
🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim...
🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın...
27. Bölüm
İnci Aral Demirhanlı’nın anlatımından,
Gece belli bir süre Boran’ı beklemiştim ancak saat gece yarısını geçtiği halde gelmemişti. En son saatin gece iki olduğunu görmüştüm. Balkonda onu beklerken kitap okumak istemiştim ancak gözlerim ağırlaşmaya başlamıştı ve ne zaman olduğunu anlamadan uyumuştum.
Bedenim havalandığında istemsizce gözlerimi araladım. Burnuma dolan koku, beni kaldıran kişinin kim olduğunu fısıldarken mırıldandım. “Boran…”
“Benim… uykunu dağıtma.” Boran bana cevap verirken aynı zamanda bedenimi yatağa yatırdı. Üzerime ince bir pike örterken gözlerimi kapadım. Çok uykum vardı ama bir yandan da zihnim bir toplantının nasıl bu kadar uzun süreceğini sorguluyordu.
Zihnim tamamen kapanırken en son duyduğum banyodan gelen su sesiydi. Sonrası ise kocaman bir boşluktu.
Sabah uyandığımda bakışlarım direkt olarak yanımda uyuyan adama takılmıştı. Ona doğru dönük bir şekilde uyuduğum için direkt onunla aralamıştım gözlerimi ve bundan asla şikayetçi değildim. Saçları alnına düşmüş o da bana doğru dönmüş bir biçimde uyuyordu. Bir süre yakışıklı yüzünü izleyerek vakit geçirdikten sonra uzanarak komodinden telefonumu aldım.
Saat 10 olmuştu. Yattığım yerden Boran’ı uyandırmamaya dikkat ederek kalktıktan sonra banyoya ilerleyerek işlerimi hallettim. Üzerime günlük kıyafetler giydikten sonra direkt olarak odadan çıktım. Boran daha uyurdu, dün çok geç gelmişti tahminimce. Hala daha zihnimde neden bu kadar geç geldiği olsa da uyandıktan sonra bu konuyu konuşabilirdik.
Aşağı indiğimde Defne’nin kahvaltı yaptığını görerek yanına ilerledim. “Günaydın.” Defne tebessüm ederek bana bakarken karşılık verdi. “Günaydın eltim.”
Hitabına gülerken yerime geçerek oturdum. O sırada Hatice abla çayımı doldurarak önüme koydu. Kendisi evdeki çalışanlardan biriydi. “Sadece biz kalmışız sanırım.” Dediğimde Defne onayladı. “Cihan restorana gitti, erken çıktı o yüzden. Bugün önemli konukları varmış. Derin’de kahvaltı yapıp yürüyeceğini söyledi. Gamze odasında, Gülsüm halayla Zümra babaanne de bahçede.”
Onu onaylarken kahvaltımı yapmaya koyuldum. Bir yandan da sohbet etmeye devam ettim Defne’yle. “Sen nasılsın, bebek yoruyor değil mi?” dediğimde Defne elini karnına yasladı. “İyiyiz yengesi, büyüdü artık. Şunun şurasında doğuma 2.5 ay kaldı. Yorulsam da kavuşacağım için heyecanlıyım.”
“Hayırlısıyla kucağımıza alalım inşallah.” Dedim tebessümle. Defne’de onayladı beni. “İnşallah.”
Kahvaltıdan sonra Defne biraz uzanacağını söyleyerek odasına çekildiğinde bende evden dışarı çıktım. Bakışlarım dışarıda dolanırken aslında amacım Mert’e bakmaktı ama tahmin ettiğim gibi burada değildi. Muhtemelen Derinleydi. Boran bu mevzuyu öğrenirse ne olacağını düşünmek bile istemiyordum ama aşkın kiminle kimin arasında olacağına kimse karar veremezdi, o da kabullenirdi.
Düşüncelerimle baş başayken bahçenin içindeki farklı yüzlerle kaşlarım çatıldı. Daha önce onları hiç görmediğime emindim. Yeni mi gelmişlerdi?
“Yenge?” Fatih’in sesiyle aniden irkilirken elimi kalbime yasladım. “Ödümü koparttın Fatih.”
“Özür dilerim, bir şeye mi ihtiyacın var diye sormak istemiştim.” Diye mahcupça konuşurken başımı iki yana salladım. “Yok, sadece hava alıyordum.” Fatih cevabımla birlikte sessiz kalırken bense bakışlarımı bahçedeki yeni gördüğüm adamlara çevirerek merakla mırıldandım. “Onlar yeni mi geldi?”
Fatih kimden bahsettiğimi anladığını belirtircesine onayladı. “Evet.”
Sanki sayıları artmıştı ve bu aklıma hiç hoş olmayan düşünceler getiriyordu. Tehlikede miydik?
“Güvenliğiniz için, tehlikede değilsiniz. Sonuçta evde bir sürü insan yaşıyor.” Fatih iç sesimi duymuşçasına cevap verdiğinde gözlerimi kırpıştırarak baktım ona. “Bazen zihin okuduğunu düşünüyorum biliyor musun?” dediğimde Fatih güldü. Bu gülüşüne ilk defa şahit olurken bende gülümsedim. “Tanışalı epey zaman oldu, artık ne düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum.”
“Bende bu işte ustayım diyorsun ha?” diye şakacı bir şekilde söylediğim şeyle başını eğdi. “Estağfurullah.”
Birkaç saniye sessiz kalarak etrafıma bakındıktan sonra konuştum. “Ben içeri geçeyim, kolay gelsin.” Dediğimde Fatih başını eğip kaldırdı. “Sağ ol yenge, ihtiyacın olursa ben buralardayım.”
Fatih’i onaylayarak tekrardan eve girdim. Saat 11.30 olmuştu çoktan. Merdivenlerden çıkarak odamıza doğru ilerledikten sonra sessizce kapıyı aralayarak odaya girdim. Boran hala uyuyordu. Genelde bu kadar uyumazdı ama gece yorulmuştu belli ki.
Yanına doğru uzanıp telefonumu elime aldım ve sosyal medyaya girerek gezinmeye başladım. Hafta sonları bu açıdan güzel oluyordu. Yapılacak bir şey olmuyordu. Belli bir süre yatakta oyalandıktan sonra sıkılarak telefonu bıraktım ve Boran’a doğru baktım. Bu sefer yatakta sırt üstü bir şekilde uyuyordu. Yandan profilini izlerken alnında ter damlacıklarını görerek kaşlarımı çattım.
İstemsizce elim alnına doğru gittiğinde bedeninin çok sıcak olduğunu hissederek yattığım yerden doğruldum. Ateşi vardı. Dün tam iyileşmemişti zaten. Kötüleyeceği belliydi. Düne göre çok daha fazlaydı ateşi. “Boran…” diyerek seslendim uyandırmak için.
“Üşüyorum…” diye mırıldandığında sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısıktı. Göz kapakları ağır, cildi terden nemliydi. Eli hâlâ yastığın üzerinde, avuç içi açık bir şekilde yatıyordu; sanki uyanmakla uyanmamak arasında bir yerde sıkışmıştı. İçim ezilmişti bu haline.
Pikeyi dizlerine kadar indirip biraz daha yaklaştım. Parmaklarım dikkatlice boynuna kayarken vücut ısısı elimi yakacak kadar yüksek olduğunu fark ederken telaşla yutkundum. Bir şeyler yapmalıydım ama onu böyle halsiz ve yorgun görmek içimde bir sıkıntı yaratıyordu.
“Boran…” dedim yine, bu kez daha yumuşak bir tonda. Saçlarını alnından geriye doğru okşayarak çektim. Gözleri kısıkça aralandı, gözbebekleri belli belirsiz bana odaklandı. Gülümsedim endişemi belli etmeden. “Ateşin var, sevgilim. Hadi, kalk bir duşa girelim. İyi gelecek.”
Başını hafifçe sağa çevirdi, yüzünü buruşturdu. “Kalkacak gücüm yok, çok halsizim. İzin ver biraz uyuyayım.”
Dizlerimin üzerine oturup eğildim ve alnına bir öpücük kondurdum. “Biliyorum. Ama birlikte halledeceğiz, tamam mı? Su iyi gelir, sonra da bir şeyler yiyip ilacını alırsın.”
Onun direncine rağmen yavaşça doğrulmasına yardım ettim. Her hareketinde inceden inlemeler duyuluyordu ama bana güvenerek kendini bana bıraktı. Sanki sadece sesim bile ona tutunacak bir dal gibi geliyordu. O güveni hissettikçe daha da dikkatli, daha da şefkatli davranmak istedim. O an ona yalnızca sevgili veya eş değil, aynı zamanda sığınak da olmak istedim.
Omzuna destek vererek bir an bile bırakmadım. Ayakta zor duruyordu ama yine de beni ikiletmeyerek banyoya ilerledi. Duşun serin seramiğine basar basmaz ürperdi. Omzuna sarılı kolumu daha da sıkılaştırdım ürpermesiyle. Ardından bir kolumla onu destekleyerek diğeriyle musluğu açtım.
Ilık su bedenine değdiği ilk an yüzünü buruşturdu. Kolumla onu desteklerken bir anda başını eğerek alnını omzuma yasladı. Bir yandan da elleri belime sarılarak destek almaya çalıştı. Bu hareketiyle akan su benim de üzerime gelirken hiç sesimi çıkarmadım. Aksine elimle ensesini okşarken saçını öptüm.
Zihnimde düne gittim. Hafif bir halsizlik ve ateşten şikâyetçiydi ama bana “Geçer,” demişti her zamanki inatçılığıyla. Şimdi ise o güçlü, inatçı Boran’ın yerinde; bana yaslanan, yorgun bir adam vardı ve ben onun düşmemesi için tüm varlığımla ayakta duruyordum. Durmaya da devam edecektim.
Suyun altında öylece dururken zaman yavaşlamıştı sanki. Suyun sesi, buğunun yayılması, teninden yükselen sıcaklık… Her şey aynı ritimde, ağır ağır akıyordu. İçeride sadece biz vardık. Hasta bir bedenin yorgunluğu, ona iyi gelmeye çalışan ellerim ve biz..
“İyileşeceksin,” dedim usulca. Sanki onu değil de kendimi ikna eder gibi.
Birkaç dakika sonra yavaşça suyu kapattım. Hemen havluyu alarak üzerindeki ıslak tişörtü çıkarttıktan sonra titreyen omuzlarına sardım. Yüzüne bir parça renk gelmişti ama hâlâ yorgundu. Banyodan çıkarken tekrar koluma girdi. Ancak adımları daha güçlüydü hissediyordum.
Onu kanepeye oturtarak hızlıca gardıroba yöneldim. Temiz kıyafet ve iç çamaşırı çıkartarak ona doğru döndüm. Elimdekileri uzatıp kararsızca ona bakarken mırıldandı. “Ben hallederim. Sende değiştir üstünü hasta olma.” Onu onaylayarak kendi gardırobuma ilerledim. Kendime kıyafetler alarak banyoya geçip hızlıca üzerimi değiştirdim ve çıktım.
Boran ben çıkana kadar çoktan üzerini değiştirmişti. Hiç beklemeden yanına gidip havluyla saçlarını kurularken gözleri yarı kapalı, beni izlemeye koyuldu o da. Her hareketimi itinayla izliyordu. “Her hareketimi böyle izlersen ben odaklanamam ama.” diye fısıldadım gülümsememi bastıramayarak. Omuzları hafifçe oynadı. “İyi geliyor bana seni izlemek.”
İçimde bir sıcaklık yayıldı. Bu cümle, en pahalı ilacın veremeyeceği bir tesirdi sanki. Onu bu kadar kırılgan görmek beni üzüyordu belki ama… bu kırılganlığın içinde bana duyduğu bağlılık tarifsizdi.
Saçlarını biraz daha kurulayarak havluyu kucağıma aldım. Elimi yanağına götürdüm, hâlâ sıcaktı. Ateşi tam düşmemişti. Göz göze geldiğimizde yorgunluğunu da halsizliğini de anlamamak imkansızdı. “Hadi uzan. Bende sana biraz çorba ısıtayım. Sonra da ilacını alırsın.”
Belli belirsiz başını sallarken dediğimi yaparak yatağa uzandı. Pikeyi toplayarak kenara alırken mırıldandım. “Sakın ben yokken üzerini örtme, ateşin henüz düşmedi.”
“Tamam.” Dedi halsizce. Gözleri hafiften kapanırken bende odadan çıktım ve mutfağa ilerledim.
İçeri girdiğimde Hatice abla oturduğu yerden kalkarken konuştum. “Rahatsız olmayın, çorba ısıtacağım.” Hiç beklemeden buzdolabına ilerleyerek çorba tenceresini çıkardım ve ocağa koydum. Belli bir süre onun kaynamasını beklerken ecza dolabına ilerleyerek gerekli olan ilaçları aldım.
Aynı anda dolaptan ıhlamur bularak onu demlemeye koyuldum. Çorba ısındıktan sonra bir kâseye koyarak yanına birkaç dilim ekmek ekleyerek her şeyi tepsiye koydum ve tekrardan odaya ilerledim. İçeri girdiğimde Boran’a takıldı bakışlarım. Uyuyor muydu pek emin değildim ama söylediğim gibi üzerini örtmemişti.
Tepsiyi komodinin üzerine bırakırken dikkatle baktım Boran’a doğru. O sırada sesini işittim. “Uyumadım…” Gözlerini hafifçe aralayarak bana baktığında küçük bir tebessüm ettim. “Çorba ısıttım sana, onu iç. Sonra da ilaçlarını içersin. Bak ıhlamurda hazır.”
Boran yerinde hafifçe doğrularak sırtını yatak başlığına yasladığında tepsiyi alarak dizine bıraktım. Yatağın kenarına doğru oturup onu izlerken kaşığı eline alıp çorbayı karıştırdı. Çorbayı aheste aheste karıştırırken bir şeyler düşünüyor gibi sessizdi.
“Dün gece kaçta geldin?” Meraklı bir biçimde konuştuktan sonra ekledim. “Ben en son ikiyi gördüm. Uyumuşum sonra.” Başını hafiften kaldırıp bana doğru baktı. “3’tü sanırım.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. Bir toplantının bu kadar uzun sürmesi normal miydi?
Boran neyi sorguladığımı anlamış gibi tekrar konuştu. “Toplantı 12 gibi bitti ancak değerlendirmesi uzundu.” Belli belirsiz başımı salladım cümlesiyle. Daha önce hiç böyle bir toplantısı olmamıştı. İlk defa böyle bir şey olduğundan bende sorguluyordum ister istemez.
“Anladım, önemli bir toplantıydı belli ki.” Dediğimde Boran yamuk bir gülümsemeyle baktı yüzüme. “Sorgudayım sanırım.”
Bir an için afallasam da belli etmeden tek kaşımı kaldırdım. “Karın olarak merak etmem bence sorgulanmaya girmez. Ki gecenin bu saatinde olan toplantıyı ilk kez duyuyorum.”
Boran, kaşığı yavaşça çorbanın içinde gezdirirken gözlerini benden ayırmadı. O bakışında hafif bir meydan okuma, biraz da eğlence vardı. Cümlemle dudaklarının kenarı belli belirsiz yukarı kıvrıldı ama bu gülümseme ne tamamen samimiydi ne de tamamen alaycıydı. “Karım olduğunu kabullendin yani?”
Bir an duraksadım, yüzümde istemsiz bir tebessüm belirdi. “Evlilik cüzdanı hâlâ masanın çekmecesinde duruyor. Resmiyette de kalbinde de kalbimde de bu böyle. O gün söylediğinde haklıydın. Evlilik her anında birbirinin yanında olmak, sevmek, destek olmaktır. Yeri gelir sessizce dinlemek, yeri gelir aynı yükün altına omuz vermektir. Her şeyden önce, iki kişinin tek bir ‘biz’ olabilmesidir…”
Boran, sözlerimi dikkatle dinlerken kaşığı yavaşça tepsiye bıraktı. Dudaklarının kenarındaki hafif gülümseme bu kez alaydan uzak tamamen sıcak bir ifadeye dönmüştü. “Düşüncelerini değiştirebilmişim…”
Bir an başımı hafifçe yana eğip ona baktım. Dudaklarımda ince bir gülümseme vardı ama bu gülümsemenin altında saklanan, daha derin bir his de vardı. “Hayır,” dedim yumuşak bir sesle, “Sen benim düşüncelerimi değiştirmedin, sadece onları güçlendirdin. Zaten içinde bir yerlerde bildiğim, inandığım şeyleri, bana yeniden hatırlattın.”
Boran, söylediklerimi sindirir gibi bir süre sessiz kaldı. Gözleri, sanki kelimelerimin içine bakmak istermiş gibi uzun uzun üzerimde gezindi.
Bense bakışlarımı ondan çekerek şakacı bir tonda konuştum. “Beni lafa tutup çorbandan içmiyorsun.” Diyerek elindeki kaşığa uzandım ve elinden aldım. Çorbadan bir kaşık alarak Boran’ın dudaklarına doğru götürdüm. O an gözlerini kocaman açarak hafif bir şaşkınlıkla bana baktı. Kaşlarının arasındaki o küçük kırışıklık, şaşkınlığının tatlı bir ifadesiydi.
“Ne oldu?” diye şaşkın ifadesine bakarken Boran mırıldandı. “Sen mi içireceksin?” sorduğu soruyla büyükçe gülümsedim. “Ne olmuş, içiremez miyim?”
“İçir, içir de ben alışık değilim. Şaşırdım sadece.” Dediğinde buruk bir bakış attım ona doğru. “O zaman alışacaksınız Boran Bey. Hadi.” Boran dudaklarının ucunda duran kaşığı ağzına alırken aynı ifadeyle ona bakmayı sürdürdüm.
Sonra birkaç kere daha aynı hamleyi tekrarladım. Her seferinde hiç itiraz etmeden, hatta belli belirsiz gülümseyerek içiyordu. Kaşığı her uzattığımda bakışları bende sabitleniyor, çorbanın sıcaklığı ile aramızdaki sessiz yakınlık birbirine karışıyordu.
O an düşündüm… Şu an karşımdaki adamı bu halde görseler, asla inanmazlardı. Dışarıda herkesin tanıdığı o sert bakışlı, sessiz, mesafeli, ağır abi Boran Demirhanlı; odanın içinde sessizce karısının elinden yemek yiyordu. Onun dışarıdaki imajıyla buradaki hâli arasında koca bir uçurum vardı ve bu uçurumun yalnızca ben farkındaydım.
Tam o sırada, sanki zihnimi okumuş gibi mırıldandı. “Beni bu halde görseler, otoritemden eser kalmaz.” Sesinde hafif bir alay vardı ama altında ince bir çekingenlik de seziliyordu. “Bu ikimiz arasında bir sır merak etme.” Diyerek tek gözümü kırptığında güler gibi oldu. “Öyle de kalacak, bu halimi bir tek sen görebilirsin zaten.”
Boran’ın bu sözleri, dudaklarımda bir tebessüm bıraktı. İçime istemsiz bir sıcaklık yayılmıştı. Biliyordum. Geçmişi öğrendikten sonra artık her bir cümle daha anlamlı geliyordu bana. Elimdeki kaşığı tepsiye bırakırken uzanarak elimi yanağına yasladım. “İyi ki…”
Başka bir şey söylememe gerek yoktu çünkü Boran zaten biliyordu, anlıyordu. Elimi yanağından çekip tekrar çorba içireceğim sırada elimin üzerine elini yaslayarak beni durdurdu. “Bu kadar yeterli, canım istemiyor.” Cümlesiyle belli belirsiz başımı sallayarak onayladım. Çorbanın birkaç kaşığı kalmıştı. Hemen tepsinin kenarındaki ilaç kutusundan ilacı çıkartıp ona doğru uzattım.
Boran sorgusuz bir biçimde ilacı içerken oturduğum yerden kalktım. Hazırladığım ıhlamuru eline tutuşturarak konuştum. “Ben şunu aşağı bırakıp geliyorum.” Boran beni onaylarken hızlıca aşağı inerek tepsiyi mutfağa bıraktım ve aynı hızlı adımlarla asansöre ilerledim.
Odaya tekrardan ulaştığımda Boran’ın aynı pozisyonda yatakta oturup ıhlamurunu içtiğini gördüm. Hiç beklemeden yataktaki yerime geçerken yönümü tamamen ona döndürdüm. Daha iyi görünüyordu. Uzanarak alnına dudaklarımı bastırdığımda ateşinin düştüğünü görerek derin bir nefes verdim. Duş işe yaramıştı.
“Yarında dinlenirsen bir şeyciğin kalmaz.” Dediğimde Boran bana baktı. “Yarın önemli bir sunum var, katılmam gerekiyor ona. Şirket için önemli bir anlaşma yapılacak.” Dediğinde iç çektim. Çok çalışıyordu, hem de sağlığını düşünmeyecek kadar çok.
Bakışlarımı elindeki kupaya çevirip ona bakmazken sesini duydum. “Yüzünü asma hemen, duş iyi geldi. Ihlamurda, ilaçlarda yarına daha iyi hissetmeme neden olur. Sadece yorgunluğun neden olduğu ufak bir şey. Yoksa kolay kolay hasta olmam ben.”
Kelimeleri, Boran’ın içindeki o inatçı ve güçlü yanını yansıtıyordu. Yine de gözlerinde inceden bir kırılganlık vardı, sanki bu hastalık hali onun kontrolünde olmayan, teslim olduğu nadir anlardan biriydi. Bir an için sessizce onu izledim; her ne kadar sözleri kararlı olsa da bedeninin minik sinyalleri farklı şeyler söylüyordu.
“Boran,” dedim yumuşakça, “Kendine biraz zaman ayırman sanki daha iyi olur. En azından şu an hastayken dinlenmen gerekiyor. Bu kadar zorlaman sana zarar verebilir.” Endişemi net bir şekilde dile getirirken başını hafifçe salladı ama gözleri yine kararlıydı. “Biliyorum ama bazen sorumluluklar daha önce geliyor. Bu sunum şirket için çok önemli. Herkes bunu bekliyordu günlerce, cenaze için ertelendi. Şimdi ertelenemez. Ayrıca büyük beklenti içinde insanlar.”
Boran’ın sözleri içimde küçük bir sızı yarattı. O kadar çok şey yüklenmişti omuzlarına; sadece iş değil, etrafındaki herkesin beklentisi, sorumluluklar, bir türlü durmaya fırsat vermeyen hayat... Tüm bunlarla tek başına başa çıkmaya çalışmasına gönlüm razı değildi.
“Keşke yükünü hafifletebilseydim…” dedikten sonra yavaşça başımı omzuna doğru yasladım. Teninin sıcaklığı, yorgunluğunu biraz olsun hafifletir gibi hafifçe yayıldı. “Şöyle sana yaslandığımda yüklerin benim omzuma geçseydi ve sen en azından birkaç gün sorumlulukların, yüklerin olmadan dinlenebilseydin.”
Çenesini başıma yasladığında mırıldandı. “Şu an bile dinleniyorum biliyor musun? Yıllarca beklediğim kadın yanımda, bana böyle sözler söylüyor. Şimdi karşıma çıkıp onlarca kiloluk yük taşıyacaksın deseler sesim çıkmaz.”
O an kelimeler sadece havada asılı kalmadı; içime işledi, kalbime dokundu. Boran’ın her zaman güçlü, kararlı ve dimdik duran o adamın, benim varlığımda nasıl bir rahatlama bulduğunu görmek… Bu, kelimelerle anlatılamayacak kadar kıymetliydi. Gözlerim anında dolarken ne söyleyeceğimi bilemedim. Üstüne çok düşünmüştüm bu konunun ve her seferinde kendimi duygulanırken bulmuştum.
“Seni seviyorum, çok seviyorum.” Diyebildim nice sonra. Bu kelimeler, içimde biriktirdiğim tüm duyguların en saf haliyle dökülmüştü o an.
“Bende seni çok seviyorum, hep seni, bir tek seni.” Dediğinde kalbim öylesine hızla çarpmaya başladı ki, sanki tüm dünya o an içinde eriyordu. O sözler, içimde biriken tüm korkuları, endişeleri ve yalnızlıkları yumuşatıp götürdü. Boran’ın gözlerindeki o derin samimiyet, sessizce fısıldadığı bu itiraf, beni hem koruyordu hem de güçlendiriyordu.
O anda içimde, yıllarca sakladığım duygular, karmaşık düşünceler bir nebze duruldu. Sevginin ne kadar güçlü bir bağ olduğunu, nasıl bütün parçalarımı tamamladığını anladım. Dünyanın karmaşası, hayatın ağırlığı bir an için anlamını yitirmişti. Sadece bu oda, sadece bu an vardı ve ben, Boran’ın sesindeki o yalın ve sıcak ifadeyle kalbimde yeni bir umut yeşertiyordum.
Dakikalar sonra Boran tekrardan yatağa uzandığında bende onunla uzanmıştım. Birlikte geçirdiğimiz sessiz dakikalarda, içimde derin bir huzur büyüyordu. Bu sevgi, bu bağ, hayatın en zorlu anlarını bile yumuşatacak, kalplerimizi birbirine daha da sıkı bağlayacaktı.
İçimizde taşıdığımız tüm karmaşa ve endişeler birbirimizin yanında anlamını yitirmişti. Yeni bir sayfa açılmıştı; birlikte, omuz omuza, yarına doğru yürüyen iki yürek olarak...
◔◔◔
Elimde karton kahve bardaklarıyla Demirhanlı Holding’den içeri girdim. Bakışlar üzerimdeyken herkese baş selamı vererek asansöre ilerledim. Mert benim için asansör düğmesine basarken tebessümle baktım ona. Bugün şirkete gitmemiştim. Daha doğrusu geçtiğimiz 2 hafta boyunca gitmemiştim ve açıkçası bu hafta da her gün gitmeyi düşünmüyordum. Şirket bana emanetti evet, hala da öyleydi ama abim bensiz hallediyordu zaten. O yüzden gerekli durumlarda gitmek en doğru olanıydı.
Hem ben kendi mesleğime odaklanacaktım hem de o yakındığım yükler biraz omzumdan kalkacaktı. Böyle bir çözüm bulmuştum, abimle de paylaşmıştım bunu ve o da seve seve kabul etmişti.
Boran dün söylediği gibi şirkete gelmişti, beni rahatlatan detay daha iyi olduğuydu. Benden önce kalkmış, dinç bir şekilde hazırlanmıştı ve kahvaltı yaparak evden çıkmıştı. Önemli bir sunum dediği için dinlenmesini diretememiştim ama en azından yanında olmak istiyordum.
Asansörden inip Boran’ın odasına ilerlerken Derya’nın yerinde başka bir erkek sekreteri görmek içimi ferahlatırken tebessüm ettim. “Hoş geldiniz İnci Hanım, Boran Bey’e geldiğinizi haber vereyim.” Nazik bir biçimde konuşan adamla birlikte başımı iki yana salladım. “Sürpriz yapacağım, müsaitse giriyorum.”
“Tabii buyurun.” Eliyle içeriyi işaret ederken karşılık verdim. “Kolay gelsin.” Sekretere ardından da Mert’e bakarak kapıya ilerledim. Kapıyı tıklatarak ondan gir cevabını duymayı beklerken içeriden bir şeylerin kırılma seslerini duymak panik duygusu yaratırken hızla kapıyı açtım.
Kapıyı araladığım an masanın başında durmuş burnundan soluyan bir Boran görmeyi beklemediğimden şaşkınca ve aynı zamanda endişe ile içeri girdim. Ne olduğunu anlamaya çalışırcasına ona bakarken masasındaki eşyaların yerde olduğu gördüm.
Masanın üzerindeki dosyalar yerlere saçılmış, camdan kalemlik paramparça olmuş, birkaç evrak da odanın farklı köşelerine dağılmıştı. Boran, her zaman muntazam ve kontrolü elden bırakmayan o karizmatik adam, şimdi gözleri alev alev yanarken öylece durmuş, ellerini masanın kenarına yaslamış, omuzları ise her zamankinden çok daha sert ve yüksek duruyordu. Burnundan hızlı hızlı nefes alıyor, çenesini sıkıyordu. Bu hali, onun sinirini bastırmaya çalıştığı ama artık başarısız olduğu zamanlara özgüydü.
Daha toplantıya girmeden önce telefonla konuşmuştuk, toplantı için gergindi ama ben başaracağını biliyordum. Onu da buna inandırmıştım, şans dilemiştim ancak şimdi görünen o ki toplantı iyi geçmemişti.
“Boran…” diye fısıldarken elimdeki kahve kutusunu hemen odadaki toplantı masasına bıraktım. Başını çevirip bana baktığında gözlerinde öyle bir öfke, öyle bir hayal kırıklığı gördüm ki, istemsizce içim burkuldu. Göz göze geldiğimizde birkaç saniye sessizlik oldu; sanki konuşursa kendini tutamayacakmış gibi… O anlarda tanıdığım Boran değildi o; omzundaki sorumluluğun, beklentilerin, başarısızlığın ağırlığı altında ezilen bir adamdı.
Cevap vermedi. Sadece başını hafifçe yana çevirdi, sonra geriye çekilip pencereye yöneldi. Pencerenin önüne geldiğinde ellerinden birini cebine soktu, diğerini de başına yaslayarak anlını ovaladı ve şehir manzarasına baktı. Onun sessizliği, odadaki dağınıklıktan daha çok canımı yaktı o an.
Yavaşça yürüyerek yanına yaklaştıktan sonra tereddüt etmeden kollarımı beline sararak başımı sırtına, daha doğrusu yüzünü görebileceğim bir açıda koluna doğru yasladım.
O an, teninin sıcaklığını hissederken vücudunun ne kadar gergin olduğunu fark ettim. Kasılmıştı. Sanki nefes almakta bile zorlanıyordu. Ama kollarımı beline doladığımda birkaç saniyelik bir duraksama yaşadı… sonra omuzlarındaki yük, hiç değilse bir kısmı, hafifledi. Sessizce iç çekti, derin ve boğuk bir nefes verdi. Bu nefes, sadece havayı değil içinde birikmiş öfkeyi, hayal kırıklığını da beraberinde salıverdi sanki.
“İnci…” dedi sonunda, kısık bir sesle. Sanki kendi adımı onun sesinden ilk kez duyuyormuşum gibi kalbim sıkıştı. “Buradayım,” diye karşılık verdim hemen fısıltıya yakın bir tonla.
Yüzünü bana çevirmedi ama bir elini elimin üzerine koydu güçsüzce, güven arayan bir çocuk gibi. Diğer elini ise hala alnına bastırıyordu. O an, dünyanın en güçlü adamı gibi görünen Boran Demirhanlı’nın ne kadar yalnız ne kadar yorgun olduğunu anladım.
“Başaramadım. Her şeyi hesaba kattım sanıyordum ama... katamamışım. Aklım o kadar karışık ki hata yapmışım.” Sözleri içimi delip geçti. Sesindeki boğukluk, sadece başarısızlıktan değil; kendine duyduğu öfkeden, hayal kırıklığından ve belki de ilk kez itiraf ettiği o kırılganlıktan geliyordu. Herkesin gözünde dimdik duran, her zorluğun üstesinden gelen Boran’ın böyle çözülmesi… içimi burkmakla kalmadı, boğazıma kocaman bir düğüm oturttu.
Parmaklarım, avucunun üzerindeyken hafifçe kıpırdadı. “Kimse her şeyi tam göremez, Boran,” dedim. “Sen hata yaptıysan bu senin zayıflığın değil. Bu, sadece insan olduğunun kanıtı.” Gözlerini kapattı. Çenesi kasıldı. Sessizliğin içinde yutkunduğunu duydum. Belki de bu cümleyi en çok kendisi duymaya ihtiyaç duyuyordu.
“Bazen… o kadar çok şey aynı anda dönüyor ki beynimde. Şirket, sözleşmeler, rakamlar, babamın yokluğu, çalışanların umudu, sen…” Bir an durdu, sesi çatallandı. Başımı hafifçe yana eğip, onu anlamaya çalışan gözlerle baktım.
Bu yükün içinde yerim olduğunu biliyordum, ama nasıl bir yer kapladığımı duymak... ürkütücüydü. Bir yandan onun için ne kadar kıymetli olduğumu bilmek istiyor, bir yandan da bu kadar baskının arasında adımın geçmesine içten içe mahcup oluyordum.
“Ben mi?” dedim, yavaş ve dikkatlice, sanki camdan yapılmış bir sessizliği kırmaktan korkuyormuşum gibi.
Gözlerini kaçırmadan başını hafifçe salladı. “Sen... hem dayanağım hem zayıf noktam gibisin. Bir yanım sana yaslanmak istiyor, diğer yanım sana yük olmaktan korkuyor. Ne zaman kafamı kaldırsam, gözüm seni arıyor.”
Bu sözleri duymak, içimi hem ısıttı hem acıttı. Onun gözünde ne kadar güçlü olduğumu ama aynı zamanda ne kadar zarar verebilir bir konumda olduğumu görmek… büyük bir sorumluluk gibiydi. Kollarımı belinden çekip tam önüne doğru geçerek ona daha da yaklaştım. Elimi yüzüne götürüp baş parmağımla yanağındaki çizgiyi usulca okşadım.
Koluyla bedenimi sarıp bedenlerimizi yaklaştırdığında kalbimin onun göğsünde attığını hissettim. Aramızdaki mesafe yok olmuştu artık, fiziksel olarak olduğu kadar duygusal olarak da. Gözlerinde hâlâ fırtınalar dönüyordu ama bu kez o fırtınanın içinde bana ait bir liman da vardı.
Nefesi yüzüme değiyordu. Sıcacıktı. Kararsızdı belki ama içgüdüsel bir dürtüyle bana yaklaşan bir adam vardı karşımda. Ben de geri çekilmedim. Orada kaldım. Sözsüz, ama tüm duygularımızı haykıran bir sessizliğin ortasında...
“Kafanı kaldırdığın an ilk göz göze geleceğin kişi hep ben olacağım, söz veriyorum sana.” Dedim kendimden emin bir tonda. Bunu kafama koymuştum.
Gözlerini gözlerimden ayırmadı. Sanki o an, söylediğim söz zihninde yankılandı, içindeki bütün güvensizlik duvarlarını yıkıp geçti. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi ama bu öyle sıradan bir gülümseme değildi, bir teslimiyetin, bir kabullenişin, belki de ilk defa gerçekten birine güvenmenin iziydi o.
Elini yavaşça saçlarıma doğru kaydırdı, parmak uçlarıyla bir tutam saçı geriye itip kulağımın arkasına yerleştirdi. Bu küçük, neredeyse fark edilmeyecek hareket… öyle şefkatli, öyle bizden bir şeydi ki gözlerim istemsizce doldu. O anda kolunu biraz daha sıktı belimde. Sonra başını hafifçe eğdi, alnı alnıma değdi, ama bu kez daha uzun kaldı. Gözlerini kapattı. Sanki sadece bir anlığına bile olsa dünyayı susturmak, sadece bizi duymak istiyordu.
“Bu sözü yıllar sonra bile hatırlayacağım.” Dediğinde elimi göğsüne doğru yaslayarak konuştum. “Unutursan bile ben hatırlatırım.”
Onun gibi bende gözlerimi kapatarak anda kalırken bir süre sonra gözlerimi aralayarak Boran’a doğru baktım. Onun da bana baktığını görerek gülümserken bakışlarım hemen arkamızdaki sehpada duran kahvelere takıldı. Belimde sarılı duran elini tutarak onu çekiştirerek kanepeye götürdüm. “Burada otur, kahveni iç. Sütsüz, şekersiz.” Diyerek onun için aldığım karton bardağı uzattım.
Boran bardağı kavrarken bende ayaklanarak dağılan evrakları toplamaya başladım. “Otur sende, hallederim ben sonra.” Dediğinde başımı iki yana salladım. “Şu an dinlenmesi gereken sensin, ben hallediyorum.” Dedikten sonra birer birer evrakları toplayarak masanın üzerine bıraktım.
“Dikkat et kırıklara, elini kesme.” Boran endişeli bir biçimde beni izlerken tebessümle baktım ona. “Merak etme.” Ardından kalemlikten sağ kalan kalemleri de toplayarak masanın üzerindeki diğer kalemlerin yanına bıraktım.
Tam o sırada masanın diğer köşesinde bulunan, yere düşmeyen ancak muhtemelen Boran’ın gücünden etkilendiği için dik durmayı bırakmış çerçeve dikkatimi çekti. Masada hafif eğilmiş, düşmeye ramak kalmış bir halde duruyordu çerçeve. Sanki biraz daha zaman geçse yere düşecek, camı çatlayacak ve içindekiler dağılacak gibiydi. Ama hâlâ oradaydı.
Bakışlarım o çerçeveye takıldığında içimden geçen hissi tarif etmek güçtü. O an, Boran’ın gözlerinden ve kollarının sıcaklığından uzaklaşmıştım belki ama kalbim orada, tam o çerçevenin içinde çırpınıyordu. Çünkü çerçevedeki fotoğraf bize aitti.
Fotoğraftaki ben… gülümsüyordum. Başımı Boran’ın omzuna yaslamıştım, o da yüzünü bana çevirmiş, sanki gülüşümün içinde kaybolmuş gibiydi. İki kişi değil, bir bütündük o karede. Doğal, sade, savunmasız ama tamamlanmış. Dışarıdan bakan biri için çok güzel bir fotoğraftı, gerçi o gün benim içinde çok güzeldi zaten. Aynı fotoğraftaki gibi gülümsememe engel olamazken Boran’a doğru baktım.
“Başımı kaldırdığımda gözüm seni arıyor derken yalan söylememiştim, bende çözümü böyle buldum.” Söylediği cümle içimi kıpır kıpır yaparken ne diyeceğimi bilemedim bir an. Ona doğru hayranlıkla bakmaya devam ederken içimden tekrar kendime kızdım Boran’a nasıl inanmadığım konusunda. Yüzümdeki gülüş buruklaşırken çerçeveyi yerine bıraktım.
Adımlarımı ona doğru atarken kalbimden taşan duyguları engelleyemedim. “Seni seviyorum.” Gözlerim aynı cümleyi ondan da duymaya muhtaçmış gibi bakarken Boran bir saniye bile beklemedi. “Bende seni çok seviyorum, hep sevdim, hep seveceğim.”
Sanki bu cümle kırgınlıklarım var ama bu seni sevmeme engel değil demekti. Biraz önce gözlerimden geçen o hüznü o da fark etmişti ve kendince bir şeyler söylemek istemişti. Direkt olarak yapmamıştı bunu anlamı o kadar büyüktü ki zaten içimdeki umutları yeşertmişti.
Hafiften gözlerim dolarken yutkunarak engellemeye çalıştım ve gözyaşlarımdan kaçmak adına konuştum. “Başın çok mu ağrıyor, dün zaten hastaydın. Tam iyileşemedin.” Diye söylenerek arkasına doğru geçtim. Boran’ın omzuna doğru elimi yaslayarak kanepenin arkasına yaslanmasını sağladım. Başı kanepenin üst kısmına yaslanırken Boran’ın sesini işittim. “Ne yapıyorsun, bak kahven soğudu.”
“Kahve şu an senden önemli değil.” Dedim hızla. Elim başındaki yerini alırken hafif hafif masaj yapmaya başladım şakaklarına. İyi olması çok daha önemliydi benim için. İyi hissetmesi, iyi olması, mutlu olması, stresten uzak olması bunlar benim için daha önemliydi ve bunlar için çabalamak da benim görevimdi, isteğimdi.
Parmağım hafifçe şakaklarında gezinirken, Boran gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Her hareketimle kaslarının gevşediğini hissetmek, içimde tarifsiz bir huzur yaratıyordu. Gözlerim onu izlerken kalbim her attığında biraz daha hızlanıyordu. Sanki bu anın sonsuza dek sürmesini istiyordum; zamanın donmasını, sadece ikimizin var olmasını.
Biraz daha rahatladığını hissederek eğilip ilk önce şakağına, ardından alnına ve sonra yanağını öperek uzun süredir içimde biriken duyguları sessizce, sözcüklere ihtiyaç duymadan aktardım. Dudaklarım tenine dokunduğu an, Boran’ın nefes alışında hafif bir titreme hissettim. Gözlerini açmadan, o tanıdık gülümseme dudaklarının kenarında belirdi. Sessizliğin içindeki o küçük tebessüm bile yüreğimi ısıtmaya yetti.
İçimden geçenleri duyabilecekmiş gibi, başını yavaşça çevirip alnını benim alnıma yasladı. Bir süre sadece birbirimizin nefesini duyduk. Hiçbir kelimenin anlatamayacağı kadar saf, yalın, gerçek bir anın içindeydik. Ne geçmişin yükü ne geleceğin belirsizliği… O an, yalnızca kalbimizin attığı yerdeydik ve bu yetiyordu.
*****
Boran’ın biraz rahatladığını, gerginliğini üzerinden attığını hissettiğimde bende yanından ayrılmıştım. Tüm gün yanında kalmak istesem de telefon görüşmelerinin olduğunu biliyordum. Benim de ilgilenmem gereken danışanlarım vardı. Ancak asıl aklımda olan şey daha başkaydı. Boran’ın bugün toplantı yaptığı şirketin asıl sahibi dedemin bir arkadaşıydı. Bunu dedemin arkadaşı Necati Bey’den öğrenmiştim.
Kendisi toplantılara katılmıyordu, işi oğluna devretmişti. Oğluyla da toplantı pek istenilen gibi gitmemişti. Ama ben emindim ki Boran projesini o adama yüz yüze anlatsa o sözleşme çoktan imzalanırdı. Boran aklına neyi koyduysa yapan bir adamdı ve şimdi bu yapamamanın verdiği his onu yer bitirirdi. Bende düşünmüştüm ki şirketin asıl sahibi Asım Bey ile görüşürse onu ikna edebilirdi.
Bu yüzden harekete geçmiştim. Asım Bey şirketle ilgilenmiyor gibi görünse de son karar ondan çıkıyordu. O da dedem gibi, Boran’ın dedesi gibi işlere kendi oğlunu geçirmişti ama elini de üzerinden çekmiyordu. Sekreteri hiçbir şekilde toplantı ayarlamıyordu, konuşmaya çalışmıştım ancak pek ikna edememiştim. Fakat bugün Asım Bey’in eşi Nurten Hanım’ın bir sergisi olduğunu öğrenmiş ve oraya gitmek için bilet bulmuştum.
Ben sergiyi gezerken Boran, Asım Bey ile görüşme sağlayabilirdi. Necati Bey sağ olsun biletleri bulmamda yardımcı olmuştu ve Asım Bey’e ulaşmıştı. Benim eşimle birlikte sergiye katılacağımın bilgisini vermişti. Asım Bey’de bu durumu olumlu karşılamıştı. Tabii benim Sardun Aral’ın torunu olmam buna katkı sağlamıştı.
Boran için bir şans yaratmanın mutluluğu ile eve geldiğimde ilk önce Zümra babaannenin yanında almıştım soluğu. Onları ihmal etmeyi hiç istemiyordum. Biraz toparlanmıştı ancak evlat acısı bambaşka bir şey olduğu için muhtemelen hiç eskisi gibi toparlanamayacaktı.
Onun yanından Derin’in yanına gitmek için kalktığımda daha yarı yolda ismimin seslenilmesiyle duraksadım. “İnci Hanım.” Bana doğru seslenen Hatice abla ile bakışlarım mutfak kapıya döndüğünde merakla baktım. Ona her ne kadar bana ismimle söylemesini söylesem de kabul etmiyordu. “Efendim Hatice abla?” dediğimde neden geldiğini belirtircesine cevap verdi. “Bugün akşam yemeği için liste verilmedi henüz, verirsen bizde ona göre hazırlayalım.”
Şaşkınlıkla ona bakarken karşılık verdim. “Liste mi?” Hatice abla kafasını salladı. “Zümra Hanım bundan sonra senin vereceğini söyledi.” Dediğinde daha büyük bir şok dalgası yayıldı bedenime.
Ne diyeceğimi bilemeyerek ona bakarken Zümra babaannenin yanımıza doğru geldiğini gördüm. Anlamaya çalışırcasına ona bakarken Zümra babaanne konuştu. “Boran bu evin babası, evin reisi olduğuna göre sende bu evin hanımısın kızım, eşi olarak.” Cümlesiyle ağzım hafiften açık kalırken hızlıca karşılık verdim. “Olur mu hiç, siz hala daha bu evin hanımısınız, büyüğüsünüz. Siz varken benim ne haddime?”
Zümra babaanne yavaşça yaklaşıp elini omzuma koydu. Yüzünde alışık olduğum o yumuşak ama otoriter ifade vardı. “Evladım, bu evde herkesin bir yeri, bir görevi vardır. Ben artık yavaş yavaş geri çekilmek istiyorum. Yaşlandım, artık bu evi çekip çevirecek olan sensin. Herkes seni hanım olarak görmeli ki düzen bozulmasın. Ben de senin arkanda olacağım, merak etme.”
Sözleri içime bir sıcaklık bıraktı ama aynı zamanda omuzlarıma görünmez bir ağırlık çöktü. Bu kadar kısa sürede böyle büyük bir sorumluluk… Ne diyeceğimi bilemeden bir an başımı eğdim. Bu Gülsüm hanımın hiç hoşuna gitmeyecekti. Hem Defne bu evin ilk geliniydi, ona verilmeliydi belki de.
“Gülsüm Hanım daha uygun olur belki, hatta Defne bu evin ilk gelini. Yanlış anlamayın ben size yardımcı olmayı çok isterim ama onların hakkını da gasp etmek istemiyorum.” Dedim sıkıntılı bir şekilde. Çünkü Defne olmasa bile Gülsüm Hanım sorun çıkartırdı bunu biliyordum.
Zümra babaanne, söylediklerimi sakince dinledi. Gözlerini bir an olsun benden ayırmadan, başını yavaşça salladı. O yüzündeki yılların verdiği bilgelikle karışık sert ifade, bir anda yumuşadı. Elini usulca omzuma koyarak içten bir ses tonuyla konuştu. “Merak etme, herkes anlayışla karşılayacaktır.”
Sıkıntılı bir nefes verdim cümleleriyle birlikte. “Peki o zaman.” Diye kabullendiğimde bize bakan Hatice ablaya doğru döndüm. “O zaman havuç, kabak gibi sebzelerden sebze çorbası, yanına fırında tavuk, pilav ve salata yapalım. Tatlı olarak da fırın sütlaç nasıl olur?”
“Çok güzel olur İnci Hanım, biz hemen hazırlamaya başlıyoruz.” Dediğinde başımı salladım. O sırada Zümra babaanne konuştu. “Fırın sütlaç, kocan çok sever.” Dediğinde tebessüm ettim. Biliyordum, zaten bu yüzden istemiştim. Yüzünü biraz olsun güldürebilmek için. “Biliyorum…”
Zümra babaanne bu durumdan memnun olduğunu belirtircesine yüzüme bakarken aferin dercesine gülümsedi. Bense mırıldandım. “İzninizle ben bir Derin’in yanına gideyim.” Dediğimde Zümra babaanne onaydı. “Tabii, akşam yemeğinde görüşürüz.”
Onaylayarak merdivenleri çıkmaya başladım. Derin’in odasının önüne geldiğimde kapısını tıklatarak kapıyı araladım.
Derin, pencerenin önündeki koltuğa kıvrılmış dışarıya bakıyordu. Saçları dağınıktı, üzerinde okula gitmiş ama sonrasında hiçbir şey yapmaya takati kalmamış kıyafetleri vardı. Oda, içinde zamanın durduğu bir yer gibiydi. Ne bir müzik sesi vardı ne de bir kıpırtı. Sadece Derin’in nefes alıp verişi duyuluyordu. Solgun yüzü ve yorgun gözleri, içinden geçen fırtınaları ele veriyordu.
"Derin..." dedim usulca, sanki sesiyle bir şeyi kırmaktan korkar gibi. "Birkaç dakikanı alabilir miyim?"
Başını yavaşça çevirdi. Gözleri benimkileri bulduğunda içinde bir duvar örülüyordu sanki O an anladım, onunla olmak istemem ne kadar içtense, onun yalnız kalmak istemesi de o kadar kesindi. "Yenge." dedi bir anda. Sesi kuru, keskin, neredeyse yabancıydı. "Lütfen… beni analiz etmeye falan çalışma. Psikolog moduna girme. Şu an buna hiç tahammülüm yok."
Bir an donup kaldım. Ne cevap vereceğimi bilemedim. Oysa yanında olmak istemiştim sadece. Konuşmak değil, duymak… belki sessizce oturmak. "Ben… sadece nasılsın diye—"
"İyi değilim!" diye böldü sözümü, sesi bu kez yükseldi. "Ama kimseyi görmek istemeyecek kadar da kötüyüm. Bunu anlaman gerek. Hele hele biri gelip bana profesyonelce yaklaşmaya çalışıyorsa… daha da kötü hissediyorum."
Yutkundum. O an, psikolog kimliğim değil, arkadaşlığım bile bir yük gibi görünüyordu gözünde. Geri çekilmekten başka yapacak bir şeyim kalmamıştı. "Tamam," dedim sessizce. "İstersen yalnız bırakırım seni."
Gözlerini tekrar dışarı çevirdi. "Evet. Lütfen."
Fazla beklemeyerek istediği gibi kapıyı sessizce kapattım. İçeride onun acısı kaldı, dışarıda benim sessizliğim.
Kapıyı kapattım ama içimde hâlâ açık bir şeyler vardı. Bir kelime, bir bakış, bir duruş… hepsi odamın kapısına kadar geldi benimle. Sessizce odamıza yöneldim, ayaklarım yere basıyordu ama sanki içimde yürüyen bambaşka bir şey vardı: bir burukluk, bir hüzün, biraz da çaresizlik.
Ben profesyonelim, dedim kendi kendime. İnsanların savunmalarına, duvarlarına, öfkelerine alışıktım. Ama konu Derin olunca, o duvarların ötesinde olmak istiyordum. Bir danışanı değil, bir dostu olarak. Ama işte bazen, acı o kadar taze oluyordu ki, gelen her sevgi bile yara gibi hissedilebiliyordu.
"Beni analiz etme." Kulağımda çınladı o cümle. Oysa ben analiz etmiyordum ki… Anlamaya çalışıyordum. Sadece yanında olmak istiyordum. Sadece... yalnız olmadığını hissettirmek istiyordum. Ama sanırım bazı acılar, tek kişilik oluyordu. Paylaşılmıyordu. Belki de paylaşmak, o acının gerçekliğini büyütüyordu Derin için.
Bir ömür bağlandığın kişinin yokluğunu sindirmek kolay değildi. Üstelik her yüz, her ses, belki de ona ölümün varlığını hatırlatıyordu. Bunu bilerek içerlemeden odama ilerleyerek içeri girdim. Çünkü biliyordum ki bu bana karşı takındığı bir öfke değildi, yasın diliydi.
Belki bir gün, bu sessizlik kırılacak ve bana dönüp “İnci…” diyecekti. Belki o zaman yanında olmanın gerçek anlamını anlayacaktım. Şu an ise tek yapabileceğim, onun alanına saygı göstermek ve sabırla beklemekti.
Çünkü insan, yasını kendi zamanında yaşamak zorundaydı ve bazen yanında olmanın en büyük yolu, sessizce uzak durmaktı; görünmez bir destek, fark edilmeyen bir varlık gibi…
*****
Saatler sonra Boran’da geldiğinde yemek masasına oturmuştuk. İstediğim gibi yemekler hazırlanmıştı. Tabii benim isteklerimin yanında çeşitli mezelerde vardı. Yine masa her zamanki gibi çok güzel olmuştu. Herkes yerlerine geçmiş yemeklerin servisiyle birlikte yemekler yenmişti. Sonra da tatlıya geçilmişti.
“Zümra Sultan, bugün keyfimin olmadığı içine mi doğdu?” Boran’ın cümlesiyle birlikte Zümra babaanneyle göz göze geldim. Boran ise çoktan oturduğu yerden kalkmış babaannesinin yanına yaklaşıp yanağını öpmüştü bile. O sırada Cihan’ın kıskanç ama şakacı sesini duydum. “Tabi hep abime çalışın, biz kimiz ki zaten?” Kaşlarını çatmış olsa da dudaklarındaki gülümseme şaka yaptığını söylüyordu.
“Ben değil, İnci kızım verdi bugün listeyi.” Zümra babaanne yanlış anlaşılmayı düzeltmek adına konuşurken bakışlar bana doğru döndü. “Öyle mi?” Boran’ın bakışlarını üzerimde hissederken küçük bir tebessüm ettim. Boran babaannesinden doğru bana geldiğinde arkama doğru geçip elini yanaklarıma yasladı ve başımın üzerine, saçlarıma dudaklarını bastırdı. “Sağ ol güzelim.”
Çok uzun zamandır etmediği hitap içimi sıcacık ederken ona doğru bakıp gülümsedim. “Afiyet olsun.” Boran masadaki yerine geçerken Cihan’ın sesini duydum. “Bundan sonra isteklerimizi İnci yengeme söylüyoruz o zaman. Yenge mümkünse yarın içinde künefe hazırlatır mısın?”
“Tabii ki.” Dediğimde Defne konuştu. “Ondan önce baklava olsa, mis gibi.” Dediğinde Cihan ona döndü. “Onun için yarını beklemeye gerek yok yavrum, hemen şimdi gidip yeriz.” Diyerek karısının yanağını öptü.
Onlara tebessümle bakarken konuştum. “Defneciğim senin isteklerin daha öncelikli, ne istersen o iş bende.” Diye göz kırptığımda Defne’de bana bakıp göz kırptı. “Anlaştık, ilk sana geliyorum.”
Defne’den sonra bakışlarım Derin’e doğru kaydı. Hiçbir sohbete katılmayıp sadece tabağındaki yemekle oynuyordu. “Derin içinde incirli muhallebi hazırlatırım.” Diyerek onu sohbete katmaya çalıştığımda Derin göz ucuyla bana bakıp içinden gelmediği belli olurcasına gülümsedi. “Teşekkür ederim.”
İç çekerek önüme doğru dönerek tatlımdan yedim. Boran’a doğru baktığımda onun çoktan tatlıyı yarıladığını görmek gülümsememe neden oldu. Gerçekten seviyordu. Masadakiler kendince konuşurken cebimden telefonu çıkartarak saate baktım. Sergi saat dokuzdaydı ve bizim bir saate kadar evden çıkmamız gerekiyordu.
Mesajlara girerek Boran’a mesaj attım. Şimdi onu herkesin yanında odaya çağırsam yanlış anlaşılırdı.
“Odaya çıkalım mı?”
Saniyeler içinde Boran’ın telefonundan bir bildirim sesi geldi. Ekrana bakarken kaşları bir an kalktı, gözleri irileşti. Sonra başını bana çevirdi. O bakış... Hem şaşkın hem de hafif kurnazdı.
Gülümseyip tatlımdan bir kaşık daha aldım ama bu kez kaşığı ağzıma götürmeden önce gözlerimi onun gözlerine diktim. Kaşığı yavaşça ağzıma götürürken mesajımın ikinci bölümünü yazdım.
“Sana bir sürprizim var. Onun için odaya çıkmalıyız.”
Gönder tuşuna bastım. Ardından kaşığı ağzıma aldım sanki mesaj değil de söylediklerim tatlıdan bile yoğundu. Cümlelerim farklı anlamlara çıkabilirdi. Boran ekrana bir daha baktı. Göz bebekleri kıpırdadı, sonra başını kaldırıp tekrar bana baktı. Bu kez gülümsemesi daha belirgindi. Kaşığı elinden bıraktı, sanki artık tatlının anlamı kalmamıştı.
Telefonum hafifçe titredi. Gelen cevaba baktım.
“Sürprizleri sevmem normalde ama senden gelecek olan sürprizlere boynum kıldan ince. Çıkıyorum.”
Mesajı okurken istemsizce içim kıpırdadı. Dudaklarımda yavaşça yayılan bir tebessümle başımı kaldırdım ve Boran’a baktım. Mesajı göndermişti ama yüz ifadesi hâlâ oyunun içindeydi. Gözleri kısık, dudaklarında belli belirsiz bir sırıtışla, kaşığını tatlıya daldırdı ve hızla yemeye başladı.
Ama öyle böyle değil aceleci, hatta neredeyse telaşlı bir şekilde kaşıkladı tatlıyı. Sanki tatlı değil de bir görevdi ve süresi dolmak üzereydi. O sırada Gülsüm Hanım kaşığını bırakarak gözlüklerinin üstünden Boran’a baktı ve kaşlarını hafifçe çattı. “Boran, acil bir haber aldın sanırım. Tatlıyı bir yere yetişecek gibi yiyorsun.” Derken sesi hem şaşkın hem hafifçe şüpheliydi.
Boran kaşığı ağzına götürürken duraksadı, bir anlığına irkildi. Yüzündeki ifadeyi engelleyerek konuştu. “Yoo. Sadece çok seviyorum ondan.”
Gülsüm Hanım kaşlarını kaldırdı, gözlerini hafifçe kısıp bir Boran’a bir de bana baktı. O an nefesimi tuttum. Göz göze gelmemek için tabağımda ilgilenir gibi yaptım ama içimde minik bir kahkaha gezindi. Boran ise kaşığın son lokmasını ağzına atarken “Ben bir çalışma odasına çıkıyorum.” deyip ayağa kalktı. Sandalyeyi geriye çekerken bana bir anlık, çok kısa ama her şeyi anlatan bir bakış attı.
Ben hâlâ tatlımın son lokmasıyla oyalanıyordum ama içimde minik kelebekler kanat çırpmaya başlamıştı. Gülsüm Hanım bakışlarını Boran’ın arkasından gönderdi, sonra bana döndü. “Ne tuhaf… Az önce miskin miskin yiyordu. Ne olduysa birden canlandı.” dedi.
Tatlımı ağzıma götürdüm ve yüzümde masum bir gülümsemeyle sadece omuz silktim. O sırada Defne mırıldandı. “Aldığı mesaj neyse bir enerji geldi adama.” İmalı bir biçimde bana bakarken utançla yanaklarımın ısındığını hissettim. Çok fenaydı bu kız.
Başımı eğerek tatlımı yemeye devam ederken Cihan oturduğu yerden ayaklandı. “Hadi Defne, çıkalım biz.” Defne ona bakarken konuştu. “Nereye hayatım?” Meraklı gözlerle kocasına bakarken Cihan konuştu. “Canın baklava çekti ya, onu yemeye.”
Defne hevesle oturduğu yerden kalkarken Cihan kardeşiyle Gamze’ye baktı. “Kızlar sizde gelin isterseniz.” Dediğinde Derin başını iki yana salladı. “Yorgunum ben, uyuyacağım.” Dediğinde Cihan kardeşinin yanına ilerleyip konuştu. “Geldikten sonra uyursun abicim, hadi.”
“Değişiklik olur yavrum, kırma abini.” Zümra babaanne Derin’e bakarken Derin sıkıntılı bir nefes vererek onayladı. Cihan onun ardından bana doğru baktı. “Sizde gelin yenge.” Dediğinde tebessüm ettim. “Başka zaman katılırız inşallah.”
Cihan beni onaylarken babaannesi ve halasına baktı. “Siz gidin oğlum.” Dedi Gülsüm Hanım. Ardından ekledi. “Ben bugün çıktım daha yorgunum.”
Zümra babaanne de reddederken Cihan Defne’yi, Gamze’yi ve Derin’i de alıp çıktı. Bende hiç beklemeden masadan kalktım. Zümra babaanne ve Gülsüm hanıma afiyet olsun dileklerimi ilettikten sonra odaya ilerledim. Merdivenleri hızlı hızlı çıkıp odaya ulaştıktan sonra kapıyı araladım. O sırada yatakta oturan Boran ile gözlerim buluştu.
“Odaya çıkalım dedin, ağaç oldum.” Boran sıkıntılı bir şekilde konuşurken karşılık verdim. “Bir şey olmuş gibi yiyip çıkınca imalı imalı baktılar. Gelemedim. Pardon Boran Bey, beklettim sizi de.”
“Sonuçta geldin.” Dedi Boran. Çantamdan serginin biletlerini aldıktan sonra ona ilerledim. Elimdekileri ona uzattığımda Boran ne olduğunu anlamayarak baktı elimdekilere. Sonra eline aldıktan sonra üzerini okuyarak gözlerini kapattı ve kendini geriye doğru yatağa bıraktı. “Sergi mi?”
Bıkkın çıkan ses tonuna karşılık güldüm sessizce. Sevmezdi biliyordum ama oraya bir amaç için gidecekti sonuçta. “Öyle bir mesaj attın ki bu sürprizin sergi olabileceği aklımın ucundan geçmedi.” Sıkıntıyla konuşurken elinden tutarak çekiştirdim. “Kalk hadi, hazırlan. Bak ben hazırlanıyorum.”
Boran onu çekiştirmemle kalkmazken elini bırakarak gardırobuma ilerledim. “Hadi sevgilim, ben çok hevesliyim. Kıracak mısın beni? Hatır için çiğ tavuk bile yerler sen benimle sergiye gelmeyecek misin? Birkaç saatçik.”
“Ben senin için çiğ tavuk yerim ama sergi…” deyip duraksadığında ona doğru döndüm. Yatakta yan dönmüş, başını koluna yaslamış hâlde beni izliyordu. Gözlerinde hâlâ o isteksizlik ama bakışlarında hafif bir yumuşama vardı. Dudaklarımı büzüp gözlerimi kırpıştırınca istemsizce gülümsedi. “Abin haklıymış, bu şekilde baktığında kimse itiraz edemez sana.”
Yataktan kalktığında hevesle gardıroba dönerek beyaz kumaş pantolon ve beyaz büstiyer çıkardım. Üzerine de beyaz bir ceket çıkartarak yatağın üzerine bıraktım. O sırada Boran benim ona aldığım takım elbiseyi çıkarmıştı.

Banyoya geçip üzerimi değiştirdiğimde o da odada çoktan üzerini değiştirmişti. Makyaj masamın önüne geçerek saçlarımı düzelttikten sonra hazır olan göz makyajıma kırmızı ruj sürerek onu da tamamlamaya koyuldum.
Aynada dudaklarımı dikkatle boyarken, Boran’ın bakışlarını ense kökümde hissettim önce. Sonra yavaşça gözlerimi aynadan ona çevirdim. Odanın bir köşesinde elleri ceplerinde durmuş beni izliyordu. Gözleri bir süre yüzümde, sonra dudaklarımda gezinirken sessizdi ama bakışları ses çıkarıyor gibiydi. Arzu dolu, derin, neredeyse sahiplenici bir dikkatle bakıyordu.
Dudaklarımı birbirine bastırarak rujumu sabitledim. Gözlerimiz aynada buluştuğunda hafif bir tebessümle mırıldandım. “Beğenmedin sanırım?” Beğendiğini bildiğim halde sorduğum soruyla Boran bir adım yaklaştı. Bakışları hâlâ üzerimdeydi sanki tek kelime etmeden her şeyi anlatmak ister gibiydi. “Kırmızı…” dedi, sesi biraz kısık, tok bir tonda. “Buna gerek var mıydı?”
“Bence vardı, beyazla çok güzel oluyor.” Derken aynadan kendime baktım. Rujun parlak kırmızısı beyaz ceketle mükemmel bir tezat oluşturuyordu. Yüzüm daha canlı, bakışlarım daha iddialıydı.
“Güzel değil, fazla çarpıcı oluyor. Çok dikkat çekici. Kırmızı ruj sana fazla yakışıyor. İster istemez insanın gözü takılıyor.” derken bakışları hala dudaklarımdaydı. Cümlesiyle dudaklarım kıvrılırken yutkundu. “Ama benim gözüm senden hiç ayrılmıyor zaten. Orası ayrı.”
Birkaç saniye sustum. O an kelimelerden çok sessizlik ağırdı odada. Göz göze durduğumuz aynadaki yansıma, sanki bizimle değilmiş gibi bir mesafeyle bakıyordu üzerimize. Ama ben onun ses tonunun altındaki kırılgan duyguyu duyuyordum.
Yavaşça yerimden kalkıp döndüm. Aramızda belki birkaç adım vardı ama gözleri beni izliyordu kararsızlıkla karışık hayranlıkla. Yanına yürüdükten sonra elimi direkt olarak göğsüne doğru yasladığımda fısıltı şeklinde konuştum. “Benim de istediğim bu zaten, senin gözünün benden hiç ayrılmaması. Başka hiç kimse umurumda değil.”
Boran beklediği cevap buymuşçasına sırıtırken eliyle kapıyı işaret etti. “O halde çıkalım, gidelim bakalım sergimize.”
Onaylayarak önden ilerledim. Boran peşimden gelirken arkalı önlü asansöre binip indik. Sonrasında Zümra babaanne ve Gülsüm hanıma gittiğimizi haber vererek evden çıktık. Arabayı Fatih kullanacaktı bugün ve Mert’te yanındaki yerini almıştı. Adresi Fatih’e verdiğimde arabayı çalıştırarak bahçeden çıktı.
Serginin yapılacağı yer çok uzak değildi. Kısa süre sonra mekâna vardığımızda Boran ile aynı anda indik araçtan. Boran’ın elini bana doğru uzatmasını beklemeden elini kavrayarak mekânın kapısına doğru ilerledim. O da bana uyum sağladı anında.
İçeri girdiğimizde mekânda loş bir aydınlatma hakimdi. Tavandan sarkan ince ışıklar tabloların üzerine odaklanmış, duvarları renkten renge boyayan eserlerin arasında sessizce dolanan insanlar vardı. Biletlerimizi görevliye göstererek tamamen içeri girdik.
İlk tabloyu görür görmez içim kıpır kıpır oldu. Renklerin birbiriyle çatışıp aynı anda uyum sağlaması, fırça darbelerinin savruluşundaki özgürlük, tuvalin ortasında yaratılmış kaotik bir düzen… Hayranlıkla yaklaşırken Boran yanımda biraz geride kalmıştı.
Yanımdan gelen mırıldanma dikkatimi dağıttı. “Cidden ne anlıyorlar anlamıyorum,” dedi hafifçe söylenerek. Başımı çevirip ona baktım, kaşlarımı kaldırarak hafifçe gülümsedim. “Üstüme alınıyorum, haberin olsun,” dedim kollarımı göğsümde kavuşturarak.
Boran bana döndü, bir an afallamış gibi baktı. Sonra dudakları istemsizce yukarı kıvrıldı. “Yani... senin ilgine bir şey demiyorum. Ama şu…” diyerek başıyla karşıdaki soyut tabloyu işaret etti. “Arada gri bir fırça darbesi, bir damla sarı, sonra bir boşluk. Bu mu sanat şimdi?”
Gülerek tabloya döndüm. “Sanat bakabilene değil, görebilene hitap eder sevgilim. Sen sadece bakıyorsun.”
Başını iki yana salladı. “Bence sanat insanın içini kıpırdatmalı. Bir hikâye anlatmalı. Mesela şu…” diye sağımızdaki tabloya yöneldi. “Burada bir şey var. Renkler daha sakin, daha dengeli. Sanki... anlatmak istediği bir duygu varmış gibi.”
Ona yaklaşarak tabloya birlikte baktık. Renk geçişleri yumuşaktı, tonlar birbirine sarılır gibi akıyordu. Göz ucuyla ona baktım. “Bak sen, sanat yorumlamaya başladın. Az önce ‘ne anlıyorlar’ diyen sen değil miydin?”
“Eh bizde de var bir şeyler ama bu sevdiğim anlamına gelmiyor, sen olmasaydın beni buraya kimse getiremezdi.” Dedi kısık bir sesle. Biliyordum zaten. Sözleriyle birlikte gözlerimde ince bir sıcaklık belirdi. Lafının içinde hem bir sitem hem de kocaman bir itiraf gizliydi. Gülümsedim.
Bakışlarım asıl bulmayı beklediğim adama odaklanırken gülüşüm büyüdü. Boran nereye baktığımı merak edercesine oraya döndüğünde mırıldandım. “Asım Güler. Güler Holding yönetim kurulu başkanı, şimdi oğlu yönetimin başında diyebiliriz. Ama karar merci hâlâ o.”
“Sen nereden biliyorsun?” sorduğu soruyla eş zamanlı olarak bana bakarken bakışlarımı Boran’a çevirdim ve başımı omzuma eğdim. “Senin kadar olmasa da bende piyasaya hakimim.” Dediğimde Boran bir an durdu. “Öyle söylemek istemedim.”
Başımı salladım cümlesiyle. Kötü bir şey kastetmediğini biliyordum zaten. O yüzden cümleme sürprizimle devam ettim. “Asıl sürprizim buydu. Bu sergi onun eşinin sergisi. Ben tabloları incelerken sen onunla konuşursun, projeni anlatırsın diye düşündüm. Eminim çok beğenecek ve sözleşmeyi imzalayacak.”
Boran birkaç saniye hareketsiz kaldı. Yüzündeki şaşkınlık yavaşça başka bir şeye evrildi. Önce inanamayan bir ifade belirdi gözlerinde, sonra o tanıdık ciddiyet… ama bu kez içinde kırılgan bir minnettarlık vardı. Duygularını kelimelere dökemedi belki ama bakışları anlatıyordu her şeyi.
“İnci…” dedi sadece, kısık ve yavaş bir sesle. Sözünü kestim nazikçe gözlerimi onunkilere sabitleyerek. “Projeni ne kadar önemsediğini biliyorum. Bugün olmadı diye ne kadar kendine yüklendiğini de biliyorum. Oysa bu proje senin emeğin, hayalin, aylarını verdin ve biri bunu görmeli artık. Doğru biri.”
Bakışları nemlendi mi, yoksa ben mi öyle görmek istedim bilemedim. Omuzları her zamankinden biraz daha düşük, yüzündeki sertlik yerini mahcup bir yumuşaklığa bırakmıştı. “Sen…” diye başladı ama yine sustu. Başını iki yana salladı hafifçe, sanki kelimeler yetersizmiş gibi.
Ona yaklaştım ve parmaklarımı parmaklarının arasına geçirdim. “Haydi git konuş onunla. Ben burada olacağım.” Boran elimi sımsıkı tuttu. Gözleri artık sadece minnetle değil, açık bir sevgiyle doluydu. Göz göze geldiğimiz o anda, kalbimin sesi kulaklarımı bastırdı. Bu bakışlarda kırgınlık yerine minnettarlık görmek çok güzeldi. Boran, dudaklarını hafifçe araladı ama bir şey söylemedi önce. Belki de söylemesine gerek yoktu.
Sonra sanki teşekkür etmek istercesine elini belime atarak beni kendisine çekti ve şakağımı öptü uzunca. O öpücükte saklı olan duygular, kelimelerden çok daha fazlaydı; yorgunluğunu, endişelerini ama en çok da yanında olduğumu, her zaman destekçisi olduğumu bildiğini fısıldıyordu. Gözlerimi kapattım, o anın içinde kaybolurken, birlikte çıktığımız bu yolda ne kadar güçlü olduğumuzu bir kez daha hissettim.
“Bekle beni,” derken sesi kısık ama kararlıydı. “Sana güzel bir haberle döneceğim.” Dediğinde onayladım. “Sabırsızlıkla bekliyorum.” Belimi bıraktığında içimde hafif bir boşluk oluştu ama aynı zamanda tarifsiz bir gurur vardı. Onu bu şekilde görmek, gözümün önünde kendi adımlarıyla ilerleyip hayaline yaklaşması… bu anı birlikte yaşamamız… İşte sevmenin tam karşılığı buydu.
Boran yavaşça uzaklaştığında her adımı daha net, daha sağlamdı. Onu izlerken gözlerimde hafif bir buğu oluştu. Boran, Asım beyin yanına yaklaşıp tokalaşırlarken Asım Bey beni sormuş olacak ki Boran’ın bakışları bana doğru kaydı, onunla aynı anda Asım Bey’de bana baktı. Ardından elindeki kadehi selam verircesine kaldırırken bende baş selamı verdim ona. Yüz yüze gidip teşekkür edecektim elbette ama Boran’dan sonra olacaktı bu.
Asım Bey eliyle sergi salonunda bulunan bir kapıyı işaret ederken Boran haber verircesine bana baktı. Onaylayan gözlerle ona baktığımda daha fazla beklemeden Asım Bey’in yanında ilerledi. İçim rahatlayarak tablolara bakmayı sürdürdüm bende.
Sırayla tabloları geçerken gözlerim bir tabloya takıldı, duvarda asılı büyükçe bir eserdi. Renklerin uyumu dikkat çekiciydi. Tabloda, koyu mavi ve mor tonları, altın sarısıyla keskin bir kontrast oluşturuyordu. Fırça darbeleri enerjik, adeta tablo hareket halindeydi. Gözüm tablonun merkezinde, kırmızı bir figüre takıldı; insan formuna benzeyen ama tamamen soyut bir çizgiyle yapılmıştı. O figür, sanki zamanın içinde dönüyor, yerçekimine meydan okuyor gibiydi.
Ruh halimi yansıtan bu tabloya bakarken, içimde hafif bir titreme hissettim. Sanat, bazen kelimelerden daha derindi; hissettiklerimizi şekillendirip görünür kılıyordu.
Dakikalar geçerken teker teker inceledim her bir tabloyu. Çok fazla anlamıyordum ancak yine de bazıları ilgi çekiciydi ve onlara bakmayı sevmiştim. İlgimi çeken tablolardan birine bakarken tabloya doğru birinin geldiğini fark ettim. Umursamadan gri ve siyahın hâkim olduğu tabloya bakarken yanımda dikilen adamın sesini işittim.
"Bu tablo... insanın içine işliyor değil mi?" Sesi sakindi ama taşıdığı ton beni bir an irkiltti. Ne yumuşak ne sertti; arada bir yerde, tam tablonun hissettirdiklerine benzer bir yerde duruyordu. Dönüp bakmadım hemen. Gözlerim hâlâ tablodaydı ama cevap verdim.
"Sanırım." dedim hafifçe. "Biraz karanlık ama etkileyici."
Yanımdaki adam birkaç adım daha yaklaştı. Ayak seslerinden duyuyordum. Yaklaştıkça varlığı daha belirginleşti ama hâlâ tam olarak yüzünü görmemiştim. "Ressam, yalnızlığı anlatmıyor burada." dedi. "Daha çok... insanın kendine dönmesini. Kalabalıktan, gürültüden, yargıdan uzaklaştıktan sonra kalan o saf, sessiz hâli anlatıyor.”
Bir süre sessizlik oldu. İçimde bir yer titreşti. Sanki onun söyledikleri tablonun içine gizlenmişti de ben fark edememiştim. "Şuraya bakın," dedi ve eliyle tablonun sol alt köşesini gösterdi. "Gri ve siyahın içinden zar zor seçilen o ince beyaz çizgiyi görüyor musunuz?"
Gözlerimi işaret ettiği yere çevirdim. Daha önce dikkat etmemiştim. Gerçekten de o ağır tonların arasında, neredeyse görünmez bir çizgi vardı. İnce, solgun, ama oradaydı. "O.… umudun izi," dedi usulca. "Çok küçük. Hatta çoğu kişi fark etmez bile. Ama ressam onu saklamamış. Bilinçli bir yerleştirme bu."
İçimden bir şey çözüldü sanki. Gözlerim o beyaz çizgiye takıldı. O küçücük iz, birden tüm tabloyu farklı bir ışıkla boyadı. Karanlık artık sadece karanlık değildi. Derinlik kazanmıştı. Bir anlamı vardı artık. Bir hikâyesi...
"Ne tuhaf." dedim fısıltıya yakın bir sesle. "Bu kadar küçük bir şey, bakışı tamamen değiştirebiliyor." Adam hafifçe gülümsedi. Yüzüme değil, tabloya bakarak konuşmaya devam etti. "Bazı şeyler öyledir. Hayatta da. Küçücük bir detay... bir kelime, bir bakış ya da bir ses... bazen bütün algını değiştirir. Gri bile parlamaya başlar."
İlk defa yüzüne baktım. Gözlerinin kenarında ince çizgiler vardı ama bakışı canlıydı. Duru bir bakıştı. Benimle yaşıt olduğunu tahmin ediyordum. Kahverengi gözlü, kahverengi saçlıydı. Boyu benden epey uzundu.
"Siz ressamı tanıyor musunuz?" diye sordum biraz da neden bu kadar emin konuştuğunu anlamaya çalışarak. "Tanımıyorum," dedi hafifçe başını sallayarak. "Ama onunla benzer şeyler yaşamış olabilirim. Belki de o yüzden böyle konuşuyorum."
Belli belirsiz başımı sallarken adam tamamen bana döndü. “Ben Rüzgâr Soylu.” Diye elini uzattığında tereddütle baktım eline. Sonra beklemeden elimi uzattım ve sıktım. “İnci Demirhanlı. Memnun oldum.” Adam elimi sıkmaya devam ederken bir an şaşırdı. “Yavuz Demirhanlı, Boran Demirhanlı… Tanıyor musunuz?”
Başımı salladım hızla. “Boran Demirhanlı, eşim olur.” Rüzgâr’ın dudaklarının kenarındaki hafif kıvrım yavaşça silindi. Gözleri tabloya kaydı, sonra tekrar bana döndü ama bu kez daha kısa baktı.
“Öyle mi?” dedi. Ses tonu alışıldık bir şaşkınlık ya da rahatsızlık taşımıyordu. Sanki kendi içinde bir şeyi tartıyordu sadece. “Kusura bakmayın, Demirhanlı soyadı oldukça tanıdık geldi. Zamanında iş vesilesiyle tanışmıştık Yavuz Bey’le. Geçenlerde duydum vefatını. Başınız sağ olsun.”
“Sağ olun.” Dedim hüzünlü bir şekilde. Rüzgâr, sessiz kaldı. Ne daha fazla sordu ne konuyu değiştirdi. Bu tutumu, beklenmedik biçimde saygılı ve yerindeydi. Boşlukları doldurmaya çalışmadı. Onun yerime utanan ya da teselliye kalkışan bakışları da olmadı. Sadece sessizliğe alan bıraktı.
Kısa bir süre sonra tekrar sesini duydum. "Demirhanlı soyadı... bazı çevrelerde fazlasıyla yankı bırakmıştı. Boran Bey’i daha çok ismen bilirim. Sizin soyadınızı duyunca, ister istemez bağlantı kurdum.” Kendini açıkladığında onayladım sessizce.
“Sanatla ilgisi var mı?” diye sordu sonra. Kimin? diye sormama gerek kalmadı. Boran’dan bahsettiğini biliyordum. “Pek fazla yok.” Bu bilgi fazla bileydi belki ama yalan da değildi. Hayatımızdaki her şey gibi, o da doğruydu: İş, toplantılar, şirketler, yurt dışı seyahatleri… biraz daha ağır basıyordu. Ama spora vakti her zaman vardı.
“O zaman kendiniz geldiniz…” diye çıkarımda bulunan adama karşılık sert bir biçimde baktım. Bu kadar soru sorması hoş değildi. Bakışımla birlikte duraksadı. “Pardon ben patavatsızlık ettim.” Rüzgâr bey önüne dönerken tekrar ekledi. “Aslında ben hemen diğer kapının ardındaki tabloyu göstermek istemiştim size. Düşüncelerinizi merak ediyorum. Hemen şurada. O yüzden sorum.” Diyerek salonun diğer tarafını gösterdiğinde onayladım.
Zaten o tarafa henüz gidememiştim. Benim onayımla birlikte Rüzgâr Bey önden geçmem için işaret verdi. Bende ilerlemeye koyuldum. Yine diğer insanların hayranlıkla baktığı diğer tabloların bulunduğu yere geldiğimizde Rüzgâr Bey’in duraksamasıyla birlikte bende bir tablonun önünde durdum.
Tam o sırada Rüzgâr Bey yanımızdan geçen garsonu durdurarak ikimiz için birer şampanya alarak bana doğru uzattı. Nazikliğine karşılık şampanyayı alsam da pek içmeyi düşünmüyordum.
Gözlerim, duvarda asılı o tabloya kilitlendi. Adeta renklerin ve fırça darbelerinin arasında saklı bir hikâye vardı. “Ne görüyorsunuz bu tablo da?” Rüzgar bey dikkatimi çekmek için konuştuğunda sorusuna karşılık verdim.
“Bu tablo bana, hayatın kendisini anlatıyor gibi geliyor. Bakın, burada mavi ve turuncu renklerin iç içe geçtiği o yerde, sanki iki zıt duygu birbirine dokunuyor. Mavi, sakinliği, sonsuzluğu simgeliyor; turuncu ise hareketi, enerjiyi. Hayat da böyle değil mi? Hem durgun hem hareketli hem huzurlu hem karmaşık.”
Bakışlarımı tablodan çekmeden devam ettim. “Figürler bulanık ama duyguları derin. Sanki herkes kendi içinde bir sır taşıyor, ama bu sırlar görünmez bir bağla birbirine bağlı. Tabloda gördüğüm sahil kasabasının dalgaları gibi, hayat da sürekli değişiyor, akıp gidiyor. Her an bir şey bitiyor, bir şey başlıyor.”
Sözlerim bitince bakışlarımı yanımdaki adama çevirdiğimde hayran bakışlarını görmek beklediğim bir şey değildi. “Çok güzel…” diye mırıldanırken rahatsızca yerimde kıpırdandım. Sanırım bu sohbeti burada bitirmenin vakti gelmişti.
Müsaade istemek için dudaklarımı araladığımda belimde hissettiğim sıcaklık, tanıdığım bir tenin hatırlatmasıydı. Sert ama sahip çıkan bir tutuş… Dudaklarımı refleksle birbirine bastırdım. Kıpırdamadım. Çünkü bu temas bir yabancınınki değildi. Boran’ındı.
O keskin, odunsu kokusu birkaç saniyede ciğerlerime doldu. Kokusu bile buyurgandı. Kalabalığın içinde adeta “buradayım” diyen bir varlığı vardı. O elin değdiği yerde zaman durdu sanki.
Boran arkamda bedeninin sıcaklığı belime yaslanmışken sesi yakınımdan yükseldi. “Sanata karşı bu kadar tutkulu olduğunu bilmiyordum güzelim.” Derken dudakları eş zamanlı olarak saçlarıma değdi ama sesinin altına gizlediği kıskançlık neredeyse elle tutulur gibiydi. Tonu, dikkatle bastırılmış bir öfkeyi taşıyordu; dışarıdan nazik ama altında kabaran bir sahipleniş vardı.
Dönüp ona baktığımda keskin bakışlarının Rüzgâr Bey’in üzerinde olduğunu gördüm.
“İnci Hanım gerçekten çok başarılı bu konuda, ancak bir sanat sever bu kadar iyi yorumlardı. Bu yorumlama yeteneğinizle… bir galeride küratörlük bile yapabilirsiniz. Sanatı sezgisel algılayan biriyle sohbet etmek gerçekten nadir bulunur.”
İçimdeki huzursuzluk bir anda yükseldi. Yanağımın içini farkında olmadan biraz daha sert ısırdım. Bu sözler… Gereğinden fazlaydı. Üstelik Boran’ın varlığının ağırlığı, kelimeler ilerledikçe artıyordu.
Boran hâlâ susuyordu. Ama bu sessizlik bir fırtına öncesi sessizliğiydi. Gözleri Rüzgâr’ın yüzüne kilitlenmişti, adeta bir tabloyu değil, bir düşmanı okuyordu. Analiz ediyordu. Mimiklerini, ses tonunu, nefes alışverişini… Ve her detayda daha da geriliyordu.
Rüzgâr farkında değildi belki ama Boran’ın öfkesi sessiz yükselirdi. Tıpkı şimdi olduğu gibi.
“Teşekkür ederim,” dedim hemen, araya girerek. Ses tonumu yumuşattım, belki ortamın gerginliği dağılır diye. “Mesleğim gereği insan davranışlarını gözlemlemeye alışığım. Tablolara bakarken de o duyguları, bilinç dışı yansımaları fark etmek… doğal geliyor. Psikolojiyle uğraşınca, bazı detaylar kendiliğinden öne çıkıyor sanırım. Fazlası değil.”
Sözlerim yerini bulmuştu ama içimdeki huzursuzluk geçmemişti. Çünkü Boran’ın sessizliği, yakında patlayacak bir fırtınanın habercisiydi. Elinin belimdeki baskısı azalmamıştı. Yüzü ise artık bana değil, Rüzgâr’a dönüktü; sert, kararlı ve açıkça düşmanca bir ifade yerleşmişti gözlerine.
“Psikologsunuz öyle mi? Çok güzel.” dedi Rüzgâr. Yüzündeki gülümseme hâlâ oradaydı ama sesine yerleşen hafif ton değişimini ben hemen fark ettim. Başta zarif bir hayranlık gibi gelen bu söz, şimdi ince bir sorgulamanın altını taşıyordu.
O an Boran’ın yanımda değil, önümde olduğunu fark ettim. Bedeni, hafifçe bana siper olmuştu. Omuzlarının çizgisi sertleşmiş, gözleri Rüzgâr’a kilitlenmişti. Gölgesiyle bile varlığını hissettiriyordu.
“Evet,” dedim kısa bir yanıtla gerginliği uzatmadan. Ama cevap verirken gözüm hâlâ Boran’daydı. Bir kelime etmiyordu ama sessizliği ortamı kelimelerden daha fazla dolduruyordu.
Rüzgâr başını eğerek devam etti. “Demek insan ruhuna bu kadar yakınsınız. Tablolara verdiğiniz anlamların, sadece sezgisel değil mesleki temele dayandığını duymak etkileyici. Özellikle bu dönemde, duygusal zekânın bu kadar güçlü olması takdir edilir bir şey.”
Sesi nazikti ama Boran’ın artık sabrı kalmamıştı. Sertçe konuşmaya başladığında, sesinde alıştığım o sakin öfke vardı. Yüzeyde buz gibi, ama altında lav gibi akan bir tehdit. “İnci’nin zekâsı ya da sezgileri takdir beklemez.” dedi. Sözleri, Rüzgâr’ın kibarlığını tek hamlede parçalayan cinstendi. “Yaptığı her gözlem, kendi bilgisi ve deneyimiyle sabittir. Onu etkileyici yapan, bir adamın onu ne kadar ‘takdir ettiği’ değil, zaten kimseye ihtiyaç duymadan kendini ifade edebilmesidir.”
Rüzgâr’ın kaşları hafifçe çatıldı. “Elbette, amacım sadece—”
“Amacınızla ilgilenmiyorum.” diye böldü Boran, göz temasını hiç kesmeden. Artık sesi daha da düşüktü ama bu sessizlik tehdit doluydu. “Sadece haddinizi bilmenizi istiyorum, iyi günler.”
Direkt elimden tutup beni Rüzgar’ın yanından uzaklaştırırken bir an için afalladım. Adımlarım ona uyum sağlarken mekânın içindeki odalardan birinin kapısını açıp beni içeri soktu. Kapıyı ardımızdan kapatırken ona doğru dönüp konuştum. “Ne yapıyorsun, sadece sohbet edi-“
Cümlelerim aniden dudaklarımda hissettiğim baskıyla kesildi. Boran, kelimelerimi daha doğmadan susturmuştu. Dudakları dudaklarıma bastırılırken içindeki öfkeyi, kıskançlığı ve bastırdığı duyguları açıkça hissediyordum. Öpücüğü her zamankinin aksine yumuşaklıktan uzaktı. Bu, sahiplenmenin, uyarının ve içgüdüsel bir ihtiyacın ifadesiydi sanki. Bastırılmış fırtınaların tek bir anda dışavurumuydu.
Bir koluyla belimi iyice kendine çekti. Sıcak avuç içi, kumaşın açık kalan kısmından bedenimi saracak kadar sıkıydı. Diğer eli enseme yerleşmişti, parmakları saçlarımın arasında kaybolmuştu. Başımı daha fazla ona bastırıyor, beni tamamen kendine hapsetmek istercesine davranıyordu.
Ben ise ilk anda donup kalmıştım. Vücudum irkilmişti ama sonra bedenim ait olduğu kollar arasına girdiğini fark edip kendini ona bırakmıştı. Parmaklarım gömleklerinin yakasına tutunduğu an bende ona karşılık verdim. Elleri ne kadar sertse, dudakları da o kadar öfkeliydi. Ama işin tuhafı, o öfkenin altında tanıdık bir şey vardı. Tanıdığım, belki de tehlikeli bir şekilde özlediğim bir dürtü.
Yaklaşık yirmi gündür bana dokunmamıştı. Konuşmalarımız, eğer gerekiyorsa kısa ve mesafeliydi. O temaslardan, o anlardan eser yoktu. Ama şimdi, onun dudakları dudaklarımdayken, sanki o yirmi gün boyunca bastırılmış tüm hasret bir çığ gibi üzerime çöküyordu. Tenimde birikmiş boşluğun yerini, şimdi onun teni dolduruyordu. Sıcak, sert ve tutkulu…
Dudakları öfkeliydi ama içinde bir çatlak vardı; o çatlakta özlemi hissediyordum. Dudaklarımız arasında geçmiş günlerin sessizliği, söylenmemiş sözleri, kaçırılmış dokunuşları vardı.
Nefesi dudaklarımın arasında benimkine karışırken burnundan gelen kısa ama kontrolsüz soluklar, içindeki ateşi saklamaya çalıştığını gösteriyordu. Dudakları hâlâ benimkilerdeyken, dişlerinin arasından fısıltı gibi bir şey kaçtı. “Onun seninle konuşması… seni öyle hayranlıkla izlemesi… seni çözmeye çalışması deliye döndürdü beni.”
Ardından hiç durmadan dudaklarıma tekrar kapandı. Öpücüğü bu kez daha sert, daha sahipleniciydi; içindeki kıskançlık ve koruma arzusu her hareketinde kendini belli ediyordu. Ellerini belimde sıkıca hissettim, parmakları sanki beni hiç bırakmayacakmış gibi kavramıştı. Başımı hafifçe geriye doğru itmek isterken, karşı koyamadım; çünkü orada, o öpücüğün içinde saklı olan hisler çok daha derindi.
Onunla aramızdaki o kırgınlık ve mesafe, bu temasla aniden eriyip gitmişti. Nefes nefese kaldığımız an dudaklarımız birbirinden ayrılırken alınlarımız birbirine yaslandı ezbere biliyormuş gibi. Gözlerimi açtığımda, gözlerindeki karışımı görüyordum: kıskançlık, özlem ve korku…
“Kimsenin bakışı, beni çözmesi, hayranlığı umurumda değil demiştim. Tek sen, bir tek sen.” Derken sesim titredi ama aynı zamanda da kararlıydım. Boran’ın gözleri daha da derinleşti. Bir an için sanki kelimelerden çok daha fazlasını duymuş gibiydim; o bakışta, yılların biriktirdiği bütün sessizlik ve bekleyiş vardı. Gözlerinin içine baktım, orada kırılganlık ve savunmasızlık vardı, ama aynı zamanda güçlü bir kararlılık.
“Suskunluğumu bir tek sen okursun, sessizliğimde hissettiklerimi tek sen bilirsin, bir tek senin hayranlığın içimi eritir.” Diye devam ederken dudaklarına doğru fısıldadım gözlerimi bir saniye bile gözlerinden ayırmadan. Nefesim dudaklarına değdiği an yutkunurken belimdeki eli sıkılaştı, sanki aramızda mesafe varmışçasına bedenimi daha çok bastırdı bedenine. Kalbimin hızı arttı, zamanı durdurmak istercesine o anı içime çekmek istedim.
O an sadece ikimiz vardık; etrafımızdaki dünya, sesler, düşünceler hepsi silinmişti. Dudaklarımız tekrar buluştu, bu sefer daha yumuşak, daha anlam dolu… O öpücük, kelimelerin ötesinde bir anlama sahipti.
Dudaklarımı tamamen ayırıp gözlerine bakarken aklımdaki o soruyu sordum. “Sözleşme?” Buraya bunun için gelmiştik, önemli olan oydu. Gözleri derin derin gözlerime tutunmuşken cevap verdi. “İmzaları yarın atıyoruz.”
Aldığım haberle büyükçe gülümsedim. “Biliyordum, tebrik ederim aşkım.” Diyerek kollarımı boynuna dolayıp sıkıca sarıldım. Boran da beni sımsıkı kucakladı. Çenesini omzuma bastırırken saçlarımı sırtıma doğru atarak dudaklarını boynuma bastırdı. “Sayende güzelim, sayende.” diye fısıldadı. Sesi hem gurur hem de sevgiyle doluydu.
O an, kelimelerin ötesinde, iki kalbin birbirine olan bağlılığını hissettim. İçimde, Boran’ın bu sözüyle büyüyen sıcak bir umut yeşerdi. Biz birlikte güçlüyüz, her engeli aşarız diye düşündüm. Kolları arasında kaybolmuşken, geleceğe dair tüm korkularımın yerini sevgi ve güven aldı. Ve orada, o küçük odada, dünyanın tüm karmaşası yok olmuş, sadece biz kalmıştık…
Bölüm Sonu
‣‣‣ Bölümü nasıl buldunuz, beğendiniz mi?
‣‣‣ İnci ve Boran sahneleri nasıldı? Umarım hoşunuza gitmiştir.
‣‣‣ Derin meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 34.23k Okunma |
4.62k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |