe yaramamıştı. Günden güne azalmıştı annem. Sesi daha az çıkmaya başlamıştı sonra yürüyemez olmuştu, sonra yüzü solmuştu… Ve en son gözlerindeki ışık sönmüştü. Bedenen hâlâ oradaydı ama ruhu çoktan gitmiş gibiydi.
Ben sessizce kapı aralığından onu izlerdim. Babamın yüzü sertleşirdi her geçen gün. Derin her gece ağlardı. Onu sakinleştirmeye çalışırdım, Cihan’ın yanında olurdum. Ama en çok annemle olmak isterdim. Onu kurtarmak isterdim ancak hiçbir şey yapamamıştım. En kötüsü buydu. Çocukken acı karşısında ne yapacağını bilemezdi insan. Eli kolu bağlı kalırdı. Yetişkinler koşuşturur, konuşur, bir şeyleri çözmeye çalışırdı ama sen sadece bakardın. O çaresizliği ilk kez o zaman tanımıştım. Birini çok sevmenin, onu hayatta tutmaya yetmediğini o zaman öğrenmiştim.
Birini çok sevsen de onu yanında tutamayacağını o gün öğrenmiştim.
Annem öldüğünde dünya durmamıştı. O sabah güneş yine doğmuştu, kuşlar ötmüştü, komşular ekmek almıştı, insanlar işe gitmişti. Ama benim içimde bir şey tamamen susmuştu. O suskunluk hâlâ içimdeydi. O günden sonra hiçbir şey aynı olmamıştı. Bir şey eksikti. Ne olduğunu biliyordum ama onun yokluğunu anlatacak cümle bulamıyordum. Çünkü sadece yoktu ve bazı yokluklar, bir odayı değil, bir ömrü sessizleştirirdi.
İşte o zaman öğrenmiştim bazen sevilmek ve sevmek bile yetmeyebiliyor. Hayat bazen, elinden gelen her şeyi yapmana rağmen birini kaybetmekle sınıyordu seni. Sevgi birini tutmaya yetmiyordu. İnanç da yetmiyordu. Bazı insanlar giderdi ve gidemeyenler de olduğu yerde kalakalırdı ardından da kök saldığı toprakta çürümeye başlardı.
Ben kalmıştım. O acının içinde büyümüştüm. Gidenleri anlamaya çalışarak, kalanları susturarak… kendi kendime yetmeye çalışarak büyümüştüm. Hayatta kimseye yük olmamaya çalışmıştım. Çünkü yük olduğunda seni daha kolay bırakıyorlar sanıyordum. Duygularımı yutmam da o yüzdendi belki. Kırıldım mı susardım, özledim mi uzaklaşırdım, seviyorsam belli etmezdim. Kardeşlerime de böyle olmuştum. Sevdiklerime de iş yerindeki çalışanlara da…
Ve yıllar sonra İnci’ye rastladığımda işte o yıllardır içimde büyüyen sessizliğin ortasında bir ses belirir gibi olmuştu. Korkmuştum. Ama aynı anda içimden bir şey aydınlanmıştı. Ona baktığımda geçmişi değil, geleceği görmek istemiştim. Geçmişin yükünü onun omuzlarına koymamaya çalışmıştım.
Onu seviyordum, hem de çok seviyordum ama bu sevgi öyle kolay anlatılacak bir şey değildi. Bana güvenmesini istemiştim bunu zorlamadan yapmak istemiştim, başarmıştım da. Fakat bugün anlıyordum ki ben sadece kendimi kandırmıştım. Sevgimi bile tamamen gösterememiştim onu incitmemek için. İçten içe ona çekilsem de onu arzulayıp dokunmak istesem de onun canı yanmasın diye geri çekilmiştim. İçimimden içim erirken, sadece sessizce yanında durmuştum. Çünkü biliyordum; bazı insanlar yalnızca yanlarında birinin sessizce durmasına ihtiyaç duyardı.
Ama günün sonunda o da gitmişti. Gitmek istememişti belki ama gitmek zorunda hissetmişti. Ve ben… yine hiçbir şey yapamamıştım. Onu durduracak bir kelime bulamamıştım ya da bulduğum kelimeler onu durdurmaya yetmemişti. Belki çok konuşmuştum, belki eksik konuşmuştum. Belki de doğru zamanda konuşmamıştım.
Acaba sevmek gerçekten yetiyor muydu, yoksa sadece kendimizi mi kandırıyoruz? Sevgi birini tutmaya yetmiyorsa, ne işe yarardı? Kalbim hâlâ onunla doluyken bile artık o kalbin içinde sessizlik daha fazla yer kaplıyordu. Belki bir gün dönerdi, belki dönmezdi. Ama ne olursa olsun, ben onun için orada o havaalanında dururken sadece gitmesine izin vermemiştim… aynı zamanda içimdeki her şeyle birlikte, en sevdiğim kadını da uğurlamıştım.
Gitmek istediğimde beni durdurmayacaktın… Kendi cümlemle vurmuştu beni. Bunu ben söylemiştim. Bir gün yanımda kalmaktan pişman olup gitmek istediğinde onu durdurmayacağımı söylemiştim. Bana hatırlattığında da durdurmak için tek bir adım atmamıştım.
Daha önce kimseye gitme demeyen ben, onun havaalanında olduğu haberini aldığımda nasıl yola çıkmıştım hatırlamıyordum bile. Direksiyona nasıl sarılmıştım, yolda kaç kere nefes almıştım... hiçbirini hatırlamıyordum. Tek hatırladığım, eğer birkaç dakika geç kalırsam hayatımın geri kalanına "keşke" ile yaşayacağım fikriydi. Kalbimde bana inanmamasının kırgınlığı varken gitmemesi için, bana belki de daha çok kızacağını bilerek geçmişten,iki yıl önceden bahsetmiştim. Gözlerindeki şaşkınlık, parıltı… Belki beni anlamıştı ama gitmek daha kolay gelmişti.
Gidişi bir seçimdi. Onun yanında kalamamak ise benim hatamdı. Onun güvenini yeterince inşa edememek... beni, onun gözünde hak etmez hale getirmişti belki. Ama en acısı onun gözlerinde hâlâ sevildiğimi görmekti. Hep o adamla karşılaştırmıştım kendimi. Ondan iyi değil miyim düşüncesi beynimi kemirmişti. İnci’nin ona bakarken ki bakışlarını düşünmüştüm. Hayal etmiştim. Hayallerim gerçekleşmişti. Artık bana bakarken bile gözlerinin içi gülüyordu ama şu an o bakışlarda sevildiğimi bilerek gitmesi daha çok acı vermişti.
Bana hâlâ inandığını ya da inanmak istediğini görmüştüm. Ama içindeki sesleri susturamadığını da. Belki de çok yorgundu artık. Çok kırılmıştı. Ve ben... o kırıklara bir yenisini daha eklemiştim.
Orada, havaalanında onunla konuşurken gözlerindeki o çelişkiyi izlemiştim. Gözyaşlarını görmüştüm. Ellerini sımsıkı tuttuğunu, kendini zor tuttuğunu fark etmiştim. Benimle kalmak isteyen bir yanıyla, kaçmak isteyen diğer tarafı savaşıyordu. Ve ben bu savaşa saygı duymuştum.
Ama yanlış bir şey yapmamıştım… En azından o zaman öyle sanmıştım.
Ses kaydının kalan kısmını paylaşmamam belki en büyük hatamdı ama yalan söylememiştim. O kayıt, onun bana olan sevgisini kırmak için değil, korumak için saklanmıştı. Olanların içinden sadece acıyı değil, karmaşayı da çekip çıkarmaya çalışmıştım. Bir gün o kaydın başımıza bela olacağını düşünmemiştim. Onu üzebilecek her bir ihtimalden korumak istemiştim sadece.
Ama korumaya çalıştığın insanın, sonunda senden korunmak istemesi… işte bu, insanı yerle bir ediyordu.
İnci'nin gözlerinde gördüğüm kırgınlık…sadece kayıtla ilgili değildi. Sadece bir eksik bilginin neden olduğu hayal kırıklığı da değildi. O gözlerde, yavaş yavaş içime işleyen bir sitem vardı. Belki de benim göremediğim, fark etmediğim başka eksikliklerin toplamıydı. Ve ne kadar sevsem de sevgi bazen her şeyi onarmıyordu.
Gerçekten de kötü bir şey yapmamıştım. Yalancı değildim. İkili oynamamıştım. Kalbimden başka hiçbir şeyi gizlememiştim. Ama kalbimi korumaya çalışırken onun kalbini incittiğimi fark etmemişim. İşte bu en acı kısımdı. Bazen birini korumak, onu bilmeden yaralamak demekti ve bunu fark ettiğinde geri dönüş çoktan kapanmış olurdu... İnci için de bu o gitmek olmuştu.
Ve ben, onu suçlayamıyordum.
İnci’yi suçlayamamak, belki de onu ne kadar sevdiğimi anlatmanın başka bir yoluydu. Bana inanmamış olması bile onu gözümde küçültmemişti. Tam aksine, o güveni sarsan şeyin benden kaynaklandığını bildiğim için… ona kızamamıştım. Onun içindeki kuşkuyu yok edemediğim için kendime kızmıştım. Ama kırgınlık…
Kırgınlık, işte o başka bir şeydi. Sevmekle geçmeyen, affetmekle azalmayan bir sızıydı o. İnci’ye değil, kendime kırgındım. Kalbimi açıp onun önüne koyduğumda içindeki her şeyi göreceğini sanmıştım. Oysa görmemişti. Belki de ben yeterince göstermemiştim. Yarım bırakmıştım bazı cümleleri.
Ona yalan söylememiştim ama sessizliğim bazen yalan gibi çarpıyordu karşıya. İnci’nin gözlerindeki o tereddüt… “Acaba?” deyişi… Bunlar insanı içten içe çürütüyordu. Sadece birinin seni sevmemesi değildi mesele. Sana güvenmemesiydi. Kalbinin içine bakıp “Burada bana ait bir yer yok galiba” deyişiydi.
Ve ben yine de onu haklı buluyordum.
Ama bu kez kalbim ellerimdeydi ve o, bana dönüp bakmadan önce çoktan paramparça olmuştu. Yine de inatla ayaktaydım. İnci’yi suçlamadan, acımı bastıramadan, sevdiğim kadının sırtını bana dönüp gitmesini izleyip, ona hâlâ iyi dilekler dileyerek… Bu kadar sevebilmek, belki de biraz delilikti.
Ama o benim deliliğimdi.
Ve bu hayatta ona kıyamadığım kadar, kendime de kıyamamıştım. Onun gitmesini istemediğim kadar, beni anlamasını istemiştim. Anlasaydı… belki kalırdı. Kalmasa bile, farklı olurdu bu ayrılığın rengi. Şimdi griydi, kül gibi. Yanmış ama sönmemiş bir yangının dumanı gibi içimdeydi. Ve o duman, ne zaman derin bir nefes almaya kalksam boğazıma doluyordu. Yanmış kelimeler, yarım kalmış cümleler… her biri göğsümde bir ağırlık gibi oturuyordu...
İnci’ye kıyamadığım gibi, aslında o gitmesin diye içimden geçen o “kal” cümlesini bile ona yük etmek istememiştim. Çünkü sevgi, bencilliği hak etmezdi bana göre.
İnci’nin bana inanmayışı belki de yıllarca içimde taşıdığım o çocukluk kırgınlığına çarpmıştı. Annemin yokluğu gibi, onun da sevgisine rağmen kalamayışı gibi. Bir yanım “bak, yine inandıramadın” derken, diğer yanım “belki de inanmamayı seçti” diyordu. Çünkü bazen gerçek bile, kırılmış bir kalbin üstünden geçemezdi. O yüzden suçlamıyordum.
Gidişine engel olmayışım, sevmeyişimden değil… tam tersine, onu kendi kararlarında bile özgür bırakmak isteyişimdendi. Çünkü gerçek sevgi, bazen elini tutmak değil, ellerini özgürce bırakabilmekti. Gitmesine izin vermek, dönerse kendi kalbiyle döndüğünden emin olmaktı.
Şimdi o gri dumanı içime çekerek yaşıyordum. Kül tutmuş hayallerin arasında, bir köşede onun adını hâlâ usulca anarak ve belki de en çok bu acı öğretmişti bana sevmek her zaman yetmez, bazen anlatabilmek gerekir cümlesinin ne demek olduğunu.
Ve ben… onu o kadar çok sevmiştim ki, bazen kelimelere dökmek, sevgimi eksiltir sanmıştım. Oysa sustuğum her şey bizi yavaş yavaş uzaklaştırmıştı.
Arabamdan inmeden dikiz aynasından kendime doğru baktım. Tüm gece uyumamıştım. Gözlerimin altındaki morluklar, uykusuzluktan değildi sadece… düşünmekten, susmaktan, kırılmaktan ve kırmamaya çalışmaktan kalan izlerdi. Bunu İnci’ye gönderen kişiyi düşünmüştüm tüm gece.
Cevap basitti. Tek bir kişiydi. Ses kaydı kasamdaydı. Şifresi sadece bendeydi. Şifre bir şekilde öğrenildi diye düşünülürse bile odamdaki konuşmalarımızı kayıt altına alan kişinin ismi de belliydi. Çünkü odama benden başka tek bir kişi girebilirdi. O da Derya’ydı.
Telefonuma gelen bildirimle bakışlarımı dikiz aynasından çekip ekrana baktım.
Gönderen: Giray
“Kamera kayıtları hainin kim olduğunu kanıtlıyor.”
Kamera görüntülerinin bir kopyasını da bana atmışken bakma gereksinimi duymadım. Giray diyorsa doğru olduğuna emindi çünkü.
Açığa çıkmayacağını düşünmesi büyük aptallıktı. Zaten bu hatayı da sadece aptallar yapardı.
Aracımdan indiğimde ilk önce Fatih ile göz göze geldim, sonra yanındaki Mert ile. Mert artık benimleydi. Bir şey söylemeden şirketten içeri girdiğimde girişte bulunan danışmadaki çalışanlar ayağa kalktı. Herkes önlerini ilikleyerek saygısını gösterirken baş selamı verdim. Adımlarımı asansöre yönlendirip bindikten sonra kısa sürede odamın bulunduğu kata çıktım.
Asansörden inip odama doğru ilerlerken Derya’nın yerinden kalkıp bana doğru geldiğini gördüm. Yüzümdeki hiçbir mimiği kıpırdatmadan ona bakarken Derya her zamanki gibi yüzündeki gülümsemeyle baktı bana. “Hoş geldiniz Boran Bey.”
“Odama kimseyi alma, kendin de dahil.” Diyerek yanından geçip gittiğimde bir an için afalladı ardından da onayladı. “Tabii efendim.”
Odamın kapısını açtığımda elimle Mert ve Fatih’e işaret ettim. Ne yapacaklarını biliyorlardı. İçeride bizim konuşmalarımızı kaydedebiliyorlarsa bu verici yerleştirildiğini kanıtlıyordu bize. Odama girip kapıyı arkamızdan kapattığımda Mert ve Fatih çoktan aramaya koyulmuşlardı. Korkut kamera odasındaydı, orada çalışan kişinin herhangi bir yanlış yapmaması adına başında bekliyordu. Derya’nın içeri girip kasayı açtığı tarihte var olan güvenlik görevlisi istifa etmişti. O yüzden şu an ki kameraları izleyen görevliden yana bir derdimiz yoktu. Tabii ki gözümüzü de üzerinden ayırmıyorduk.
Fatih ve Mert ofisi didik didik ederken Fatih masamın altına doğru eğildi. Birkaç saniye sonra elinde küçük, siyah, üzerinde çalıştığına dair kırmızı ışık yanan bir vericiyle çıktığında başımı salladım. Fatih elindekini bana uzatırken iç çektim. Etrafa bakmaya devam ettikleri süre boyunca sessiz kalarak onları izledim. Bundan başka yoktu muhtemelen.
Tahmin ettiğimiz gibi başka verici çıkmazken vericinin düğmesini kapatıp kırmızı ışığın söndüğünden emin olarak konuştum. “Mert bunu Giray’a götür. İçindeki tüm kayıtlara ulaşsınlar. Muhtemelen kayıt yapılmıştır.” Diyerek ona uzattığımda Mert beni onayladı. “Emredersin abi.”
Mert odadan çıkarken masanın üzerindeki telefonu alarak kulağıma götürdüm. Telefon anında açılırken konuştum. “Odama gel Derya.”
Başka bir şey söylemeden telefonu kapattıktan sonra kapı çalındı. “Gir.” Komutumla birlikte Derya içeri girerken kalçamı masama yaslayarak kollarımı göğsümde bağladım. Keskin bakışlarım Derya’nın üzerindeyken Derya karşımdaki kanepenin önüne geçerek duraksadı. Bakışları ilk önce Fatih’e ardından bana doğru kaydığında yutkunur gibi oldu. “Bir şey mi istemiştiniz Boran Bey?”
“Kimin için çalışıyorsun?” dediğimde sesimdeki soğukluk, odanın havasını bile değiştirdi. Kollarımı göğsümde sımsıkı kavuşturmuş, kalçamı masaya yaslamış bekliyordum. Fatih sessizce bir köşede duruyor, göz ucuyla Derya’yı izliyordu.
Derya önce anlamamış gibi baktı. O sahte şaşkınlığı o kadar iyi oynuyordu ki, eğer bu kadar bariz bir ihanetin içinde olmasaydı, inanabilirdim bile. “Nasıl yani?” derken sesi yumuşak ama temkinliydi. “Sizin asistanınızım Boran Bey, yıllardır öyleyim.”
Başımı hafifçe yana eğdim, gözlerimi kısıp birkaç saniye baktım. Kendi yalanına bu kadar rahat tutunan insanlardan nefret ederdim.
“Bunca yıl yanımda çalışıyorsan benim bir şey söylemeden önce çoktan emin olduğumu da bilirsin. Sadece son cevabını duymaya geldim. Kimin için çalışıyorsun?” dedim keskin bir dille. Gözleri bir anlığına panikledi. Çevresine bakındı ama kaçacak bir yol olmadığını biliyordu. Bu odadan, bu konuyu kapatmadan çıkamayacağını anlamıştı. “K-kimse için çalışmıyorum.”
Kekeleyerek konuşup bana bakarken yutkunduğunu gördüm. Yutkunan herkes gibi, yalanın ilk katmanını boğazında biriktiriyordu. Ama ben yalanı tanırdım. Özellikle de böyle ucuzunu. “Ben... sizin için çalışıyorum Boran Bey. Ne demek istediğinizi anlayamıyorum.” Derken sesi pamuklara sarılmış gibiydi. Ama içinde bir kırık vardı. Sıkışmış bir panik, baskılanmış bir korku.
Gözlerimi bir an kapattım, derin bir nefes aldım. Sabrımın son çizgisindeydim. Gözlerimi aralayarak tekrar baktım gözlerine. Masaya yasladığım bedenimi dikleştirip birkaç adım ona doğru attım. Aramızdaki mesafe daraldıkça nefes alışverişi hızlandı. Korkuyordu. Çünkü yıllardır çalıştığı adamın öfkesini ilk defa bu kadar derinden hissediyordu.
“Bunca yıl yanımda olmana rağmen beni tanımamışsın o halde.” Dedim sertçe. Sözlerim tokat gibi çarptı yüzüne. Ne sesimi yükseltmem gerekmişti ne de tehdit etmeye. Benim öfkem sessizlikte büyürdü. Ve o an içimde birikenlerin ne kadar derin olduğunu, Derya gözlerimin içine bakınca fark etmişti.
“Beni tanısaydın,” dedim bir adım daha yaklaşarak, “Gerçeği gizlemezdin, çünkü benim gerçeği bildiğimi bilirdin.” Derya’nın dudakları titredi. Bir şeyler söylemek istedi ama kelimeleri yuttu. Gözleri doldu. Ama ben o gözyaşlarını sayısız kez görmüştüm. Her başarısızlıkta, her hatada, her yakalanışta aynı perde… Bu sefer farklıydı. Bu defa gözyaşı değil, yaptığının sonucu vardı ortada.
“Masamdaki kalemden tut, odamın kapısındaki menteşeye kadar her şey kontrol edildi. Bu sabah, dolabın alt köşesinde aktif bir verici bulduk. Kaydı dışarıya aktaran bir cihaz ve sadece benim değil, o günkü konuşmaların da... Ne şanslısın ki, ben önceden koruma protokolü koydurtmuştum. Peki senin o kadar şansın var mı?” dedim alayla.
İşe başladığında imzalatılan sözleşmede koruma protokolü mevcuttu. Sözleşmeyi okusaydı yaptığı şeyden sonra olacakları bilirdi. Gözlerimi kıstım. Sessizliğini dinledim bir süre. İnsan susunca çırılçıplak kalır ya, Derya’nın yüzünde ne saklıysa bir bir dökülüyordu.
Masamın üzerindeki kalın dosyayı yavaşça çektim önüme. Kapağını açtım, aradığım belgeyi bulunca gözlerinin içine bakarak sayfayı açtım. “İşe başladığın gün imzaladığın sözleşmenin Ek-4’üne hiç dikkat ettin mi? Koruma Protokolü başlığı altındaki şu maddeye özellikle.”
Parmağımla maddeyi gösterdim. Yüksek sesle, her harfi ezberimdeymiş gibi okudum. ‘Şirket içi bilgi, belge ya da kayıtları izinsiz şekilde paylaşan her personel, tüm yasal haklarından feragat etmiş sayılır. Bu eylem halinde, kişi; mevcut tüm tazminat, kıdem ve ihbar haklarını kaybeder. Ayrıca kurumun uğrayabileceği manevi ve maddi zararlar için 2 milyon TL’ye kadar tazminat ödemeyi peşinen kabul eder.’
Gözleri irileşti. Artık tek kelime bile edemiyordu. Dosyayı masaya tekrar bırakarak karşısına ilerledim. “Sen sanıyorsun ki, bu sadece bir etik meselesi. Hayır Derya, bu çok daha fazlası. Bu bir sözleşme. Altında kendi imzan var ve şimdi sadece güvenimi değil, geleceğini de yaktın. Ben bu imzayı attırırken insanlara güvenmediğimden değil... İnsanlara, özellikle en yakınımdakilere fazla güvendiğimden koydum o maddeyi. Şimdi senin neyin eksik biliyor musun? Sadakatin. Ve bu şirkette, benden sadakatini esirgeyen kimse bir gün bile barınamaz. Hem bu şirkette hem de Türkiye’deki hiçbir şirkette.”
Derya’nın dizlerinin bağı çözüldü sanki… Zor da olsa ayakta durmaya çalışıyordu ama gözleri artık dolmuştu. Panik içinde bir şeyler söylemeye yeltendi, ama ağzından çıkan ilk kelimeden sonra soluğunu yuttu. Çünkü artık söz değil, ceza zamanıydı.
Masamın başına döndüm. Telefonu elime aldım, Derya’dan gözlerimi ayırmadan iç hatlara bağlandım.” Tahsin’i gönder.” dedim kısa ve net. Ardından telefonu kapadım. Birkaç saniye sonra kapı tıklatıldı.
“Gel.” dedim.
Tahsin içeri girdiğinde odadaki havayı hemen sezdi. Gerginlik kesilecek kadar yoğundu. Derya ona dönüp bir umut baksa da Tahsin’in gözlerinde yalnızca profesyonellik ve soğukkanlılık vardı. “Derya Hanım’ın şirketteki tüm erişim izinlerini şimdi kaldır. Mail, sunucu, sistem ne varsa. Yanına bir görevli al, masasındaki eşyalarını toparlasın. Şu andan itibaren şirketle olan tüm ilişkisi kesildi.”
“Tabii Boran Bey, hemen hallediyorum.” Tahsin odadan çıkarken tekrardan Derya’ya baktım. “Bu şirkete verdiğin zararın bedeliydi ama işimiz henüz bitmedi. O vericiyi koymanı kim emretti ya da şöyle sorayım İnci’ye ses kaydını kim göndertti?”
Derya bir an donakaldı, gözleri hemen kaçmaya çalıştı ama karşımda o kadar sıkışmıştı ki, başka kaçacak yer yoktu. “B-Bilmiyorum.” dedi sesini kısarak, “Sadece emredildi, ben de yaptım.”
“Sadece yaptım demek yeterli değil burada. Kim emir verdi!?” Gözlerim soğuk ve keskinken sesim her kelimemde biraz daha sertleşiyordu. Derya başını iki yana salladı. “Bilmiyorum, yemin ederim bilmiyorum.”
Kalbim, göğüs kafesime sığmayan bir öfkeyle atarken, içimde bir yer buz gibi sakin kalmaya devam ediyordu. Yavaşça masama yaklaştım. Bir dosyayı daha çektim ön tarafa, kahverengi kapağı ağır ağır açtım. Her hareketi, her transferi, her gizli görüşmesi… Hepsi belgelenmişti. Elimdeki belgelerin arasından biri dikkatimi çekti. Belgeyi çıkartarak onun göz hizasına getirdim. Tarihli, saatli, transfer edilen hesabın bulunduğu, onun imzasıyla hesaptan çekilen paranın makbuzuydu.
Elimi yavaşça kaldırdım, belgeyi onun göz hizasında salladım. “Bunu gördün mü hiç Derya?” dedim soğukça. “Yoksa bunu da mı bilmiyorsun? İki gün önce, hesabına yatırılan ve transferinin gizli olduğu hesaptan çekilen paranın dekontu. Ailen, çevren değildir bu parayı veren. Hepsinin nasıl işlerde çalıştığını biliyorum. Bir anda 2 milyon yatıramazlar hesabına.”
Ona doğru iki adım daha attım. Derya geri çekilmek ister gibi oldu ama arkasındaki kanepeye çarpınca sendeledi. Gözleri büyüdü. “Ben... ben sadece mesaj geldiğinde öyle yapmam istendi…” diye mırıldandı ama sesi duyulmuyordu artık. Yalnızca kendi yalanlarında boğuluyordu.
“Mesaj kimden geldi?” dedim net bir tonla. “Bilinmeyendi, yemin ederim bilmiyorum. Ben sadece söyleneni yaptım. Bir daha hiç haber almadım. Yemin ederim.”
Yemin ederim…İşte yine o iki kelime.
O iki kelime, zihnimde her defasında bir çivi gibi çakılıyordu. Çünkü insanlar yemin ettikçe, içindeki gerçeği daha derine gömerdi. Ve ben gömülü şeylerin üstünü toprakla değil, belgelerle kazardım. Bir adım attım Derya’ya doğru. Aramızdaki mesafe artık iki insanın değil, iki dünyadan gelen varlığın mesafesiydi.
“Bilinmeyen biri.” dedim alayla. “Adını bilmiyorsun. Sesini bilmiyorsun. Yüzünü hiç görmedin. Sadece mesaj geldi, sen de yaptın.”
Derya başını öne eğdi. O an sanki çocuk gibi küçüldü karşımda. Ama ben bu numaraları daha önce de görmüştüm. Sessizliği dinledim. Çünkü sessizlik her zaman ağızdan çıkan kelimelerden daha çok şey söylerdi.
“Ne garip değil mi?” diye devam ettim, sesime suni bir sakinlik vererek. “Ben olsam, bilinmeyen birinden gelen bir mesajla şirketin en mahrem yerine casus verici yerleştirmezdim. Ama sen yaptın. Hem de hiç sorgulamadan...Ya da sorguladın… ama aldığın cevap seni tatmin edecek kadar tanıdık geldi. Kimdi o? Sana ‘sadece bir kez’ dedi. Ses tonu güven vericiydi. Belki de yıllardır bir şekilde yanında olan, adını asla sorgulamayacağın biri...”
Derya birden başını kaldırdı, panikle baktı. O an, bir çatlak oluştu bakışlarında. Suçluluk, korkudan ağır basmaya başladı. İçindeki doğruyu daha fazla saklayamayacaktı ama dile dökmek ona pahalıya mal olacaktı. Tam konuşacak gibi oldu… ama sustu. Dudakları aralandı, gözleri doldu. Sanki ağzına bir yumruk dolmuş gibiydi, kelimeler dışarı çıkmak istiyor ama boğuluyordu.
Ben ise o an her şeyi anlamıştım. “Bir daha hiç haber almadım dedin ya... Hayır Derya. Sen sadece yeni emir almadın. Çünkü işin bitti. Kullanıldın. Oyun dışı bırakıldığında bunu fark ettin. Ama sadakatin değil, korkun vardı.”
Tekrar başını yere doğru eğdiğinde her bir cümlemin doğruluğundan emindim. “Yani bize, bu şirkete yıllarını verdiğini söylüyorsun ama adını bile bilmediğin birinden gelen bir mesajla ihanet ettin, öyle mi? Neydi derdin, para mı? 2 milyon lira mıydı seni ihanete sürükleyen?”
Sessizlik.
“2 milyon,” dedim tekrar, biraz alçak sesle. “İhtiyacım var desen, ben sana o parayı bir telefon konuşmasında verirdim Derya. Yeter ki hak etmiş ol. Ama sen arkamdan dolanmayı, güvenimi delik deşik etmeyi, yılların emeğini bir mesajla yakmayı seçtin.”
Bir adım attım, eğilerek direkt yüzüne bakarak neredeyse fısıldar gibi konuştum. “Biliyor musun, para her zaman asıl mesele değildir. Parayı bahane ederler ama çoğu insanın ihaneti, içindeki küçüklüğü saklayamamasındandır. Kendini yetersiz hisseder, görünmek ister, fark edilmek. Ve sonunda... birileri gelir, kulağına fısıldar: ‘Sen daha fazlasına layıksın…” Sesim buz gibiydi artık. Boğazımda bir öfke düğümü vardı, yutmadım. Konuştum. Çünkü kelimelerimle acıtırdım ben.
Sözlerim odanın ortasında yankılandı. Sanki sadece Derya'ya değil, duvarlara, camlara, hatta geçmişin hatıralarına bile çarpıp geri döndü. Odanın içi sessizdi ama kelimelerim tok seslerle tavanı dövüyordu. Her biri, bir güvenin mezar taşını dikiyordu.
Derya başını eğmişti. Gözleri yerdeydi, ama sadece halıya değil yitirdiği onca şeye bakıyordu. Benim güvenime, kendi kariyerine, hatta adını duyduğunda gururla doğrulduğu kuruma. Hepsi bir anda, üç harflik bir mesajla yerle bir olmuştu. Arkamı dönerek masama ilerlerken sesini işittim.
“Ben sadece… değersiz hissettim. Gölge gibiydim… Hep sizin arkanızda, hep sessiz. Hiç fark edilmedim, sizin tarafınızdan fark edilirim sandım. Yani o mesajı İnci hanıma gönderdiğimde belki dedim, her şey bir oyunsa bir şansım vardır.”
O an zaman durdu. Odada ses yoktu ama kulaklarımda patlayan bir uğultu vardı. Sanki bir kurşun, göğsümden girip içimdeki her şeyi delmişti. Yavaşça arkamı döndüm. Yüzümde hiçbir ifade yoktu. Ne öfke ne şaşkınlık. Sadece bir boşluk. İçinde karanlık olan, yankı veren bir boşluk.
“Bir... şans mı?” dedim yavaşça, neredeyse fısıldayarak. Bir adım attım. “Sen... bana yaklaşmak için mi eşime mesaj gönderdin?”
Derya gözlerini kaçırdı. Ağzı açıldı, ama konuşamadı.
“Benim evliliğimi yıkıp, içinden bir ‘ihtimal’ mi çıkartacaktın kendine!” Sesim titremiyordu. Sakinliğim o kadar derindi ki, karşısında buz kesmiş bir heykel gibi dikiliyordum ve bu buz eminim ki karşımdakini titretiyordu. Derya yutkundu, ağlamaya başladı. Ama ben hâlâ kıpırdamıyordum. İçimdeki öfke kemiklerime kadar işlemişti sanki.
“İnci’ye… Onu şüpheye düşürmek, huzurumuzu sarsmak, gözünde beni lekelemek, beni onun gözünde düşürmek için mesaj attın. Bir kadının bir kadına verebileceği en aşağılık mesajdı o. Kendini değil, beni konuşturdun o satırlarda. Böylece bir şansın olacaktı.”
Derya ağlayarak mırıldandı. “Ben sizi seviyordum...” dedi.
İşte o an gözlerim ilk kez karardı. Bir adımda yanına vardım. “Bu sevgi değil! Bu bir saplantı, bir aşağılık arzunun adı! İki kişilik bir hayatı, üçüncü bir hastalığın zehriyle boğmaya kalktın sen!”
Derya geriledi, dizlerinin bağı çözüldü. Gözleri yaşla doldu ama ben artık görmüyordum. Görmüyordum çünkü gözümdeki perde artık kalkmıştı. İlk andan beridir İnci’nin Derya’ya karşı tavrı farklıydı, saygısızlık yapmamıştı hiç, nazikliğinden ödün vermemişti ama bakışı farklıydı, tavrı farklıydı. Hissetmişti. Ben bunca yıl hissedememiştim ama o bu kadar kısa sürede fark etmişti.
Elimi saçlarımdan geçirerek içimdeki öfkeyi söndürmeye çalıştım. Ancak nafileydi. Derya’nın sesi buna daha da engel oluyordu. “Özür dilerim…” Histerik bir şekilde güldüm sözleriyle. Tekrar ona doğru baktım. “Özür mü dilersin!”
Karşısına dikildiğimde gözlerini yere doğru eğdi. “Sen benim eşimi karıştırdın bu meseleye. Hayatımda hiç kimsenin girmesine izin vermediğim sınıra geldin dayandın ve sen bunu fark edilmek için yaptığını söylüyorsun. Dikkat çekmek için... Peki ben sana başka bir şey söyleyeyim mi Derya? Sen sadece fark edilmedin diye değil... hasta bir fikirle kendini kandırdığın için şimdi burada karşımdasın.”
Derin bir nefes aldım. Öfkem artık derinin altına işlemiş gibiydi. Başımı yavaşça iki yana salladım. İçimden geçen kelimeleri bastırmaya çalışsam da faydasızdı. O kelimeler artık dışarı çıkacaktı.
“Ben eşime hayatımı verdim. Onu korumak için değil sadece, onunla yaşamak için. Benim bir evim var, Derya ve sen, o evin temeline dinamit koymaya çalıştın. Sana en net şekilde söyleyeyim. Bu artık bir iş ihlali değil. Bu benim hayatıma saldırı.”
Başka bir şey söylemeden telefonu aldım. Tahsin’i arayarak konuştum. “Tahsin. Güvenlik kayıtlarını savcılığa iletin. Derya Hanım, aynı zamanda özel hayatıma yönelik tehdit nedeniyle de yasal işlem görecek. Psikolojik taciz. Dijital manipülasyon. Gerekli dosyayı hazırlayın.”
Telefonu kapattıktan sonra Derya’ya döndüm. “Senin sevgini ben değil, savcı dinleyecek artık.”
“Boran Bey!” Derya panik olmuş bir şekilde bana doğru yaklaştığında Fatih benden önce davranıp Derya’yı tuttu. “Yalvarıyorum size, lütfen beni polise vermeyin. Yalvarıyorum.” Ağlayarak çırpınırken umursamadım.
“Oyun bitti, Derya,” dedim gözlerine saplanarak. “Sen artık bu oyunun piyonu bile değilsin. O piyonluk şansını bile kaybettin.”
Bir adım daha yaklaştım. Kadının göz bebeklerindeki panik genişliyordu. Artık nefes alışları bile sayılabiliyordu. O an anlamıştı... Artık mesele benim ona ne yapacağım değil, bu binadan çıktıktan sonra başına ne geleceğiydi.
“Şimdi senin kim olduğunu bilen sadece ben değilim.” dedim ve sesimdeki ton bu kez daha ağırdı. “Şirketin tüm iç denetim birimi, holdingin merkezi ve gerekli devlet kurumları da öğrendi. Çünkü o verici, devlet izniyle aktif hale getirilen bir iç denetim sistemine takıldı. Sadece benim değil, devletin de dikkatini çektin.”
Bu cümleyle birlikte Derya’nın tüm rengi yüzünden silindi. O cümle, onun sadece şirketle değil, ülkeyle de problem yaşayacağını anlatan tokattı.
Bu sistemi devreye sokmak kolay olmamıştı. Yıllar önce, şirketin başına geçmeden önce yaşanan büyük bir sızıntıdan sonra devletle birlikte bir protokol geliştirmiştik. Kritik kurumlarla iş yapan özel şirketlerde, gizli içeriklerin sızma riskine karşı kontrollü dijital tuzaklar kurulmasına onay verilmişti. Bu sistemin adı “İkincil Koruma Ağıydı.”
Sadece benim ve iç denetim direktörü bilirdi bu ağı. Her oda, bazı ana bilgisayarlar ve toplantı odaları bu sisteme dahildi ve kritik zamanlarda, devletin ilgili siber güvenlik birimi gölge modda süreci izlemeye başlardı. Normalde bu vericiler sessizce bilgi çekerdi. Ama bir eşik aşıldığında, örneğin gizli konuşmaların dışarıya aktif veri aktarımıyla gönderildiği tespit edildiğinde sistem devlete de sinyal gönderirdi ve Derya'nın yerleştirdiği o cihaz, bu sınırı geçmişti.
İnci’ye mesaj göndermese dahi yaptığı her şey çok yakında ortaya çıkacaktı yani. Sadece işleri kendi elleriyle hızlandırmıştı. Artık sadece bir yöneticinin gazabıyla karşı karşıya değildi. Devletin radarına girmişti ve devlet, sadakatle yürütülen hiçbir özel yapının bu türden hainlikle sarsılmasına izin vermezdi.
Sesimi biraz daha alçalttım. “Yani mesele sadece şirketimizin zarar görmesi değil, Derya. Devletle çalışan bir kurumda, verici yerleştirmenin adı artık basit bir ihanet değil... Bu, teknik casusluk teşebbüsüne girer. Sen bunun farkında bile olmadan, hayatını sıfır noktasına getirdin.”
Gözümün önünde bir kadın değil, bir enkaz duruyordu artık. Bu yaptığının bir kıskançlık, bir fark edilme ihtiyacı olmadığını yeni yeni anlıyordu. Artık mesele duygu değil, ceza meselesiydi. Artık duygusal olarak bir açıklama yapabileceği sınır kalmamıştı.
Masama döndüm, kalemi elime aldım. Bir not defterine birkaç satır yazarken onu hâlâ göz ucuyla izliyordum. Kapı çalındığında komut verdim. “Gir.” Tahsin kapıda belirdiğinde ise hiçbir şey söylememe gerek kalmadı. Göz göze geldik. Ne yapılması gerektiğini biliyordu.
“Tahsin,” dedim sessizce ama tok bir kararlılıkla, “Hukuk birimine bildir. Disiplin kurulunun dışında, resmi suç duyurusunu da başlatın. Vericiyle ilgili tüm teknik kayıtlar, devlet protokolüne uygun biçimde teslim edilecek. Bunu bizzat ben imzalayacağım.” Tahsin başını salladı.
Derya ise o an anladı ki artık kaçacak yeri, savunacak bahanesi yoktu ve benim gözümde, sadakatin bir bedeli vardı: Sadakati olmayanın, geleceği de yoktu.
Hele ki işin içine sevdiğim kadını, karımı katıyorsa hiç olmazdı. Çünkü işin ucunda sadece şirketimin itibarı, emeğim ya da yıllarımı verdiğim düzen değil... İnci vardı. Benim evim, sığınağım, huzurum.
Derya'nın yaptığı, masum bir hata değildi. Bu, bilinçli bir sapma, bile isteye oynanmış kirli bir oyundu. Kafasının içinde ne yaşadıysa, neye inanarak yaptıysa bilmiyordum. Ama tek bildiğim, bunu yaparken karıma ait olan o mahrem güven duygusunu yerle bir ettiğiydi. Ben, bir adamın içindeki en karanlık öfkeyi orada yaşamıştım. Çünkü güven, benim için her şeydi ve birisi sevdiğim kadını bu kadar kirli bir planın içine çekiyorsa, artık vicdan devre dışı kalırdı.
Derya’ya son kez döndüm. Artık gözlerinde korkudan başka bir şey yoktu. Anlamıştı. Bitmişti. Onun için her yol, her ihtimal, her fırsat kapanmıştı. Sesi çıkmıyordu. Çünkü artık konuşmak bile bir anlam ifade etmiyordu.
O an içimdeki Boran iş insanı değildi. Bir adamdı. Bir eşti ve artık merhamet etmeyeceği bir ihaneti gömmek üzereydi. Derya’ya bir daha bakmadım. Çünkü artık o, geçmişti ve geçmiş, sadece yanmış dosyaların arasına kaldırılırdı. Bende ileriye bakacaktım; İnci’ye ve bir daha kimse sevdiğim kadına böyle yaklaşamasın diye, sistemin her satırını yeniden yazacaktım.
Derya, Tahsin ve Fatih tarafından ağlayarak odadan çıkartılırken derin bir nefes alarak odamın boydan boya olan penceresine ilerledim. Derin bir nefes alarak gömleğimin yakasını gevşettim. Ardından da kol düğmelerini açarak gömleğin kollarını dirseğime kadar sıyırdım. Henüz hiçbir şey bitmemişti.
Derya’nın meselesi fark edilmek olabilirdi ama mesele başkaydı. Vericinin ucunda kimlerin olduğu önemliydi. Giray kayıtlardan bizimle ilgili önemli olanları aldıktan sonra Ömer’e teslim edecekti. Derya hiçbir şey bilmiyordu belki ama vericiden bir şeyler çıkabilirdi. Ama bizim daha erken davranmamız gerekiyordu.
Masama yaklaşarak telefonu alıp Güney’in numarasını tuşladım. Her şeyden haberi vardı, biliyordum. Mert, İnci’nin isteği üzerine şirkete geldiğinde Güney’in İnci’nin yanında olduğunu söylemişti. Güvende olduğundan emin olduğum sürece Mert veya Güney fark etmezdi. O yüzden ses çıkarmamıştım.
“Buyurun Boran Bey?” Güney’in öfkeyle harmanlanmış sinirli sesini işittiğimde tahminim doğrulanmıştı, her şeyi biliyordu. “İnci’ye mesajı gönderen numara sende mi?” Direkt olarak konuya girdiğimde Güney’in alaycı sesini işittim. “Ne yapacaksın, doğruları ona gösterdi diye tebrik mi edeceksin. Yoksa işini mi bitireceksin?”
Güney’in sesindeki o öfke, tahammül sınırımı zorluyordu ama tanıdıktı. Beklediğim gibiydi. Çünkü onun öfkesi, İnci’yi korumaya çalışan bir adamın öfkesiydi. Telefonu yüzümden biraz uzaklaştırıp derin bir nefes aldım. Kendimi toparladım. Bu konuşma öfkeyle değil, netlikle yürütülmeliydi.
Telefonu kulağıma yeniden götürdüm, sesim buz gibiydi ama içimde volkanlar patlıyordu. “Güney, bir şeyi çok net anla. Bu mesele İnci’nin gerçekleri öğrenmesinin yanı sıra kendi şirketimin güvenliğini de içeriyor. Benim her şeyi kabul ettiğimi söylediğim ses kaydına nasıl ulaşılabilir sen söyle.”
“Odandaki kameralar sesli çalışmıyordur diye düşünüyorum. Ya kapın dinlendi ya da odana verici yerleştirildi. Ama beni arayacak kadar sıkıştıysan tahminin ikinciden yana.” Sinirine rağmen verdiği cevapla başımı salladım.
“Verici ihtimali doğru,” dedim. “Bu sabah bulduk. Odamın dolabının alt panelinde. Bu yalnızca bana karşı yapılmış bir şey değil, Güney… Bu, şirketin bütün bilgi güvenliğine karşı işlenmiş bir suç ve olayın içine İnci karıştığı için, konu artık sadece iş değil, kişisel de.”
Güney içini çekti, belli ki bir şeyleri yavaş yavaş hazmetmeye başlıyordu. “Evet İnci karıştı bu meseleye, iyi ki de karıştı diyorum. En azından gerçekleri öğrendi.”
Gözlerimi kapattım cümlesiyle. İçimde kırk parçaya bölünmüş bir sabır vardı. İçimde boğazıma kadar yükselmiş öfke, tam o an taşmaya hazırdı. Dişlerimi sıktım. Yumruklarımı fark etmeden sıktığımı ancak parmak kemiklerimdeki ağrıyla anlamıştım.
“Senin gerçekler dediğin… sadece kırpılmış bir hikâyeydi. Cümlelerin bağlamdan koparılmış, seslerin yalnızca yankısı bırakılmış haliydi. O ses kaydı… senin ‘iyi ki öğrendi’ dediğin o kayıt, sadece bir tuzağın parçasıydı. Derya’nın eline geçirdiği, sonra bir şekilde İnci’ye ulaştırılan bir kurgu. O konuşmanın tamamı değil, sadece işlerine yarayan kısmı.”
Bir an duraksadım. Devam etmeden önce kelimelerimi dikkatle seçmeliydim. Çünkü karşımdaki kişi düşman değildi. Ama ne yazık ki şu anda yanlış safta duruyordu. “İnci’ye her şeyi anlattım Güney,” dedim, ciddiyetle. “Hem işin iç yüzünü hem de iki yıl önce neler olduğunu. Onun yanında oluşumun bir plan değil, bir zorunluluk değil… bir seçim olduğunu söyledim.”
Yutkundum. Ama zayıflık değildi bu. Bu, bir gerçeğin ağırlığını yutkunmaktı. “Onu kandırmadım. Ona yalan söylemedim. Ama sustuğum yerler oldu, evet. Çünkü bazen gerçekler, zamanını bekler. Bazen sevdiğin insanı korumak için... onun seni nefretle hatırlamasını göze alırsın.”
Telefonun ucunda hâlâ sessizlik vardı. Güney hiçbir şey söylemiyordu ama ben onun orada olduğunu, her kelimemi duyduğunu, belki dişlerini sıktığını, belki gözlerini devirdiğini hissedebiliyordum.
Ama artık umurumda değildi. Çünkü içimde tuttuğum ne varsa bir bir dökülüyordu ve bu sefer saklamayacaktım.
“Benim söylediklerime inanmadığınızı biliyorum,” dedim daha yavaş ama daha vurucu bir sesle. “En başından beri güvenmediniz bana. Ben ne yaptıysam, hep bir oyun sandınız. Hep bir hesap, bir çıkar, bir strateji aradınız. Ama aşkın matematiği olmaz Güney. Ve ben… İnci’nin yüzüne ilk baktığımda hiçbir denklem düşünmedim.”
Boğazıma oturan o düğümle birlikte konuşmaya devam ettim. Çünkü içimde tuttuğum her gerçek artık zehire dönüşüyordu. “İki yıl önce o gülüşü gördüğüm an... dünyadaki bütün planlarımı unuttum. İnci benim hesaplarımı değil, kalbimi alt üst etti. Onunla iş gereği konuşmam bile gerektiğinde, gözlerine fazla bakmamaya çalıştım. Çünkü bakarsam kaybolurum diye korktum. Ama olmadı Güney. Kayboldum. Her gün biraz daha. Ve bu kayboluş, bana huzur verdi. Çünkü ilk kez birini olduğu gibi sevebildim. İlk kez biri için hiçbir çıkar gözetmeden bir şeyler yapmak istedim.”
Telefonun ucundan hâlâ ses yoktu. Ama ben artık onun suskunluğuyla savaşmıyordum. Kendi içimdeki yükle savaşıyordum.
“Ben İnci’yi aldatmadım. Ona ihanet etmedim. Ama doğruyu zamanında söyleyemedim, evet. Çünkü onun geçmişi, benim söylediklerimi bir duvar gibi geri itiyordu. Çünkü kırılgandı. Çünkü bir kelimemle beni kaybetmeye hazırdı. Ama o ses kaydının devamını dinlesen... benim ağzımdan dökülen satırlarda onu ne kadar sevdiğimi anlarsın. Ben aşkımı sakladım, çünkü onun geçmişinde yara olmaktan korktum. Ama bu aşkı bir plan sananlara da kalbimi açmam artık.”
Telefon hâlâ elimdeydi. Güney’in sözleri kulağımda yankılandıkça içimde sıkışan şey yavaş yavaş çözülmeye başladı. Onun öfkesi dağılmamıştı belki ama artık kör değildi. İlk defa beni gerçekten dinlemişti. Belki ilk defa söylediklerimde sadece bir adamın hırsını değil, kalbini de görmüştü.
Telefonun ucunda kısa bir sessizlik oldu. Güney’in nefes alışlarını duyuyordum. Yutkunduğunu, kendi içindeki savaşın sürmeye devam ettiğini hissedebiliyordum. Ardından konuştu. Sesi bu kez daha yumuşaktı. Daha az öfkeli. Daha çok meraklı.
“Keşke en başında böyle konuşsaydın,” dedi. “Belki de seni bu kadar kolay yargılamazdım, duvar örmezdim. İnci’yi sakinleştirirdim.”
Bu sefer sessiz kalan benken o devam etti sözlerine. “İnci kolay biri değil. Hep güçlü durur ama en küçük güvensizlik onu içten içe yer. Bunu en iyi ben bilirim ve eğer seni bir kere yanlış anladıysa… affetmesi zor olabilir. Ama… eğer senin söylediğin gibiyse her şey… belki de seni dinlemeye değer.”
“İnci her şeyi dinledi Güney. Ona da kalbimi açtım havaalanında.” Dedim derin bir iç çekerek. Sesim yorgundu ama içinde ilk defa bir teslimiyet yoktu. Bu, yenilginin değil, gerçeğin yorgunluğuydu. İnci’nin kolay biri olmadığını biliyordum zaten. Onunla ilk defa o merdivenlerde karşılaştığım an anlamıştım... Bakışları, geçmişinin izlerini gizlemeye çalışıyordu. O gözlerdeki güç bir kalkan gibiydi; ama altındaki yorgunluk gözden kaçacak gibi değildi.
En başından beri onun duvarlarını görebiliyordum. Ve o duvarların ardında birine yer açması için, sadece dürüstlük yetmezdi. Zaman, sabır ve çokça cesaret gerekiyordu. Ben o cesareti her gün toplamıştım. Ama onu korumak için bazı gerçekleri susmam gerekmişti. Çünkü bazı kelimeler, zamanından önce söylendiğinde yara açardı. Oysa ben onu yaralamak değil, sarmak istemiştim.
Telefonun diğer ucunda Güney yine sustu. Bu kez sessizliği, sorgulamanın değil, kabullenişin sesiydi. Duyguları hâlâ karışıktı biliyorum. Ama artık beni “oyuncu” değil, seven bir adam olarak görmeye başlamıştı.
“Havaalanında…” dedim yine, kendi iç sesime döner gibi. “Orada, uçağa binmeden önce… gözlerimin içine baktı. Sadece kelimelerim değil, içimde ne varsa hepsi döküldü. Korkularım, pişmanlıklarım, sevgim… hepsini orada bıraktım onun önüne. Geri döner mi bilmem. Ama bilmesi gereken her şeyi söyledim artık.”
“Buna rağmen gitti öyle mi?” Güney’in hayret dolu sesiyle cevap vermedim. Veremedim. Çünkü bu sefer sessizlik, kelimelerden daha doğruydu. Güney’in sorduğu şeyin cevabı bir “evet” ya da “hayır” değildi.
O seste, sadece bir hayret yoktu… bir sitem, bir kırgınlık, hatta biraz da benim yerime duyduğu öfke vardı.
Ama ben susmayı seçtim. Çünkü bazı gidişlerin, gerekçesi olmazdı. Çünkü bazen bir insanı tutmak için değil, onun özgürlüğüne saygı göstermek için bırakırdın.
Güney sessizliğini bozdu kısa bir süre sonra. “İnci eğer sana güveniyorsa geri gelecektir Boran. Eğer gerçekten kalbini açtıysan ve en önemlisi, ona zaman verirsen, İnci geri gelecektir. O güçlü bir kadın ama sevgiye de inanır.”
Bu sözler kulaklarımda yankılanırken içimde bir fırtına koptu. Güney’in söylediklerinin anlamını kavramaya çalışırken, yüreğimde büyüyen o ağır yükün altında eziliyordum. Güven… o kadar basit, o kadar zor bir şeydi ki. İnci’nin güçlü duruşunun ardında sakladığı kırılganlığı, yılların birikimiyle ördüğü duvarları, tek bir kelimeyle yıkmak mümkün müydü? Ya da o duvarların ardındaki gerçek sevgi, benim ona olan bağlılığımı gerçekten görebilir miydi?
Bunun cevabını almak zordu. Çünkü bir kere güvenmediğini göstermişti bana. Kaçmayı tercih etmişti. İnci’nin kaçışı, benim için en ağır darbeydi. Çünkü o sadece uzaklaşmamıştı; bana olan güvenini, en derin yara olarak bırakmıştı. Beni anlamak, benimle olmak istemek… hepsi o güvenin varlığında anlam kazanıyordu. Ama o güven kırılmıştı. Ve kırılan bir güveni tamir etmek, en zor işti dünyada. Onun güveni kırılmıştı ama benim sevdiğim kadın tarafından yaşadığım güvensizlik vardı.
Onun güveni kırılmıştı, evet. Ama benim kalbimi en çok yıkan şey, sevdiğim kadının bana duyduğu güvensizlikti. Çok olmamıştı belki ama bunca aydır hayatımı paylaştığım kadın, gözlerimin içine bakarken bile kuşkuyla dolu olması… Bu, acıdan çok daha derin bir yara açıyordu içimde.
İnci’nin güvensizliği, benim ona olan sevgimi sorgulaması demekti. Sevgi; saygı, güven ve bağlılıkla büyürken, o kırılan bağların arasında kendimi yalnız ve çaresiz hissetmiştim. Kendi içimdeki fırtınalarla savaşırken, bir yandan da İnci’nin bana inanmamasının acısını omuzlarımda taşıyordum.
Bu güven kaybı, sadece bizi değil, hayallerimizi, umutlarımızı da parçalardı. Ama ben biliyordum ki, gerçek sevgi böyle sınavlarda kendini gösterirdi…
◔◔◔
İnci Aral Demirhanlı’nın anlatımından,
3 gün sonra…
“Kafam kalabalıktı ama sonra bir kahkaha duydum. İçten, tasasız bir gülüştü. Sanki dünya o anda sadece senin etrafında dönüyordu. Masanda başkaları da vardı ama ben sadece seni görüyordum. Beni fark etmedin. Göz göze bile gelmedik. Ama o an…kalbimde hiç hissetmediğim bir sızı, bir hızlanma hissettim.”
“Adını bile bilmiyordum. Sesini duymamıştım. Sadece gülüşün… Bir gülüş ama ben seni günlerce aradım Londra’da, İnci.”
“Her sabah o kafeye gittim. Saatlerce oturdum aynı masada. Belki yine gelirsin diye… Belki bir kahve daha içersin diye... Ama gelmedin. Gözüm her kapıda, kulağım her kahkahadaydı. Sadece bir iz, bir işaret aradım senden.”
“Ancak yıllar sonra burada, tesadüfen bizim yaptığımız davette karşımda gördüğümde… işte o gün, kader diye bir şey var mıymış, varsa nasıl görünürmüş anladım.”
“Kalbimdeki seni susturmak mümkün değildi. O gülüşünü hatırlamam bir ay sürdü, bir ay sonra her şey geri döndü.”
“Senden şans dilediğimde, seni öptüğümde, her adımda, her gecede, her sabah… ben sadece seni sevdim, İnci. Bunları deden istedi diye yapmadım ben. Seni çok sevdiğim için yaptım. Sustum, evet. Ama seni hiç kandırmadım.”
“Bu evlilik benim için asla sadece bir anlaşma olmadı. Ben zaten çok önceden kaptırmıştım kendimi sana… sadece sen bilmiyordun.”
“Gitme… Eğer şimdi gidersen, seni bir daha bulamam.”
Bazı hakikatler vardır…İçine işledikçe seni ya iyileştirir ya da tamamen dağıtırdı. Benimkisi ikincisiydi.
Boran’ın beni ilk gördüğü anı, yıllar önceki sessiz tanıklığını, arkamdan sevip hiç göstermediği duygularını öğrendiğimde nefesim kesilmişti. Sanki içimde bir perde açılmış o perdenin arkasında, göremediğim bir adam varmış gibi hissetmiştim ve o adam, meğer yıllardır benim içimde büyüttüğüm her şeyin gölgesinde beklemişti.
Kırgındım. Kızgındım. Ama en çok… şaşkındım. Çünkü ben sanmıştım ki Boran dedemin isteği üzerine beni sevmişti. Ben sanmıştım ki dedemin baskısıyla, onun çizdiği kaderi sahiplenmişti. Meğerse o sadece susmuştu, susarak sevmişti beni. Gitmek istediğimde beni durdurmayacak kadar çok sevmişti.
Ama ben gidememiştim. O cümleleri duyduktan sonra ondan da duygularımdan da kendimden de kaçamamıştım. Kaçmayacaktım da. Bu kez kalacaktım.
Oysa çok emindim gitmek istediğimden, Türkiye’deki hayatımdan çok şikayetçiydim. Yapmak zorunda kaldığım şeylerin yükü üzerimdeydi ve onlardan kaçmak istemiştim. Hala üzerimdeydi. Boranla geçirdiğim mutlu anların yanında onlar bir yük olarak duruyordu. Bu konuda mutlu değildim. Sırf onların mutsuzluğu nedeniyle de gidemezdim. Boran’ı severken diğer mutsuzluklarım için gidemezdim. Onun beni sevdiğini bilirken gidemezdim. O kayıtları duyduğum anda beni terk eden kalbim, şimdi doğru kararlar vermemde yardımcı olmuştu.
Cümlelerini duyduğum ilk an sanki içimde bir şey yerinden oynamıştı. İçimde yıllardır sakladığım tüm duvarları bir anda yerle bir etmişti. Kelimeler yetmemişti hissettiklerime. Yalnızca içimde, tarifini bilmediğim, tanıdık ama bir o kadar da yabancı bir sızı dolaşmaya başlamıştı. Kalbimin tam ortasında, uzun süredir bastırmaya çalıştığım o karmaşık duygular bir anda yukarı fırlamıştı, içimde garip bir yankı oluşmuştu.
Bildiğimi sandığım her şey, o anda yerle bir olmuştu. İçimde birikmiş güvensizliğin, hayal kırıklıklarının yükünü onun üzerine yığmıştım. Meğer o yükü sessizce taşımıştı bunca zaman. Hiç şikâyet etmeden, hiç kendini savunmadan. Beni incitmemek için kendini yutmuş, öfkesini bile susturmuştu kimi zaman.
Ona kızgındım, evet. Ama bu kızgınlık, artık yönünü değiştirmişti. Şimdi asıl kırgınlığım kendimeydi. Çünkü ben görmemiştim. Anlamamıştım. Şimdi geriye dönüp baktığımda her şey daha netti. Kafamı karıştıran her bir noktanın cevabını almıştım.
Boran, beni öyle bir yerden sevmeyi seçmişti ki… onun sevgisi, acıtıyordu artık. Çünkü bu kadar gerçek bir sevginin, benim onu görmeyişimle yok sayılması ağırdı. Onun sevgisini bilmeyerek hayatımı geçirmiştim. Bilemezdim de zaten. Ancak şimdi daha iyi anlıyordum tüm davranışlarını. Ben onu seven bir kadınla konuşmasına bile dayanamazken o beni başka bir adamın kollarında görmüştü. Kim bilir ne kadar acı çekmişti, kim bilir ne duygular içine girmişti. Lucas konusunda neden patlama yaşadığını daha iyi anlıyordum.
İçimde koca bir utanç büyüdü. Onun sevgisine değil, kendi korkularıma daha çok inanmıştım. Şimdi, her şeyi öğrendiğimde fark etmiştim, Boran’a inanmamıştım çünkü önce kendime inanamamıştım. Onun kalbimdeki yerini bildiğim halde, geçmişteki yaraları gerekçe gösterip onu kalbimden dışlamıştım. Yalanlara inanmak benim için çok daha kolay olmuştu.
Kendime öfkeliydim. Onun karşısında dimdik durup hiçbir şey olmamış gibi davranabildiğim her saniye için… bana gözleriyle anlatmaya çalıştıklarını görmediğim için, kaçtığım için… onu bir başkasının sesiyle yargıladığım için... kendime karşı tarifsiz bir kırgınlık taşıyordum artık. Bana anlatmaya çalıştığı her şeyi parça parça birleştirince ortaya çıkan tablo, içimi yakıyordu. O kadar sevmişti ki beni, sustuğu yerden bile kalbime dokunmuştu. Ama ben... o sesi bastırmıştım içimde.
Şimdi oturup düşününce, en çok da onun bana olan sevgisinin ağırlığı altında eziliyordum. Çünkü Boran beni kendimden bile korumaya çalışmıştı. Ve ben, en çok ondan kaçarken, aslında kendimden kaçtığımı fark etmemiştim. Her seferinde ona değil, geçmişteki kırık aynalara bakmıştım. Şimdi o aynalara baktığımda sadece Boran’ı değil, kendimi de kaybettiğimi görüyordum.
Onu haksız yere suçladığım her kelime, şimdi içimde yankılanıyordu. Gözyaşlarım, pişmanlığımın ağırlığıyla yanaklarımdan süzülüyordu. Keşke diyordum… keşke bir an durup kalbine bakabilseydim. Onunla yüzleşmeden bile gitmeyi istemiştim, kaçmayı istemiştim. İşte bu yüzden kendime kırgındım.
Yaptığım dışarıdan bakıldığında kendine acımak, mıy mıy olmak olarak görülebilirdi. Ama kimse bilmiyordu içimde neyle savaştığımı. Bu bir acındırma çabası değildi. Bu, içimde susmak bilmeyen bir yüzleşmenin, geç kalınmış bir fark edişin yankısıydı.
Dedemin söylediği sözler hala daha zihnimdeydi, ona olan kırgınlığım geçmeyecekti. Boran’ın bunu saklaması belki benim üzülmemem içindi, bu kabul edilebilirdi. Ses kaydı kesildi demişti. İnanıyordum. En başta inanamadığım için kendime kızıyordum ama dedeme olan kızgınlığım bitecek gibi değildi. Ben kendime acımamak için uğraşırken o beni acındırmıştı dışarıya karşı.
Ve şimdi ne yapacağımı bilmiyordum. Onunla konuşmalıydım, anladığımı söylemeliydim. Gidemediğimi açıklamalıydım. Ancak üç gündür sadece tavanı seyrediyordum. Boran’ın bana kırıldığını bilerek, o kırgın gözlerle yüzleşmeyi istemiyordum belki. Ama şunu çok iyi biliyordum… içimdeki bu sızı, onun sevgisinin büyüklüğüyle birleşince, artık beni eskisi gibi bırakmazdı. Beni her aynada onun gözleriyle yüzleştirirdi.
Ofisimin kapısı çalındığında irkildim. Kimsenin gitmediğimden haberi yoktu. Güney’in bile. Telefonunu bir kez açmıştım, onda da iyi olduğumu söylemiştim. Sonra hep mesajlaşmıştık. Tedirgince oturduğum yerden ayağa kalkarken elimle gözyaşlarımı temizledim. Kapı tekrar çalındığında dış kapıya yaklaşarak delikten baktım. Kapıdaki Giray ve Korkut’u gördüğümde kaşlarım çatıldı. Burada olduğumu biliyorlar mıydı yoksa kontrol etmeye mi gelmişlerdi?
“İnci, içeride olduğunu biliyoruz.” Giray’ın cümlesiyle yutkundum. Yalnız kalmak istesem de kalamıyordum ve bundan çok bunalmıştım. Kapıyı araladığımda direkt olarak Giray ile göz göze geldim. Ardından da Korkut ile. “Beni takip mi ediyorsunuz?” Kızgın bir biçimde söylediğim cümle ile Giray kaşlarını çattı. “Hayır, telefonunun sinyallerinden gördük burada olduğunu.”
Tam bir şey söyleyeceğim sırada Korkut araya girdi. “Boran’ın haberi dahi yok, böyle bir isteği de olmadı. Güvenliğinden emin olmak için biz bakmak istedik ve burada olduğunu gördük. Gitmemişsin.”
Sakindi sesi ancak kızgın olduğunu da görüyordum. Gözlerimi kaçırdım. Beni ilk defa bu kadar sahipsiz, bu kadar içi dağılmış gören iki adamın karşısında susmakla yetindim. İçeri girmemişlerdi hâlâ. Eşiği geçmemişlerdi.
Giray derin bir nefes aldı. “Girebilir miyiz?” Kapıdan geri çekildiğimde ikisi de sırayla içeri girdiler. Ofisime doğru ilerlediklerinde elimle koltukları işaret ettim. Yan yana oturduklarında bende karşılarına geçip oturdum. Üçümüz birbirimize bakarken ne diyeceğimizi bilemiyorduk sanki.
Ancak onlar buraya kadar geldiğine göre diyecekleri bir şeyler vardı. Sessizce ikisine bakarken Güney mırıldandı. “Neden gitmedin İnci?” Her zaman yenge diyen adamın hitabıyla şaşırsam da bunu belli etmeden gözlerine doğru baktım. “Gidemedim Giray.” Sesim kendimden bağımsız fısıltı gibi çıkarken Korkut konuştu. “Her şeyi öğrenmişsin çünkü.”
Başımı salladım belli belirsiz. “Peki söylediklerine inanıyor musun bu sefer?” Bu sefer… Giray yaptığım hatayı yüzüme vurduğunda bir an için yutkunamadım. Gözlerine bakmaya devam ederken dolan gözlerimi engelleyemedim. “İnanmıyorsan en yakın şahidi biziz ve tabii Fatih bir de. Onu getirmeyi düşündüm ama o Boran’a yalan söyleyemez. Senin burada olduğunu söyler diye getirmedim. Aslında en yakın şahidi Fatih, çünkü Boran ile Londra’daydı.”
“Londra’dan geldi, bir farklıydı. Hiç anlaşma sağlamış bir iş adamı gibi değildi. Dalgındı. Farklı bakıyordu. Anlayamadık. Sıkıştırdık biraz, anlatmadı. Sonra abinin düğünü oldu. Magazine düşen fotoğraflara bakıyordu. Birden bir fotoğrafa odaklandı. Normalde de dikkatlidir, her şeyi ince ince inceler ama bu sefer daha farklıydı. Odaklanıp kaldı. Sonra ismini fısıldadı. İnci Aral… İlk önce gülümsedi, öyle içten bir gülüştü ki sende biliyorsun gamzesi ortaya çıkar öyle güldüğünde. Sonra duraksadı, yine durgunlaştı. Biz zorladık sonra anlattı her şeyi. İlk kalp kırıklığını yaşamıştı, öyle bir adam için bunu itiraf etmek bile zorken Boran bunu itiraf etmişti. Sen düşün ondaki yerini.”
Korkut’un cümleleriyle birlikte yanağıma süzülen gözyaşını temizledim hızla. Biliyordum zaten. Ama onu o an bilmek istememiştim. Başımı yere doğru eğdiğimde Giray’ın sesini işittim. “Amacımız seni suçlamak değil İnci… Yaşadığın şeylerden ötürü böyle yaptığını biliyoruz, Boran’da biliyor. Amacımız size yardımcı olmak. O yüzden buradayız ve sana dinlemen için bir şey getirdik.”
Başımı kaldırıp tekrardan ikisine baktığımda Giray devam ettirdi sözlerini. “Boran’ın her şeyi kabul ettiğini söylediği ses kaydının devamını.” Başımı hızla iki yana salladım. “Ben inanıyorum ona, ses kaydıyla oynadıklarını söyledi Boran. İnanıyorum ben.” Dediğimde Korkut karşı çıktı. “Yine de dinle, aklında başka soru işareti kalmasın. Yine tekrar edeyim, Boran’ın buraya geldiğimizden haberi yok. Bunu dinletmemizi de o istemedi. Hatta bilse bizim burnumuzdan getirir.”
Onların tereddütlerini de anlıyordum. Kolay bir insan olmadığımı zaten biliyordum, duvarlarımı aşmakta çok zorlanmıştım. Hatta hala zorlandığımı bende yeni anlamıştım. Giray ve Korkut’ta en ufak şüphe kırıntısının kalmamasını istiyorlardı çünkü biliyorlardı ki ben o şüphe kırıntısından bile bir sorun çıkartabilirdim. Çok acıydı ama gerçekti.
Ses kaydı ilk önce dedemin cümlelerinden başladı. O gururumu kıran cümlelerin ardından Boran’ın sesi duyuldu. “Ses kaydının bu kısmını çıkart Giray.”
“Emin misin abi” Giray’ın tereddütlü sesinden sonra tekrar Boran konuştu. “Eminim, bu kısma gerek yok. Zaten ilk kısım İnci’nin ikna olması için yeterli.”
“Sardun Bey’in dediğini yapacak mısın peki?” Korkut’un sorusuyla birlikte tekrar Boran’ın sesi duyuldu. “Yapacağım Korkut, bunu Sardun Bey’e borçluyum. Ne istiyorsa yapacağım.”
İşte benim tüm düşüncelerimi yıkan, bildiklerimi unutturan cümle buydu. Kalbim yine hızlı hızlı atarken bu sefer devamı için meraklıydım.
“İnci’yi çok önceden beridir sevdiğini öğrense ne yapardı acaba? Gözü arkada gitmezdi en azından adamın.” Giray’ın alayla karışık cümlesiyle birlikte Boran mırıldandı. “Bir şeyler seziyordu. O yüzden böyle bir şey istedi. Yoksa Sardun bey torununu bu duruma düşürecek bir adam değil.”
Boran’ın cümlesi içime oturdu. Bunu hiçbir zaman öğrenemeyecektik ne yazık ki. Dedem bile bile mi Boran’a böyle söylemişti yoksa bilmiyor muydu hiçbir zaman öğrenemeyecektik.
“İnci ile ilgili anlattığı şeyleri mala dönmüş bir biçimde dinleyince adam sezmiştir tabi. Yılların insanı gözünden şıp diye anlamıştır.” Korkut’un cümlesiyle gözümde o an canlandığında istemsizce gülümsedim. O sırada Giray konuştu tekrardan. “Şimdi önünde engel de yok, Lucas meselesi kapanmış. Ne dersin, belki gerçekten bir şeyler olur aranızda. İnci’de seni sever.”
“Sevmez Giray. Aldatılmış bir kadın birine bir daha nasıl güvenir?” Cümlesi içimdeki ateşin fitilini yakar gibi oldu. O kadar umutsuz bir şekilde söylemişti ki bunu, içim yanmıştı. Boran o güveni ilmek ilmek işlemişti. Tekrardan oluşturmuştu da ya da ben öyle sanmıştım ama öyle sanarken bile beni çok mutlu etmişti.
“Ne istiyorsa yapacağım dedin, yani?” Korkut’un meraklı sesiyle birlikte Boran iç çekti. “Her anında yanında olurum, şirketi yönetmesinden tut tırnağı kırılsa bile yanında olmaya çalışırım. Var aklımda bir şeyler, karar verdiğimde haber veririm size de.”
Aklında olan, bahsettiği şey anlaşmalı evlilikti. O zamanlar açık açık söylememişti. Babaannesinin kız bulma çabalarından bahsetmişti ama muhtemelen bahaneydi bu. Şimdi daha iyi anlıyordum işte her şeyi. Taşlar yerine oturuyordu. Ses kaydı sona erdiğinde sessiz kaldım. Ne diyeceğimi bilmiyordum ki.
Yine de mırıldandım. “Ben... inanamadım ona,” dedim kısık bir sesle. “Beni böyle sevdiğine inanamadım. O kadar karmaşık, o kadar karışıktı ki her şey... Kendime bile inanamadım o sırada.” Gözlerim tekrar dolarken Korkut karşılık verdi. “Neden buradasın kendine hiç sordun mu, neden gidemedin mesela?”
Sormuştum, hem de defalarca kez. Kalbim cevap vermişti buna. Giray sanki kalbimden geçeni biliyormuşçasına Korkut’un sorusuna cevap verdi. “Çünkü Boran’ı bırakmak istemedin, çünkü sende onu seviyorsun, onu görmek istiyorsun ve onu kırdığının farkındasın.”
“Sende haklısın, o ses kaydının sadece o kısmını duyman ve Boran’ın sevgisinin iki yıl önceye dayandığını bilmemen böyle düşünmene neden oldu. Kim olsa öyle düşünürdü. Önemli olan gerçeklerin farkına varmak.” Korkut tekrar konuştuğunda iç çektim. Yargılamadan bana yol göstermeleri çok kıymetliydi.
“Boran iyi değil, İnci... “Dediğinde başımı kaldırıp endişeyle baktım Giray’a. Kalbime korku tohumları serpilmişti bile. Giray ise sözlerine devam etti. “Bize hiçbir şey anlatmıyor, sadece çalışıyor. Uyumuyor, yemiyor. Sanki bedenine değil, kalbine yük binmiş gibi dolaşıyor ortalıkta. Sen gittiğinden beridir evinize hiç gitmedi, ofiste sabahlıyor. Onun gözünde senin olmadığın hiçbir ihtimal yoktu. Şimdi seni kaybettiğini düşündüğü için… sanki nefes almayı da unuttu.”
Yutkundum. Ellerimi birbirine kenetledim, titreyen parmaklarımı saklamak ister gibi. Parmaklarımın titremesi içimde kopan fırtınaların dışa sızan en küçük emaresiydi sadece. O an, kendime bile yabancıydım. İçimde bir yer öylesine yanıyordu ki, nefes almak bile ağır geliyordu. Boran’ın iyi olmadığını duymak... sanki içimdeki bütün duvarları bir anda yerle bir etmişti.
Giray’ın sesi hâlâ kulaklarımdaydı. “Nefes almayı da unuttu,” demişti. O cümle… içime işlemişti. Çünkü ben de aynıydım. Her şeyden uzaklaşmak istemiştim, kaçmak istemiştim, yok saymak istemiştim ama olmamıştı. Hiçbir şey işe yaramamıştı. Gidememiştim çünkü gitmek, onsuzluğa yürümek gibiydi. Ve ben bu ihtimali kaldıramazdım. Kendimi kandırmıştım, zamana ihtiyacım var demiştim, duygularım karışık demiştim.
Oysa hakikat, çok daha yalındı: Ben Boran’ı seviyordum. Tüm karmaşanın, korkunun, kırılganlığın ve öfkenin altındaki çıplak gerçeğim buydu. Onu seviyordum. Ve onun sevgisinin büyüklüğünü fark ettiğimde... işte o an kendime olan öfkem zirve yapmıştı.
Gözlerim dolmuştu yine. Ama bu sefer o gözyaşları sadece pişmanlıktan değil; anlayıştan, farkındalıktan, geç gelen ama temiz bir kabullenişten doğuyordu. Boran’ın ofiste sabahlaması, evine bile uğramaması… beni kaybettiğini düşündüğü için hayatına devam edememesi… o cümleleri tekrar tekrar düşündüm. O bana güvenmişti. Sevgisinin bana ulaşacağına, her şeyi düzelteceğine o kadar inanmıştı ki. Ama ben, en çok onun inancını yaralamıştım.
Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım ama ciğerlerim dolmadı sanki. Eksik kalan bir şey vardı. O eksik; benim onun gözlerinin içine bakarak, "Biliyorum. Anladım. Geciktim ama şimdi buradayım" dememdi.
Korkut ve Giray bana hâlâ bakıyordu. Sessizdiler. Onların bana verdikleri destek, gösterdikleri sabır çok önemliydi. Yargılamamışlardı. Yanımda durmuşlardı. Boran’ın dostu olarak değil, insan olarak, vicdanla, kalpten. “Çok teşekkür ederim.” Diye fısıldadığımda Korkut başını iki yana salladı. “Teşekkür edilecek bir şey yapmadık.” Giray’da ona destek çıkarcasına ekledi. “Siz mutlu olun da.”
Kendime söz verdim o anda. Kaçmayacaktım. Bu sefer kalacaktım. Ne olursa olsun, konuşacaktım. İçimdeki her şeyi, onu neden susturduğumu, nasıl kırıldığımı, nasıl pişman olduğumu, hepsini anlatacaktım. Çünkü onun gözlerinin içine bakarak “özür dilerim” demek… hem bana hem ona borcumdu.
Korkut ve Giray beni yalnız bırakmak adına gittiklerinde direkt olarak duşa girmiş ve üzerimi değiştirmiştim. Ofisim ev gibi olduğu için şanslıydım. Boran’la konuşmayı kafama koymuştum. Kapıdan çıkmak için son kez kendime bakarken telefonumun çalışıyla çantamdan telefonu çıkardım.
Güney’in aradığını gördüğümde beklemeden açtım telefonu. “Efendim?”
“İnci, Boran’ın babası kalp krizi geçirmiş. Şimdi hastanede. Haberin olsun diye aradım.” Güney’in cümleleriyle şaşkınlığa uğrarken konuştum. “Hangi hastanede?”
“Dedenin vefat ettiği hastanedeler.” Duyduğum cümleyle derin bir nefes çektim ciğerlerime. “Tamam Güney, sağ ol.” Diyerek telefonu kapattıktan sonra apar topar çıktım ofisten.
Taksi çağırmıştım zaten. O yüzden kapının önünde beni bekleyen taksiye binerek hastanenin adresini verdim. İçim bir garip olmuştu. Yavuz bey ile hiç iyi anlaşamamıştık ama o da birilerinin babasıydı. Birilerinin oğluydu. Yanlarında olmak istiyordum.
Hastaneye yarım saat içinde ulaştığımızda taksinin ücretini ödeyerek hızla araçtan indim. Hastaneden içeri girdiğimde danışmaya ulaşarak Yavuz Bey’in acil müdahale odasında olduğunu öğrendiğimde koşar adımlarla ameliyathaneye doğru ilerlemeye başladım. Ameliyathaneye giden koridordan sola doğru döndüğümde başta Zümra babaannenin, yanında Gülsüm Hanım ve Gamze’nin olduğunu gördüm. Cihan ellerini ensesine yaslamış acil müdahale odasının kapısının kenarında kara kara düşünürken Defne’de Derin’in yanındaydı. Boran yoktu.
Adımlarımı onlara doğru atmaya devam ederken kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Aylar önce aynı sahneyi yaşamıştım. Dedemi beklemiştim böyle bir acil kapısında. Çok zordu, beklemek çaresizce hissettiriyordu.
Onlara doğru yaklaştığımı ilk gören Derin oldu. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Oturduğu yerden kalkıp bana doğru gelirken bende koşar adımlarla ona ulaştım ve sıkıca sardım bedenini. Şimdi en ihtiyacı olan şeydi yanında birilerinin olması.
“Yenge…” hem ağladığı hem de başını omzuma gömdüğü için sesi boğuk çıkarken elimi saçlarına yaslayarak sırtını sıvazladım. “Canım benim…İyi olacak baban.” Teselli cümlesi söylüyordum ama karşımdakinde bir etkisi olmayacağını biliyordum bunun. Derin benden ayrılırken kolundan tutarak biraz önce kalktığı yere doğru götürdüm.
Onu oturturken Cihan’a baktım. Gözlerimi kapatıp açıp yanındayım dercesine bakarken biliyorum dercesine baktı o da bana doğru. Sonra hemen Defne’ye dönerek elimi omzuna yasladım. O da ağlıyordu. Elimin üzerine elini yaslarken ne diyeceğimi bilemedim.
Ardından bakışlarım Zümra babaanneye döndü. Defne ve Derin’in yanından ayrılıp onun yanına ilerlediğimde bakışları beni buldu. Her zaman sıcaklığında ısındığım bakışları yine sıcacıktı ancak bu sefer içinin yangını yansımıştı sanki. Bir yanında Gülsüm Hanım diğer yanında Gamze oturduğu için önüne doğru çömelerek elimi elinin üzerine yasladım. İyi olacak demek istiyordum ama olmama ihtimali de vardı.
Zümra hanım elimin üzerine elini yasladığında hüzünlü gözlerle bana bakmaya devam etti. Bir yandan da elindeki peçeteyle gözyaşını temizledi. Çok zordu.
Duyduğum adım sesleri ile bakışlarımı koridora doğru çevirdiğimde görmeyi beklediğim adamı görememek hayal kırıklığına uğratsa dahi bir şey söylemeden gelen Giray ve Korkut’a baktım. Giray elindeki su şişelerini herkese birer birer uzatırken ben Zümra babaannenin ayak ucundan kalkarak Korkut’a doğru ilerledim.
“Boran nerede?” Merakla ve endişeyle sorduğum soruyla birlikte Korkut cevap verdi. “Dışarıda.”
Benim için yeterli bir cevaptı. Yanına gitmem, ona destek olmam gerekiyordu. Korkut’a teşekkür edercesine baktıktan sonra hızlı adımlarla hastanenin dışına doğru ilerledim. Gitmediğimi söylemek için, onu anladığımı söylemek için doğru bir zaman değildi ama yanında olmam gereken bir zamandı ve yanında olacaktım.
Bahçeye çıktığımda hemen yakındaki bir bankta oturmuş, dirseklerini bacaklarına yaslayıp ellerini birbirine sarmış ve yere doğru baktığını görmek içimi acıttı. Sanki dünyanın yükü omuzlarına çökmüş gibi duruyordu. Nasıl çökmesindi ki, annesinden sonra babasını kaybetme ihtimali canını çok yakıyordu eminim ki.
Yanına doğru ilerleyerek bankın kenarındaki boşluğa oturduğumda bana bakmasını bekledim. Ancak Boran aynı pozisyonda durarak yerinden kımıldamadı. Geldiğimi anlamayacak kadar dalgındı belki de. Başını hâlâ yere eğmiş, ellerini birbirine kenetlemişti. Gözleri bir noktaya kilitlenmişti ama zihni orada değildi. Zihni çok daha karanlık bir yerde dolaşıyordu belli ki.
Bir şey söylemedim. Söyleyecek hiçbir kelime, içinde bulunduğu ağırlığı hafifletmeyecekti. O yüzden sadece yanında var oldum. Hafifçe oturduğum yerde ona doğru döndüm. Varlığımı hissetsin istedim. Bedenimle ona dönüktüm, ruhumla ona yaslandım. Ama bir şey demedim. O susarken onun sessizliğine ortak oldum.
Bir süre öyle kaldık. Ancak ben dayanamayarak mırıldandım. “Boran…”
Bana doğru bakmadı ama beni duyduğuna emindim. Çekimser bir biçimde ona doğru bakmaya devam ederken yutkundum. Bana kızmıştı bunu biliyordum. Zihnimi toparladığımda yaptığım yanlışı anlamıştım ama çoktan Boran’ın kalbi kırılmıştı.
Sonunda boğuk, kısık bir sesle konuştu. “Gelmişsin.” dedi. Ne suçlayıcıydı bu kelime ne de şaşkın. Sadece bir tespit. Ama içinde binlerce his saklıydı. Başımı eğerek usulca karşılık verdim. “Hiç gidemedim.”
Boran başını eğdiği yerden yavaşça kaldırdı. Yüzünü yüzüme doğru çevirdiğinde gözlerindeki yorgunluğu gördüm. Kahverengi gözlerinin etrafı kızarmıştı. Yüzüme uzun uzun bakıp süzdükten sonra başını yana çevirip uzak bir noktaya baktı. “Neden?” dedi yorgun ama sakin bir sesle. “Gitmek istediğini söylemiştin, beni kendi sözlerimle vurmuştun. Neden gidemedin?”
Dudaklarımı birbirine bastırırken yutkundum. O an içimden yüzlerce cevap geçti. Onu sevdiğim için, yalnız bırakamadığım için, onun acısını paylaştığım için, kaçamadığım için… Ama sadece birini söyledim. En gerçeğini. “Çünkü seni hiçbir zaman içimden atamayacağımı biliyorum. Ne seni suçlarken ne gitmeye karar verirken ne de o kapıdan çıkarken. Sadece kafam karışmıştı…”
Boran’ın dudakları hafifçe titredi. Gözlerini yere çevirdi tekrar. “Kendimi sana anlatmaya çalışırken sen en kötü ihtimali seçtin. Güvenmedin.”
“Biliyorum, sadece o an…” dedim başımı önüne eğerek. Söylediği her cümleyi kabulleniyordum. Güven duygusu beni bir kez daha sarsmıştı. “O an her şeyin yalan olabileceğine inandım ama sonra havaalanında söylediklerin beni kendime getirdi.”
“Peki.” dedi Boran. Sesi soğuk değildi ama ondan duymaya alışık olduğum gibi sıcakta değildi, uzaktı. “Ne istiyorsun şimdi?”
Başımı kaldırıp ona baktım. “Yanında kalmak. Sadece susarak, bekleyerek, sevgiyle. Sen istemezsen bile gitmeyeceğim. Bu sefer giden sen olsan bile, ben gitmem. Çünkü artık anlamadan gitmenin ne demek olduğunu öğrendim.”
Boran bana baktı uzun uzun. Bir şey söylemedi. Bu konu hakkında daha uzun uzun konuşurduk. Şimdi onun yanında olduğumu hissetmesi gerekiyordu. İçindeki acıyı tek başına yaşamak zorunda olmadığını bilmeliydi. Elimi elinin üzerine yasladım hiç beklemeden. Elini çekmedi. Kıpırdamadı da. Ama parmaklarının hafifçe gevşediğini fark ettim. Sanki içinde tuttuğu, sımsıkı bastırdığı o koca yük, bir milim hafiflemişti.
Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Birkaç saniye sonra başını yana, bana doğru çevirdi. Göz göze geldik. Artık bakışları buz gibi değildi. Hâlâ serindi belki ama kırıcı değildi. “Babam içeride ölümle boğuşurken ben seni düşünüyorum. Kızgınlığımın ne kadarı sana ne kadarı kendime bilmiyorum İnci. Bildiğim tek şey bir şeylerde eksik olduğumuz.”
Son cümlesiyle bir an yutkunamadım. Boğazımda kocaman, geçmeyen bir şey düğümlendi. Ciğerime kadar indi sanki. Nefesim sıkıştı ama belli etmemeye çalıştım. Yüzümde bir ifade olmamasını istedim ama içimdeki yankı her yere çarpıyordu.
Eksiktik…Evet.
O kadar yalın ve doğru söylemişti ki bunu. Sanki en derin gerçeğimi yüzüme vurmuştu. Eksik olan şeyler bir bir gözümün önüne dizildi. Güven… sabır… açık yüreklilik. En çok da zaman belki. Ve en çok da o hiçbir şey demeden geçen anlar. Orada oturup hiçbir şey yapmadığım, sadece ondan uzaklaştığım, kendimi bile anlamadan tepkiler verdiğim anlar.
Ona doğru bakmaya devam ettim. Bir şey söylemesini bekledim sanırım ama o bakışlarını benden kaçırdı. Yana döndü, yüzünü biraz öteye çevirdi. Bu bir reddediş değildi. Daha çok bir yorulmuşluktu. Ama o başını çevirdiğinde bile, ben onun yüzündeki çizgilerde kaldım. Yorgunluğunu, günlerdir susarak taşıdığı yükü ve bana rağmen hâlâ beni düşündüğü o boğuk duyguyu okumaktan vazgeçmedim. Bir yanda babasının hayati mücadelesi, diğer yanda kırılmış bir sevda… ve o, ikisinin tam ortasında darmadağın duruyordu.
Kendine kızgındı. Bana kırgındı. Ve ben, ikisinin arasındaki çizgide sessizce bekliyordum.
İçimden geçen en büyük istek, elini tutup başını omzuma yaslamasını sağlamaktı. Ama biliyordum, bazı acılar paylaşılmazdı. Sadece yanlarında durulurdu. Bazı kırıklıklar da zaman isterdi, sabır isterdi. Ve ben artık sabretmeyi öğrenmiştim. Kaçmadan, yargılamadan, zorluk çıkarmadan yanında durmayı istiyordum.
İçimde bir suçluluk vardı. Ama ilk kez sadece kendimeydi bu. Çünkü onu olduğundan daha az güvenilir sandığım anlara, onun sevgisini sorguladığım o kör anlara öfkeliydim.
Dakikalar geçerken sesini işittim. “İçeri girelim.” Onayladığımda oturduğu yerden kalktı, bende onunla kalktığımda birlikte içeri adımladık. Acil servisin önüne ilerlerken abimle Güney’i gördüm.
Onlarda adım seslerimizle bize dönerken Güney ile göz göze geldik. Şaşkınlıkla bana bakarken sonra anlatırım dercesine baktım gözlerine. O sırada abimde Boran ile tokalaşıyordu. Buraya gelmeleri çok kıymetliydi. Eminim Boran’da ailesi de çok memnun olmuştu. Zaten aile denen şey en kötü anda insanın yanında olanlardı.
Derin’in yanına giderek ona destek olmak istediğim sırada acil müdahale kapısının açılmasıyla birlikte herkesin hedefi o kapı oldu. Zümra babaanne dahil oturan herkes içeriden çıkan doktora yaklaşırken Boran konuştu. “Durumu nedir?”
Doktor, gözlerini bir an yere indirdi. Sonra herkesin üzerine çöken sessizliği usulca yaran bir sesle konuştu. “Çok uğraştık... Kalp krizi sonrası kalbi bir süre çalıştı. Müdahalelerimize yanıt verdiği anlar oldu ama... bir noktadan sonra geri dönmedi.”
Herkesin yüzüne aynı anda vuran bir cümle gibi oldu son sözleri. “Maalesef, kaybettik. Başınız sağ olsun.”
Bölüm Sonu
‣‣‣ Bölümü beğendiniz mi?
‣‣‣ İnci ve Boran sahnesi sadece bir sahnede vardı, ne düşünüyorsunuz onlar hakkında? Ne olacaklar sizce?
‣‣‣ Boran’ın anlatımından okuduk, beğendiniz mi? Ses kaydını kimin gönderdiği belli oldu. Sizce bu işin arkasında kim var, tahmininiz var mı?
‣‣‣ Derya’nın böyle bir şey yapacağını bekliyor muydunuz?
‣‣‣ İnci, Giray ve Korkut sahnesi nasıldı? Hoşunuza gitti mi?
‣‣‣ Son sahne hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce neler olacak bundan sonra?
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 34.23k Okunma |
4.62k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |