
🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim...
🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın...
26. Bölüm
15 gün sonra…
Günler hızla geçiyordu. Giden gittiğiyle kalıyor, kalansa o gidişin ardından kendini toparlamaya çalışıyordu. Burada da aynısı olmuştu. Aile fertleri günden güne bu duruma alışmaya başlamıştı. Ölümcül sessizlik yerini küçük konuşmalara bırakmıştı. Günlerdir kim ne yapmış ne yemiş ne içmiş düşünülmezken Zümra babaanne bugün herkesin akşam yemeğini bir arada yemesini söylemişti. Günler sonra ilk kez o masanın etrafında toplanacaktık.
Yavuz beyin yedisi mevlidi yapılmıştı. Misafirler o günden sonra azalmıştı, artık tek tük kişi geliyordu. Bunu istinaden Boran akşamüzeri birkaç saatliğine şirkete gitmişti. Fatih’e bir telefon gelmişti ve Boran’a haber vermişti. Muhtemelen şirkette bir pürüz vardı. Ancak beni asıl şaşırtan Derya olmuştu. Ne gelmişti ne aramıştı. Tabii Boran’ın her an yanında değildim arayıp aramadığından emin değildim ancak Bilge bile Güneyle gelirken onun gelmemesi dikkatimi çekmişti.
“Boran geliyor mu kızım?” Zümra babaannenin sesiyle birlikte düşüncelerimden sıyrılırken onayladım. “Gelmek üzeredir babaanne.” Dediğimde küçük bir tebessüm ederek karşılık verdi. Zümra babaanne isteğini dile getirdiğinde Boran’ı arayıp haber vermiştim. O da yemek saatinde burada olacağını söylemişti.
Tam o anda çalan kapıyla birlikte koşar adımlarla kapıya ilerledim. Ev ahalisi burada olduğundan gelen Boran’dı muhtemelen. Kapıya hizmetlilerden önce ulaşıp araladığımda tahminimde yanılmadığımı anladım. “Hoş geldin.”
“Hoş buldum.” Boran kapıdan içeri girerken uzanarak yanağını öptüm. “Seni bekliyorduk bizde.” Boran beni onaylarcasına başını sallarken yan yana salondan içeri girdik. Boran’ın geldiğini gören Zümra babaanne küçük bir tebessüm etti. “Hoş geldin oğlum.”
“Hoş buldum babaanne.” Dedikten sonra bakışları salonda birkaç saniye gezindikten sonra mırıldandı. “Derin nerede?”
“Odasında, okuldan sonra direkt odasına çıktı.” Öyle kötü denk gelmişti ki, daha babasının yasını tutarken üniversitesi başlamıştı. Okula gidiyor sonra da gelir gelmez odasına çekiliyordu. Mert ile birlikte de görmemiştim hiç. Bizimle de hiç konuşmuyordu.
Boran derin bir iç çektikten sonra başını salladı. “Ben bakayım bir.” Salondan çıkarken arkasından baktım birkaç saniye. Şimdi abilerinin desteğine her şeyden çok ihtiyacı vardı. Cihanla konuşurken görmüştüm birkaç kere. Boran’da sık sık yanına gidiyordu ama Derin hala kendini yalnız hissediyordu. Bende uğruyordum ara ara. Sonra Defne’de konuşuyordu, Gamze bile beklemediğim şekilde ilgi gösterip yanındaydı ama hepsi nafileydi. İçine kapanmıştı.
Ayakta beklemeyip Defne’nin yanına oturduğumda Defne konuştu. “Derin nasıl toparlanacak İnci, seninle seansa mı başlasa?” Sadece ikimizin duyabileceği şekilde fısıldadığında karşılık verdim. “Aileden biri sayıldığı için benimle tedaviye başlaması etik olmaz ama eğer isterse arkadaşlarımdan birini ayarlarım ona.”
“Ona sorarsak isteyeceğini sanmıyorum.” Defne’nin cümlesiyle iç çektim. Çoğu insan isteyerek gelmiyordu zaten. Gelenlerde bilinçli ve sağlıklı düşünen insanlardı. Aslında bu utanılacak bir şey değildi ancak toplumumuzda psikoloğa giden birinin deli olduğu düşünülürdü hep.
Sessizlik devam ederken Boran ile Derin’in geldiğini gördüm. Boran onu kolunun altına çekmiş, sarıp sarmalamıştı. “Kaçağı buldum.” Diyerek ortamdaki ağır havayı dağıttığında Cihan oturduğu yerden kalkarak yanlarına ilerledi. Derin’in yanına ilerleyip saçlarını dağıtırken konuştu. “Nerelerdesin sen kaçak?”
“Buradayım işte abi.” Diye cevap verdi Derin bıkkınca. Cihan ise bunu umursamayarak tekrar konuştu. “Kaçak da geldiğine göre yemeğe geçebilir miyiz Zümra sultan.”
“Tabii oğlum, geçelim.” Zümra babaanne oturduğu yerden ayağa kalktığında hepimiz yemek masasına ilerledik.
Yine her zaman olduğu gibi çeşit çeşit yemeklerle donatılmıştı masa. Çok iştah açıcı görünüyordu ama buradaki kimsenin iştahının açık olduğunu sanmıyordum Defne hariç. Onun da bebeği için yemesi gerekiyordu zaten.
Masanın başında herkes kendi oturduğu sandalyenin başına dikildiğinde herkesin gözü o masanın başındaki boşluğa takıldı. Derin dudakları titreyerek o boşluğa bakarken Zümra babaanne iç çekti. Hemen yanımdaki adamın da acıyla oraya baktığını görmek canımı yakarken bende hüzünle baktım sandalyeye.
Zümra babaanne bakışlarını sandalyeden çekip elini sandalyenin sırt kısmına uzatarak mırıldandı. “Burası evin reisinin yeriydi. İlk önce Ekrem babam oturdu. Sonra Erdal. Ondan sonra Yavuz.” Derken sesi titredi. Ekrem bey muhtemelen Boran’ın dedesinin babasıydı. Nesilden nesle aktarılmıştı.
Zümra babaanne bakışlarını sandalyeden çekip Boran’a çevirdiğinde gelecek olan cümleyi anladım. Zümra babaanne ise devam etti sözlerine. “Bundan sonra burası senin yerin Boran. Bu evin reisi sensin artık.”
Boran’ın gözleri o boş sandalyeye takılı kaldı. Omuzlarındaki ağırlık gözle görünür hâle gelmişti sanki. Her zamanki gibi dimdik durmaya çalışıyordu ama ben fark ettim çenesindeki o hafif kasılma, yutkunurken boğazında bir şey düğümlenmiş gibi davranması… Hepsi, içinde kopan fırtınayı ele veriyordu.
Sanki bütün oda o cümleyle dondu. Hava ağırlaştı, zaman durdu. Herkes nefesini tutmuş, Boran’ın ne yapacağını bekliyordu. Ben de.
Boran’ın elinin, pantolonunun kenarında yumruk olduğunu fark ettim. Kendi kendine destek veriyor gibiydi dimdik durabilmek için. Derin bir nefes alıp adım attı sandalyeye doğru. Sessizdi ama adımlarında bir tarih yürüyordu. Ekrem ve Erdal dedenin, Yavuz Bey’in ayak izleri gibi…
Zümra babaanne elini onun koluna koyduğunda, Boran başını hafifçe çevirdi. Aralarında gözle görülmeyen ama kalbimle hissettiğim bir bağ oluştu o an. Sanki bir nesil, diğerine emaneti bırakıyordu. “Baban gibi, dedelerin gibi dimdik duracağını biliyorum. Sen zaten o şirketin başına geçtiğin an bunu başardın. Hiç kuşkun olmasın oğlum, bu sandalyeyi en büyük olarak hak eden sensin.”
Boran’ın bakışları bir an için Cihan’a takıldı. Cihan’ın yüzünde ise küçük bir gülümseme ve gururlu bir bakış vardı. Abisini kıskanacağını düşünmüyordum çünkü Zümra babaannenin de dediği gibi Boran o şirketin başına geçerken zaten bunu kabullenmişti. Herkes hayalini yaşarken Boran başkalarının isteğini yaşamayı kabullenmişti.
Herkesin bakışları onun üzerindeydi. Sessizce sandalyeyi çekerken tahta ayakların yerle sürtünme sesi içimi titretti. Oturmayıp elini sandalyenin sırtına koydu, bir süre orada öylece durdu. Yüzü, her zamanki gibi soğukkanlıydı ama ben tanıyordum onu. Gözlerinin içi yanıyordu.
Sonra… bana baktı. Doğrudan gözlerimin içine. Ne diyorsun bu işe der gibiydi sanki. Aynı zamanda güçle karışık bir yalnızlık, sorumluluğun verdiği bir sükûnet vardı. Küçük bir tebessüm edip gözlerimi kapatıp açtım yanında olduğumu belirtircesine. Bir yanım onun için gururla dolarken, bir yanım da ürkekti. Çünkü artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı belli ki.
Aldığı cevapla sandalyeye oturduğunda bizde oturduk onunla. Çorbalarımız sessizlikle konurken bakışlarım hala Boran’daydı. O masanın başına geçtiği için bende onun yerine yani Zümra babaannenin karşısına oturmuştum. O an fark ettim ki sadece Boran değil, ben de yeni bir yere geçmiş gibiydim.
Boran gözlerini tabağına indirdi bir süre. Sonra çorbasına dokunmadan başını kaldırdı. Masadaki herkese tek tek baktı. “Ne şirketin başına geçerken ne de başka bir zaman bu koltuğa geçeceğimi düşünmedim ben. Bir gün babamı kaybedeceğimi düşünmedim çünkü.” Cümle havaya yayıldığı an ağırlaştı, sonra herkesin yüreğine ayrı ayrı çarptı. Gözlerinin içi kısacık bir an nemlendi, çabucak göz kapaklarını kırptı ve yutkundu. O yutkunmada öyle çok şey vardı ki… Bir oğlun babasına duyduğu hasret, söyleyemedikleri, tamamlayamadıkları ve şimdi sırtına kalanlar.
Bir süre sustu. O sustukça masada çatal bıçak oynatmaya cesaret edemeyen eller biraz daha dizlerin üzerinde sabitlendi. “Ama madem bu duruma geldik…” dedi usulca. Sesinde bir kabul ediş vardı, mecburiyetle gelen bir dik duruş… “Şunu bilmenizi istiyorum,” dedi, bakışları yavaşça masayı bir kez daha süzerken. “Ben ne dedelerim gibiyim ne de babam.” Cümle bir iddia değil, bir tespitti. Kendisini küçümsemeden, yüceltmeden, olduğu gibi ortaya koyuyordu. Sanki sadece bu evdeki insanlara değil, kendi içindeki geçmişe de söylüyordu bu sözleri.
Sırtını hafifçe dikleştirdi. “Onlar çok büyük adamlardı. Güçleri, kararları, duruşları başka bir zamana aitti. Onlara hayran olmamak mümkün değil… ama onların ayak izinden yürürken, kendi izimi kaybetmek istemem. Ben onların kopyası olamam, olmam da.” Sesi bir ton daha derinleşti. Bir kararlılık taşıyordu artık. Sadece yöneten birinin değil, kendini tanıyan birinin sesi vardı orada.
“Ben Boran’ım. Kendimce doğrularım, yanlışlarım olacak. Sırtımda onların adı, önümde kendi yolum var.” Gözleri yeniden Cihan’a, babaannesine, sonra da bana döndü. Bana baktığında içimde bir şey daraldı. Çünkü bana baktığında sanki tek sorusu şuydu: Beni böyle de kabul eder misin? Ve ben, onun tam da bu hâline hayran oluyordum.
Masada bir uğultu olmadı. Kimse başını eğmedi, kimse konuşmadı. Çünkü Boran konuşmaya devam ettikçe hepimizin içindeki sessizlik biraz daha çözülüyordu. “Bu evde ne yaşanacaksa ne konuşulacaksa, burada bu masada olacak. Benim kulağım sizde olacak ama sizinki de bende olacak. Bu masa, sadece benim kararlarımı değil, hepimizin sesini taşıyacak. Herkesin sözü benim için kıymetli. Fikir de itiraz da yerini bulacak. Bu evde artık kimse susturulmayacak ve hiç kimse yalnız kalmayacak.”
O cümleyle birlikte sanki içimdeki tüm sessizlikler de yankılandı. Ama Boran durmadı. Gözleri bu kez masanın ucundaki halasına kaydı. Sonra kuzenine. O kısa bakışta bir ima gizliydi, yumuşak ama net bir uyarı. Gözlerinde yargı değil, ilke vardı sanki. “Ve bir şey daha. Bu evde artık kimse kimseye haksızlık etmeyecek. Kimsenin sınırları başkalarının kibriyle hadsizlikleriyle çizilmeyecek. Ne fikirler bastırılacak ne de insanlar küçümsenecek. Kimse kimsenin kalbini kendi gücüyle şekillendiremeyecek. Ne yapılıyorsa, adaletle yapılacak.”
O cümleyi söylediğinde içim ürperdi. Çünkü bakışları kısa bir an bana da uğramıştı. O kısa anlık temas, bana bir söz gibiydi. Sadece “yanındayım” demiyordu; “buna izin vermem” de diyordu. Bu evden gidiş sebebimiz belliydi. Bana yapılan haksızlığa sesini çıkarmıştı Boran ve yine alttan alttan uyarı yapıyordu.
“Buraya kalıcı olarak yerleşmedik.” Dediğinde Zümra babaanne masadaki bakışlarını kaldırıp direkt baktı torununa doğru. “Bu evden giderken neler olduğunu da unutmadım, neden gittiğimizi de. Saygısızlık en tahammül edemediğim şeydir. Karıma yapılmış saygısızlık bana da yapılmış demektir ve saygının olmadığı yerde de işim yoktur benim.”
“Oğlum…” Zümra babaanne Boran’ın cümlesinin hemen ardından konuştuğunda mırıldandı. “Evladımı yeni kaybettim ben, siz bana ondan yadigarsınız. En azından bir süre daha yanımızda kalsanız. Kardeşlerinin yanlarında olmalarına ihtiyacı var. Benim sana ihtiyacım var.” Ağlamaklı bir şekilde konuşan kadınla içim buruldu.
Boran’ın yüzüne baktım. Çelikleşmiş, dimdik duran o adamın içinde bile titrek bir çocuk vardı ve babaannesine bakıyordu üzgünce. Zümra hanım bakışlarını Boran’dan çevirip bana doğru baktı. “İnci… Biliyorum kızım bu evde haksızlığa uğradın. Göz yummanı istesem çok bencilce davranmış olacağım biliyorum ama olmaz mı yavrum, sadece bir süre daha?”
Zümra babaannenin gözlerindeki o yumuşaklık ve kırgınlık, aynı zamanda yılların getirdiği bir yorgunluk vardı. Onun o isteği, o içten mırıltısı, kocaman bir dünyayı taşıyordu. Sessizce başımı sallarken Boran’a baktım. Bakışlarımız buluştuğunda o da ne demek istediğimi anlamıştı.
Zümra babaanne bu sessiz anlaşmamızdan verdiğimiz kararı anlayarak tebessüm ederken Boran tekrar konuştu. “O halde anlaştığımıza göre, afiyet olsun.”
Masada yine bir sessizlik oluştu. Ama korkudan değil, sindirmeye çalıştığımız bir saygıdan. Boran o sözleri söyledikten sonra elini çorba kasesine götürdü ama gözleri hâlâ masadaydı. Başka bir şey söylemedi. Gerek de yoktu. Sözün bittiği yer değil, belki de başladığı yerdi artık burası.
Ben o an karşısında oturduğumu değil bir yerde onunla yan yana durduğumu hissettim. Çünkü onun söylediği her şey, sadece bu evin düzenini değil, bu hayatın terazisini de kuruyordu. O artık sadece masanın başındaki adam değildi. O, ne yaparsa yapsın adaletle yapmaya yemin etmiş biriydi ve ben, onu bu haliyle gördüğümde gurur duyuyordum.
*****
Akşam yemeğinden sonra herkes bir yerlere dağılmıştı. Boran, Fatih ile önemli bir şeyler konuşacağından bahsederek dışarı çıkmıştı. Zümra babaanne ve Gülsüm Hanım kuran okuyorlardı. Derin odasına çekilmişti. Cihan ve Defne biraz hava alıp yürümek için çıkmışlardı. Gamze de odasına geçmişti. Bende odamızdaydım ve Güney ile telefonla konuşuyordum.
“Boran’a özür borçluyuz.” Diyen kardeşimle iç çektim. Biliyordum bunu, zaten özür dileyememek kalbime bir yük gibi çökmüştü. “Biliyorum Güney, cenazenin üzerinden biraz zamanın geçmesini istedim. Ama Boran özellikle kaçıyor benden, yan yana geceleri geliyoruz çoğunlukla. Onda da yorgun oluyor, uyuyor.”
“Kırılmakta haklı, bende haksızlık ettim. Ses kaydı nevrimi döndürdü, mantığımı çalıştıramadım. Belki de seni o kadar gazlamamalıydım. Ama yanlış anlaşılmayacak gibi de değildi.” Dediğinde ne diyeceğimi bilemedim. İkimizde doğru düşünememiştik. Gerçi haksız da değildik o an için. O ses kaydı her şeyin üzerini çiziyordu. “Olan oldu, şimdi kendimi affettirmem gerek.”
“Ne öneri vereceğimi bile bilmiyorum. Ama sen halledersin.” Belli belirsiz mırıldanarak onayladım ancak ne yapacağımı bilmiyordum. Konuşup anlatsam beni dinlerdi, biliyordum. Anlamaya da çalışırdı. Ama aramızdaki soğukluğu nasıl kıracaktım onu bilmiyordum. Bizim baş başa oturup konuşmamız gerekiyordu ve bu evde baş başa kalmamız pek kolay değildi.
Aklıma gelen şeyle birlikte oturduğum yerden kalkarak Güney’e doğru konuştum. “Hadi ben kapatıyorum. Sonra konuşuruz yine.” Dediğimde Güney onayladı. “Görüşürüz.”
Odamdan çıkarak merdivenlere doğru ilerledim. Hızlı adımlarla aşağı inip dış kapıdan çıktım. Ben çıkar çıkmaz korumaların gözü bana çevrilirken benim gözlerim Mert’i aradı. Yoktu. Kapıdaki korumalardan birine doğru yaklaştığımda ceketinin önünü düzelterek bana doğru baktı. Bense konuştum. “İyi akşamlar, Mert nerede biliyor musunuz acaba?”
“Boran Bey’in yanında.” Dediğinde başımı salladım. Şimdi onun Boran’ın yanından almak olmazdı. “Bir şeye mi ihtiyacınız vardı?” Koruma tekrardan konuştuğunda tereddütlü de olsa cevap verdim. “Ağva’daki evi hazırlayabilir misiniz diyecektim.”
Koruma başını salladı anında. “Tabii ki İnci Hanım.” Koruma beni onaylayarak telefonunu çıkartırken minnettar bir biçimde konuştum. “Teşekkür ederim.”
Boran konuşmayı bitirdiğinde çıkardık. Konuşmamız gerekiyordu ve konuşurken de baş başa olmalıydık. Bu mesele ikimiz arasındaydı. Konuşup halletmeliydik. Koruma telefondan birileriyle konuştuktan sonra isteğimin yerine getirildiği haberini verdiğinde tebessüm ederek odaya çıktım. Üzerime rahat edebileceğim şeyler giydikten sonra odadan çıktım.
Ardından bahçeye tekrardan çıkarak arabama doğru ilerledim. Anahtar üzerindeydi muhakkak. Arabama binerek bahçeye bakınmaya devam ettim. Boran neredeydi bilmiyordum ama müştemilatta olduğunu tahmin ediyordum. O yüzden bakışlarım orada durmaya devam etti.
Yaklaşık yarım saat arabada bekledikten sonra tahmin ettiğim gibi müştemilattan çıkan üçlü ile derin bir nefes aldım. Mert ve Fatih bahçede durmaya devam ederken evin kapısına ilerleyen Boran ile arabayı çalıştırarak yanına doğru ilerledim. Kendi tarafımdaki camı açarak konuştum. “Atlayın bakalım Boran Bey.”
Boran’ın bakışları bana doğru döndüğünde şaşkınlığını görmemek imkansızdı. Ne olduğunu anlamak istercesine bana bakarken tekrar konuştum. “Hadi aşkım, gelsene.” Boran şaşkınca bana bakmaya devam ederken bakışları arkamızdaki Fatih ve Mert’e döndü. Onlara gözleriyle işaret verirken arabanın ön koltuğuna bindi.
“Hayırdır?” diye bana bakarken gaza basarak bahçeden çıktım. “Kaçırıyorum seni.”
“Ne?” diyerek bana baktıktan sonra bakışları dikiz aynasına takıldı. Fatih ve Mert’in geldiğinden emin olmak istiyordu belli ki. “Korkma, sadece baş başa olabileceğimiz bir yere gidiyoruz.” Dedim alaylı bir tonda. Boran sesini çıkartmazken arabayı sürmeye devam ettim.
Yolları aşarak ilerlerken Boran mırıldandı. “Ağva’ya mı gidiyoruz?” etrafına bakarak dile getirdiği soruyla birlikte onu onayladım. “Evet, doğru bildin.”
Belli bir süre yolda ilerlemeye devam ederken ikimizde sessizdik. Ben kendimi Ağva’ya saklıyordum. Boran zaten hep sessizdi şu aralar. Ağva’daki eve ulaştığımızda arabayı park ederek araçtan indim. Boran’da benim gibi indiğinde çoktan gelen korumaları gördüm. İsteğim gerçekten yapılmıştı.
Boran, onlara doğru baktıktan sonra Fatih ve Mert’e döndü. Muhtemelen güvenliği iyi sağlamalarıyla ilgili bir bakış attıktan sonra başıyla bana işaret verdi. Onaylayarak önden ilerledikten sonra kapıya ulaştığımızda kapının hemen önünde bulunan korumaya karşılık konuştu. “Gözünüzü dört açın koçum.”
“Emredersiniz.” Koruma onu onaylarken ben beklemeden kapıyı açtım ve içeri girdim.
Buraya gelişimiz daha dün gibiydi. Bu özel yerde konuşalım istemiştim. Ben ilk defa burada Boran’a karşı kendimi açmıştım. İlk defa ona karşı gardımı indirip konuşmuştum, birlikte vakit geçirmemize izin vermiştim. Şimdi yine burada barışalım, birbirimizi anlayalım istiyordum.
Boran direkt olarak kanepeye ilerleyerek sırtını yasladığında ona baktım. O da bana baktığında sesini işittim. “Beni kaçırmanın bir sebebi olduğunu düşünüyorum.” Cümlesiyle başımı salladım hızla. Vardı elbette. Beklemeden yanına, yüzüm ona tamamen dönük ve aramızdaki mesafe az olacak şekilde oturdum. “Konuşmak istiyorum.”
“Biz zaten konuşuyoruz.” Diye cevap verdiğinde başımı iki yana salladım. “Bu şekilde değil, o günle ilgili.” Dediğimde iç çekti. “Havaalanında konuştuk.” Dediğinde duraksayarak yüzüne bakmayı sürdürdüm. O gün havaalanında benim söylediğim cümleyi söylüyordu. “Bana ayıracağın tek bir gece istiyorum, Boran. Lütfen.”
“Benim tüm gecelerim, gündüzlerim, her saatim, saniyem sanaydı zaten İnci.”
Sanki biri kalbimin ortasına yumruk atmış gibi oldu. Gözlerimi kaçırdım. Bu söz... bu kadar dolu, bu kadar içten bir şey söyleyebilen bir adamın kalbini nasıl bu kadar hoyratça kırdığımı düşündüm. Sessizlik içimizi kapladı ama uğuldayan o cümle, içimde tekrar tekrar yankılanıyordu.
Boran devam etmedi. Söyleyecek daha çok şeyi var gibiydi ama kendini tuttu. Bense artık daha fazla susamazdım. “Ben fark etmedim,” dedim kısık bir sesle. “Sana bakarken... senin gözlerinin bana bu kadar ait olduğunu, kalbinin bu kadar bana kurulu olduğunu görmedim. Göremedim. Belki de görmeye korktum.”
Boran başını eğdi, dudaklarını birbirine bastırdı ama yine de konuştu dayanamayarak. “Ben seni severken sen bana hep şüpheyle baktın. Dedenin sesi, o ses kaydı her şeyi mahvetti. Ama sen, o kaydın öncesinde de benden emin değildin. Sana karşı tek bir hatamı söyleyebilir misin? Bu ses kaydını senden gizlemem dışında bir hatamı. Neyi eksik yaptım da beni bir oyunun içine yerleştirdin?”
Boran'ın gözleri yüzümdeydi ama bakmıyordu. Gözleri oradaydı, evet, ama aramızda bir perde var gibiydi. Sanki benle değil, benim gölgemle konuşuyordu. O kadar kırılmıştı ki... O kadar inatla uzak duruyordu ki bana, ister istemez içim titredi. Parmak uçlarımı dizlerimde birleştirdim.
“Boran…” dedim, adını öyle bir söyledim ki, kendi içimde bile yankılandı. “Senin bir hatan yoktu. Ama benim var. Ben, senin bana olan sevgini göremeyecek kadar kırık biriyim. Hayatım boyunca biri gerçekten kalsın diye bekledim ama biri gerçekten kalmak istediğinde onu itecek kadar korkaktım. Kendi geçmişimden, kendi terk edilişlerimden sana yük getirdim hep biliyorum.”
Birkaç saniye duraksayarak gözlerine baktım. Sonra devam ettim cümlelerime. “Özür dilerim… O ses kaydını duyduğumda seni değil, sadece kendi geçmişimin yankısını dinledim ben. Ses kaydının eksik olabileceği aklıma gelmedi o kadar kaptırmıştım ki kendimi. Oradaki tek bir cümlen yeterdi, başta zaten dedemin sevgi gösterilmeye ihtiyacı olan aciz biri gibi beni göstermesi kalbimi kırmıştı. Sonra senin verdiğin söz kafamı karıştırdı.”
Sözlerim dökülürken sesim titredi ama kendimi geri çekmedim. Bu kez utanmak yoktu. Bu kez kaçmak yoktu. Gerçeği ne kadar çirkin olursa olsun söylemeliydim, çünkü Boran’ın kalbinde kalmak istiyorsam artık sadece onun sevgisine değil, güvenine de layık olmam gerekiyordu.
“Senin verdiğin söz…” dedim nefes alırken, gözlerim onun yüzüne sabitlenmişti. “Senin sesin içimi parçaladı. Çünkü sen farklıydın. Sana inanmıştım. Kalbimi hiç kapatmadığım tek yer sendin ve senin de o oyunun bir parçası olduğunu düşündüğüm an yıkıldım.”
Gözlerinin derinliğinde çatlayan bir şey hissettim. Sanki söylediklerim, içinde sakladığı o son direnci de çatlatmıştı. Ama yine de sessizdi. Çünkü kırgınlık, bazen öfkenin bile geçemediği yerlerde saklanırdı.
“Mantıklı düşünemedim. Her şey bir oyundu ve bu oyunun sonunda ben hiçbir zaman sana sahip olamamıştım. O kadar canım yandı ki. Bu aldatılmaktan bile beterdi Boran. Bakışlar yalan söylemez derler ama çok kez karşılaştım o yalan söyleyen bakışlarla. Çok kez oyun oynandı. Babam ayrı… o adam ayrı…” Lucas’ın ismini söylemekten imtina ederek kendimi açıklamaya çalışırken yutkundum.
“Bunların hiçbiri seninle ilgili değil, biliyorum. Hiç hak etmiyorsun. Ama ne yazık ki sana da taşıdım hepsini. Bilmeden, fark etmeden... seni de onların bıraktığı karanlıkta görmeye çalıştım ve seni kirlettim. En acısı ne biliyor musun? Senin sevgini o kadar yüksek bir yere koydum ki kendimi layık göremedim. Dedemin istediği oyunun parçası olmak, minnet için sevilen bir kadın olmak daha cazip geldi bana.” dedim acıyla.
Yanağıma doğru süzülen gözyaşını temizledim hızla. Kendimi hala o kadar aciz hissediyordum ki. İyileşememek bir hata değildi ama bunun bedelini karşımdaki insana ödetmek canımı çok yakıyordu. Çünkü hak etmiyordu ne bu güvensizliği ne de benim gibi bir kadını.
Boran kıpırdamadı. Ama gözleri bana saplandı, öyle bir bakışla ki... sanki içimden geçen her şeyi kelimesiz okuyordu. O bakışlar, yargılayan değil, anlayan gözlerdi.
“Benim sevgime layık olabilecek tek kadın sensin. Bunu ağzından bir daha asla ama asla duymayacağım İnci.” Keskin bir tonda söylediği cümle ile zorlukla yutkundum. Kelimeler ağırdı. Ama içinde öyle bir kararlılık vardı ki… bu, sadece bir uyarı değildi. Bu, kalbini elime bırakırken çizdiği son sınırdı.
“Ses kaydını yanlış anlamanı anlarım, kendimi bir şekilde ikna ederim o konuda zaten. Yanlış anlaşılmaya müsait bir cümleydi evet, kesilip kesilmediğini, oynanıp oynanmadığını anlamaman da normal. Ama ben her şeyimi, her duygumu senin önüne dökerken bir cümleyle bana sırtını dönüp gitmeni anlayamıyorum.” Hem sinirli hem kırık bir sesle söylediği cümleyle gözlerine bakmaya devam ettim.
Bir an durup nefes aldım. Onun da nefes alışverişi hızlanmıştı. “Gitmedim Boran. Gidecektim, evet. Ama gidemedim. Ayaklarım dönmedi. Aklım, kalbim, her şeyim burada kaldı sende kaldı. Bana her şeyi anlattığında inandım sana.”
“Ama kaçmayı seçtin.” Dedi anında.
“Burada mutlu olmadığıma, canımın yandığına kendimi öyle güzel ikna ettim ki…” deyip duraksadım. “Senin yanında çok mutluydum yalan yok ama üzerime bindirilen yükten, en basitinden tek başıma kalamayışım, her adımımın takip edilmesi o an o kadar battı ki bana gitmek en doğru olanı gibi geldi. Yalnız kalmak, düşünmek için Londra’ya dönmeyi istedim. Orada sadece kendimin olduğu bir boşluk istedim. Burada kalsam her şey devam edecekti.”
Boran bakışlarını benden çekip başka tarafa doğru çevirdi. Gözlerim dolu dolu ona bakmayı sürdürürken Boran’ın yutkunuşunu gördüm. “Hep bir sebebin var kaçmak için.”
Cümlesi içime oturduğunda bakışlarımı kaçırdım.
Boran ise alayla güldü. “Burada mutlu olmadığını görmediğimi mi sanıyorsun? İnci buraya ilk geldiğin gün ve geçen şu süreçte mutlu olmadığını görüyorum ben senin. Şirket için ayrı rollerin var, psikolog olarak ayrı rolün var. Bir anda korumaların arasına düştün. Kendi başına kalamıyorsun. Bunların her birinden rahatsız olduğunu görüyorum, mutluymuşsun gibi ama aynı zamanda da değilsin. Biliyorum. Ama kaçmak en kolayı ve sen her zaman en kolayını seçiyorsun. Sana buraya geldiğimiz ilk seferde de söylemiştim, kendini gitmeye şartladın. Beni tanımıyorsun bile, tanımaktan bile kaçıyorsun demiştim.”
Hatırlıyordum o cümleyi. O bana bunu söylediğinde bunu değiştirmek için bir şeyler yapmaya çalışmıştım. En azından kendimi ona biraz daha açmıştım ya da öyle sanmıştım.
“Sen hala gitmeyi istiyorsun İnci, ben sana sevgimi de, aşkımı da, güvenimi de verememişim ki.” Sesindeki kırgınlık gözbebeklerine dahi sinmişti.
Bana değil, belki de en çok kendine kırgındı. Sanki elinden geleni yapmış, her şeyi sunmuş ama yine de yetememiş biri gibi bakıyordu bana ve ben, ilk kez onun o bakışlarının altında ezildiğimi hissettim. Çünkü haklıydı. Kaçmayı hep bir çözüm olarak görmüştüm. Bunu doğrudan “çözüm” diye adlandırmamıştım belki ama içten içe biliyordum. Zorlandığım her yerde, ne hissettiğimi anlatmak yerine uzaklaşmayı, kendimi geri çekmeyi tercih etmiştim.
Ve o bunu fark etmişti. Belki benden önce anlamıştı gerçeği. Ben ise hep bir bahaneyle susmuştum. Koşullar, ortam, baskı diye bahaneler buluyordum ama asıl meselem kendimdi. Kendimle baş edemediğim yerlerde onu da yaralamıştıım. Boran’ın kırgınlığı, sadece gitmeye çalışmamla ilgili değildi, onun sevgisini hep yarım yarım kabul etmemle ilgiliydi. Ben onun uzattığı elin tam karşısında durup, o eli tutmamayı seçmiştim defalarca. Ve o da artık yorulmuştu.
O an sevginin sadece “kalmak”la ilgili olmadığını anladım. Bazen orada olup da ruhen uzak olmak, fiziksel gidişlerden daha çok yıpratıyordu bir ilişkiyi. Boran bana bunu göstermişti ama ben hep gözümü kaçırmıştım. Korkmuştum çünkü. Gerçek bir sevgiye temas ettiğimde içimdeki güvensizlik daha da büyüyordu.
Ya bir gün biterse? Ya bir gün giderse? Ya ben onun kalbinde sandığım kadar yer etmiyorsam? Bu sorular beynimi kemirirken, elimdeki sevginin kıymetini anlamayı ertelemişim. Şimdi ise o sevgi, suskunlukla sınanıyordu. Ne o bağırıyordu artık ne ben kaçacak yer arıyordum. İlk defa her şey olduğu gibi ortadaydı.
İçimde hem pişmanlık vardı hem de bir şeyleri yeniden kurma isteği. Ama o kırgınlığın üstünden geçmek kolay değildi. Bunu biliyordum. Boran’ın kalbinde açtığım yara öylece kapanmayacaktı. Özür dilemekle, birkaç samimi cümleyle geçmeyecekti. Çünkü o bana güvenmişti. Sessizce, koşulsuzca, defalarca. Ve ben bu güvenin karşısında kendi iç sesime kulak verip hep bir adım geride durmayı tercih etmiştim.
Kendimi koruyarak yaşarken, onun kalbini koruyamamıştım. Bu gerçeği kabul etmek canımı yakıyordu. Ama en azından artık kaçmıyordum. İlk kez, tüm çıplaklığıyla olanı biteni görüyordum ve bununla yüzleşmeye hazır hissediyordum.
Gözlerinin içine baktım. O susarken bile içinde fırtınalar koptuğunu hissedebiliyordum. Bu ilişki için ne kadar savaştığını ne çok sabrettiğini, belki de artık içinin ne kadar yorgun olduğunu görüyordum. Ama ben de değişmiştim. Bu kez savaşmaya hazırım demek istedim o an. Gitmek kolay geldiği için değil, kalmak gerçekten zor olduğu için buradayım demek istedim.
Ona artık içinde yalnız yürümeyeceği bir yol olduğunu göstermek istedim. Yanında, tam yanında durmaya hazır biri var demek istedim. Ama bunu kanıtlamam gerekiyordu. Sözlerle değil, davranışlarla. Artık anlatmak değil, göstermek zamanıydı. Eğer hâlâ bir şans varsa, bir cümlelik bile olsa, ben o cümlenin içinden geçmeye, baştan yazmaya razıydım. Çünkü sevgi, suskunluğa rağmen kalabilmekti. Ve ben bu defa gitmeye değil, kalmaya niyetliydim.
“Sen verdin ama ben kabullenmedim. Kabullenemedim.” Derken sesimi kendim bile zor duydum. İçimden yükselen sızı, artık gözyaşlarımla birlikte yüzüme akmaya başlamıştı. Elimi çabucak yanağıma götürüp gözyaşlarımı sildim. Bakışlarımı yere çevirdim. Onun gözlerinin içinde daha fazla kalamayacaktım. O kadar çok şey anlatıyordu ki o bakışlar… Kırgınlık, yorgunluk, hâlâ orada bir yerlerde varlığını sürdüren sevgi… Hepsi birbirine karışmıştı.
Boran derin bir nefes aldı, sonra kısık bir sesle konuştu. “Bunu bilmek çok daha kötü, İnci. Ben elimdekini verdim. Kalbimi, güvenimi, inancımı… sana ‘yanımda kal’ demek için bile gururumu yuttum. Ama sen… kendini bile ikna edememişsin bu sevgiye.”
Durdu. Nefes alışverişi belirginleşti. Sesinde kırılganlık vardı ama bu defa susmamıştı. Sözlerini bıçak gibi kesmeden, içinden geldiği gibi konuşuyordu. “Sen kabullenemedim diyorsun ya… Bilmek acıtıyor. Çünkü ben sana güvenmenin bedelini şimdi çok daha ağır ödüyorum. Hani bazen sadece bir kelime beklersin birinden… Bir bakış, küçük bir adım... Ama sen hep temkinli, hep kontrollüydün… Ve şimdi bu noktada ‘kabullenemedim’ deyince, içimden bir şey daha kopuyor.”
Başımı kaldırdım. Bakışlarımı onun yüzünde gezdirdim. Konuşurken gözleri bana değil, karşıdaki duvara takılmıştı. Ama ben artık kaçmak istemiyordum. Onun yüzüne bakmak, acısını görmek, kelimelerin keskinliğini duymak istiyordum. Çünkü haklıydı.
“Boran,” dedim yavaşça. “Ben… senin kadar cesur olamadım. Kalbimi ortaya koymak, o kadar da kolay değildi benim için. Ama bu, seni sevmediğim anlamına gelmedi. Hiç gelmedi.”
Gözlerini bana çevirdi. Bu sefer doğrudan baktı. Gözleri kırgındı ama yavaş yavaş yumuşuyordu.
“Peki şimdi ne istiyorsun, İnci?” diye sordu. “Beni buraya getirip her şeyi döktün önüme. Ne için? Ne duymayı bekliyorsun benden?”
Derin bir nefes aldım. “Seni sevmeme izin ver.” dedim. “Her şeyin bittiğini düşündüğün anda bile kalbinde bana bir yer bıraktıysan… o yeri terk etmeyeyim artık. İzin ver telafi edeyim. Yanında olayım. Yeter ki… bana bir kapı bırak.”
O anda gözyaşlarımı tutamadım. Sessizce aktılar. Çünkü onun yorulması, benim en büyük pişmanlığım olmuştu. Sözlerim bittikten sonra sessizlik çöktü. Sadece kalbimizin atışları vardı odada. O bana bakıyordu. İlk defa, kırgınlığı kadar sevgisi de görünüyordu gözlerinde.
“Beni gerçekten seviyorsan…” dedi sessizce, neredeyse fısıldayarak. “Bu sefer gitmeyeceksin. Savaşacaksın. Çünkü ben artık geri döndüğünde hâlâ burada olacağımdan emin değilim.”
Başımı salladım. “Gitmeyeceğim. Ne olursa olsun, bu sefer kalacağım.” Derken ağlamaklı gözlerle ona bakmayı sürdürdüm. Boran’ın gözlerinde yılların yorgunluğu vardı. Bu sevginin sadece kırıklarla değil, sabırla, inatla, vazgeçmeyişle taşındığını biliyordum. Ve şimdi, o bakışların içinden süzülen sessizlikte beni bekleyen bir sınav vardı.
Gözyaşlarımı sessizce silmeye çalışırken, içimde birden onun dokunuşunu hissettim. Boran elini kaldırıp yanağımdan bir damlayı sildi. Elimi elinin üzerine yaslayarak gülümsemeye çalıştım ve aynı zamanda konuştum.
“Zaman istiyorsan zaman… Mesafe istiyorsan ona da saygı duyarım. Ama şunu bil Boran. Bu sefer sadece ‘seviyorum’ demek için değil, bu sevginin gereğini yaşamak için çabalayacağım. Yanında sessizce beklemem gerekiyorsa beklerim. Kırıklarını onarman için alan gerekiyorsa çekilirim ama gitmem. Çünkü sen artık sadece sevdiğim biri değilsin. Sen, geç kalmış cesaretimin adı da oldun.”
Bir süre öylece birbirimize bakarken Boran elini usulca çekti yanağımdan. Avuç içinin sıcaklığı yanağımdan uzaklaştığında içimi bir soğukluk kaplasa da umursamadan elimi indirerek dizime yasladım. Bakışlarımı yere doğru indirdiğimde Boran konuştu.
“Madem her şeyi konuştuk, bilmen gereken bir şey var.” Dediğinde yavaşça ona doğru döndüm. “Ses kaydını sana gönderen Derya’ydı.” Cümlesiyle büyük bir şaşkınlık yaşarken devam etti. “İlişiği kesildi, gerekli şeyler yapıldı. Kimin için çalıştığı henüz belli değil. Ancak neden yaptığını itiraf etti.” Deyip bakışlarını kaçırdığında mırıldandım. “Seni sevdiği için.”
Cümlemle Boran anında bana bakarken yutkundum. O yakın halleri, giyimi, kuşamı bir adamı etkilemek için yaptığı şeylerdi. Ses kaydını da aramız bozulsun diye atmıştı. Taşlar şimdi yerine oturuyordu. “Aramız bozulsun istedi, bozulursa sizin bir şansınız olacaktı sözde.” Derken başımı iki yana salladım. Çok acınasıydı, bir kadının bir kadına bunu yapması da ayrı bir konuydu.
“Amacına ulaşıyordu.” Boran’ın imalı sesiyle birlikte kararlı bir şekilde baktım gözlerine. “Ama ulaşamadı, ulaşamayacak da. Geçmiş olsun Boran Demirhanlı, ben ölene kadar benden kurtuluş yok.” Dediğimde kaşları çatıldı anında. “Saçma sapan konuşma.” Boran'ın yüzündeki o anlık sert ifade, aslında içindeki kaygının yansımasıydı. Gözleri bir anlığına kaçsa da hemen yeniden bana çevrildi. “Öyle şeyler söyleme. İnsan ne zaman, neyle sınanacağını bilemez. Ölümle şaka asla olmaz.”
“Şaka yapmadım,” dedim kararlı bir tonla. “Ben ciddiyim. Bu sefer gülüp geçilecek bir sevgi değil bu. Gitmek yok artık bende. Ne yaşanırsa yaşansın, sonuna kadar seninle olacağım.”
Boran gözlerini kısmış, yüzüme derin bir ifadeyle bakıyordu. Bir şeyler söylemek ister gibi ağzını açtı sonra hemen sustu. Sanki kalbi doluydu ama dili düğümlenmişti. Sessizlik bir anlığına aramıza çöktü ama bu sessizlik kopuk değil, tam tersine derin bir bağ gibiydi. O an birbirimize hiçbir şey söylemesek bile, her şeyi anlatıyorduk.
Göz hizasında durup elimle elini kavradım. “Sana yalan söylemeyeceğim Boran. Beni korkutan çok şey oldu. Geçmişin gölgesi, insanların baskısı, kendi özgürlüğümü yitirme fikri… Ama hepsi seni kaybetme korkusunun yanında o kadar küçük ki. Ve bu sefer hiçbir ses, hiçbir kişi, bizim aramıza giremez. Derya da, geçmiş de, benim korkularım da. İzin vermeyeceğim buna.”
Bakışları yumuşamıştı artık. Elimi daha sıkı tuttu. “Bu yaşadığımız ikimize de yük oldu. Tekrarı yaşanırsa o yükü taşımak için gücüm kalır mı bilmiyorum. Birine bu kadar bağlanmanın bu kadar can acıtması… ağırdı.”
Başımı salladım anlayışla. “Ben de o yükün bir parçası oldum, farkındayım. Ama şimdi o yükü tek başına taşımanı istemiyorum. Ben de omuz veriyorum artık. Ne olursa olsun, ben buradayım. Şimdi anlıyorum ki, tamamlanmak başka birinde değil… yanında yürümeye cesaret ettiğinde mümkün. Artık birbirimizle değil, birlikte savaşalım istiyorum.”
Cümlelerimin bitimiyle usulca sarıldım ona. Başımı omzuna yasladım. Kalbim onun kalbine değdiğinde, aramızdaki mesafeler de, kırgınlıklar da birer birer eriyip gitti sanki. “Artık yanındayım Boran. Her şeyinle… seninleyim.” Kalp atışlarını dinledim bir süre. Boran kolunu bana sardığında içimde büyüyen o yük azalır gibi oldu. İçimde tarifsiz bir huzur oluştu. Bir şeyleri düzeltmek için hâlâ bir şansım vardı ve bu kez gerçekten bırakmayacaktım.
*****
Sabah gözlerimi güneşin odaya yayılmasıyla aralamıştım. Bakışlarım direkt olarak yanında uyuduğum adama kaymıştı. Huzurlu görünüyordu önceki günlere nazaran. Konuşmak ikimize de iyi gelmişti. Üzerimden az da olsa yük kalkmıştı. Beni dinlediği için, anladığı için ve tamamen içinden atmadığı için minnettardım.
Yataktan kalkarak ilk iş olarak banyoya ilerleyip işlerimi hallettim. Ardından aşağı inip mutfağa geçtim. İlk geldiğimizde yaptığım gibi bir bize, bir de dışarıdaki korumalara çay demledim. Dün istediğim üzere alınan kahvaltılıkları tepsiye dizdim. Deniz’in karşısında yapalım istiyordum kahvaltımızı.
Tepsiye yerleştirdiğim şeylerden sonra mutfaktan çıkarak dış kapıya ilerledim. Kapıdan çıktığımda direkt olarak Mert ve Fatih beni karşılarken tebessüm ettim. “Günaydın.”
“Günaydın yenge.” Mert benim gibi tebessüm ederken tekrar konuştum. “Şuradaki masayı kumsala indirebilir misiniz?” dediğimde Mert onayladı beni. Başıyla diğer korumalara işaret verirken onlar masayı ve sandalyeleri alarak istediğim yere indirdiler. Bende o sırada tekrar konuştum. “Beş dakikaya kadar çayınız hazır olur.”
“Eline sağlık yenge.” Fatih minnettar bir gülüşle bana bakarken bende ona gülümseyerek tekrardan içeri girdim. Hazırladığım tepsiyi alarak tekrardan çıktıktan sonra masaya ilerledim ve hazırladıklarımı yerleştirmeye başladım. Saat henüz erkendi, güneş tepede değildi. Zaten ekim ayının ortalarında olduğumuzdan güneş eskisi kadar yakmıyordu.
Masayı yerleştirme işim bittiğinde tekrardan mutfağa ilerleyerek Boran’ın sevdiği gibi omlet yapmaya koyuldum. O sırada çayın hazır olmasıyla Mert’e tekrardan haber verdim. Mert ve Fatih gelip çaydanlıkları ve bardakları aldıktan sonra bende omleti pişmeye bırakıp portakal sıkmaya başladım. Boran’ın vücut direnci düşmüştü muhakkak ki. Günlerdir adam akıllı yemek yiyip dinlenmiyordu. Ben uyandığımda hep uyanmış oluyordu mesela. O yüzden hastalanmasından korkuyordum.
Portakal suyunu da sıktıktan sonra adımlarımı odaya doğru attım. Saat 10’u geçmişti. Yavaş adımlarla merdivenleri tırmandığımda Boran’ı uyuyor halde bulmayı beklerken uyanmış ve yatakta uzanıyor pozisyonda olduğunu görmek hayal kırıklığına uğratsa da sesimi çıkarmadım.
“Günaydın, benim sesimden mi uyandın?” Sesimi enerjik çıkarmaya çalışırken Boran başını iki yana salladı. “Uykumu almışım, baksana çok bile uyumuşum. Saat 10 olmuş, hatta 11’e yaklaşmış.” Derken yatakta uzanmaya devam etti. Bende yanına doğru ilerleyip uzanırken direkt olarak yan dönerek ona doğru baktım. “Günlerdir adam akıllı uyumuyordun, çok normal.”
Elimi başımın altına yaslamış onu izlerken Boran’da bana doğru baktı. Bir süre sadece bakıştık. Sessizdi ama huzurluydu o an. Gözlerinde alışkın olduğum sertlikten çok daha başka bir şey vardı; yumuşak, sakin, hatta biraz kırılgan bir ifade. Elimi uzatıp saçlarının bir tutamını geriye ittim. O hareketimle birlikte gözlerini kapattı bir anlığına. Bense alnına değen elimde hissettiğim sıcaklıkla kaşlarımı çattım.
“Ateşin var senin.” Yattığım yerden endişeyle doğruldum. Direkt olarak uzanıp dudaklarımı alnına bastırdım sıcaklığı hissetmek için. Aynı sıcaklık dudaklarıma da bulaştığında geri çekilerek yüzüne baktım. Korktuğum başıma gelmişti. “Çok yüksek değil, ılık bir duş alırsan düşer muhtemelen. Sonra da uzanırsın.”
Endişeyle konuşmaya devam ederken Boran belli belirsiz gülümsedi. “Halsiz hissetmiyorum, muhtemelen bağışıklığım düştü. Endişe etme.”
Ama endişelenmemek elimde değildi. Onu o halde görmek… yüzünün solgunluğu, gözlerinin biraz daha yorgun bakması içime koca bir yumru gibi oturmuştu. Yavaşça yataktan kalkarken mırıldandım. “Ben sana bir ıhlamur yapayım. Belki içine biraz zencefil de koyarım, bağışıklık sistemin toparlansın.”
Yorgun ama inatçı bir şekilde karşılık verdi cümlelerime. “İnci… abartıyorsun, gerçekten iyiyim.”
Yatağın ucunda durdum, gözlerimi onun gözlerine diktim. “İyi olsan alnın fırın gibi yanmazdı ve sen kolay kolay hasta olmazsın. Vücudun sinyal veriyor işte, azıcık dinle.” Sonra biraz yumuşayıp gülümsedim. “Lütfen, inat etme. Alışkın değilsin belki ama ben seninle ilgilenmeye çok istekliyim.”
Cümleleri bakışlarıma sabitlendiğinde ilk kez kendini bırakmaya razı bir adam olduğunu gördüm. Güçlü olmaya çalışmayan, sadece sevildiğini kabul eden bir adam. “Tamam,” dedi sonunda. “Ama o çayın içine bal da koy. Zencefille boğma beni.”
“Emriniz olur Boran Bey.” Diyerek odadan çıkmaya yöneldiğimde arkamdan seslendi. “Çayı buraya getirme, aşağı iniyorum ben.” Dediğinde onayladım. “Tamam.”
Hasta psikolojisine girmek istemediğini bildiğim için direkt olarak onaylayarak aşağı indim. Dolapları karıştırarak ıhlamur olup olmadığına bakarken olmadığını görerek dudaklarımı büzdüm. Buraya çok sık gelinmediği için muhtemelen alınmamıştı. Hiç beklemeden kapıdan çıkıp Mert’e yöneldim.
“Mertciğim, ıhlamur alabilir misiniz?” diye rica ettiğimde Mert onayladı. “Tabii yenge, hemen gönderiyorum çocukları.”
“Teşekkür ederim.” Diyerek tekrar içeri girdikten sonra iç çektim. Dışarıdaki masayı toplamak ve toplamamak arasında kalırken açık havanın ona iyi geleceğini düşünüp toplamaktan vazgeçtim. Yine de Boran geldiğinde ona soracaktım tekrar.
Yine de boş durmayıp bu sefer dolapları karıştırarak kurutulmuş nane buldum. Bu da ıhlamur kadar iş görürdü. Onu sıcak su ile demleyerek bekletirken Boran’ın merdivenlerden indiğini gördüm. Elinde havluyla saçlarını kurutarak iniyordu. Demlenen naneyi kupaya koyarak üzerine limon sıktıktan sonra içine bal da atarak Boran’a doğru ilerledim.
“Buyurun, nane limonunuz.” Dedikten sonra ekledim. “Ihlamur yokmuş, çocuklar alıyor şimdi. O geldikten sonra onu hazırlayacağım.” Boran elimden kupayı alırken ilk önce burnuna götürüp kokusunu içine çekti. Ardından da mırıldandı. “Eline sağlık.”
“Şifa olsun.” Diyerek gülümsedikten sonra elimle koltuğu işaret ettim. “Sen otur, ben dışarıya hazırlamıştım sofrayı. Onları toplayıp geleyim, şimdi ıslak saçla çıkma. Başın ağrır.” Diyerek kapıya doğru yöneldiğimde Boran bileğimden tuttu.
Parmakları bileğime hafifçe ama kararlı bir şekilde dokunduğunda adımlarım olduğu yerde durdu. Birkaç saniye öylece kaldık. Dönüp yüzüne baktığımda gözleri doğrudan benimkilerdeydi. Yorgundu, evet… ama o yorgunluğun içinde bir başka şey vardı: Özlem. Birlikte geçen zamanlara, geçmeyen cümlelere, sustuklarımız kadar susturamadıklarımıza dair bir özlem.
“Elimi tutmaya mı çalışıyorsun, gitmeme engel olmaya mı anlamadım?” diye hafifçe şakacı bir biçimde gülümsedim yumuşatmak ister gibi. Ama gözleri ciddiydi. Sözlerinden çok bakışı konuşuyordu. “Her ikisi de. Dışarıda yaparız kahvaltıyı, açık hava bana da iyi gelir.”
Kararsız bir biçimde gözlerine bakarken mırıldandım. “O halde koltuğa geçip otur, bende en azından saçlarını kurutayım.” Dediğimde bariz bir şaşkınlıkla baktı bana. Gözlerinde o an yakaladığım ifade, sadece şaşkınlık değildi… Hafif bir tebessümle karışık, içinde “gerçekten mi?” sorusunu barındıran mahcup bir bakıştı bu. Onun gibi güçlü, alışılmışın dışında mesafeli görünen bir adam için küçük bir jest bile fazlaydı belki ama bundan sonra böyle olacaktı.
“Saçlarımı kurutman için hasta mı olmam gerekiyordu?” diye sordu hafifçe kısık, biraz alaycı ama çokça memnun bir tonda. Gülümseyerek başımı salladım. “Sanırım evet. Ama bundan sonrası için illa ateşlenmene gerek kalmayacak, söz veriyorum.” dedim ve yanındaki sehpanın üzerinden havluyu aldım.
Koltuğa geçip oturduğunda saçları hâlâ hafif nemliydi. Başını biraz öne eğmesini rica ettim, o da usulca dediğimi yaptı. Parmak uçlarımı nazikçe saçlarının arasından geçirirken konuşmadım. Sessizliği bozmadan sadece ilgimi gösterdim, ki o da bu sessizliğin içinde yavaşça gevşemeye başladı. Omuzları düştü, nefesi derinleşti.
Ardından yavaşça, saç diplerine doğru daha özenli hareketlerle havluyu bastırmadan kurulamaya devam ettim. Parmaklarım istemsizce saçlarının arasına kayıyor, sadece kurulamıyor, aynı zamanda o anın içinde ikimizi de sakinleştiriyordu. Yüzümdeki gülümsemeyle işimi yapmaya devam ederken dayanamayarak uzanarak dudaklarımı saçlarının üzerine bastırdım.
Boran, bu beklenmedik dokunuşla bir an kıpırdamadan kaldı. Başını eğmiş halde öylece otururken nefesinin ritminin yavaşladığını hissettim sonra derin bir soluk verdi. Elim hâlâ saçlarının üzerindeydi, dudaklarımı çektiğimde başını biraz kaldırdı, gözleri benimkileri buldu. Dinginlik vardı bakışlarında.
“Saçların kurudu.” Diyerek havluyu kanepenin arkasına doğru serdim. Ardından konuştum. “Çıkabiliriz istersen.”
“Çıkalım.” Boran oturduğu yerden kalkarak mutfağa doğru bakış attı. Ardından ocağın üzerindeki çaydanlığa ilerleyip onu da diğer eline alarak kapıya ilerledi. Bende hızla omleti alıp arkasından ilerledim ve kapıyı açtım onun için.
Birlikte çıktıktan sonra Boran elindeki çaydanlığı korumalardan birine uzattı. Ardında Fatih’e bakarak konuştu. “Var mı bir sıkıntı?” Fatih hızla başını iki yana salladı. “Her şey yolunda abi.”
“Tamam koçum. Sizde nöbetleşe istirahat edin.” Diyerek Fatih’in omzuna vurduktan sonra hazırladığım masaya doğru ilerledi. Bende onun peşinden ilerleyerek masaya geçtim. Omletlerimizi tabaklarımıza koyarken Boran’da benim çay bardağıma çay koyarak kendi yerine geçti.
Tam karşısına geçip oturduğumda mırıldandım. “Boğazın acıyorsa senin için daha yumuşak bir şeyler hazırlayayım. Hatta çorba yapayım, bekle beni.” Kalkmak için hamle yaptığımda Boran hızla engelledi. “Hayır, acımıyor. Otur artık. İyiyim ben. Soğutmadan yiyelim.”
Peki manasında kafamı sallayarak masaya yöneldiğimde bakışlarım meyve sularına takıldı. “Vitamini kaçmasın, ilk önce bunu iç istersen.” Diyerek masadaki portakal suyunu işaret ettim. Boran uzanarak onu eline alırken güler gibi oldu. “Komutlar net ve açık.” derken bardağı kaldırıp bana baktı. “Sana itaat etmemek elde değil zaten.”
Gülümseyerek baktım ona. “İtaatten çok, iş birliği diyelim biz ona.” dedim nazikçe. “Senin iyiliğin için stratejik hamleler bunlar. Bir tür sevgi operasyonu.” Boran bir yudum aldıktan sonra bardağı yavaşça masaya bıraktı. “Demek operasyonun ilk aşaması portakal suyu,” dedi alaycı bir ciddiyetle. “Merak ettim, ikinci aşama ne?”
Omzumu hafifçe silkerek sır vermemek ister gibi başımı çevirdim. “O sürpriz. Her taktik bir anda uygulanmaz, zamanlaması önemli.”
Boran başını yana eğdi. “Biraz korkmalı mıyım bu sürprizden?” dediğinde ona doğru eğilerek gözlerimi kıstım. “Bilmem korkmalı mısın?” Dudaklarımda küçük bir tebessüm varken Boran ona doğru eğilmemle ilk önce dudaklarıma doğru baktı, ardından da gözlerime. Göz göze geldiğimiz o an, zaman sanki kısa bir anlığına durdu.
Bense bu bakışmayı bozmak adına konuştum. “Belki film izlerken dizlerimde uyuturum seni ya da kollarımın arasında dinlenmen için elimden geleni yaparım. Yanında sessizce otururum. Sen ne istersen.”
Boran bakışlarını bir an olsun kaçırmadı gözlerimden. Dudaklarının kenarında beliren belli belirsiz gülümsemeyle, hafifçe başını iki yana salladı. “Bu söylediklerin var ya…” diye mırıldandı. “İnsanı fazlasıyla inandırıyor. Tehlikeli sulardayım, haberin olsun.”
Gözlerimi kırpıştırarak biraz daha yaklaştım ona. “O zaman yüzmeyi öğrenmenin tam zamanı, Boran Demirhanlı. Çünkü ben artık kıyıda bekleyen biri değilim.” Sözlerim onun kaşlarını hafifçe çatmasına neden oldu ama bu çatıklık gerginlikten değil, daha çok içini bastırmaya çalıştığı bir duygunun yansımasıydı. Sonra başını öne eğip kendi kendine güldü.
“Şaka bir yana dinlenmen gerekiyor, nasılsa hafta sonu. Pazartesi’ye kadar dinlenmek sana da iyi gelir.” Dediğimde Boran iç çekti. “Akşam dokuzda toplantım var.”
Kaşlarımı hemen çattım. “Toplantı, bugün cumartesi? Ayrıca Derya’da olmadığına göre.” Diye sorgulamaya başladım anında. Derya koyardı bir tek o toplantıyı adamın hafta sonunu ailesiyle geçirmesine bile karışır gibi. “Bazen şartlar bunu gerektiriyor.” Diye açıklama yaptığında iç çektim.
Boran bir şey söylemeden bakışlarını kaçırdı. Sessizliği hemen anlamıştım. İşin aciliyeti ya da öneminden değil, ertelenemeyecek bir düzeni vardı. Hep öyleydi zaten. Düzenin içinde o kadar uzun süre var olmuştu ki, bazen kendi sağlığını bile ihmal ediyordu.
“Tamam, toplantın var. Okey. Ama dinlenmeden, kendini toparlamadan girersen verimli bile geçmez. İlaç kadar etki etmez belki ama o saate kadar kendine gelmen için elimden geleni yaparım.” Dedim kendimden emin bir şekilde.
Boran göz ucuyla bana baktı, dudakları hafifçe kıvrıldı. Bense devam ettim. “Toplantıya kadar telefonunu da alıyorum. Arayan olursa söylerim uyuduğunu. Acil bir şey çıkarsa o zaman bakarsın. Anlaştık mı?” Boran bir süre bana baktı, sonra pes etmiş gibi iç çekti. “Tamam… ama sadece bugünlük. Yarın eski düzen başlar.”
Parmaklarımı dudaklarıma götürüp sessizce ‘şşşt’ yaptım. “Yarını henüz konuşmuyoruz. Bugün bizim. Senin kısa molan, battaniyemiz, filmimiz ve bolca portakal suyumuz var. Ha bir de ıhlamur tabii ki.”
Cümlelerimde dudaklarındaki kıvrılma tebessüme dönüştü. Ben de o anda planlarımı aklımdan geçirmeye başladım. Ona huzurlu, dingin ama hisli bir gün yaşatacaktım. En çok da kendini yalnız ve yük altında hissetmediğini fark etmesi için. Çünkü bu kez ben de en az onun kadar kalmaya kararlıydım ve kalmak bazen sessizce yanında oturmakla, bazen toplantıya kadar başında beklemekle, bazen de sadece "merak etme, seninleyim" demekle başlıyordu…
◔◔◔
Yazarın anlatımından,
Akrep ve yelkovan saat 21.00’ı gösterdiğinde siyah Range Rover, İstanbul’un sessiz sokağında korumaların koruduğu bir mekânın önünde durdu. İlk önce araçtan siyah takım elbiseleriyle iki koruma indi. Biri direkt olarak arkada oturan patronunun kapısını açarken diğeri etrafı gözetledi. Kapı açıldığında Boran indi içinden. Siyah gömleğinin yakalarını düzelterek mekânın girişine ilerledi. Kapıdaki korumalar önlerini iliklerken tavrından ödün vermeden içeri girdi.
İçeri adım attığında ardındaki kapı ağır ağır kapandı. Sessizlik, bir anda kulakları tırmalayan bir yankıya dönüştü. Boran, iki korumasıyla birlikte loş ışıklı bir koridora girdi. Koridorun taş duvarları yılların nemini, pasını ve nice sırları üzerinde taşıyordu. Her adımda ayak sesleri yankı yapıyor, sanki duvarlar bile gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Tavanda sararmış lambalar aralıklı yanıyor, bazıları titrek bir ışıkla göz kırpıyordu. Koridorun sağında ve solunda paslı demir kapılar vardı; kimisi aralık, kimisi tamamen kapalıydı. Duvarlara yer yer asılmış eski İstanbul fotoğrafları, çatlamış çerçeveler içinde geçmişin ruhunu bugüne taşıyordu. Hava ağırdı; iç içe geçmiş puro, nem ve pas kokusu burna dolarken, zamanın burada farklı aktığı belliydi. Sanki bu koridor, İstanbul’un yer altı hafızasının ana damarıydı.
Boran yürürken başını eğmedi, hızını düşürmedi. Ne duvarlardaki gölgeler ne kırık lambaların altında uzayan siluetler onu yavaşlattı. Gözleri ileriye kilitliydi. Adımları sertti ama sabırlı. Koridorun sonunda, büyük meşe kapıya doğru ilerledikçe içerden boğuk sesler duyulmaya başladı. Konuşmalar, fısıltılar, gergin nefesler...
Korumalar bir adım gerideydi. Onlar bile bu yolun ne anlama geldiğini biliyordu. Bu koridordan geçmek, o masanın sınav kapısıydı. Herkes o yoldan geçmişti, ama herkes o kapıdan geçip geri dönememişti.
Sonunda Boran kapının önünde durdu. Ağır bir nefes aldı. İçeridekilerin hepsi onu bekliyordu. Kapı, iki yandan duran görevli adamlar tarafından aralandığında masanın bulunduğu odadan sıcaklık, bir buhar gibi yayıldı dışarı.
Masada yedi adam vardı. Her biri yıllardır bu dünyanın yükünü sırtında taşıyan, yaşadıklarını bakışlarında biriktiren adamlardı. Ama bugün hepsi… suskundu. İçeri girmesiyle tüm bakışlar ona doğru dönmüştü. Gözleri masanın çevresini taradı. Her bir surat, geçmişten bir iz taşıyordu.
Masanın çevresindeki adamlar, siyah takım elbiseleri, sert bakışları ve kımıldamayan yüz hatlarıyla İstanbul’un yer altı düzenini temsil ediyordu. Kimileri Boran’ı sadece Yavuz Bey’in oğlu olarak biliyor, kimileri ise onun gençliğindeki suskunluğun ardında bir fırtına taşıdığını çoktan öğrenmişti.
Mekânın içi derin ve genişti. Duvarları koyu renkli ahşapla kaplı, köşelerde ince perdelerle yarı gizlenmiş eski portreler asılıydı. Odanın ortasında büyük, oval bir masa yer alıyordu.
Boran bir süre durdu. Herkesin yüzü ona dönüktü ama kimse hemen konuşmadı. O sessizlik, onun gücünü tartmak içindi. Boran, gözlerini hafifçe kısmış, tek tek herkesin üzerinden geçirdi bakışlarını. Hepsini tanıyordu. Özellikle de evine geldiklerinde tanımıştı hepsini. Ama biri vardı ki karısına dil uzatacak kadar haddini aşmış, raconun sınırlarını zorlamıştı.
O an Boran’ın içindeki sessizlik, dışarıdan görünen o sakin kabuğun altında büyüyen bir öfkeye dönüşüyordu. Gözleri masanın ucundaki adama kilitlendi. Gri saçları arkaya taranmış, yüzünde sinsi bir kendinden eminlik olan o adam Remzi Kara. Yavuz Bey’in zamanında yalnızca söz taşıyan ama şimdi fırsat kollayanlardan biri.
Boran’ın keskin bakışları onun üzerindeyken masanın hemen diğer başındaki adamın, Sadık ağanın sesi yankılandı. “Davetimize icabet ettin, senden de bu beklenirdi oğul.” O an Boran gözlerini Remzi’den çekip Sadık Ağa’ya çevirdi. Gerginlik, bir anlığına yerini dikkatli bir dinleyişe bıraktı. Sadık Ağa sözlerini sürdürdü. “Bu masa değerli iki ferdini kaybetti, ikisi de babandı.”
Sadık Ağa’nın sesi, zamanın tozunu taşıyan bir tınıyla odada asılı kaldı. Söz biter bitmez bir ağırlık çöktü salona. Gözler Boran’a çevrildi. Boran’ın gözlerinde bir şey kıpırdadı. Bir anlığına, içten gelen bir sessizlik çöktü yüzüne. Dişlerini birbirine kenetleyerek baktı karşısındaki adama. “Biri babamdı evet ama diğeri ne benim ne de eşimin babası değil.”
Sözü bittiğinde, masadakilerin arasında bir kıpırdanma oldu. O sözün ne anlama geldiğini herkes biliyordu ama kimseye açıkça söylemeye cesaret edemiyorlardı. Boran’ın sesindeki sertlik, kararlılık ve öfke, odadaki havasını aniden değiştirmişti.
Sadık Ağa başını belli belirsiz sallarken sözlerine devam etti. “Yavuz’da Adnan’da kendi içinde önemli işler yapan, arkamızda dağ gibi duran iki adamdı. Şimdi eksiklikleri hissediliyor. Adnan hapse girdiğinde onun yerini alması için oğluna, Egemen Aral’a gönderdik ilk teklifi. Keskin bir dille reddetti. Babanın kaybıyla şimdi sana geldik. Babanın ve kayınbabanın adına masada bulunman, boşluğu doldurman için.”
Boran’ın gözleri soğuk bir ateşle parladı. Sadık Ağa’nın sözleri, her ne kadar nezaketle sarılmış olsa da içindeki beklentiyi ve çaresizliği gizleyemiyordu. Masanın üzerindeki havayı ağırlaştıran o derin sessizlikte Boran, karşısındaki adama sertçe bakmaya devam etti. Sadık ağa ise sözlerine… “Bizim sana teklifimiz bununla sınırlı değil ama. Gel bu masanın başına geç.”
“Zekâya. Soğukkanlılığa. Sözün ağırlığına. Bizim eksildiklerimizin kapanmasına ihtiyacımız var.” Masanın diğer tarafında oturan orta yaşlı adam, Ziya Erel, Boran ona doğru baktı. Sonra masanın her bir ferdine göz gezdirdi.
Ardından masaya doğru ilerleyip masanın en başında boş olan koltuğun üst kısmına ellerini yasladı. “Beni çağırdınız, geldim. Ama yanlış bir beklentiyle çağırmışsınız görüyorum ki.” Oda bir an için dondu. Boran’ın sözleri bir tokat gibi çarpmıştı herkese. Burada sıradan bir davetli değil, kendi şartlarını koyan bir adam vardı. “Ne Yavuz Demirhanlı’nın ne Adnan Aral’ın yerini doldurmam ben. Bu masanın başına geçeceksem Boran Demirhanlı olarak geçerim. Ne birinin oğlu ne birinin damadı olarak değil.”
Masadakilerin yüzlerinde şaşkınlık, tedirginlik ve saygı karışımı ifadeler belirdi. Boran, sözlerini sürdürdü. “Kendi adımlarımla, kendi kurallarımla yürüyerek bu masada yeni bir dönem başlatırım.” Dedikten sonra işaret parmağını kaldırarak ciddi bir tonda ekledi. “Tek bir şartla.” Derken Sadık Ağa’ya döndü. “Adnan Aral’ın esamesi okunmayacak bundan sonra. Ondan gelen tek bir mektup, tek bir haber bu işi burada bitirir. Kendi öz kızını geçtim, benim karımın canına kasteden biriyle işim yok.”
Oda bir kez daha sustu; bu kez sessizlikte korku ve saygı birbirine karıştı. Boran’ın sert ve tavizsiz duruşu, masadaki güç dengelerini yeniden şekillendiriyordu. Herkes biliyordu ki, bu adam sadece sözle değil, gerektiğinde yaptıklarıyla da hükmedecekti.
Sadık Ağa ise yavaşça başını salladı, gözlerindeki hüzün ve kabullenme arasında gidip gelen ifadeyle onayladı. “Anladık, Boran. Bu masada artık yeni bir sayfa açılıyor. Sen ne dersen o.”
Boran, masanın başındaki koltuğa doğru ağır ve kararlı adımlarla ilerledi. Her adımında odadaki sessizlik biraz daha derinleşiyor, Boran’ın kararlılığı ve güçlü varlığı masadakilere adeta bir fırtına gibi çarpıyordu. Masanın etrafındaki adamlar, yılların birikimiyle şekillenmiş o sert bakışlarını kaçırmadan, kendilerini yeniden bu yeni güce teslim etmeye hazırlıyorlardı.
Boran, masanın başındaki koltuğa otururken, etrafındakilerin nefes alışları yavaşladı. Masadaki en yaşlılardan biri kalkarak Boran’ın yanına ilerledi ve elini tuttu. Ardından saygıyla öptü. Sonra diğerleri peş peşe geldi; bu bir gelenekti, bir saygı göstergesiydi, ama aynı zamanda yeni liderin gücünü kabul etmelerinin, onun etrafında kenetlenmelerinin bir işaretiydi.
Gelenek sona erdiğinde, Boran koltuğunda bir süre sessizce oturdu. Masadaki herkes, onun ağzından çıkacak ilk cümleye kilitlenmişti. O ise kimsenin gözünün içine bakmadan, dimdik oturuyordu. Kımıldamıyordu. Ne elinde bir titreme ne yüzünde bir mimik. Sadece içindeki öfkenin buz gibi yüzeye yansıyan sessizliği vardı. Ve bu sessizlik, o odadaki en gürültülü şeydi.
Boran, sağ elini yavaşça kaldırdı. Bir emir gibi... Ne bir söz ne bir ses. Sadece o hareket. Herkes anladı. Oturun diyordu.
Adamlar birer birer yerlerine döndü. Ayakta kalan kimse kalmadığında, Boran masanın üzerinde ellerini birleştirdi. Gözleri hâlâ kimseyle doğrudan temas kurmuyordu ama o an, her bir adam, Boran’ın gözünün kendisine dönmesini istemedi. Çünkü onun bakışı, yargılamazdı hüküm verirdi.
Derin, soğukkanlı bir sesle konuştu. “Kimseye bu masanın raconunu anlatacak değilim. Ama en baştan uyarımı yapayım. Şu masada duran su bardağını alıp benden habersiz başka bir yere bile taşıyacak biri olursa… hesabını verir.”
O an masanın üzerindeki su bardakları bile ağırlaştı. Herkes, kendi önündeki bardağa baktı. Bir damla su bile Boran’ın izni olmadan yerinden oynatılmazdı. Bu, sembolikti. Racon, buydu.
Boran başını yavaşça kaldırdı. Bu sefer gözlerini tek tek adamlarda gezdirdi. Her birine bir cümle gibi baktı. Ardından devam etti. “Bu masa, karar verir. Tartışmaz. Tereddüt etmez. Gücünü, geçmişten değil duruşundan alır. Burada oturan her bir kişi, o duruşa uygun davranmak zorundadır. Birinizde çatlak ses duyarsam… susmam. Uyarı da yapmam. Gereğini yaparım.”
Masada kimse kımıldamıyordu. Sırtlarını düzeltmiş, nefeslerini içlerine çekmişlerdi. Boran her kelimesini ağzından değil, kökünden çıkarıyor gibiydi. “Bundan sonra, bu masa bir kişi gibi davranacak. Farklı sesler, farklı adımlar yok. Arkamdan konuşanı değil, yüzüme karşı konuşanı severim. Ama saygı sınırını aşanı... hayatın dışına çıkarırım. Hepiniz bilirsiniz bir şeyin ikincisi olmaz bu alemde.”
Gözlerini Remzi Kara’ya çevirmedi ama onun olduğunu bildiği tarafa doğru sözlerini devam ettirdi. “Kimin geçmişte ne yaptığı, kimin hangi ustaya çalıştığı, kimin hangi masada büyüdüğü beni ilgilendirmez. Ben bugüne bakarım. Bugün kim nereye bastı, kim ne söyledi, kim nasıl yürüdü… sadece onu yazarım deftere.”
Kısa bir sessizlik yaşandı cümlelerinden sonra. Ardından sesi daha alçak ama daha tehditkâr çıktı. “O defteri ben tutuyorum artık. Kimin hanesi boş kalır, kimin üstü çizilir, ölüm mü olacak, önce bana bildirilir. Kimin canı alınacaksa, önce ben karar veririm, benim kalemim karar verir. Kimse kafasına göre iş yapmayacak.”
Bir an için odadaki hava sanki durmuş gibiydi. Boran arkasına yaslanmadı. O, koltuğa sahip olmak için değil, koltuktan hükmetmek için oradaydı. Geri yaslanmak, sahiplikti. Dik oturmak ise liderlikti.
Son bir kez sesini yükseltti. “Sözüm nettir. Bu masada benden habersiz tek bir adım atılmaz. Kim kime selam verecekse, kim hangi işin içine girecekse, önce bu başa bakacak. Gözlerime bakacak. Onay almadan atılan adım, ihanetle eşdeğerdir.”
Bir elini kaldırdı, işaret parmağını hafifçe masaya vurdu. Sessizlik içinde üç net vuruş yankılandı. Ölçülü, soğuk, keskin. “Ve şunu da unutmayın: Benim için dostluk da düşmanlık da birdir. Hangisini seçerseniz... sonuna kadar yaşarsınız.”
Ardından yavaşça arkasına yaslandı. Bu defa ilk kez, rahatlamış gibi değil; gücün yerini bulduğunu hissettiren bir yaslanmaydı bu. Boran Demirhanlı, artık yalnızca masanın başında oturmuyordu. Masanın ta kendisiydi.
Sessizlik içerisinde teker teker masadaki üyelere baktı. Buraya gelmeden, bu teklifin yapılacağından emin olarak dersine çalışmıştı. Her birini iyi biliyordu. Önüne koyulan dosyaları detaylıca incelemişti.
1. Sadık Ağa – "Denge adamı"
Masanın en eski ismiydi. İstanbul’un yer altı düzeninde arabulucu olarak tanınırdı. Ne kan dökmeyi severdi ne de fazla lafı. İşlerin kontrolünü, insan doğasını okuyarak sağlar, öfkeyi soğukkanlılıkla bastırırdı. Lojistik ve kaçak silah trafiği onun alanıydı. Yaşına rağmen hâlâ çok iyiydi. Ancak Boran biliyordu ki, Sadık Ağa dengeyi korumak isterken, bazen ihanet edenleri bile görmezden gelebiliyordu.
2. Remzi Kara – "Sinsiliğiyle tanınan yükselme heveslisi"
Bir zamanlar sadece haber taşıyan bir aracıydı. Ama yıllar içinde köşelerde biriken hırsı, onu gölge oyunlarının ustası yapmıştı Şimdi ise masada yer kapma peşindeydi. Sahte nezaketi, içten içe fokurdayan bir kinle doluydu. İstanbul’un yasa dışı kumarhane zincirinin başında. Boran, özellikle ona dikkat ediyordu. Çünkü Remzi’nin gözü baş köşedeydi ama o yere hiç uygun değildi.
3. Ziya “Kurt” Erel – "Sokakların hâkimi"
Uyuşturucu ve mahalle hâkimiyeti ondan sorulurdu. Gençliğinde dövüşçüydü. Lakabını acımasızlığıyla kazanmıştı. Gençler üzerinde etkisi büyüktü, çünkü gücünü sokaktan alıyordu. Ama fazla konuşmazdı, dinler ve uygulardı. Boran biliyordu ki, Ziya’nın sadakati satın alınamaz ama güvenini kaybetmek her şeyi yakabilirdi.
4. Kasım Gürbüz – "Beyaz yaka mafya"
Dışarıdan bakıldığında bir iş adamı gibiydi. Kravat, özel şoför, avukat ordusu. Ama İstanbul’daki kara para akışının merkezi oydu. Şirket üstüne şirket kurmuş, her biriyle başka bir karanlık iş çevirmişti. Devletle teması olan isimlerden biri olarak görünse de aslında her ikili oyunda da sadece kendi cebini düşünürdü. Boran, onunla ilgili özel notlar almıştı özellikle de uluslararası bağlantılarını.
5. Mazhar Tanyeli – "Sessiz cellat"
Eski bir istihbaratçıydı. Emekli olduktan sonra sessizce yer altına geçmişti. Tetikçiler, suikastlar, ortadan kaldırma işleri ondan geçerdi. Kimse onunla yüksek sesle konuşmaz, kimse ona tehdit savurmazdı. Çünkü o konuşmadan bitirirdi. Boran onun karşısında dikkatliydi ama korkmuyordu. Onun gibi adamlara en çok disiplini ve netliği göstererek söz geçerdi.
6. İrfan “Terzi” Elmas – "Bilginin efendisi, belirsizliğin ustası"
İstanbul’un bilgi ve belge işlerinin adamı. Sızdırmaz, konuşmaz ama her şeyi bilir. Devlette, emniyette, basında kimin kiminle ne işi var, hepsi onun arşivindeydi. Bu nedenle herkes ona mesafeli saygı gösterir. En tehlikeli adam bazen elinde silah olan değil, elinde bilgi tutan adamdır.
7. Şeref Güldağ – “Mekancı”
Eski bir asker, sert mizaçlı, disiplinli ve soğukkanlı biridir. İstanbul’un çevresindeki tüm silah sevkiyatları, kaçak mühimmat ve depolama işleri onun kontrolündedir. Karadeniz’den gelen yükler, Balkan hattından geçen silah trafiği onun izni olmadan yer değiştirmez. Lojistiği kusursuz yönetir ama emir-komuta zincirine çok takılır. Bu yüzden Boran’ın “kuralları bozacak kadar özgür” tavrına önce temkinli yaklaşır, sonra teslim olur. Sadakatle karışık kontrollü bir güvencedir.
8. Adnan Aral – “Kasap Banker”
Paranın peşinden gider, duygusuzdur. Her adımı bir yatırım planıdır. Masadan kazandığı paraları yurt dışına aktararak “Novastrate Fintech” adında dijital bir yapı kurdu. Kripto ve offshore hesaplarla, görünürde yasal ama içeride kara para ağı olan bir sistemdir.
Boran onlara bakarken dosyalarını tek tek zihninden tekrar etti. Kimse ona bakmıyordu, herkes gözlerini birer birer kaçırmıştı ve masaya bakıyordu. Ancak Boran’ın sözleri bitmemişti.
“İlk kural.” diye devam etti Boran gözleri odadakilerin üzerinde gezinirken. “Kendi çıkarlarını, kendi güç hırslarını masanın üstüne koyanlar artık burada yer bulamayacak. Bu masada sadece birlik ve disiplin geçerli olacak. Herkes kendi payına düşeni alacak ama adalet, gözümüzün önünde sürekli değerlendireceğimiz şekilde olacak.”
Bir diğer adam, Boran’ın bu sözleri karşısında hafifçe başını eğdi, ona itaat sinyali verdi. Boran’ın sert duruşu ve kesin kuralları, herkesin yüreğinde saygı ve bir parça korku yaratmıştı.
“İkinci kural.” Diyerek devam etti Boran. “Dışarıda kimsenin ailemize, sevdiklerimize zarar vermesine izin verilmeyecek. Karımın canına kasteden kim olursa olsun, onun arkasında duran kim olursa olsun, bu masada yeri yoktur. Bu, herkesin bilmesi gereken en net kuraldır. Tabii sizin aileleriniz içinde geçerli bu.”
Oda bir kez daha sustu. Kimden bahsedildiğini herkes biliyordu. Bu sözler, geçmişte yaşananların acı izlerini tekrar gündeme getiriyordu ve herkes biliyordu ki, Boran bu konuda asla taviz vermeyecekti.
“Şimdi işimize bakalım.” Boran’ın konuşmasıyla odadaki tüm adamlar onun karşısında bir kez daha hizaya geldiler. Kimi zorunlu, kimi gönüllü. Hepsi, Boran Demirhanlı’nın yeni kurallarını kabullenmişti. “İlk işimiz içerideki sızıntıları kesmek. Bizden çıkan her bilgi, sokağa sızmış. Polise değil, sokağa. Düşmana. Rakibe. Bu masa ne zaman ne konuştuysa, ertesi gün kulağa gitmiş. Doğru mu Sadık Ağa?”
Boran’ın sorusu, doğrudan bir suçlama gibi gelmemişti ama içinde inkâra yer bırakmayacak bir kesinlik taşıyordu. Odanın içindeki hava ağırlaştı. Sessizliği bozan tek şey, Sadık Ağa’nın derin bir iç geçirmesiydi. Gözlerini yere indirdi, başını belli belirsiz salladı. “Doğru... Ne zaman konuşsak, birileri bizim sözlerimizi pazarda satıyor.”
Boran başını yavaşça salladı. Ardından gözlerini tekrar masaya çevirdi. Herkese tek tek baktı. Göz teması kurmaktan kaçanlar, bakışlarını kaçıranlar oldu. Ama Boran’ın bakışları, gölgede kalanı bile görüyordu.
“Bu masa bir kaledir,” dedi, sesi bu kez daha tok, daha sertti. “Kale içeriden yıkılırsa, dışarıdan düşmana bir şey yapmaya gerek kalmaz. Bu masadan çıkan her kelime, İstanbul’un sokaklarına dökülüyorsa, burada biri bizden değil demektir. İlk işim... içimizdeki lafları dışarı taşıyan o çürüğü bulmak olacak. Kimse kendi gölgesine bile güvenmeyecek artık.”
Bakışları masanın solunda oturan orta yaşlı adama takıldığında soğukkanlı ama sinirli bir biçimde seslendi. “Şeref.” Seslendiği adam anında başını kaldırıp ona bakarken Boran devam etti cümlelerine. “Senin adamların depolara hâkim. Silah, nakit, sevkiyat… hepsi senin kanatların altında dönüyor. Ama son altı ayda üç baskın yaşanmış. Üçü de senin bölgenden çıkmış.”
Şeref gözünü kırpmadan Boran’a bakarken Boran oturduğu yerden ayağa kalkarak masaya doğru eğildi ve ellerini masaya yaslayarak gözünü kırpmadan baktı karşısındaki adama. “Adamlarından biri bizi satıyor ve sen bu gece bana o adamı vereceksin. İsmini konuşmanın sonunda odama bırak. Ya sen halledersin ya ben.”
Masadan cılız bir soluk yükseldi. İlk kurban seçilmişti.
Boran yerinden doğrulurken bu sefer bakışları Ramiz’e döndü. “Ramiz... Senin mekanların dışarıya açık. Gazino, kumar, gece hayatı. Giriş çıkış çok. En fazla dedikodu, senin sofranda pişer. Kulağın açık olacak. Kim ne konuşuyor, hangi garson kimin cebine çalışıyor, öğreneceksin. Eksik bir bilgi olursa önce seninle konuşurum.”
Ramiz Kara başını salladı. “Anlaşıldı, Boran.”
“Kazım.” Diye seslendiğinde bu kez onunla yaşıt olan adam baktı gözlerine. İkisi de beyaz yakalı olduğundan daha önceden tanışırlardı. “Senin elin kalem tutar, kafan da hızlı çalışır. Ama hızlı para bazen yavaş ihaneti getirir, unutma.” Kazım başını eğdi, gülümsedi Boran ise sözlerine devam etti.
“Bankalarla, paravan şirketlerle, dijital hesaplarla oynuyorsun. Yarın biri bir kuruşun iziyle gelip bu masayı sorgularsa, ilk seni sorarım. O yüzden tüm kayıtların, benim önüme geldiği haliyle duracak. Eksik bilgi, çifte kayıt, şüpheli hareket… bunlar olursa, masadaki sandalyen ilk boşa çıkan olur.”
Kazım hafifçe başını salladı. “Anlaşıldı abi.”
Boran’da aynı onun gibi başını sallarken ellerini arkasında birleştirerek odanın içinde dolaşmaya başladı. Aynı zamanda da konuşmasını sürdürdü. “Bundan sonra herkesin hesabı bana açılacak. Günlük gelir, gider, adam listesi, yerleşim, koruma, rota. Her şeyden haberim olacak. Buna bağlı kalmayıp başka türlü paralar döndüğünü fark ettiğimde…” deyip duraksadı Boran.
Ardından masaya yaklaşarak parmağını masanın tahtasına tıklattı. “…onun kafası da bu masaya düşer.”
Odanın içinde yankılanan parmak tıklaması, sanki bir kurşun gibi herkesin göğsüne saplandı. Boran’ın sesi yumuşak değildi, yüksek de değildi. Ama taşıdığı anlam, sesin ötesindeydi. Bu masa artık bir karar masasıydı ve yanlış atan her adımın bedeli vardı. Herkes başını hafifçe öne eğmişti. Korkudan değildi… Ama o sessizliğin içinde Boran’ın ağırlığı, kelimelerden çok daha baskındı.
“Bundan sonra hiçbir bilgi, bu masadan benim iznim olmadan dışarı çıkmayacak. Kim kiminle ne konuşuyorsa, kayda geçecek. Her toplantı sonrası Sadık Ağa benimle birebir raporlayacak. Sadık Ağa’ya yalan söyleyen, bana ihanet etmiş sayılır.”
Sadık Ağa başını eğdi. “Anlaşıldı oğul.”
“Hiçbir dış tehlike, içeridekinden daha büyük değil. Sızıntıyı bulana kadar bu masa susacak. Herkes işine bakacak. Gölge etmeyecek. Bir hafta... Bir hafta veriyorum. Temizlenmeyen adam kalmayacak.”
Boran’ın sözleri odada yankılanırken, herkesin yüzünde kararlı ve sert bir ifade belirdi. Bu, artık lüksün gevşekliğin kaldırıldığı bir dönemdi. Masadakiler birbirlerine kısa kısa baktılar; kimse gözünü kaçırmıyordu.
Sadık Ağa derin bir nefes aldı, gözleri Boran’ın gözlerine kilitlendi. “Bir hafta… Bu süre içinde her taşın altını dökeceğim, oğul. Kim ne yaptıysa ortaya çıkarırız.” Boran başıyla onayladı, sesi buz gibi soğuktu. “Bir hafta sonunda rapor masaya gelecek. Sonra kim kaldı, kim gitti… O zaman kararlar alınır.”
Odada uzun bir sessizlik oldu, herkes kendi düşüncelerine çekildi. Gözlerinde korkuyla karışık bir kararlılık vardı. Boran daha fazla beklemeyerek sandalyesine oturdu ve arkasına yaslandı.
O gece, koridorun soğuk ve nemli havası bile, Boran’ın yeni dönemin başlatıcısı olduğunu kabul etmiş gibiydi. Onun sert ve kararlı adımları, İstanbul’un yeraltında yankılanmaya devam edecekti. Boran’ın oturduğu koltuk, artık yalnızca bir sandalye değil, onun iradesinin simgesiydi. Ve bundan sonra, bu masada işler onun dediği gibi yürüyecekti.
Bölüm Sonu
‣‣‣ Nasıldı bölüm, beğendiniz mi?
‣‣‣ İnci ve Boran sahnesi nasıldı? Konuştular, birbirlerini anlamaya çalıştılar. Halledecekler gibi ne dersiniz?
‣‣‣ Bu bölüm Boran açısından bir dönüm noktasıydı. İki şekilde de masanın başına geçti. Ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında? Düşünceleriniz neler? Teorileriniz neler?
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 34.23k Okunma |
4.62k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |