27. Bölüm

Adavet| 25

mutlu sonsuz
mutlusonsuz222

 

🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar...

 

🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen..

 

25.Bölüm

Ölüm… Soğuk, sessiz, her şeyi silip süpüren bir gölge, insanları sonsuza dek ayıran, geride kalanlara tarif edilemez bir boşluk bırakan bir gerçekti. Yavuz bey artık yoktu. Onun yanına gidemeyecek, sesini duyamayacaktık, evde kocaman bir boşluk oluşacaktı ve tabii yakınlarının da içinde o boşluk hiç kapanmayacaktı.

Haberi aldığımız anda ortama çöken sessizlik yerini haykırışlara bırakmıştı. İlk önce kimse bir şey kavrayamamıştı ama sonra gerçeklik herkesin yüzüne tokat gibi çarpmıştı. İlk anda Boran’ın kolundan tutmuştum yanındayım dercesine ancak o bunu kavrayabilecek gibi değildi.

Sonra Derin koşmuştu abisine. Ona sığınmıştı. Haykırışlarını abisinin göğsüne gömmüştü. Babasını kaybetmişti ve bu kayıp, onun çocukluğunu da alıp götürmüştü sanki. Annesinin kaybında zaten çok küçükken şimdi bir de babasını kaybetmişti. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Derin’in gözyaşları, yanaklarından süzülüp Boran’ın gömleğine karışıyorken Boran’ın gözleri hâlâ bir noktada donuk bakışlarla sabitlenmişti. Kardeşi ona sarıldığında bile sanki orada değildi. Gözlerinin içi boş gibiydi. O an anladım ki, Boran da içinden bir parçayı sonsuza dek yitirmişti.

Zümra babaanne olduğu yerde kalakalmıştı. Sanki dünya bir anda anlamını yitirmişti onun için. Ardından yüzü bembeyaz olmuş, dizlerinin bağı çözülmüştü. Abimle aynı anda koşmuştuk yanına. Feryadı, içindeki acının dışarıya taşan ilk damlasıydı ve yürek dağlamıştı. “Oğlum! Yavrum!” Daha fazla dayanamayıp bayılırken doktorlar hemen müdahale etmişti ve serum bağlanmıştı.

Gülsüm Hanım’ın elleri titriyordu. Sessizce ağlıyordu. Bir kolunu kızına atmış, diğer eliyle kendi gözyaşlarını siliyordu. Kardeşini kaybetmişti. Gamze sessizce oturmuştu bir köşeye. Kimse fark etmemişti onun yüzüne yayılan çaresizliği. Dayısını kaybetmişti ama bu acı, sadece bir akrabanın kaybı değildi. Küçükken kaybettiği babasının yerine koyduğu adam da şimdi onu terk etmişti.

Cihan duvara yaslanmıştı, başını arkaya çarparcasına yaslamış, gözlerini tavana dikmişti. Dudakları sıkıca kenetlenmişti ama çenesinin titrediğini görebiliyordum. Sustukça daha da büyüyen bir acı vardı içinde. Defne ona sıkı sıkı sarılırken o da ağlıyordu.

Hastane koridoru artık bir yas evine dönmüştü. Herkesin bir köşede kendi yasıyla baş başa kaldığı, zamanın ağırlaştığı, nefes almanın bile zorlaştığı o an... Ölüm sadece bir kişiyi alıp gitmiyordu. Ardında onlarca yıkım, yüzlerce suskunluk bırakıyordu…

*****

Cenaze öğle namazına müteakip defnedilmişti. O andan sonra ev tamamen yas evine dönmüştü. Çok kalabalıktı. Bilinen bir aile olduğu için taziye için gelenlerde çok fazlaydı. Adana’dan da bir sürü gelen olmuştu. Ev dolup taşıyordu. Beyler bahçedeydi, bizse salondaydık. Koskocaman salona sığmak zor olmuştu. Bir yandan kuran okunuyor, bir yandan da iç çekişler dolduruyordu salonu. Zümra hanım gözlerini bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Onun o dimdik duran, hayatla her zaman mücadele eden hali gitmiş, yerine solgun bir gölge kalmıştı. İnsan en çok evladını kaybettiğinde yaşlanıyormuş meğer o an anlamıştım bunu.

Derin bir köşeye sinmiş içli içli ağlarken etrafındaki insanlar teselli etmeye çalışıyordu ama bunun bir tesellisi olamazdı. Zamanla alışacaktı. Doğa yengem gelmişti haberi alır almaz. Abim zaten hastanede olduğundan biz eve gelene kadar bizimle kalmıştı. Sonra da sabaha karşı eve geçerken yengemi alıp getirmişti yanımıza. Göktuğ her şeyden habersiz bizim odamızda uyuyordu.

Beni en çok şaşırtanlardan biri de Serap Hanım olmuştu. O da gelmişti ve uzun süredir buradaydı destek olmak için. Gülsüm hanımın yanındaydı.

Bakışlarım Boran’a takıldı sonra. Salondan bahçe göründüğü için net bir biçimde görüyordum. Onu izlerken zaman bir anlığına durdu sanki. Başını hafifçe eğmişti, bakışları yerdeydi ama sanki o bahçede değil de çok daha uzaklarda, geçmişin bir yerinde dolaşıyordu. Yanına gelen herkesle kibarca selamlaşıyor, başını hafifçe eğerek karşılık veriyordu ama gözlerinde hiçbir duygu kıpırtısı yoktu. İnsan ağlayamaz hale gelirse, işte o zaman acı tam da içine çöreklenmiş olurdu.

O, babasının yasını içten içe tutuyordu. Dışarıdan bakıldığında sessiz, sakin, hatta güçlüydü belki ama ben biliyordum o güç değil, donmuş bir yıkıntıydı. Belki de hâlâ inanamıyordu. Belki de her gelen baş sağlığı dileğinde, babasının gerçekten gittiği biraz daha gerçek oluyordu onun için.

Bir ara gözlerini kaldırdı Boran. Bahçenin bir köşesinde sessizce oturan yaşlı bir adamla göz göze geldi. Adam başını hafifçe eğdi, dua eder gibi ellerini göğsüne götürdü. Boran, başını çok hafif bir hareketle selamlar gibi eğdi ama sonra gözlerini hemen kaçırdı. O anda yüzünde, kelimelere dökülemeyecek bir ifade belirdi: Hem kırgın, hem yorgun, hem de tarifsiz bir kaybın izi... İçim acıdı. O susarken ben parçalanıyordum. İçimde bir yer, onun acısını hafifletmek için yanına koşmak istiyordu. Ama bir yerim de onun bu sessizliğine saygı duymam gerektiğini biliyordu. Çünkü bazı acılar, yalnızca taşıyanın içinde anlam bulurdu.

Cihan’da onun yanında oturuyordu. O da abisi gibi sessizdi ama ağlıyordu da. Acısını böyle atıyordu. Giray, Korkut, Güney, abim hemen yanlarına dizilmişlerdi.

O an aklıma geldi. Annesi vefat ettiğinde de acısını yaşayamamıştı Boran. O zaman da herkesin yanında güçlü durmaya çalışmış, sessizliğe gömülerek yasını içine hapsetmişti. Şimdi de aynısını yapıyordu. Güçlü durmayı kendine hak biliyordu sanki. Ya da belki de başka türlüsünü hiç öğrenememişti. Oysa insanın bazen dağılması gerekirdi. Ağlaması, bağırması, bir yerlere sığınması… Ama o, her seferinde kendini ayakta kalmaya mecbur bırakıyordu. Acısını başkalarının yükü gibi taşıyor, kimseyi yormamak istercesine içine gömüyordu kendini.

Onu izlerken bir kez daha anlamıştım. Boran’ın güçlü duruşu bir kalkan değil, tam tersine derin bir yaraydı. Kimseye göstermediği, sarılmasına izin vermediği, kendi kendine sardığı bir yara…

Saatler ilerlerken misafirlerde azalmaya başlamıştı. Oturduğum yerden ayağa kalkıp mutfağa geçtiğimde görevlilere küçük bir selam verdim. İçim daralmaya başlamıştı. Tezgâhta duran sürahiden kendime su doldururken görevliler ellerindeki tepsilerle çıktılar mutfaktan. Helva dağıtılıyordu.

Bardağı dudaklarımın arasına götürüp su içerken bahçeden mutfağa açılan kapıdan Boran’ın girdiğini gördüm. Bakışlarımız buluştuğunda o hali bir kez daha acıttı içimi. Üzerindeki siyah gömleğin kollarını dirseklerine katlamıştı. Yorgunluğu bakışlarından bile anlaşılıyordu.

Yanıma doğru yaklaştığında acaba sarılacak mı diye düşünürken çaprazımda bulunan dolaba uzandı. İçinde bir şeyler ararken epey sabırsız bir hali vardı. Ne aradığını anlamaya çalışırken o da dolapta bulunan ilaçlara birer birer bakıp geri bırakıyordu sertçe. Belki bunu yaptığının farkında bile değildi.

“Ben bakayım, sen şöyle otur hadi. Hangi ilacı arıyorsun?” diye sordum yavaş ve yumuşak bir sesle. Onu ürkütmek istemedim çünkü içindeki fırtınanın sadece yüzeyine dokunabiliyordum.

Bir an durdu. Hareketi dondu. Eli hâlâ dolabın kulpundaydı ama bakışları yavaşça bana döndü. Gözlerinin içi kızarmıştı, uykusuzluk ve yorgunluk birbirine karışmıştı yüzünde. “Başım zonkluyor.” Dediğinde hızlıca rafa doğru uzandım. Boran söylediğimi yaparak mutfaktaki sandalyelerden birine otururken güçlü ağrı kesicilerden birini bulup elime aldım.

Sonra da bardağa su doldurarak yanına ilerledim.

İlaç kutusundan ilaçların bulunduğu şeffaf kabı çıkarttıktan sonra ona uzattım. Bir şey demeden aldı. Ellerimiz çok hafif birbirine değdi o an. Dokunduğum yer buz gibiydi. Soğuktu. Tıpkı sesi gibi, bakışları gibi... Sonra masaya bıraktığım suyu alarak ilacı içti. Gözlerini kapatıp başını geriye doğru yaslarken sessizce izledim onu.

Birkaç saniye sonra gözlerini aralayarak gözlerime doğru baktı. Bakışlarımız birbirine asılı kaldı. Ne o bir şey söyledi ne de ben. Ancak sonra oturduğu yerden ayağa kalkarak mırıldandı. “Misafirlerin yanına geri döneyim ben.” Dediğinde sessizce başımı salladım. Başka bir şey söylemeden mutfaktan çıktığında arkasından baktım bir süre. Sonra bende mutfaktan çıktım.

Bakışlarım salonda gezinirken merdivenlerden inen yengemi gördüm. Göktuğ kucağındaydı. Yüzümde çok küçük bir gülümsemeyle ona yaklaştığımda yengem mırıldandı. “Uyutmaya çalıştım ama uyumadı.” Elimi Göktuğ’un yanağına yaslayıp yanağını severken karşılık verdim. “O da hissetmiştir evdeki huzursuzluğu.” Dedikten sonra ekledim. “İstersen abim götürsün sizi ya da Mert’e söyleyelim.”

“Burada yanınızda olmak istiyorum, Boran ve Cihan bir şekilde hayatlarını kurdular. Dayanakları var ama Derin’in yanında olmak istiyorum özellikle. Daha çok küçük o.” Cümlesiyle gözlerim doldu. Zaten gidene değil de kalanlara daha çok ağlıyordu insan. “Ben Göktuğ’u babaannesine vereyim biraz.” Yengem yanımdan uzaklaşırken gözlerim Derin’i aradı.

Salonda değildi, odasındaydı muhtemelen. Merdivenlerden çıkarak Derin’in odasına ilerledim. Şimdi konuşmak istemezdi belki ama insan en çok böyle anlarda birine sığınmak isterdi. Hem yengesi olarak hem psikolog olarak yanında olmak istiyordum. Odasına ulaştığımda kapısını tıklattım. İçeriden ses gelmemesine rağmen kapıyı araladığımda yatağında uzandığını gördüm. Dizlerini kendine çekmiş komodindeki fotoğrafa bakıyordu.

Fotoğraf sararmıştı. Annesi, babası ve iki abisi vardı. Şimdi bakıldığında o fotoğraftaki iki kişi bu hayatta değildi. Derin’in içindeki acıyı anlamak, anlatmak mümkün değildi. Bende anlayamıyordum onu. Annemi hiç tanımamıştım, yokluğu bazen koyuyordu ama hiç görmediğim için kaybetmek acı vermiyordu. Babamla da baba kız ilişkimiz olmadığından, hatta ona karşı nefret bile hissetmeyip içimde kocaman bir boşluk varken yanımda olmaması canımı acıtmıyordu. Sadece baba bildiğim adamın acısını biliyordum. O da eminim Derin’in acısı kadar büyük değildi.

Yavaş adımlarla odaya girerek yatağın karşısındaki küçük kanepeye doğru oturdum. Derin başını hafifçe eğmişti. Aramızdaki sessizlik ağırlığını koruyordu. Ancak Derin konuşmaya karar vermiş olacak ki kırık ve derin bir sesle fısıldadı. “Bu fotoğraftaki herkes birer birer gidiyor hayatımdan.”

Bir süre hiçbir şey demedi. Sanki kelimeler boğazına takılmıştı. Hafifçe iç çekti. “Annem öldüğünde beş yaşındaydım. Hatırlamıyorum... Hatırlamaya çalıştığımda bile sadece boşluk var. Onunla abimler kadar vakit geçiremedim o yüzden atlatmak kolay oldu belki ya da yanımda babamın olduğunu bilmek beni rahatlatmıştı. Her şeyin eksikliği onun varlığıyla doluyordu. Okula o götürürdü beni. Geceleri kâbus gördüğümde o gelir, saçımı okşardı. Sessiz bir adamdı ama bana hep güvende olduğumu hissettirirdi. Onun sessizliği bile bana sığınaktı. Şimdi... o sessizlik sadece boşluk.”

Gözlerindeki yaşlar sessizce süzüldü yanaklarından. Onun ağlayışıyla benim de gözlerim dolduğunda yutkundum. Derin konuşmayı bıraktığında odada yankılanan tek şey, nefeslerimizin birbirine karıştığı o ince sessizlikti. Kıpırdamıyordu. O kadar hareketsizdi ki, bir anlığına nefesini tuttuğunu sandım. Gözleri bir noktaya sabitlenmişti, bakmıyor ama kaçmıyordu da. Gözlerinin hemen altında kalan çizgiler, yalnızca uykusuzluk değildi… İnsan bazen sadece gözleriyle haykırırdı, Derin o an öyleydi.

Hareket etmeden, sesimi çıkarmadan, yanında kalmaya devam ettim. Psikoloji eğitimi boyunca yüzlerce vaka çalışması okumuştum, danışanlarla seanslar yapmıştım, kayıp ve yas süreçleri üzerine makaleler, teoriler ezberlemiştim. Ama şimdi önümde bir teori değil, acının kendisi vardı. Taze, kırılgan, bastırılmış ama taşmaya hazır… Çıplak bir yara gibi…

Biliyordum, onun bana güvenmesi için kelimelerden çok varlığa ihtiyacı vardı. Sessiz bir varlığa. Yargılamayan, acele etmeyen, sabırlı bir tanıklığa…

Omuzları her nefes verişinde hafifçe alçalıp yükseliyor ama elleri hâlâ sımsıkı kenetlenmiş duruyordu. Bu, içinde tuttuğu şeylerin dışa yansımasıydı. Çaresizlik, korku, öfke…

Bir süre sonra, o çok tanıdık iç çekiş duyuldu yeniden. Bu sefer biraz daha derin, biraz daha içli… Ardından gelen fısıltı gibi bir cümle. “Hiçbir şeyin anlamı kalmadı sanki…”

Dolu gözlerimden onun gibi bir yaş süzüldü ama yine de gülümsemeye çalıştım. “Anlam kaybolmuş gibi hissedebilirsin ama bazen anlam, sadece yaşamakta gizlidir. Sürdürmekte. Her sabah uyanmakta…”

Derin başını hafifçe sağa çevirdi, boşluğa konuşur gibi devam etti. “Ne için uyanayım? Kim için? Babam yok… Annem zaten hiç yoktu. Abilerim yanımda gibi ama değiller. Herkes kendi hayatını kurdu. Herkes susuyor. Ama benim içimde hiç susmayan bir şey var. Kalbimin içi çığlık dolu ama ağzım kıpırdamıyor.”

Bir anlığına gözlerini kapattı. Sanki içindeki sesi durdurmak istiyor ama başaramıyordu. Sonra fısıltıyla ekledi. “Çok kalabalık bir boşluktayım. İnsanlarla çevriliyim ama hiç kimseye dokunamıyorum.”

Bu cümleyi duyduğumda bir an gözlerimi yere indirdim. Kalabalık bir boşluk… Ne kadar tanıdık ne kadar evrensel bir yalnızlık tarifiydi… İçimde bir şey sıkıştı. Derin’in acısı, sadece bir baba kaybı değildi artık. Bu, çocukluğundan beri biriktirdiği tüm kayıpların çürümeye başlamış haliydi ve o çürümeyi kendi içinde saklamaktan, taşımaktan bitap düşmüştü.

“O kalabalığın içinde benim sesini duyduğumu bilmeni istiyorum. Sen konuşmasan da ben buradayım. Hatta konuşmak istemezsen bile, yanındayım. Çünkü bazı acılar, sadece anlatmakla değil, birlikte susmakla da hafifler.” Cümlelerimle Derin bu sefer gözlerini bana çevirdi. Gözlerinde hâlâ sisli bir yorgunluk vardı ama bu kez içinde küçücük de olsa bir kırılma görünüyordu.

“İnsan neden bu kadar yalnız hisseder yenge? Bu kadar çok insan varken dünyada… Neden bir tek kelime bile yerini dolduramıyor bazı boşlukların?”

Cevap vermedim hemen. Çünkü bazen cevaplar da fazlaydı. Bazen sadece sorunun varlığı bile iyileştiriciydi. “Çünkü bazı boşluklar, dışarıdan bakıldığında görünmez. Ama sen onları her an içinde taşırsın. Başkası seni ne kadar çok severse sevsin, o boşluğu hissedemez. Ama dolaylı yoldan, onunla başa çıkmayı öğrenebiliriz. Onun içinde kaybolmadan onunla yaşamayı öğreniriz.”

Derin bana bakmaya devam etti. Bu defa bir gözyaşı değil, sessiz bir sarsıntı vardı bedeninde. Küçük bir titreme. Belki üşüdüğü için, belki sonunda o kelimeleri dışarıya bıraktığı için… Yıllardır tuttuğu bir düğüm çözülüyordu içinde.

“Bazen yok olmak istiyorum. Kimse bilmesin, kimse aramasın. Sadece kaybolmak…” O anda içim acıyla burkuldu. Bu, yardım çığlığıydı. Sessiz ama keskindi.

Göz göze gelmeden, sadece sesimle yanında olduğumu hissettirerek mırıldandım. “Kaybolmak istemen çok normal. Bu kadar acı varken, görünmemek bir çeşit korunma biçimi. Ama sen buradasın, hâlâ buradasın Derin ve ben seni görüyorum. Ne kadar saklansan da ben seni burada hissediyorum.”

Kelimelerle ulaşamadığım yerde, suskunluğumla yanına yaklaştım. Yanına oturdum çok hafifçe. Temas etmeden, rahatsız etmeden varlığımla oradaydım. O an ona söyleyebileceğim hiçbir cümle, içindeki boşluğu dolduramazdı biliyordum. Ama bazen sadece biriyle birlikte susmak en yüksek sesli teselliydi.

Tavana bakmaya devam ederken elimi saçlarına götürüp okşadım nazikçe. Önce bir tepki vermedi ne uzaklaştı ne de yaklaştı. Sanki dokunuşum, duyularının uzağında bir yerdeydi; belki de henüz oraya varamamıştı. Ama sonra ince bir titreme geçti üzerinden. Nefesinin ritmi hafifçe değişti, sanki içine gömdüğü bir ağlayış oradan dışarı çıkmak için izin istiyordu.

Saç tellerinin arasına karışan parmaklarım, bir çocukluğa değmiş gibiydi. O küçücük hâli gözümde canlandı. Beş yaşında annesini kaybetmiş, gözleri kocaman, sessiz bir kız çocuğu. Şimdi ise on sekizindeydi ama hâlâ o günlerdeki eksikliği, tamamlanmamış cümleleri, tutulmamış elleri taşıyordu içinde. Yetişkinlik çağına girmesine rağmen kalbinde hâlâ ilgiye, şefkate, korunmaya aç bir çocuk vardı.

"Derin." dedim fısıltıyla. "Acı, zamanla geçmez belki… ama sen büyürsün, onunla yaşamayı öğrenirsin. Onu taşıyacak kasların güçlenir. Bu çok zaman alabilir. Ama yalnız olmayacaksın. Ben hep burada olacağım. Abilerin burada olacak, babaannen, halan, kuzenin, yengen… Herkes yanında olacak."

O an, gözlerinden süzülen yaşlar çenesine kadar indi. Ağlamıyordu, haykırmıyordu. Ama susarak ağlamanın ne olduğunu o an bir kez daha öğrendim. Gözyaşı, hiçbir sesin eşlik etmediği bir duaydı sanki; kendine bile fısıldayamadığı duyguların dışavurumuydu.

Birkaç saniye duraksayarak konuşmadı. Ardından gözlerini anlık olarak bana değdirerek mırıldandı. “Hiç kimse böyle içimi görmedi daha önce.”

İçim sıkıştı. Sanki onun sessizliğine değil, geçmişine dokunmuştum. Onun duvarlarına değil, eksik bırakılmış kucaklaşmalarına değmiştim. Bu, büyük bir teslimiyetti. Mesleğim gereği birçok kez böyle bir cümle duymuştum ama Derin’den duymak çok özeldi.

“Bazen anlatmak isteriz ama karşıdan gelen bakışlarda bir acele, bir yargı, bir çaresizlik görürüz ve susarız. Sen şimdi sustuğun her şeyin yerine bir şeyler söylüyorsun. Bu da bir anlatma biçimi. Kalbinin dili. Ne zaman anlatmak istersen ben burada olacağım ve seni can kulağıyla dinleyeceğim emin olabilirsin.”

Başını usulca yastığa doğru gömdü. Omuzları gevşemeye başladı. Direnç, yerini yorgunluğa bıraktı sanki. O yorgunluk ki sadece uykusuzluktan değil, yıllardır taşınan duyguların vücutta birikmiş tortularındandı. Elimi başından çekmedim. Biraz daha okşadım saçlarını. Küçücük bir bağ bazen bir ip kadar güçlü olabilirdi çünkü.

Derin, gözlerini kapadı. Uyuyup uyumadığını bilmiyordum. Belki sadece dinleniyordu. Belki ilk kez biri yanında sessizce otururken utanmadan yorgunluğunu koyuyordu ortaya. Belki de yıllar sonra, ilk kez kendine bir şey olmadan ağlamayı deneyimliyordu. O an onun için hiçbir şey yapamasam da acısını almam mümkün olmasa da bildiğim tek şey vardı: Oradaydım. Onunlaydım. Elimden geldiğince de olmaya devam edecektim.

*****

Tüm misafirler gittiğinde son kez Zümra babaannenin yanına gitmiş, herhangi bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sormuştum. Olmadığı cevabını aldıktan sonra Boran ile odamıza çıkmıştım. Sessizce kapıyı araladığımda Boran’ın yatakta olmasını beklerken balkonda olduğunu görerek kapıyı kapattım ve balkona doğru ilerledim sessizce.

Ellerini demire yaslamış öylece ormana doğru bakıyordu. Yanına yaklaştığımda dahi bakışlarını çekmeyerek karşıya bakmaya devam etti. Bense meraklı bir tınıda mırıldandım. “Başın nasıl, geçti mi?” Ona doğru dönüp dikkatle yan profiline bakarken bana dönmedi. “Aynı.” Aldığım cevapla dudaklarımı birbirine bastırdım.

Önüme doğru döneceğim sırada tekrar işittim sesini. “Ben belli bir süre burada kalacağım. Kardeşlerimi, babaannemi yalnız bırakamam.” Dediğinde tekrar ona baktım. Zaten en doğrusu bu olurdu. Böyle zamanlarda kenetlenmeleri gerekirdi. “Sen is-“diyeceği sırada sözünü kestim hızla. “Bende seninle burada kalırım o halde.”

Bakışları bana doğru döndü. Düz bir ifadeyle suratıma bakarken mırıldandı. “Gidersin diyecektim, yanımda kalmak istemezsin diye düşündüm.” Cümlesi kırgınlığını bir kez daha yüzüme vururken iç çektim ve gözlerine bakmaya devam ettim. “Benim yerim senin yanın, seni tek başına bırakmam.”

Bir şey demeden önüne döndüğünde yandan profiline bakmayı sürdürdüm. Boran ise ellerini demirden çekerek içeri doğru adımladı. Arkasından bakarken bir şey söylemedim. Siyah gömleğinin düğmelerini çözmeye başladığında onu izlemeyi sürdürdüm. Elleri pantolonunun kemerine gittiğinde bakışlarımı çekerek ormana doğru döndüm.

Hareketlerinden çıkan sesten giyindiğini anlayarak bende odaya doğru girdim. Boran bu sefer de odadaki kanepede oturuyordu. Ellerini dizlerinin üzerine yaslamış ruh gibiydi. Yüzünde ne bir mimik vardı ne de bir ifade… Sanki bütün duygularını içeride bir yere kilitlemişti.

Bavulumdan pijamalarımı alıp banyoya geçtikten sonra üzerimi değiştirdim bir çırpıda. Ardından banyodan çıkarak tekrar baktım Boran’a doğru. Aynı pozisyonda durmaya devam ediyordu. Yavaş adımlarla yanına doğru yaklaşarak tam onu göreceğim şekilde yanına oturdum. Bir şeyler söylemem gerekiyordu, böyle için için kanamasına izin veremezdim.

“Boran…” dedim kısık bir sesle ürkütmemek için. Öyle bir dalmıştı ki beni fark ettiğini bile düşünmüyordum. Gözleri aynı noktaya dikilmişti. Odanın içinde değil de sanki çok uzaklarda bir yerdeydi. Beni duyduğundan mı yoksa sadece varlığımı hissettiğinden mi bilmiyorum ama hafifçe başını çevirdi bana doğru. Gözlerinde boş bir ifade vardı.

Yüzüne dikkatlice baktım. Çenesindeki gerginlik, göz altlarındaki gölgeler, alnındaki derin çizgi… Hepsi suskun bir feryat gibiydi. Kalbim bir kez daha sıkıştı. Böylece oturamazdım. Böylece susamazdım. “Konuş benimle, böyle içine atma. İster karın olarak düşün ister sevdiğin kadın olarak düşün ister psikolog olarak düşün ama konuş…”

Birden, ellerinden biri dizinin üzerinden yavaşça kaydı. Avuç içiyle kanepeye yaslandı. Sanki düşüyormuş da tutunmak istiyormuş gibi. Başını eğdi, dudakları aralandı ama kelimeler çıkmadı sanki. Sadece nefesini duydum. Derin, titrek bir nefes… “Yorgunum…”

Cümlesiyle gözlerim doldu anında. Sanki yıllardır taşıdığı yükleri bir cümleye sığdırmıştı. Beklediğim itiraf, dökülmesini umut ettiğim onca kelime… bir anda yok oldu. Yetmişti. Ancak devam etti Boran. “Annem gittiğinde ağlayamadım. Şimdi de babam gitti ve yine gözümden bir damla dökülmedi. Ama sanki... içimde bir yerden kanıyor.” Derken elini kalbine yasladı.

“Çok düşündüm bugün.” dedi bir süre sonra. “Babamla küs değildik ama… bazı şeyleri hiç konuşmadan geçti gitti. Bir gün olur da anlatırım diyordum hep. Ama işte… o ‘bir gün’ hiç gelmedi.” İçim burkuldu. Çünkü tanıdık bir sızıyı anlatıyordu. Hepimizin içinde bir yerlerde saklı duran o pişmanlık tohumunu.

“Bazı şeyleri zamanında yaşayamıyoruz, Boran,” dedim fısıltıyla. “Sonra arkalarından yasını tutarken yakalıyor bizi. Ama sen hâlâ buradasın. Hâlâ konuşabilirsin. Belki onunla değil ama kendinle, benimle… bir şeyleri onarabilirsin.”

Boran cümlelerimi sessizce dinlerken bana çevirmedi bakışlarını. Bense devam ettim cümlelerime. “Annen vefat ettiğinde güçlü olmak zorunda kalmıştın, deden erkekler ağlamaz değmişti.” Dediğimde bakışları bana doğru döndü. Bense ekledim. “Ama şimdi güçlü olmak zorunda değilsin Boran, en azından benim yanımda güçlü olmak zorunda değilsin.”

“Elimde değil,” dedi Boran, neredeyse fısıltı kadar düşük bir sesle. O an sanki kelimeler değil de içindeki yarıklar konuşuyordu. “Ne zaman duygularımı göstermek istesem, içimde bir el boğazımı sıkıyor gibi oluyor. Geri çekiyor beni. Yutkunamıyorum, nefes alamıyorum. Hep aynı el… Küçüklüğümden beri…”

Duraksadı. Gözleri bir noktaya sabitlenmişti ama orada değilmiş gibiydi. Sanki çocukluğuna gidip bir sahnenin içinde donmuştu. “Dedem… ‘erkekler ağlamaz’ derdi hep. Sanki ağlamamayı öğrenmek, erkek olmak demekti. Kendi içimde bir hapishane kurdum ben. Her duygumu oraya tıktım, kilitledim.”

Yutkundu. Gırtlağının hafifçe hareket edişini fark ettim. Boğazındaki sıkışmayı, kelimeleri dışarı çıkarırken yaşadığı savaşı... “Annem öldüğünde… sadece baktım. Mezarının başında herkes ağlarken ben dimdik durdum. İçimde fırtınalar koptu ama dışarıdan bir tek dalga bile kıpırdamadı. Çünkü ağlarsam çökerim sandım. Çünkü biri çökerse, diğerlerini kim tutacak?”

Son kelime boğazına takıldı. Sanki o cümleyi tamamlamak bile dizlerini kesip kanatıyordu. Gözlerinde öyle derin bir hüzün vardı ki… anlatılamazdı. Sadece hissedilirdi ve ben, onu her hücremde hissediyordum.

Kalbim sızladı. Elimi yavaşça onun elinin üzerine koyarken gözlerinin içine baktım. Onunla kırıldım o an. “Boran,” dedim yumuşak ama kararlı bir sesle. “Kimseyi tutmak zorunda değilsin artık. Hepimizin içinde kırık parçalar var. Ama onları sakladıkça kesiyor insanı. Kanatıyor. O yüzden bırak, ben tutayım seni. Bir kere de sen düş, ben kaldırırım.”

Gözlerini kaçırmadan bana baktı. Çırılçıplak, savunmasız, çıplak bir ruh gibi…Sonra yavaşça gözlerini kapadı ve o an bir damla yaş, sağ gözünden usulca süzüldü. Sanki yıllarca sımsıkı kapalı tuttuğu bir kapı açılmıştı ve içim kanıyor dediği o damla gözünden düşmüştü.

O damla, sadece bir gözyaşı değildi. İçinde annesini gömememiş bir çocuğun, dedesinin sözüyle adam olmaya zorlanmış bir ergenin ve şimdi babasız kalmış bir adamın tüm yükünü taşıyordu. Sessizce yanağına indi, çenesine takıldı ve oradan giydiği siyah tişörte süzüldü. Omzunu hafifçe sarsan o titremeyle ben de nefesimi tuttum. Sessizlik öylesine derinleşti ki, ikimizin de kalp atışları birbirine karıştı. Sonra eli, elimdeki ele sıkıca sarıldı.

Kalbim dayanamıyordu artık onu öyle görmeye. Yavaşça yerimden doğruldum ve başını bana yaslaması için ensesinden tutarak onu kendime doğru çektim. “Tutma içinde hiçbir şeyi, ben buradayım.” Diye kulağına fısıldadığımda tüm ağırlığıyla göğsüme yaslandı sonra kolları yavaşça belime sarıldı sıkıca… çaresizce… yıllardır içine attığı her duygunun her bir yüküyle. Başını boynumun içine gömdüğünde sıcak nefesi tenime değdi, ardından sessiz bir hıçkırık... Göğsümün tam ortasına işleyen bir ağıt gibiydi. Sessizdi ama yakıcıydı.

Sanki yıllardır ağlamaya cesaret edemeyen bir çocuğun ilk gözyaşıydı o. İçini çektiğinde tüm vücudu titredi. Sarılışım daha da sıkılaştı. Onu sarmaladım. Tüm acısını bedenime almak istercesine varlığımı bir duvar gibi etrafına ördüm.

Ağladıkça omzuma düşen yaşları hissettim ve kendi gözlerim de doldu. Önce tutmaya çalıştım. Güçlü olmam gerektiğini sandım. Ama bir insanın böylesine yıkılışına tanık olmak, sevdiğin adamın yıllardır bastırdığı acıyı iliklerine kadar hissetmek… dayanılır şey değildi.

Gözyaşlarım yanaklarımdan süzüldü sessizce onun gözyaşlarına karışarak…Çünkü bu artık sadece onun çözülüşü değil, aynı zamanda benim de çözülüşümdü.

Bir kolum hâlâ sımsıkı sarılıydı beline. Diğer elim yavaşça başına gitti. Parmaklarımı saçlarının arasına daldırdım. Ağır ağır okşamaya başladım. Küçük bir çocuk gibi göğsüme sığınmıştı. Tüm titremesi bedenime geçiyordu. Ama saçlarına her dokunduğumda, sanki içindeki fırtına biraz daha dinecekmiş gibi hissediyordum.

Boran başını biraz daha gömdü omzuma. Kollarını belime doladı, bir an bile bırakmadan. Sanki o anda tek güvendiği liman bendim. Sığınacak başka hiçbir yeri yokmuşçasına sarıldı. Elimi saçlarında gezdirmeye devam ederken, başımı hafifçe eğip yanağına bir öpücük kondurdum.

Zaman orada durmuştu. Ne gece vardı ne sabah. Sadece bir kadın vardı, sevdiği adamın yaralarını sarmaya çalışan… Ve bir adam vardı, ilk defa kırıklarını utanmadan gösterebilen. Ve o kırıkların arasından sızan duygular… en hakiki olanlardı.

Dakikalar sonra ağlayışı yerini iç çekişlere bıraktığında sakinleşmişti. Hiçbir şey söylemden kollarımdan çıktığında bir an için sadece gözlerime bakmıştı. Orada anlamıştım teşekkür ettiğini. Bende ona uyum sağlayarak hiç konuşmamıştım.

Kalkıp banyoya gittiğinde bende yatağımıza ilerleyip pikeyi kaldırmış ve kendi yerime geçmiştim. İlk defa bu yatakta birlikte uyuyacaktık. Bu ilkin böyle bir durumda olmasını hiç istemezdim ama hayat çoğu zaman isteğimizi gerçekleştirmezdi zaten. Boran banyodan çıktıktan sonra yavaş adımlarla yanıma gelmiş ve kendi yerine geçmişti. Benim aksime uzanarak tavana doğru bakarken bende yan dönerek onun yandan profilini izlemeye koyulmuştum.

Uyuması gerekiyordu. Giray günlerce uyumadığından bahsetmişti. Bir de üzerine dün gece ve yaşadığı acı eklenmişti. Hasta olacak diye korkuyordum. Aklıma gelen şeyle yataktan kalkıp kapıya doğru ilerlediğimde boğuk ve uykuyla karışık sesini işittim. “Nereye gidiyorsun?”

“Mutfağa inip geleceğim hemen.” Diye karşılık verdiğimde bir cevap vermedi. Bense mutfağa indim hızlı bir şekilde. Bugün Boran’ın ilaç aradığı dolaba yaklaşarak vitamin aramaya koyuldum.

Bakışlarım dolaptayken mutfak kapısının önünden geçen bedenle birlikte dikkatim oraya doğru kaydı. Derin’in geçtiğini görüp kaşlarımı çatarken bulduğum vitamini elime alarak mutfaktan bahçeye çıkan kapıya ilerledim. Bu saatte bahçede neden dolaşıyordu anlam verememiştim. Belki hava almak istiyor olabilirdi ama yine de şaşırmıştım.

Mutfak kapısından birkaç adım uzaklaşarak etrafıma bakındığım sırada gördüğüm görüntüyle birlikte şaşkınlıkla elimi ağzıma kapattım. Mert ve Derin sarılıyorlardı. Onlara görünmemek için kendimi duvarın arkasına doğru saklarken ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Abisinin korumasıyla sarılıyordu. Bunun anlamı açıktı ama yaptıkları şey çok büyük cesaret isterdi. Hem de onların bulunduğu evde, ulu orta yerde sarılıyorlardı.

Elbette bunu kimseye söylemezdim ama çok şaşkındım. Hiç belli etmemişlerdi. Şu an onları bu şekilde görmesem asla inanmazdım. Hızlı adımlarla odamıza tekrar döndüğümde derin bir nefes aldım kapıyı açmadan. Derin bu mevzuyu bana açmak isterse diye bekleyecektim ama gizli gizli nereye kadar devam edecekti merak da ediyordum. Hatta ne zaman başlamışlardı ne kadar süredir vardı bu, hepsi merak konusuydu benim için.

Odamızın kapısını araladığımızda Boran’ın gözlerini çoktan kapattığını gördüm. Sırt üstü bir şekilde uzanıyordu. Kaşları hafiften çatılmıştı. Uyuduğunu düşünerek elimdeki ilaç kutusunu komodine bıraktıktan sonra yatağa girerek ona doğru yaklaştım. Elimi saçlarına götürüp alnına düşen saçlarını geriye doğru iterek alnına küçük bir buse kondurdum. Hareketimle çatık olan kaşları düzelirken başımı omzuna doğru yaslayarak ona sığındım.

Elimi göğsüne doğru yasladığımda sanki otomatik çalışıyormuş gibi eli bel çukurumdaki yerini aldı. Çok özlemiştim onunla böyle uyumayı. Bana kırgındı biliyordum. Cenaze üzerinden biraz vakit geçtiğinde konuşacaktık, aramızdaki kırgınlıklara son verecektik bundan emindim. Her ne yaşanmış olursa olsun, her ne kırılmış olursak olalım, biz hâlâ birbirimize sığınabiliyorduk ve belki de en kıymetlisi buydu.

 

◔◔◔

Sabah gözlerimi aralamadan önce yatağın sağına doğru elimi attığımda karşılaştığım boşlukla gözlerimi araladım. Boran yoktu. Direkt olarak katlanmış tişörtü ve eşofmanı dikkatimi çekerken odadan çıktığını anlamak zor olmamıştı. Komodine uzanıp saate baktığımda 8.30 olduğunu görerek bende hızla yataktan kalktım.

Üzerime cenaze için uygun kıyafetler giydikten sonra aşağı indiğimde direkt olarak salona ilerledim. Sadece Zümra Hanım vardı ve o da Kuran okuyordu. Onu rahatsız etmemek için direkt olarak salondan çıkarken bu sefer mutfağa doğru ilerledim. İçeri girmeden konuşmaları duydum.

“Şu sütü içer misin?” Cihan’ın sıkkın sesiyle birlikte Defne cevap verdi. “Midem bulanıyor Cihan, içmek istemiyorum.”

“Hiçbir şey yemiyorsun, tüm gün ayakta geziyorsun zaten Defne. Tok tutar seni. Aklım sizde kalıyor böyle olunca. Bir şey olacak diye korkuyorum.” Cihan endişeli bir biçimde konuşurken Defne’nin iç çektiğini duydum. “Kalmasın, oğlumuzda bende çok iyiyiz. Zaten İnci bir şey yapmama izin vermiyor. Bizi merak etme.”

Onları yalnız bırakmak adına mutfağa da girmezken adımlarımı dış kapıya doğru attım. Biraz temiz hava almak iyi gelecekti. Muhtemelen Boran’da dışarıdaydı. Kapı açık olduğundan hiç beklemeden dışarı çıktığımda direkt olarak Mert’i gördüm. Dün gece gördüklerim zihnime dolarken yüz ifademden çaktırmamak için kendimi zorladım.

Mert’te beni gördüğünde adımlarını yanıma doğru atmaya başladı. Dün beni gördüklerine onlar da şaşırmışlardı. “Günaydın yenge, bir şey mi istemiştin?” nazikçe sorduğu soruyla başımı iki yana salladım. “Boran’ı arıyordum aslında.” Dediğimde Mert cevap verdi. “Bahçede abim, dün misafirleri kabul ettikleri yerde.”

Başımı sallayarak onaylarken konuştum. “Sağ ol Mert, ben yanına gideyim.” Dediğimde Mert onayladı. Adımımı atmışken tekrar sesini duydum. “Yenge…” geriye doğru dönerek ona baktığımda devam etti sözlerine. “Bugün burada olman, Boran abim için çok kıymetli. O gün siz gittikten yaklaşık yarım saat sonra eve gelmişti. Muhtemelen eşyalarınızı göremeyince direkt olarak yanımıza koştu. Gittiğini söylemek durumunda kaldık, o an omuzlarının çöküşüne biz şahit olduk Fatih abiyle. Hiç öyle görmemiştik onu. Ama şimdi babasını kaybetmesine rağmen omuzları dik.”

“O an hiç kendim gibi davranmadım Mert, mantığımı dinledim.” Dedim pişmanlıkla. Ardından ekledim. “Ama artık kalbimi dinliyorum ve Boran’ı bırakmak gibi bir niyetim yok. Teşekkür ederim anlattığın için.”

“Ne demek.” Mert küçük bir tebessüm ederken bende aynı şekilde ona karşılık verdim ve arkamı dönerek Boran’ın yanına ilerledim.

Şemsiyelerin yarattığı gölgenin altında ayakta dikiliyordu. Yanına yaklaştıkça dudaklarının arasındaki sigara dikkatimi çekerken kaşlarımı çattım. Asla sigara içtiğini görmemiştim. Kokusunu solumamıştım. Dudaklarının arasına yerleştirdiği sigarayı yakarken çakmak sesi sanki tüm dünyanın sesi kesilmiş de sadece o kıvılcım kalmış gibiydi.

Dudakları arasından çıkan o ilk dumanı izlerken içim sızladı. Boran asla böyle biri değildi. Her zaman kontrollü, prensipli, kendine çizdiği sınırların dışına çıkmayan biriydi ve şimdi, o gri dumanın içinde kaybolan bir adam duruyordu karşımda.

Yanına ulaştığımda başını çevirmedi, beni fark ettiğini biliyordum ama tepki vermedi. "Ne zaman başladın?" derken esim ne öfkeliydi ne yargılayıcıydı daha çok endişeliydi. Gözleri yavaşça bana döndü. Gölgenin altında, yüzü olduğundan daha solgun, daha çizgili görünüyordu. “Başlamadım.”

Anlamadığımı belirtmek istercesine ona bakarken sigarayı işaret ve orta parmağının arasına alarak ilgisini bana yöneltti. “Sadece bazı zamanlarda anlık olarak sığındığım liman.”

Gözleri benimkilere değdiğinde içinde ne çok fırtına koptuğunu bir kez daha anladım. O “anlık” dediği şey, onun için belki de en karanlık duyguların arasından geçmenin tek yolu olmuştu. Ama ben o limanın dumanına değil, içindeki yangına bakıyordum.

“Bazı limanlar gemileri kurtarmaz, batırır…” dedim sessizce. “Ve sen sığınmak yerine, orada boğuluyorsun Boran.”

Sözlerim havada asılı kaldı. Boran bakışlarını benden çekerken söylediklerimi umursamadan sigarayı tekrar dudaklarının arasına götürerek bir nefes aldı. Ona aynı ifadesizlikle bakarken o bana bakmadı. “Belki de bazen bir psikolog gözüyle değil de insan gözüyle bakmak gerekir meseleye. Her şey kitaplardaki teorik bilgi gibi olmuyor. Akıl bazen başka şeyler yaptırıyor insana İnci, benden iyi biliyorsun bunu.”

Boran’ın sözleri soğuk bir rüzgâr gibi yüzüme çarptı. Ne ses tonunda öfke vardı ne de savunma… Sadece derin bir yorgunluk ve kabul. Gözlerimi onun profilinde gezdirirken içimde bir düğüm oluştu. Haklıydı. Çok haklıydı. Ama haklı olmak, can yakmayı haklı kılmıyordu.

Birkaç saniye sessiz kaldım. Nefesimi tuttum sanki. Sonra yavaşça başımı eğdim. “Ben psikolog olarak yaklaşmadım Boran,” dedim usulca. “Sana, seni tanıyan bir kadın olarak yaklaştım. Yalnız kalmanı istemeyen, seni kaybetmekten korkan bir kadın olarak...”

“Kaybetmekten korkan…” diye cümlemi tekrarladığında sesi öyle bir tona büründü ki… içimde incecik bir tel daha koptu. Sanki kelimenin anlamı ruhunun derin bir köşesine dokunmuştu. Sanki o da birini kaybetmekten ölesiye korkmuştu da bunu ilk kez dile getirmiş gibiydi.

Başını azıcık yana eğdi, yüzü gölgede kalıyordu ama gözleri bana dönüktü artık. Bu sefer kaçmadı. Sanki içinden geçen her şey yüzeyine taşmış, tüm duvarlarını tek tek çatlatmış gibiydi. “Ben seni kaybettim ama.” Derken sesi titrekti. Kaşlarım hafiften çatılır gibi oldu cümlesiyle. “Bende çok korkuyordum hiç gösteremesem de dile getirmesem de. Ama oluyor işte, elinden kayıp gidiyor. Bir şey söyleyemiyorsun.”

Sigarasından bir nefes daha çektiğinde içim acıya acıya baktım ona. Sigarasından çektiği o duman, aramıza bir duvar gibi çöktü sanki. Bakışlarım gözlerinde, içimde biriken onca kelime boğazıma düğümlendi. Canım yandı.

“Biliyorum, gittiğim için kızgınsın.” Dediğimde başını iki yana salladı. O an, gözlerindeki kızgınlığın kırgınlığa dönüştüğünü hissettim. Sanki içinde bir savaş vardı gitmenin yüküyle kalmanın özlemi arasında. Sessizce baktı, ardından ağır ağır konuştu. “Beni bu kadar çabuk bırakabilmene kızgınım ama şu an bunun sırası değil İnci.”

Biliyordum değildi. Farkındaydım bunun ama konuşma buraya evrilmişti. “Sırası geldiğinde kendimi açıklayacağım sana. Ama şunu bil, gitmeyeceğim. Sen istesen de gitmeyeceğim Boran.”

Cümlemle bir şey demediğinde yan profiline bakmaya devam ettim. Biraz önce dediğine hitaben tekrar konuştum. “Sigara içmene bir psikolog olduğum için değil, seni seven kadın olarak tepki gösterdim. Kendini zehirlemeni istemediğim, ciğerlerine o gri dumanı çekmeni istemediğim için karşı çıktım ve çıkmaya da devam ederim. Nefes almak istediğinde sigaraya değil, bana sığın. Ben sana nefes olmaya hazırım.”

Boran, söylediğim sözlerin ardından uzun uzun gözlerime baktı. Ardından parmakları sigarının üzerinde tereddütle gezindi. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldıktan sonra yavaşça sigarayı söndürdü kül tablasının kenarına. O an, içimde tarifsiz bir umut kıvılcımı yandı.

Bir anda bana döndüğünde gözleri hala kararsızdı ama içinde kırılgan bir teslimiyet vardı. Ben tereddüt etmeden onun yanına yaklaştım, usulca sarıldım. Kollarım beline sarılırken başımı omzuna doğru yasladım. Sigara kokusu burnumun içinden sızsa da bunu umursamadım. Boran önce hafifçe direndi ama sonra burnunu yumuşakça saçlarıma yasladı. Çektiği nefes içime işlerken o an, onun da benimle olmaya, sığınmaya ihtiyaç duyduğunu anladım. O kırılganlığı, o çaresizliği hissedince daha da sıkı sardım onu.

Tam o sırada bahçenin sessizliğini, asfaltın üzerinde kayarcasına ilerleyen motor sesleri yardı. Önce tek bir araç girdi kapıdan ardından bir diğeri... sonra bir diğeri daha. Camları simsiyah, kaplaması yeni cilalanmış gibi parlayan arabalardı. Peş peşe, düzenli bir ritimle bahçeye doluştular.

Kapıdaki korumaların birden hareketlendiğini gördüm. Gözleri birbirine çevrildi, kulaklıklarına doğru fısıldadıkları sırada Mert ve Fatih’in, arkalarından da daha önce hiç görmediğim adamların bize doğru yaklaştığını gördüm.

Bedenine sarıldığım adamın gerilen kaslarını hissettiğimde başımı kaldırıp yüzüne baktım. Kaşlarını çatmış gelenlere bakarken gözleri sertti, çenesini kilitlemişti. Bir an olsun bile bakışlarını üzerlerinden çekmiyordu. Elimi belinden karnına doğru kaydırdığımda orada olduğumu yeni fark etmişçesine kulağıma doğru fısıldadı. “Sen içeri geç, kahvaltını yap.” Sesi yumuşaktı ama altına gizlediği o telaş, o koruma güdüsü netti. Beni uzaklaştırmak istiyordu.

“Onlar kim?” Merakımı engelleyemeyip sorduğum soruyla birlikte Boran konuştu. “Önemsiz. Hadi İnci.” Boran belimden destekleyerek beni mutfak kapısına doğru yönlendirirken tekrar baktım adamlara doğru.

Gelen adamlar bahçenin ortasına kadar ilerlemişti. Ayak sesleri taş zeminde yankılanıyor, bahçedeki ağır havayı daha da koyulaştırıyordu. Korumaların parmakları silahlarının üzerinde tetikteydi. Hiçbir şey yapılmamıştı ama bir hareket her şeyi başlatabilirdi. İlk defa karşı karşıya kaldığım bu görüntü karşısında kalbim yerinden çıkacak gibi olmuştu.

Boran’ı dinleyerek mutfak kapısına ilerlerken ismimin seslenilmesiyle adımlarım duraksadı. “İnci Hanım, bir dakika.” Hiç tanımadığım bir ses bana seslenirken dönmekle dönmemek arasında kaldım. Saygısızlık olmaması adına yavaşça geriye doğru döndüğümde bana seslenen adamla göz göze geldim.

Orta yaşlı bir adamdı. Üzerinde siyah takım elbise vardı, kol düğmeleri özel dikim olduğunu belli ediyordu. Bakışları hala benim üzerimdeyken ekledi. “Siz hoş geldiniz demeyecek misiniz bize?”

“Hoş geldin bekleyen varsa yanlış yere gelmiş.” Dudaklarımı aralayıp cevap vereceğim sırada Boran’ın derin, tok ve keskin sesini işittim. Cümlesiyle birlikte ortamda sessizlik oluşurken benimle konuşan adamın da bakışları Boran’a dönmüştü.

Gergince yutkunurken adam tekrar konuştu. “İnci Hanım’ın babasıyla bir hukukumuz var Boran, biliyorsun. Kızına geçmiş olsun demek istiyoruz, malum hapiste. Her ne kadar kendisi onu hapse göndermiş olsa da.” Bir anda mideme yumruk yemiş gibi oldum. Nefesim kesildi. Kelimelerin arasında buz gibi bir hakikat yatıyordu. Ben o hakikati yaşarken kimsenin ağzından böyle çıkmasını beklememiştim. Bana değil, Boran’a söylenmiş gibi ama aslında beni tam merkezden vuran bir biçimde söylenmişti.

Boran burnundan alaycı bir nefes verdi. Bu hareket fırtına öncesi sessizliğin habercisiydi. Bir uyarı gibiydi.
O kadar hafifti ki yanındakiler fark etmeyebilirdi ama onu tanıyan biri için bu, yaklaşmakta olan fırtınanın çıtırtısıydı. Gözlerini adama dikmiş, başını hafifçe sağa eğmişti. Bu, Boran’ın düşünmediği anlarda bile içgüdüsel olarak yaptığı bir hareketti. Tehlikeyi ölçer gibi, karşındakini göz hizasının biraz dışından süzerek neyin nereye gideceğini kestirirdi.

“Babasıyla hukukunuz varsa, adliyede buluşur konuşursunuz. Burada değil, kızıyla hiç değil.” dedi, gözlerini hiç kaçırmadan. Sesindeki netlik ve sertlik mesaj verir gibiydi. Özellikle son cümlenin üzerine bastırmıştı.

Karşısında ondan yaşça büyük olan adamlar dikkatle bakarken Boran tavrından ödün vermeden devam etti sözlerine. “Bu eve, geçmişin lekesini anmak için değil, ölenin adını temiz taşımak için gelinir. Eğer dert baş sağlığıysa, başımız üstüne.” Bir anlık duraksayarak gözleri kısa süreyle bana döndü. O an yüzündeki ifadede kor gibi yanan bir şey vardı hem koruduğu hem de teslim olmaya niyeti olmayan bir ateş.

“Ama yok, niyet başkaysa…” derken bakışlarını benden çekti ve karşısındakilere baktı meydan okurcasına. Cümlesini bitirmedi. Yarım kalan cümlesi bahçedeki hava kadar ağır ve yükümlüydü. Sözcükler duyulmasa da karşıdaki adamlar ve orada bulunan herkes ne demek istediğini anladı.

“Amacımız baş sağlığı Boran, başka bir niyetimiz yok. Baban sevdiğimiz biriydi.” Gri saçlı, biraz daha orta yaşlı başka bir adam araya girdiğinde Boran ona baktı. Yüzündeki sert ifade yerini koruyordu. Eliyle koltukları işaret ederken adamlar oraya doğru ilerlemeye başladı.

O sırada Boran aniden bana döndü. Gözlerinde hafifçe yumuşayan ama hâlâ sert bir ifade vardı; sanki “İçeri geç” dercesine sessiz bir komut veriyordu. Endişeyle baktım ona. İçimden geçenleri saklayamadım; eğer bu adamlar babamı da Yavuz Bey’i de tanıyorlarsa ve Boran meydan okuyucu bir tavırla karşılıyorsa kesinlikle mafyanın içinden, iş ortağı olan kişilerdi.

“Biz buradayız yenge, korkma.” Fatih ne düşündüğümü anlamış gibi mırıldanırken bana temas etmeden içeri geçmem için yönlendirdi. Bu bir nebze olsun içimi rahatlatıyordu ama korkuyordum da. Burada, o kadar korumanın içinde bir şey yapamazlardı. Merak ediyordum Boran’ın onları şikâyet ettiğini biliyorlar mıydı? Eğer biliyorlarsa bu daha korkunçtu.

Belki de Yavuz bey durduruyordu onları ama artık onları durduran kimse kalmamıştı ve boy göstermeye gelmişlerdi. Bu içimdeki karamsarlığı daha da artırırken elimi kalbime yasladım. Fatih mutfak kapısının önüne ellerini önüne bağlamış bir biçimde dururken derin bir nefes aldım. Onun öyle duruşu güven veriyordu ama Boran için endişelenmemi engelleyemiyordu…

*****

Saatler birbirini kovalarken misafirler bastırmıştı. O yüzden o gelen beyefendilerin ne zaman gittiğini anlayamamıştım. Ancak içimdeki endişe devam etmişti. Boranla da hiç karşı karşıya gelememiştik. Aklım ondaydı.

Hem sıcak hem kalabalık üzerime üzerime gelmişken yeğenim bir kurtarıcı gibi ağlamaya başlamıştı ve ona bakmak için ben çıkmıştım odaya. Yengem abimle birlikte bugün de gelmişti. Kapıyı açıp yatağın üzerinde ellerini kaldırmış ağlayan yeğenime yaklaştığımda istemsizce gülümsedim.

Kucağıma alarak yanağını sevdikten sonra omzuma yatırarak pışpışlamaya başladım. Artık büyümüştü, 6 aylık olmuştu neredeyse. Bir süre sonra sakinleşirken yatağa tekrardan yatırıp bende yanına doğru uzandım. Elimin tekini başımın altına yaslarken diğerini Göktuğ’un yüzüne uzattım. Çipil çipil gözlerle bana bakıyordu. Bakışları abimi andırıyordu resmen.

Kapının açılmasıyla birlikte dikkatimi bebekten kapıya çevirdiğimde Boran’ı gördüm. Oturduğum yerde dikleşirken mırıldandı. “Rahatsız olmayın.” Odadan girip kapıyı arkasından kapatırken gözleri bebeğe ilişti. Dudaklarında küçük bir tebessüm oluşurken o tebessümü izledim hayranlıkla.

Boran fazla beklemeden banyoya girdikten saniyeler sonra çıkarak yanımıza doğru geldi. Muhtemelen elini yıkamıştı Göktuğ’a dokunacağı için. Benim gibi yatağa oturduğunda onun da eli Göktuğ’un yanağına gitti. “Abine benziyor…” diye mırıldandığında küçük bir tebessüm ettim. O da benim gibi düşünüyordu.

Ardından aklıma dolan düşüncelerle bakışlarımı Göktuğ’dan çekip Boran’a çevirdim. “Sabahki adamlar, mafya dünyasından değil mi?” Aklımdaki düşünceleri söylediğimde bakışları donuklaştı. Bana doğru baktığında sözlerimi devam ettirdim. “Sadece başsağlığı için mi gelmişler, yoksa başka bir dertleri mi var?”

“Önemsiz konular bunlar.” Diye kestirip atan adamla birlikte kaşlarım çatıldı. “Senin için önemsiz olabilir ama işin içinde senin olduğun her konu benim için önemli Boran.” Dedim ciddi bir tonda. Bakışlarımız buluştuğunda Boran iç çekti. Bense ekledim. “Senin onları şikâyet ettiğini biliyorlar mı?”

Boran’ın bakışları Göktuğ’a doğru kaydığında istemsizce bende baktım. Çoktan uyumuştu. “Sesimiz ninni gibi gelmiş çocuğa.” Boran’ın mırıltısıyla birlikte ister istemez güler gibi olsam da konuyu değiştirdiğini biliyordum ve bu konunun peşini bırakmak gibi bir niyetimde yoktu.

Oturduğum yerden kalkarak yengemin koyduğu gibi yastıkları bebeğin kenarına koydum. Boran’da benim gibi kalktığında odadan çıktık beraber. Aşağı inmeden önce koridorda ilerlerken tekrar konuştum. “Soruma cevap alamadım.” Boran söylediğim cümleyle yerinde durup bana doğru baktı. “Cevap almadan durmayacaksın değil mi?”

“Beni azıcık tanıyan bilir.” dedikten sonra duraksayıp ekledim. “Ki sen çok iyi tanıyorsun. Bu sorunun cevabını da biliyorsun demektir bu.” Kararlı bir şekilde gözlerine bakarken Boran birkaç saniye gözlerime baktı. Ardından da konuştu. “Tanıyorum, tanıdığım için cevabını vereceğim. Yoksa bu konu hakkında kimseyle konuşmam.”

Gözlerimi gözlerinden ayırmadan cevabını beklerken Boran cevap verdi. “Bilmiyorlar. Bilseler şu an burada olmazdım zaten.” Dediğinde ürperti kapladı bedenimi. Yüzümdeki kararlı ifade bozguna uğrarken zorlukla yutkundum. Boran’ın sözleriyle içime bir buz parçası düşmüş gibi oldum. Gerçeklerin ağırlığı tüm bedenime yayılırken, birkaç saniyeliğine hiçbir şey söyleyemedim. Sadece onu izledim. Gözlerinde alışkın olduğum o soğukkanlı duruş vardı.

“Öğrenirlerse ya.” Diye korkuyla fısıldadığımda Boran başını iki yana salladı. “Öğrenemezler, o sır babamla mezara girdi. Babamdan başka bilen yoktu.”

Yine de bu beni rahatlatmaya yetmemişti. Boran’ın kararlı ve kesin tavrına rağmen içimdeki huzursuzluk dinmiyordu. Kalbim, göğsümün içinde deli gibi çarpıyor, sanki derimin altındaki tüm damarlar o korkunun ağırlığıyla titriyordu.

Boran bakışlarımdan korkumu görmüş olacak ki bana doğru yaklaşıp elini yüzüme yasladı. Parmaklarının sıcaklığı, içimdeki titremeyi bir nebze bastırsa da gözlerinin içine baktığımda orada hâlâ fırtınalar vardı. Sözlerinin ciddiyeti, dokunuşunun yumuşaklığıyla tezat oluşturuyordu.

“Korkma, size bir şey olmasına asla izin vermem.” dedi. Sesi alçak ama kararlıydı.

O an, içimde bir düğüm daha çözüldü belki ama aynı hızla yenisi atıldı. Kalbim ağzıma gelmişti, düşünmeden konuştum. “Sen peki?”

“Bende kendimi korurum. Merak etme.” Kendinden emin bir şekilde söylediği şeyle titrek gözlerle ona bakmaya devam ettim. Merak ediyordum ve etmeye de devam edecektim.

Biz birbirimize bakmaya devam ederken asansörden inen Defne ile bakışlarımız birbirinden ayrıldı. Elini karnına yaslamış yavaş adımlarla muhtemelen odasına doğru ilerliyordu. Bizi gördüğünde küçük bir tebessüm ederken mırıldandı. “Kusura bakmayın böldüm sanırım.”

“Hayır, hayır. Öyle konuşuyorduk sadece.” Dediğimde Defne başını salladı belli belirsiz. “Bende biraz dinlenmek için odaya geleyim dedim.” Diye kendini açıkladığında Boran’ın sesini işittim. “Kendini çok yorma Defne. Aşağıdakiler her şeyi hallediyorlar. Sen dinlenmene bak. Cihan’ın da aklı sende kalıyor.”

“Beni sana mı şikâyet etti?” Defne hafifçe kaşlarını çattığında Boran omuz silkti. “Haklı çocuk, endişeleniyor sizin için. Ayrıca yeğenimde etkileniyordur bu durumdan.” Defne onu çatılı kaşlarla dinlerken mırıldandı. “Zaten hep yeğeniniz, oğlunuz. Beni düşünen yok ki.”

Trip atarcasına söylediği şeyle birlikte dudaklarımı birbirine bastırdım. Hormonları sağ olsun arada böyle çıkışları oluyordu. Ben biliyordum da Boran şaşkınlıkla bakıyordu Defne’ye karşılık. Gözlerini kırpıştırarak onu anlamaya çalışırken Defne odasına doğru ilerledi.

O odaya tamamen girdiğinde Boran mırıldandı. “Bu neydi şimdi? Yanlış bir şey mi söyledim.?” Anlamaz gözlerle bana bakarken başımı iki yana salladım. “Hayır, sadece hormonlardan dolayı.”

Boran anladım dercesine başını sallarken kolundaki saate baktı ve mırıldandı. “Ben aşağı ineyim. Defne için söylediklerim senin içinde geçerli, aşağıdakiler hallediyor nasılsa. Kendini yorma. Göktuğ’un yanına geçip dinlen istersen.” Anlayışlı bir şekilde söylediği şeyle karşılık verdim. “Biliyorum, hallediyorlar ama bende bir işin ucundan tutmak istiyorum. Bu sonuçta son görev babana karşı. Ayrıca yorulmadım ki merak etme.”

Boran birkaç saniye gözlerime baktıktan sonra içten olduğunu iliklerime kadar hissettiğim ses tonuyla konuştu. “Teşekkür ederim…”

“Etme, teşekkür edilecek bir şey değil bu.”

Birbirimize bakmayı sonlandırıp aşağı indiğimizde Boran direkt olarak bahçeye çıktı, bende salondaki misafirlerin yanına doğru ilerledim. Tanımadığım çok insan vardı ama gelenlerin çoğuyla da tanışmıştım. İlk önce mutfağa giderek oradaki görevlilere yardım etmeye koyuldum. Çok misafir olduğu için yetişmekte zorlanıyorlardı.

Yavaş yavaş misafirler azalınca Zümra hanımın yanına giderek yanındaki yerimi aldım. Çok zordu ama bununda üstesinden gelecekti biliyordum. Hepimiz bir şekilde bu durumun üstünden gelecektik.

 

Bölüm Sonu

‣‣‣ Bölümümüz biraz kısaydı, geçiş bölümü diyebiliriz o yüzden. Ama yine de severek okumuşsunuzdur umarım…

‣‣‣ İnci ve Boran sahneleri nasıldı? İnci’nin desteği, konuşmaları vb.

‣‣‣ Derin ve İnci sahnesini beğendiniz mi? Uzun süredir psikolog sahnesi okumuyoruz ama İnci’nin aslında başka karakterlerle konuştuğu çoğu sahne mesleğini gösterdiği sahneler. Bu da bir örneğiydi.

‣‣‣ Yavuz ve Adnan’ın ortak iş yaptığı adamların geliş sebebi ne sizce? Başımıza iş açacak mı ne dersiniz? Tahminlerinizi bekliyorum.

Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…

Bölüm : 09.08.2025 13:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...